Dünkü yazıda Kültür kavramının sosyolojik bir tanımını
yapmaya çalıştık. Ancak bu anlamıyla kültür günümüzün politik tartışmalarında hiçbir
şekilde konu edilmemektedir.
Bugünün dünyası ve Türkiye’sinde Kültür’den veya çok
kültürlülükten söz edildiğinde, başka bir “şey” kastediliyor. Bu kastedilen
nedir? Önce onu görelim.
Diyelim ki, bir vatandaş çıktı, “benim kültürümde devlet
yok, o halde ben devlete vergi vermeyeceğim, askerlik yapmayacağım, devletin
okullarına gitmeyeceğim, onun bürokratik işlemlerini yapmayacağım” dedi.
(Teorik olarak öyle bir şey mümkün aslında, çünkü Alevilerin
bir kısmı Aleviliğin bir Kültür olduğunu söylüyor. Alevi Kültürü incelendiğinde
onların devleti, vergiyi, yazıyı tanımadığı, yani kültürlerinde devlet
olmadığı, dolayısıyla vergi, yazı, devletin mahkemeleri, askerlik vs. olmadığı görülür.
Kendi içinde tutarlı ve Aleviliğin Kültür olduğunu söyleyen bir Alevinin çıkıp,
“madem çok kültürlüyüz, O halde benim kültürümde bunlar olmadığından benim de
kendi kültürüme göre yaşamam kabul edilsin” diyebilir.)
Veya başka bir vatandaş çıktı, “ben endaze, okkayı; gümüş ve
altını veya tuzu ölçü ve değişim birimi olarak kullanacağım, benim kültürümde
böylesi var, madem çok kültürlüyüz, bunu kabul edin ben işlemlerimi buna göre
yapacağım” dedi.
Böyle bir “çok kültürlü toplum” gerçekleştirme talebi
karşısında çok kültürlülüğü savunan liberaller, sözümona demokratlar, partiler,
hükümetler, devletler ne yapacaklar?
Bu durumda “çok kültürlü olduğunu” iddia eden her kim ise (vatandaş,
siyasi akım veya devlet veya hükümet) şöyle diyecektir: “Hop dedik. Bu
dediklerin kültür değildir veya öyle sayılmaz. Öyle şey olur mu, kimi askerlik
yapacak kimi yapmayacak; kimi mahkemeleri ve kararlarına uyacak kimi uymayacak.
Hiçbir devlet buna müsaade etmez. Biz çok kültürlülükten söz ederken bunları
kast etmedik.”
Buna şöyle bir itiraz gelecektir muhtemelen:
“Neden sayılmasın? Siz değil misiniz bizzat Kültür’ün
insanın doğaya kattığı ve toplumsal olan her şey olduğunu söyleyen. Para veya
ölçü birimleri de, okul da, devlet de, vergi de biyolojik değil kültürel şeyler.
Doğada yok böyle şeyler”
O zaman çok kültürlülüğü savunan kişi, akım, parti, hükümet
veya devlet şöyle diyecektir muhtemelen:
“Ama bunlar politik alana giriyor? Devlete ilişkin alana
giriyor. Kültür devletin dışında olandır; politik olmayandır.”
Görüldüğü gibi, kültürün başka bir tanımı karşımıza çıkıyor.
*
Bu tanım nasıl bir tanımdır diye bakıyoruz.
Bu tanım Sosyolojik bir tanım değil; Hukuki
bir tanım.
Bu tanım şunu demiş oluyor: “Ancak politik olmayan ya da
devlete ilişkin olmayan alanlardaki şeyler hukuken kültür olarak tanımlanabilir.”
Biliyoruz ki, hukuki kavramlar normatif kavramlardır. Yani norm
koyar, ilişkileri düzenlerler.
Bilimsel kavramlar ise, özel olguların ardındaki genel olanı,
ortak olanı bulup ortaya çıkarmaya çalışır.
Kültür öğrenilebilen ve aktarılabilendir diye bir tanım
yaptığımızda örneğin, onu öğrenilemeyen veya öğrenilmeyenlerden ayırmış oluruz
ve öğrenilebilen her şey kültür kavramının kapsamına girer.
Neyin öğrenilebilen veya öğrenilemeyen olduğu bizim
tercihimize girmez. Biyolojik bir özelliktir öğrenme.
Ama okullarda nelerin öğrenilebilir olduğundan söz
edildiğinde, normatif ve hukuki bir tanım yapılmış olur.
Hukuki kavramlar gerçekliği anlamayı sağlamaz, toplumsal
ilişkileri düzenlemek için bir norm koyar ve tanım yapar.
Bilimsel kavramlar ise gerçekliği anlamayı sağlar ve norm
koymaz.
*
Ama çok kültürlülük talep eden vatandaş öyle hemen pes
etmeyecektir. O da şunu söyleyecektir:
“Politik olmayan şeyleri kültür olarak tanımlamak, sizin
veya sizin kültürünüzün kültür tanımıdır. Kültürün nasıl tanımlanacağı da
kültüreldir. Madem çok kültürlüyüz, benim kültürümün kültür tanımını da kabul
etmeniz gerekir. Benim kültürümün kültür tanımında şeylerin politik olan veya
olmayan diye ayrımı yok. Benim kültürümün kültür tanımında biyolojik olarak
aktarılmayan tüm toplumsal olgular kültürdür. O halde biz çok kültürlüyüz
dediğinize göre ve kültürün nasıl tanımlandığı da kültürel olarak farklı
olabileceğine göre, sizin çok kültürlülük iddianızı ciddiye alarak size vergi
vermeyeceğim, okullarınıza gitmeyeceğim, askerlik yapmayacağım, yasalarınızı tanımayacağım,
ölçü ve para birimlerinizi tanımayacağım ve kullanmayacağım. Lütfen tutarlı
olun. Çok kültürlülük hakkımı tanıyın”
O zaman “çok kültürlü” olmakla övünen devlet bu vatandaşı
derhal derdest edip, “bu insan kültürün ne olup olmadığını anlamıyor aklından
zoru var” diye ya akıl hastanesine kapatacaktır ya da kanunlara karşı geldiği
için hapishaneye atacaktır.
Eğer bir de bu çok kültürlülüğü talep edenler belli bir
bölgenin insanıysa ve kalabalıksalar, bunu isyan olarak algılayıp o bölge ve nüfusa
kendi kültür tanımını zorla kabul ettirmek için orduyu seferber edecektir. Ve
1938 Dersim’de yaptığı gibi devleti tanımayan kültürü yok edecektir.
Görüldüğü gibi, “çok kültürlülük” baştan aşağı ikiyüzlü,
belli bir toplumun kültür tanımını bütün diğer kültürlere dayatmanın ta kendisidir;
belli bir kültür tanımının diktatörlüğüdür.
İşin kötüsü “çok kültürlülük” bir tek kültürün; kültürleri politik
olmayanla tanımlayan kültürün ta kendisidir.
*
Peki, neden bu çok kültürlülük böyle çok savunuluyor? Bununla
ne denmek isteniyor?
Aslında demek istedikleri şudur: politik olanı tek bir dille
veya dinle tanımlamayın, diğer dilleri de; diğer dinleri de tanıyın (Diyanet Cem
evlerini tanısın, Ruhban okulu açılsın vs.).
Yani ulusun ve devletin bir dille ve dinle tanımlanmasına
itiraz yoktur; itiraz sadece Türklükle ve Sünni İslam’la tanımlanmasınadır. Türklüğün
ve Sünni İslam’ın yanı sıra diğerlerine de politik alanda biraz yer açılması
istenir.
Yani çok kültürlülüğü savunanlar ve bundan söz edenlerin isteği, politik olanın aynı zamanda diğer dillere, dinlere vs. göre de tanımlanmasıdır.
Yani çok kültürlülüğü savunanlar ve bundan söz edenlerin isteği, politik olanın aynı zamanda diğer dillere, dinlere vs. göre de tanımlanmasıdır.
Dikkat edilirse, bu tavır, tutarlı demokratik bir talep değildir.
Çok kültürlülük aslında var olan gerici ulusçuluğun birtakım
payandalarla güçlendirilmesi ve esneklik kazandırılması çabasıdır. Var olan
yapının temelini sorgulamaz, onu kabul eder, sadece bazı değişiklikler ister.
Tutarlı ve radikal demokratik bir talep ise “çok kültürlülük”
değil; yani diğer dil ve dinlerin tanınması değil; devletin dilinin ve dininin
olmamasıdır. Bunların politik bir anlamının olmamasıdır. Yani bunların da “kültür”
sayılmasıdır.
Yani Türklüğün ve İslam’ın yanı sıra diğerlerinin tanınması
değil (bu çok kültürlülüğün talebidir) Türklüğün ve İslam’ın da tanınmamasıdır.
*
Görüldüğü gibi, o çok masum gibi görünün “Çok Kültürlülük” kavramı
aslında gerici milliyetçiliğin ve güçlü devletçiliğin kendini yaşatmak için
çekildiği bir siperden başka bir şey değildir.
Bu nedenle bu gibi kavramlara dayanarak tutarlı bir
demokrasi programı savunulamaz.
Tutarlı demokratlar, çok kültürlülük denen şeyin aslında
kültürü politika dışı ile tanımlayan hukuki tanımın diktatörlüğü olduğunu
söylerler.
Tutarlı demokratlar, çok kültürlülükten değil; ulus veya
politik olan her türlü dil, din, etni,
soy, sop belirlemesinin dışında ve böyle belirlemelere karşı tanımlanması gerektiğini
söylerler.
Tutarlı demokratlar, her demokrasinin aynı zamanda bir
diktatörlük olduğunu, kendilerinin de, ulusu dilli, dinle, soyla, etniyle
tanımlayan uluslar ve ulusçuluklar karşısında bir diktatörlük kurduklarını veya
kuracaklarını açıkça ifade ederler.
*
Peki, bu “Çok Kültürlülüğü” savunmanın Türkiye ve Ortadoğu’da
sonucu ne olur?
Korkunç bir parçalanma ve gericiliğin zaferi.
Çünkü birçok dilin ve dinin birer politik birim olarak
tanınması (Çok kültürlülüğün somut ifadesi ve talebi budur.) bu birimlerde
burjuvazinin egemenliğini pekiştirir.
Bu da uzun vadede, Lübnanlaşmayı getirir.
Lübnanlaşma ise, tümüyle kanamayı ve böylesine kırılgan ve
küçük birimler de ya anarşi içinde birbirleriyle rekabet edeceklerdir ya da ancak
merkezi ve güçlü bir devlet onları bir arada tutacak demektir. Kırk katır mı
kırk satır mı?
Doğru ve demokratik talep veya hedef ise: dilin ve dinin
politik bir anlamının olmamasıdır. Bu çok farklıdır. Bu demokratik Cumhuriyeti ve
tüm Ortadoğu’nun birliğini getirir.
Çok kültürlülük aslında devletin işine gelen bir
muhalefettir
*
Gezi Hareketi örneğin bu konuda önceden bir teorik hazırlığa
ve programatik netleşmeye sahip olsaydı; çok kültürlülük gibi palavraların
peşinden gitmeyip; ulusun tanımından dili ve dini dışlayan bir programı ve
bayrağı yükseltseydi bugün programatik olarak var olmaya devam edebilir, hatta
Kürt hareketini ileriye de çekebilirdi.
Gezi hareketi her demokrasinin bir diktatörlük olduğu gerçeğini
bilse ve kabul etse, örneğin Don Kişot veya diğer forumların aylarca uzun zaman
ve enerji yitirerek yeni yeni varmaya başladığı yerde daha başlangıcında
olabilir ve şimdi çok daha ilerilere gitmiş olabilirdi.
*
Gelelim politik olmayan anlamında, yaygın anlamıyla çok
kültürlülüğe.
Bakalım o nasıl bir şey?
Diyelim ki kültürü politik olmayan olarak tanımlıyorsunuz. Buna
bir itirazınız yok. Yani paradır, okuldur, askerliktir bunlar da kültürdür falan
demiyorsunuz. Sorun çıkarmayan uysal ve ideal bir yurttaşsınız. Hatta idealistsiniz
ve çok kültürlülüğü hayata geçirmeye, moda deyimiyle alternatif yaşamı şimdiden
kurmaya falan çalışıyorsunuz. Bu bağlamda çeşitli ülkelerden arkadaşlarla bir
ev kuruyorsunuz. İnsanlara çok kültürlü yaşamın nasıl mümkün, gerekli ve güzel
olduğunu somut olarak göstereceksiniz.
Bir tane Avrupalı, bir tane Japon, Bir tane Türk (Kürt veya
İranlı da olabilir fark etmez) ortak bir ev tuttunuz.
Daha ilk günden rahatsızlıklar başlayacaktır.
Avrupalı eve ayakkabıyla girecektir, Japon ve Türk
ayakkabısız.
Türk ve Japon Avrupalıya itiraz edecekler eve ayakkabıyla
girmemesini söyleyecekler.
Avrupalı da “biz çok kültürlü bir yaşam kurmayacak mıyız, benim
kültürümde eve ayakkabıyla giriliyor; siz de kendi kültürünüze uygun olarak
ayakkabısız girin benim itirazım yok” diyecektir.
O zaman Türk ve Japon
bizim ayakkabıyla girmememizin nedeni dışarının pisliğinin içeriye girmemesidir.
Bir kişi bile ayakkabıyla girince bizim ayakkabısız girmemizin anlamı kalmıyor
diyeceklerdir.
Avrupa da ben ev yaşantımı hep ayakkabıyla eve girmeye göre
örgütlemişim. Bununla rahat ediyorum, beni ilgilendirmez diyecektir.
Haydi, bunu hallettiler diyelim.
Masada oturup sohbet ederlerken, Avrupalı cebinden mendilini
çıkaracak ve sümkürecektir. Japon bizim kültürümüzde sümkürmek, şu an masanın
ortasına sıçmaktan farksızdır. İçim dışıma geldi, bir daha sümkürme diyecektir.
Bu arada Avrupalı yellenecektir. Türk yellenmek ayıptır, bize hakarettir diyecektir.
Bu arada Türk geğirecektir. Avrupalı esas iğrenç olan geğirmektir diyecektir.
Yemek yiyelim diyecekler, nöbete koyacaklar ve ilk yemek
nöbetini Avrupalı üstlenecek. Avrupalı sebzeyi öylece haşlayıp ortaya
koyacaktır veya İsveçliyse makarnanın üzerine reçel döküp önlerine sürecektir.
Türk midem bulandı makarnanın üstüne reçel mi dökülürmüş diyecek ve somurtarak
sofradan aç kalkacaktır.
Bulaşık yıkanacaktır. Avrupalı bulaşığı deterjanlı olarak
öyle süzülmeye bırakacaktır. Türk neden bunları çalkalamadın, deterjanlı mı
yemek yiyeceğiz diye itiraz edecektir vs. vs.
Görüldüğü gibi “çok kültürlülük” aslında hiç de güzel ve hayatı
kolaylaştıran bir şey değildir.
Hâsılı, kültür politik olmayan gündelik hayatın işleri
olarak tanımlandığında da çekilir bir şey değildir. Hayatı kolaylaştırmaz,
zorlaştırır.
Ha akşamları bir gün İtalyan lokantasına gitmek, bir gün Hint
lokantasında baharatlı Hint yemekleri yemek falan. Bunların çok kültürlülükle
ilgileri yoktur. Aslında o modern metropol kültürünün bir parçasıdır.
Bir İtalyan’ı İtalyan lokantasına götürdüğünüzde veya bir Japon'u
alıp Japon lokantasına gittiğinizde onlar orada yenenlerin İtalyan veya Japon
yemekleri olmadığını söyleyeceklerdir.
*
Yani çok kültürlülük hem alandır, bir kültünün egemenliğini
gizlemenin aracıdır; hem de günlük hayatta da hiçbir kolaylaştırıcı yanı
yoktur.
Bu çok kültürlülük söz konusu olunca egemenliğin görünmez
olmasının çok özgül bir biçimiyle karşı karşıya geliyoruz.
Dikkat edilirse kültür de, din de belli bir din veya kültür tanımını
dayatarak kendilerinin din veya kültür olmadıklarını aksine bunların
özgürlüğünü savunduklarını iddia etmektedirler.
Modern toplum, dini özel alanla tanımlayarak, din özgürlüğünü
savunduğunu iddia etmekte ve kendisinin aslında bir din olduğunu; dini belli
bir tarzda tanımlamanın kendisinin din olduğunu gizlemekte belli bir dinin
egemenliğini görünmez kılmaktadır. Görünmez egemenlikler en tehlikeli ve kendisine
karşı mücadele edilmesi en zor egemenliklerdir.
Çok kültürlülük de kültürü belli bir şekilde tanımlayarak
kültürel özgürlüğü ve çeşitliliği savunduğunu iddia etmekte ve kendisinin aslında
belli bir kültür olduğunu; kültürü belli bir tarzda tanımlamanın kendisinin de
bir kültün olduğunu gizlemekte ve beli bir kültürün egemenliğini görünmez
kılmaktadır.
Dini kişilerin özel sorunu olarak tanımlamanın ilerici ve
eşitleyici bir yanı vardı. Bütün insanlar soyu ve inancı ne olursa olsun
eşittirler demek, özünde bunların hiçbir politik anlamı yoktur ve olmamalıdır
demekti. Bu insanları eşit kılmanın, en azından hukuki ve biçimsel olarak eşit
kılmanın bir aracıydı.
Ama çok kültürlülük eşitlemez. Dili ve dini; yani gerici
ulusçuluğu ve ulusları politik alanın dışına atmaz; onu sadece farklı diller ve
dinlerle tanımlamayı getirir. Birleştirmez, böler. Politik alanı daraltmaz,
genişletir. Bütün bunlar da burjuvazinin egemenliğini pekiştirir.
27 Kasım 2014 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder