Aşağıdaki Program/Manifesto, 2004 yılında, yani bundan on yıl önce, “Açılım”
adlı bir dergi projesine çıkış bildirisi taslağı olarak yazılmıştı.
Bu Program/Manifesto’yu Marks-Engels’in yazdığı Komünist Manifesto’ya
öykünerek; onlar bugün Ortadoğu’da yaşasalar, arada geçen zamandaki olgular
hakkındaki bilgi birikimine ve kavramlar alanındaki teorik katkılara da
dayansalar, nasıl bir şey yazarladı diye düşünerek yazılmıştı.
Edebi bakımdan da Marks-Engels’inkine benzeyen bir uslup kullanılmaya
çalışılmıştı..
O dergi girişimi başarısızlığı uğradıktan sonra, Ortadoğu İçin
Demokrasi Manifestosu başlığıyla birkaç kez internette yayınlandı.
Orta Doğu’daki son gelişmeler ve Kobane Kuşatması bu programın ne kadar
doğru ve hayati olduğunu bir kez daha kanıtlamış bulunuyor.
Kobane için kalpleri ve yürekleriyle Kobane’nin yanında saf tutanların
yollarını şaşırmamaları için bu programın hayati önemi vardır.
Ayrıca yazılarımız ancak bu programın ışığında daha iyi anlaşılabilir.
Bu program on yıldır yok sayılmaya devam edilmektedir.
Ayrıca yazılarımız ancak bu programın ışığında daha iyi anlaşılabilir.
Bu program on yıldır yok sayılmaya devam edilmektedir.
Bu programa yakın şeyler düşünenlerin ortaklaşa tartıştıkları Radikal Demokrasi adlı bir Mail Grubu bulunmaktadır.
Bu programı esas olarak benimseyenler Radikal Demokrasi adlı bu mal
grubuna üye olarak çabalarını birleştirmeyi deneyebilirler.
Radikal Demokrasi Mail Grubunun sayfası şurasıdır:
Gruba üye olmak için şu adrese boş bir mail yollamak yeter:
25 Ekim 2014 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Kitabı şuradan epub, mobi veya pdf olarak da indirebilirsiniz:
https://drive.google.com/folderview?id=0BxCB_Gtx8VYASjdXOTFrSm43VXM&usp=sharing
İçindekiler
Ortadoğu
İçin Demokrasi Manifestosu
Ulusçuluk Hayaleti
Bundan yüz altmış yıl önce, Avrupa’yı kasıp kavuracak 1848
devrimlerinin arifesindeki günlerde, Marks ve Engels adlı, henüz otuzuna
varmamış iki genç, daha sonra “Komünist Manifesto” adıyla ünlenecek
bildirilerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm hayaleti”
sözleriyle başlıyorlardı.
Ama yirminci yüzyılın ve günümüzün hayaleti, Komünizm değil
Milliyetçilik oldu. Bu gün yazılacak bir bildirinin ilk sözleri: “Dünyada
bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” olabilir.
Bu hayalet, bu gün göründüğü biçimiyle, tam da “Komünizm Hayaleti”nden
söz ederek başlayan bildirinin yazıldığı günlerde doğdu.
Ve bu hayalet, içinde bulunduğumuz şu günlerde, yüz yıldan fazladır
felç edip böldüğü Orta Doğu’yu, yeni kan deryalarına sokmaya hazırlanıyor.
Bu gün, tüm Orta Doğu, “Verimli Hilal” de denen bölge,
tarihindeki en büyük yol ayrımlarından biriyle karşı karşıya bulunmaktadır.
Bölge, ya “etnilerin”, “dinlerin”, “kültürlerin”, “ulusların” birbirini
boğazladığı bir mezbahaya dönecektir; ya da bu “etniler”, “dinler”,
“kültürler”, “uluslar” yepyeni bir atılım için bir birikim ve zenginlik;
bölgeyi yüzlerce yıldır çektiği acılardan kurtaran bir zemberek olacaktır.
Bölge binlerce yıldır insanlığın kaderinde oynadığı tayin edici olumlu
veya olumsuz rolleri bir kez daha oynamaya aday görünmektedir. İnsanlığın
geleceğinin nasıl şekilleneceğinde, önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’daki
mücadelelerin sonuçları büyük bir önem taşıyacaktır.
Orta Doğu’nun
Tarihteki Yeri
Bundan on bin yıl önce, ilk kez insanları sürekli kıtlık tehlikesinden
kurtaran ve ancak “Sanayi Devrimi”nin keşifleriyle ve dönüşümleriyle
kıyaslanabilecek, “Neolitik Devrim” denen, çömlekçilikten dokumacılığa;
hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesinden ilk madenlerin işlenmesine
kadar, sayılmakla tükenmeyecek bir buluşlar manzumesi, o muazzam altüstlük,
kadın eliyle bu bölgede gerçekleştirildi.
Bundan beş bin yıl önce, düzenli tarıma ilk geçiş ve ilk kentlerin
kuruluşu da yine burada gerçekleşti. Tarımın sağladığı zenginlikle ve bollukla
birlikte, o artık ürünü farelerden koruyan kediler, o fazla ürün için
toprakları sürmeye yarayan öküzler ilk kez buralarda birer tanrı oldular.
Tarım sayesinde ilk kez düzenli artı ürün burada ortaya çıktığından
tesadüfi artıkların şölenleri yerine, dönemsel ve düzenli kutlamalar olan
bayramlar ve tatil günleri ilk kez burada doğdu. Tanrı altı günde evreni
yarattıktan sonra yedinci günde dinlenmeyi ilk kez burada akıl etti. Doğanın
bahardaki uyanışı burada bayramlaştırıldı. Kıtlık ekonomisindeki çocuk kurbanlarından
hayvancılığın bolluk ekonomisine uygun hayvan kurban etmeye ilk kez burada
geçildi ve bu devrimler ilk kez burada bayramlaştırılarak insanlığın hafızasına
kazındı.
Ama tarım ekonomisine geçiş insanlığı sadece kıtlıktan kurtarmakla
kalmadı, bunun bir de kefareti oldu: bu aynı zamanda uygarlığın yani sınıfların,
paranın, devletin, yazının da ortaya çıkması demekti.
Yazı, yani bilgi ağacının meyvesi, yani uygarlığa geçiş aynı zamanda
masumiyetin yitirilişi, Cennet’ten kovulma idi. İnsanoğlu Cennetten kovulup,
yeryüzü cehennemine burada düştü.
Yine burada Habil ve Kabil adlı kardeşler arasındaki ilk cinayetin bir
tarlada işlenmesi bir rastlantı değil; gerçek tarihin dürüst ve çocuksu bir
saflıkla anlatımıdır.
Tarımla birlikte ilk kez şehirler, yazı, rahipler, ticaret, para,
tüccarlar, sınıflar, devlet, ordular, siyaset, yani özetle uygarlık da ilk kez
bu topraklarda ortaya çıktı.
Bu gün Avrupa’nın Avrupa Uygarlığının temeli olarak kendine mal etmeye
çalıştığı Klasik Yunan Felsefesi bu toprakların ürünü ve zirvelerinden biridir.
Yunan matematikçileri, doğa bilimcileri, filozofları, o zamanlar henüz isimleri
bile olmayan, yerlerinde boş bataklıklar ve ormanlardan başka bir şey
bulunmayan, Roma, Paris, Londra, Brüksel veya Berlin’de değil; İskenderiye’de,
Babil’de geziyorlar, çalışıyorlar, tartışıyorlar ve bilgilerini
zenginleştiriyor; oralarda birikmiş bilgileri sınıflandırıyorlar; o bilgilerden
hareketle genellemeler yapıyorlardı.
Daha sonra Avrupa’da doğan kapitalizmle birlikte tüm dünyaya yayılan,
Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanının üç büyük tek tanrılı dini, Musevilik,
Hıristiyanlık ve İslam bu topraklarda doğdu ve gelişti. İbrahim ve Muhammet bu
topraklarda kervancılık yapıyor, bu toprakların binlerce yıllık geleneklerinden
süzdükleriyle peygamberleşiyorlardı. Roma’nın evrensel boyutlarının yansısı ilk
evrensel din, İsa aracılığıyla bu topraklarda doğuyordu.
Bu topraklar Çin, Hint ve İran uygarlıklarının yanı sıra binlerce yıl
boyunca, en büyük uygarlık beşiklerinden biri oldu. Dicle, Fırat ve Nil nehir
boylarında doğan uygarlık, binlerce yıl boyunca, tıpkı su yüzündeki bir yağ
damlası gibi yavaş yavaş yayıldı. Tüm Akdeniz’in Doğusu, Afrika’nın kuzeyi ve
Avrupa’nın Güneyini kapladı. Bu bakımdan Akdeniz bu uygarlığın bir yayılışıdır.
Akdeniz binlerce yıl boyunca, kapitalizmin doğuş çağında Atlantik Okyanusunun
ve bu gün giderek artan bir ölçüde Pasifik Okyanusunun dünya ekonomisindeki
tayin edici rolünü oynadı.
Buna bağlı olarak bölgenin siyasi biçimi olan, ticaret yollarının
emniyetini sağlayan imparatorluklar, önceleri sadece Nil ve Dicle-Fırat
nehirleri boyunca yayılırken, daha sonra bütün doğu Akdeniz’i, yüksek
yarımadaları (Anadolu, Yunanistan, İtalya) ve nehir boylarını kaplar hale
geldi. Romalılar Akdeniz’e “Mare Nostrum” (bizim deniz) derlerdi;
gerçekte ise Roma Akdeniz’e aitti. Bölgenin iktisadi birliği, imparatorlukları
yaratıyor; imparatorluklar da bölgenin birliğine siyasi ve kültürel bir boyut
verip onu güçlendiriyordu.
Roma İmparatorluğunun sınırları, aşağı yukarı, Bizans ve Osmanlı’nın da
sınırları idi. Bu imparatorluklar, bu uygarlık beşiğinde iyi kötü bir düzen
sağlayabiliyor, tarihsel ve coğrafi olarak bir bütün olan bölge binlerce yıl
boyunca, insanlığın uygarlık beşiklerinden ve zirvelerinden biri olma
özelliğini koruyabiliyordu. Böylece bir zamanlar Babil'in asma bahçelerinin
olduğu yerlerde binlerce yıl sonra bile, Abbasiler döneminde Bağdat’ta olduğu
gibi, yeni yükselişler yaşanabiliyordu.
Fakat bölge bu gün, bu göz kamaştırıcı geçmişiyle tam bir zıtlık içinde
yoksulluk, gerilik, çatışmalar ve perspektifsizlik içindedir. Doğanın ona
bahşettiği petrol ve su gibi zenginlikler onun en büyük felaketi olmuştur. Ama
sadece doğa tarihinin ona bahşettikleri değil, insanlık tarihinin ona
bahşettiği zenginlikler de, yani binlerce yıllık kökleri olan kültürler,
diller, dinler de, yani bizzat kendi tarihi de onun bir felaketi olmuştur.
Bölge, sadece maddi zenginliklerinin soyulması karşısında değil,
tarihinin çalınması karşısında bile tarihini savunamaz durumdadır. Bu zengin
tarih uluslar tarafından yağma edilmektedir.
Bu toprakların çocuğu olan Hıristiyanlık, bu toprakların binlerce yılık
tecrübe ve bilgi birikiminin bir sentezi olan “Klasik Yunan Felsefesi” ve
bilimi ve sanatı, Batı ve yeni yaratılan Avrupa ulusu tarafından Avrupalılığın
bir bileşeni olarak bölgenin tarihinden ve bilincinden çalınmaktadır.
Hıristiyanlığı ve Yunan Felsefesini Avrupa’ya bırakarak, bölgeyi İslam ile
tanımlayarak yoksullaştıranlar; bölgenin bu manevi soyuluşunun suç ortaklığını
yapmaktadırlar. İbrahim ve Musa Siyonist ulusçularca; Muhammet Arap
ulusçularınca; İsa Avrupa ve başka Hıristiyan nüfuslu ulusçularca çalınmıştır.
İnsanlığın tarıma geçişini sembolize eden bayram olan Newroz, Kürt
ulusçuluğunun bayramı olmuştur. İyonyalı ya da Atinalı veya Egeli Filozoflar
Yunan ulusunun mülkiyetine geçirilmiştir. Saddam Nabukadnezar’ın Irak, Türkler
Sümer ve Hitit ve Osmanlı’ların Türk; Mısırdaki yöneticiler Neferetit ya da
Ramses’in Mısır ulusundan olduğuna yemin etmektedirler.
Orta Doğu’nun tarihi uluslar ve ulusçular tarafından çalınmakta,
kendilerini dine, dile, etniye gör tanımlayan ulusların mülkiyetine
geçirilmektedir.
Bölge, kendi tarihini mülkiyetine geçiren bu gerici ulusçulukları ve
ulusları mülksüzleştirmeden, kendi tarihiyle barışmadan; Muhammet’i Arapların,
Musa ve İbrahim’i İsrailli Siyonistlerin; İsa’yı Avrupalıların; Sokrat, Aristo,
Arşimet veya Sofokles’i Greklerin ve Avrupalıların; Nabukadnezar’ı Saddam veya
Iraklıların; Kava’yı veya Selahaddin’i veya Newroz’u Kürtlerin; Sümerleri,
Hititleri, Osmanlı’yı ya da Köroğlu’nu Türklerin mülkiyetinden kurtarmadan
tekrar tarihine uygun bir kimliğe kavuşamaz.
Ulusçuluk ve Orta Doğu
Ortadoğu nasıl oldu da maddi ve manevi zenginliklerinin böyle soyulması
karşısında suskun ve çaresiz kaldı ve bu soyguna suç ortağı oldu?
Bu sırrın anahtarı, bölgeyi kurt dalamış sürüye çeviren, onun tarihini
yağma eden, yirminci yüzyılın hayaleti uluslar ve ulusçuluktadır.
Ulusların birbirini boğazlamasına ve her dil, din veya etninin bir
ulusal devlet oluşturmasına karşılık düşen “Balkanlaşma” kavramının bu
bölgedeki bir yarım adanın, aynı zamanda da bölgenin son imparatorlukları olan
Bizans ve Osmanlı’nın kalbi olan bölgenin adını taşıması rastlantı değildir.
Din, dil ve aşiretlerin birbirleriyle çatıştığı kaos ortamlarını
tanımlamakta kullanılan “Lübnanlaşma”nın da yine dünün bu uygarlık
beşiğinden bir bölgenin adını taşıması da rastlantı değildir.
Ve bu gün zaten yüzyılın başında Balkanlaşmış Orta Doğu, yeniden bir
Balkanlaşma ve Lübnanlaşma felaketine doğru doludizgin yol alıyor.
Bu gidişi tersine çevirmenin tek yolu, bölgeyi böyle “Balkanlaşma”
ve “Lübnanlaşma” felaketlerine sürükleyen tarihsel mekanizmayı
anlamaktan geçer.
Bu bölge, Çin ve Hint gibi diğer klasik uygarlık beşiklerinin tersine,
bölgede modern kapitalist ilişkilerin bölgeye girişiyle birlikte görülmeye
başlayan dile, dine, etniye dayanan ulusçuluk karşısında hiçbir savunma
mekanizması bulamamıştır.
Bu mekanizmayı bulamadığı sürece de parça parça olmaya ve kanamaya
mahkûmdur.
Ulusçuluk ve Diğer
Uygarlıklar
Diğer uygarlık beşikleri (Çin, Hint, Pers) karşısında bölgeye klasik
çağlarda güç veren her şey onun güçsüzlüğünün nedenleri haline gelmiştir.
Hiçbir uygarlık beşiği, modern kapitalizmin ve ulusçuluğun saldırısı
karşısında, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık beşiği kadar zayıf ve savunmasız
olmamıştır.
Çin uygarlığı bir kıyaslama olanağı sağlar. Orada onlarca farklı dilde
ve lehçede halk bulunmasına ve bu diller ve halklar arasındaki farklar Orta
Doğu’daki dillerin ve halkların farklarından hiç de az olmamasına rağmen, Orta
Doğu’yu parçalayan, neredeyse her dilin ve her dinin bir ulus oluşturması gibi
bir süreç Çin’de yaşanmamıştır. Çin’deki diller, halklar ve dinler, dine, dile,
soya, etniye göre ulusların oluşmasına bağışık (şerbetli) kalmışlardır.
Ulusçuluk mikrobu Çin’de bir hastalığa yol açmamış, Çin uygarlık alanının
bölünmesini getirmemiştir. Çin’de ulusal hareketler sadece Uygurlar ve
Tibetliler gibi, farklı alfabe kullanan halklarda görülmektedir.
Niçin?
Çünkü Çin’in seslere değil, piktogramlara dayanan arkaik yazısı, farklı
dillerin aynı şekillerle anlaşmasını mümkün kılıyordu. Böylece farklı dillerin
farklı alfabeler ve yazı dilleri dolayısıyla da farklı entelijansiyalar ve
uluslar yaratmasının maddi ve teknik koşulları ortaya çıkmıyordu. Böylece, Çin
uygarlık alanı, alfabesinin, Akdeniz uygarlık alanının seslere dayanan
alfabesinden çok daha “ilkel” olması sayesinde, ulusçuluğun kendisini kurt
dalamış sürüye döndürmesinden korunmuş oluyordu.
Orta Doğu’da ise, hepsi de seslere dayanan, Latin, Yunan ve Arap vs.
alfabeleri, tam tersine bir gidiş için olağanüstü uygun koşullar sunmuştur. Bu
sayede her dil, ayrı bir yazı diline ve dolayısıyla da bir entelijansiya ve
tarih, yani millet yaratma olanağına sahip olmuştur. Orta Doğu’ya Çin
karşısında kıvraklığını veren seslere dayanan alfabe, ulusçuluk mikrobu
karşısında güçsüzlüğünün koşullarından biri olmuştur.
Ama sadece Çin değil, Hint alt kıtası da bu tür bir ulusçuluk
karşısında Çin’den daha az şerbetli olmamıştır. Hindistan’da da yüzlerce halk
ve dil bulunmasına rağmen, bunların hiç biri ayrı bir ulus oluşturmaya
kalkmadı. Bu ulusçuluk, sadece kendini dinle tanımlayan ulusçuluk biçiminde,
Hint alt kıtasının kuzeyinde, Pers ve İslam uygarlığının etkisinde kalmış
bölgelerde (Pakistan, Bengaldeş) bir varlık gösterebildi.
Bunun nedeni de yine, Hint alt kıtası uygarlığının arkaik karakterinde
gizlidir. Tıpkı kıtaların hareketleri sonucu diğer kıtalardan izole olan
Avustralya ya da Madagaskar’ın diğer türlerin etkilerine kapanması nedeniyle,
oradaki canlıların yaşayan fosiller olarak kalmaları gibi, Hindistan da,
Himalaya dağlarının oluşturduğu aşılmaz doğal set nedeniyle, benzer bir sosyal
izolasyon yaşamış, bir tür yaşayan fosil özelliği kazanmıştır. Dış etkilerin ve
başka halkların istilalarının bin yılda bir kere yaşanması nedeniyle;
kapitalizm öncesi uygarlıkların temel eğilimi olan kastlaşma orada en uç
noktalara varmıştır. Böyle bir sistemde, her “etni”, her dil, her “halk” aynı
zamanda bir kast oluşturmuştur. Bu ise, her biri ayrı halklardan oluşan
kastların ayrı uluslar olarak şekillenmesinin, ayrı bir burjuvazi ve
entelijansiya çıkarmalarının maddi koşullarını ortadan kaldırmıştır.
Buna karşılık, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanı ise, tarihin
yolgeçen hanı gibidir. Sürekli “barbar” halkların istilaları ve imparatorlukları
yıkışları, kastlaşma eğiliminin gelişmesine hiçbir zaman fazla olanak
tanımamıştır. Kast yapısı, sadece belli işlerde belli bölgelerin veya halkların
uzmanlaşması eğilimi olarak doğuş halinde kalmış, Hindistan’daki gibi bir
geçişsizlik, bir dokunulmaz paryalar kastı hiçbir zaman olmamıştır. Bizzat
kendileri bölgenin bu özelliğinin bir yansıması olan Hıristiyanlık ve İslam
gibi toplumsal sistemi düzenleyen dinler de, böyle bir kastlaşma eğiliminin
önünde bir engel olmuşlardır. Kastlaşma eğilimi sadece Yahudiler ve Romalar
biçiminde varlığını toplumun gözeneklerinde sürdürebilmiştir.
Hemen görüleceği gibi, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanına kıvraklık
veren kastlaşmama, yani farklı dillerin ve halkların belli sınıflar ve
meslekler biçiminde, jeolojik katmanlar gibi taşlaşmaması da ulusçuluk
karşısında onu savunmasız bırakmıştır.
İran – Pers uygarlık alanı ise, ulusçuluğun bu meydan okuyuşuna, Pers,
Sasani uygarlık birikiminin ve kültürünün İslam altında devam eden biçimi olan
Şiilikle; ulusu, yani siyasi olanı, Şiilikle tanımlayarak cevap vermiştir.
Ulusun, dile, soya, kültüre göre tanımlanması karşısında, dine, ama İran
uygarlık alanının dinine göre tanımlanmasının, bu uygarlık alanının birliğini
ne kadar sürdürebileceğinin cevabı henüz ortada durmaktadır.
Orta Doğu ve Akdeniz ise bu soruya henüz cevabı bulabilmiş değildir.
Akdeniz’in kuzeyi ve Avrupa’nın Güney’i bu cevabı Orta Doğu, Akdeniz alanından
Avrupa alanına geçerek, yani kaderini bölgenin kaderinden ayırarak en azından kendisi
için kısmi çözüm bulmaktadır. Afrika’nın Kuzeyi, Mezopotamya, Anadolu ve
Kafkaslar ise kanamaktadır ve böyle giderse daha çok da kanayacaktır.
Soyut bir olasılık olarak, bölge içinden bir ülkenin, yani Türkiye’nin
de, diğer Güney Avrupa yarımadaları gibi yaparak, ulusu Avrupa yurttaşlığıyla
tanımlayacak bir Avrupa Birliği çerçevesinde Balkan Halklarıyla yeni bir
birliğe yönelmesi belki, sadece bu ülkenin yangından kaçmasını sağlayabilir.
Bizans ve Osmanlı’nın kalbinin Balkan ve Anadolu olması böyle bir olasılığı
çağrıştırmaktadır. Ama yangın ve kanama bölgeyi tüketmeye devam edecektir.
Ne var ki, somutta, Avrupa’ya böyle bir giriş, ancak, Kürdistan’ın
dışta kalması ve böylece Türkiye’nin Avrupa’nın en büyük ve kalabalık ülkesi
olmaktan çıkmasıyla ve buna bağlı olarak Türk Devlet Bürokrasisinin iktidarını
büyük ölçüde yitirmesiyle olabilir. Bu günkü Türkiye’nin sahilleri ve batısı ve
ortasında yaşayan Türkler, yanan Ortadoğu evinden kaçmış olurlar. Yani Şimdi
Kıbrıslıların yapmaya çalıştığını veya Doğu Almanların veya Doğu Avrupalıların
yaptığını yapmış olurlar. Ama bu da bölgeye ilişkin sorunu ortadan kaldırmaz.
Eski uygarlıkların siyasi biçimleri olan prekapitalist imparatorluklara
(Roma, bizans, Osmanlı) tekrar dönmek mümkün değildir.
Modern uygarlığın en gerici siyasi biçimi olan etniye, dile dine dayalı
ulusal devletler ise, bölgenin paramparça olmasına, ulusal baskılara, ulusal ve
dinsel katliamlara, sürekli çatışmalara yol açmaktadır.
Katliamlar; zorla nüfus değişimleri (mübadele) ve asimilasyon ile etnik
ve dilsel sınırlar ile siyasi sınırların çakışması sağlandığında bile, bunun
yol açtığı düşmanlıklar ve ortaya çıkan küçük devletler, ekonomik gelişme için
çok büyük bir engel oluşturmaktadır.
Bölge sadece savaş ve çatışma zamanlarında değil, barış zamanlarında da
yoksulluk içinde kalmaktadır. Bu da, dünyanın en büyük petrol ve su
rezervlerinden birine sahip olan bölgenin, büyük güçlerin baskı ve oyunları
karşısında tam bir av alanına dönüşmesine yol açmaktadır. Ve büyük güçlerin
müdahaleleri de tekrar yoksulluğu, bölünmüşlüğü ve büyük güçlerin egemenliğini
pekiştirmektedir. Yani kendi kendini besleyen kısır bir döngü ortaya
çıkmaktadır.
Bu çıkmazdan nasıl çıkılır? Bu çıkmazdan çıkışın bir yolu var mıdır?
Evet vardır.
Eğer bu başarılırsa, sadece bölge için değil, tüm insanlık için de bir
atılım sağlanabilir. Bu çare yine bizzat ulus ve ulusçuluk denen modern
fenomenin sırrında yatmaktadır.
Ulusçuluk ve Dil
Çin’in ve Hint’in gösterdiği gibi, ulusun ve ulusçuluğun dinle, dille,
etniyle, soyla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Eğer olsaydı, bu gün bu eski
uygarlık beşiklerinde dile, dine, etniye dayanan onlarca devlet olması
gerekirdi.
Ama sadece Çin ve Hint değil, ulusçuluğun ilk doğuşu ve ilk modern
uluslar da, ulusun dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle bir ilişkisinin
olmadığını kanıtlar.
Kuzey Amerika’da ilk uluslardan biri olan ABD’yi kuranlar, göçüp
geldikleri İngiltere'dekilerden başka bir dil ve soy ya da dinden değildiler.
Güney Amerika’nın ulusların kuran “criollo”lar, kendilerine karşı
savaştıkları İspanyol’larla aynı dili, geçmişi ve dini paylaşıyorlardı. Fransız
devriminin ve ulusunun bayrağı olan üç renk, dile, etniye, kültüre ya da dine
ilişkin en küçük bir çağrışım içermiyordu.
İlk ulusların doğuşunda bu çok açıktır, aynı dili, dini, kültürü
paylaştıklarına karşı savaş içinde oluşan Amerika kıtası uluslarının
kendilerini dile, dine, soya göre tanımlamaları düşünülemezdi bile. Aynı dilden
ve dinden asillere ve krala karşı savaş içinde oluşan Fransız ulusu kendini
etnik, dilsel veya dinsel olarak tanımlamamıştı.
Başlangıçta, yurttaş ve insan neredeyse aynı anlamda kullanılıyordu.
Böylece, ulus sömürgeci ya da feodal ayrıcalıklara karşı tanımlanmış siyasal
birimin, hakları insan haklarıyla tanımlanmış yurttaşlarından oluşuyordu. Bu
potansiyel olarak bir dünya cumhuriyeti fikrini bile içeriyordu
Bu dile, dine, soya dayanmayan, bunlara kör olan ulus, hem içeriği
bakımından devrimci ve demokratikti, hem de din, dil, soy, kültürü politik
alanın dışına atıyor ve ilke olarak devletin onlar karşısında tarafsızlığını ya
da körlüğünü savunuyordu. Politik olanın, yani devletin, nasıl dini olmuyorsa,
dili, etnisi, kültürü de olmuyordu.
Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun ortak konuşma dili ise sonradan
dile dayanan ulusçuluktakinden çok farklı bir anlama sahipti. Politik olanın
tanımlamasının aracı değil, insanları yurttaşlar haline getirmenin, okuma
yazmayı ve demokrasiyi geliştirmenin bir aracı; ve ekonomik ilişkilere ilişkin
teknik bir sorunun çözümü olarak bir anlam taşıyordu ve diğer dillerin başka uluslar
olarak tanımlanmasına yol açmıyordu. Alsas Loren’in Almanca konuşanları,
kendini eşitlik, özgürlük, kardeşlik ile tanımlamış Fransız ulusundan ayrı bir
siyasi tanımlama içinde değildiler.
Bütün bu örnekler, bizlere ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, din, soy,
etni, kültür, ırk, tarihsel ortaklıkta değil başka yerde aranması gerektiğini
gösterir. Onun özü politik olanın nasıl tanımlandığındadır.
Ulus ve Ulusçuluk
Nedir?
Nasıl Allah’a inananların Allah hakkında anlattıklarından Allah’ın ne
olduğu anlaşılamaz ise, Ulusçuların ulus hakkında anlattıklarından da ulusun ne
olduğu anlaşılamaz.
Nasıl insanlar Allah’ı kendileri yaratmış olmalarına rağmen, Allah
tarafından yaratıldıklarına inanırlarsa; ulusçular da ulusları kendileri
yaratmalarına rağmen, uluslar var olduğu için kendilerinin var olduğuna
inanırlar. Ve inananların Allah’ı tanımlaması gibi Ulusu tanımlarlar.
Bu tanımlama, her ulusta ve ulusçulukta, tıpkı farklı tanrı
inançlarında tanrının tasvirinin değişmesi gibi değişir.
Ulusçular, ulusal olan dışında bir var oluş düşünemediklerinden,
ulusçuluğu da ulus gibi, tanımlarlar: her hangi bir ulusun çıkarlarını öne
almak olarak.
Bu tanım ulusçuluğun ne olduğunu değil; ulusçuların ulusçuluk
hakkındaki tanımlarını ne olduğunun bir örneğini sunar.
Hâlbuki yöntemsel ve mantıki olarak, ulusçuluk, ancak, kendi
dışındakine göre tanımlanabilir.
Sorunu böyle koyduğumuzda şunu görürüz. Ulusçuluk, ulusal olanla
politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır.
Ama bu, politik diye bir alan olduğu anlayışını var sayar. Yani
ulusçuluk, örneğin politik olanın, özel olandan ayrı olmayacağı gibi bir
anlayışa dıştalar. Ya da örneğin politik olanın ulusa göre tanımlanamayacağını
ve ulusal olanın özel olana ait olduğu, bir inanç ve vicdan sorunu olduğunu
savunan bir anlayışı da dıştalar. Ulusçuluk bu anlayışlar karşısında bir
diktatörlüktür.
Ulusçuların ulusçuluk tanımları, aslında ne olduğu kanıtlanması gereken
şeyi, bir kanıt ve çıkış noktası olarak ele almakta, kendini üreten, içine kapalı
bir daire oluşturmaktadır.
İnsanlar ulusal çıkarları öne almamak gerektiğine inanabilirler ama
ulusal olan ile politik olanın birliği düşüncesini savunuyorlarsa yine de
ulusçu olabilirler. Bu anlamda, enternasyonalizm ulusun değil sınıfın
çıkarını öne almasına rağmen; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini
sorgulamadığı; buna dayandığı ve bunu savunduğu için ulusçuluktan başka bir
şey değildir.
Zaten tam da bu nedenle, ulusçuluk, yirminci yüzyıl boyunca zafer
yürüyüşünü enternasyonalizm bayrağıyla gerçekleştirmiştir. Ya da tersinden
Enternasyonalistler ulusal bayraklarla hareket ettiklerinde zafer
kazanmışlardır.
Ulusçuluk ve
Özel-Politik Ayrımı
Ulusçuluğun iki ön koşulu vardır.
Birincisi, toplumda, politik, yani devlete ilişkin olan olarak
tanımlanmış ayrı bir alanın varlığının var sayımıdır.
Politik bir alanın varlığının kabulü ulusçuluğun ön koşuludur.
Ama bunun da ön koşulu, toplumda ayrı alanlar olduğunu varsaymaktır.
Yani Özel ve Politik ayrımı gibi bir kavrayış olmadan ulusçuluk var
olamaz. Bu ayrım tamamen yenidir. Bu ayrım özünde modern toplumun dinidir.
Bu ayrımın analitik bir ayrım olması başkadır; toplumu düzenleyen
normatif bir ayrım olması başkadır. Modern toplumda bu ayrım normatif bir
ayrımdır. Modern öncesi toplumlarda ise toplumsal yaşamı dözenleyen, norm koya
böyle bir ayrım yoktur.
Modern toplum bu ayrıma dayanır. Bu ayrım ise aslında modernite öncesi
toplumu düzenleyen, ve böyle bir ayrımı reddeden dinlerin, politik alandan
uzaklaştırılmasının aracından başka bir şey değildir. Bu nedenle bu ayrımın
kenisi alrımın reddinin reddi modern toplumun dininin ta kendisidir. Bu
ulusçuluğun birinci koyuludur ama henüz kendisi değildir., Sadece bu ayrıma
dayanarak bir yeryüzü cumhuriyeti kurulabilir.
Ulusçuluğun ikinci ve esas koşulu bu ayrım ortaya çıktıktan sonra, politik
olanın tanımında çıkar.
Politik olanı ister yurttaşlıkla, ister dille, ister dinle, ister
etniyle, ister belli bir bölgede yaşayanlarla sınırlayan ve onlarla çakışması
ilkesine dayanan her anlayış ulusçuluktur.
Bunlardan hangisinin geçerlik kazanacağını tarihsel ve ekonomik durum,
sınıflar, onların ilişkileri ve güçleri belirler.
Ulusçuluk, ancak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,(yani ister bir
devletinin yurttaşlarının haklarıyla, ister etniyle, dille, ırkla, dinle
tanımlansın) ulusal olanın “özel”, “inanç” alanına, yani ulusçuluğun
dinleri attığı yere ve kendisinin de gerçekte ait olduğu yere atılmasıyla, yani
politik olanla çakışması ilkesinin reddedildiği yerde biter. Ulusçuluğu,
dine, dile, etniye göre tanımlamaktan vazgeçmek ulusçuluğun ve ulusal devletin
sonu değil, ulusçuluğun daha reaksiyoner bir biçiminin sonudur.
Ulusçuluk, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın belli bir
şekilde sınırlanması (toprak parçası, dil, din, etni, soy, ırk, kültür vs.)
olduğunda daima var olur.
Ulusların doğuşunda politik olanı ulusal olan değil, ulusal olanı
politik olan belirliyordu. Ulus politik olanın kapsadığı yurttaşlardan
oluşuyordu. Politik olan ise, başlangıçtaki nispeten demokratik ulusçulukta,
dil, dine, soya, kültüre göre değil, bütünüyle tesadüfi denebilecek, krallık ya
da sömürge idaresinin sınırlarına göre belirlenmekteydi. İspanyolların Güney
Amerika’daki idari bölümlemeleri, Güney Amerika uluslarının sınırlarını
oluşturmuştur. Aynı şekilde Kuzey Amerika ulusları da İngiliz sömürge
idaresinin izlerini taşır. Fransız ulusu Krallığının egemenlik alanındaki
yurttaşlar oluşturuyordu. Bunun somut tarihte hiçbir zaman bu mükemmellikte
gerçekleşmemiş, bazı çarpılmalara uğramış olması bu özünü değiştirmez.
Yani başlangıçta ulusal olanın sınırları kendini politik olanın
sınırlarına göre belirlerken, sonradan ortaya çıkan dile, etniye, dine dayanan
gerici ulusçulukta, bunlara göre tanımlanmış ulusun sınırlarının politik
olanının sınırlarını belirlemesi gerektiği gibi bir sonuca ulaşılmış ve bu ön
yargı bu gün tartışılmaz bir yaygınlık kazanmıştır.
Ve bu gün artık insanlar uluslar olduğu için ulusçuların var olduğu
düşüncesini tartışılmaz bir hakikat gibi kabullenmiş bulunuyorlar. Yani tıpkı,
sınıfların insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız olarak var olduğu ve
nasıl sınıflar olduğu için sınıf bilinci varsa; insanların kabul ve
bilinçlerinden bağımsız uluslar olduğu için de ulusçuluğun var olduğu ve ulusal
bilincin oluştuğu düşüncesine alışmış ve bunu hiç sorgulamadan kabullenmiş
bulunuyorlar.
Tıpkı tanrıları yaratan insanın, kendini tanrıların yarattığına
inanması gibidir bu.
Ulusları yaratan ulusçular; ulusların kendilerini yarattığına
inanmaktadırlar.
Ulusçuluk ve Din
Ulusçuluk modern çağın dininin, yani özel ve politik ayrımının, karşı
devrime uğramış biçimidir. Ulusçuluk, modern toplumun dininin (Özel ve politik
ayrımına göre toplumu düzenleyen dinin, böylece insanların eşitliğini sağlamaya
çalışan dinin) karşı devrime uğramış (Eşitliği bozan insanların eşitliği yerine
ulusların eşitliğini geçiren) bir biçiminden başka bir şey değildir. Bu anlamda
ulus da modern çağın tanrısı sayılabilir.
Eski uygarlıklarda politik ve özel gibi ayrımlar yoktu. Politik ve Özel
ayrımı, bu ayrımı kabul etmeyen eski dinler ve ulusları reddeden düzenler
karşısında bir diktatörlüktür.
Örneğin toplumdan yani kamusal olandan ayrı bir devleti, siyaseti,
özeli tanımayan, komünün kendisinden başka bir şey olmayan Alevilik, ben silahlı
adamlar tanımıyorum, bende yazı yok, ben vergi memuru tanımıyorum, ben bir
inanç değil, toplumun kendisiyim, onun düzeniyim diyemez. Dara çıkmanın yerini
mahkemeye çıkmak alır. Sözlü kültürün yerini zorla okula gidip yazıyı öğrenme.
Vergisiz ve silahsız bir toplumun yerini, vergiler, askerlik hizmeti alır.
Böyle davranmayı kabul etmeyen imha edilir. Bir “inanç” olmaya zorlanır.
Aleviler de Aleviliğin bir inanç olduğun kabullendikleri an artık, politik
olanın ayrı olmasını ve politik olanın ulusa göre belirlenmesini kabul etmişler
demektir. Yani artık birer milliyetçidirler. Sorun artık sadece nasıl bir
milliyetçi olacaklarında, yani politik olanın neye göre tanımlanacağındadır.
Aynı şey, klasik uygarlıkların toplumsal ve siyasal düzenlerini
sağlayan dinler için de geçerlidir. Müslüman, ben şeriat mahkemesinde
yargılanıp onun kararına uymak istiyorum; bu günkü devlete değil, o kadıların
maaşını karşılayacak devlete vergi vermek istiyorum diyemez. Dediği an yok
edilir. Böylece Müslümanlık da aynı şekilde, özel ya da inanç olarak
tanımlanmış gettoya tıkılır. Klasik uygarlıkta İslam'ın üstlendiğini bu sefer
ulus üstlenir. Müslümanlar, İslamiyet'in bir inanç olduğunu kabul ettikleri
takdirde, politik olanın dışında bir inanç olarak var olabilirler. Müslümanlığın
bir inanç olduğunu kabul eden her Müslüman, aslında politik olanın ulusa göre
tanımlanmasını kabullenmiş bir milliyetçidir de artık.
Bu nedenle “İslami düzen” hedefi, kendi iddiasının aksine, başka bir
uygarlık ve değerler sistemi değil, bu günkü ulusçuluğa dayanan burjuva
uygarlığının yaygınlaştırılmasıdır. Politik İslam’da dile gelen şeriat devleti
talepleri, eski uygarlığa ve onun politik biçimine bir dönüş değil; İran’da
veya diğer şeriat devletlerinde görüldüğü gibi, politik olanın, yani ulusun, İslam’ın
belli bir yorumuna göre tanımlanmasından başka bir şey değildir. Yani etnik
veya dile dayanan gerici ulusçulukla, örneğin Türk ulusçuluğuyla ayrılığı özden
değil, ulusun neye göre tanımlanacağı noktasındadır. Etnik milliyetçilik veya
dile dayanan milliyetçilik nasıl etniyi veya dili politik alanın tanımlamasında
kullanır ve etnik ve dilsel baskıların yolunu açar ve örneğin dini özel alana
hapsetmeye yararsa; politik İslam da dini politik alanın tanımlamasında
kullanıp diğer dinlerin, dinsizlerin ve laiklerin üzerinde bir baskının yolunu
açmaya buna karşılık örneğin etniyi veya dili özel alana hapsetmeye ve örneğin
İran’da olduğu gibi, böylece birçok etniyi ve dili bir arada tutmaya yarar.
Bu anlamda dine ve onun belli bir yorumuna dayanan ulusçuluk, dile,
soya, ırka dayanan demokratik olmayan gerici ulusçuluğun değişik bir
versiyonudur. Bu anlamda, Molla oligarşisinin veya Türkiye’deki Devlet
oligarşisinin ayrılığı modern ve gerici ayrımı değil; ulusun hangi ayrımcı
kritere göre tanımlanacağı üzerinedir. Türk egemenleri, dile ve soya, İran
egemenleri (veya Politik İslam) dine (Şiiliğe) dayanarak egemenliklerini
sürdürebileceklerini düşünüyorlar.
Milliyetçiliğin ya da ulusçuluğun zaferi, eski toplumların yaşamını
düzenleyen “din”lerin, birer inanç, yani özele ait, politika dışı oluşunun
kabulüyle başlar. Bu anlamda, bu gün inanç denerek, özel olanın gettosuna
tıkılan dinlere, kapitalizm öncesinin “milletleri” idiyse; bu gün onların
işlevini yüklenen milliyetçilik de, modern çağın dinidir.
Milliyetçiliğin cezası suçunun cinsinden olmalıdır. O nasıl eski
çağlarda bu gün ulusçuluğun yaptığı işi yapanları inanç gettosuna kapattıysa,
ona da aynı ceza verilmelidir. Ulusçuluğun cezası, onun politik alının dışına
sürmek olmalıdır.
Ne var ki, milliyetçiliği, en demokratik veya en gerici biçimleriyle,
diğer dinlerin yanına, inançla tanımlanmış özel olan gettosuna atmak henüz bu
burjuva uygarlığı ve toplumunun ufku içindedir.
Burjuva uygarlığının ve ufkunun ötesi ise, özel ve politik ayrımının
aşıldığı noktada başlar. Ulusal olanı özel olanda tutmak, aynı zamanda politik
olanı ulusal olanla tanımlamak isteyen karşısında bir diktatörlük demek
olacaktır. Bir sınıf mücadelesi aracı olarak devlet olduğu sürece, politik olan
ve dolayısıyla da özel olan ve dolayısıyla bunların nasıl tanımlanacağı sorun
olacaktır.
Sınıf mücadelesi aracı olarak devletin ortadan kalkması, aynı zamanda
politik olanın da yok olması anlamına gelir. Ancak politik olan yok olduğunda,
onun neye göre tanımlanacağı sorunu da ortadan kalkabilir.
Demokratik ve Gerici
Ulusçuluk
Hemen görülebilir ki, soyut bir olanak olarak, örneğin Osmanlı
Toprakları üzerinde yaşayan tüm dinlerden, dillerden halklar padişahın ve
devletin egemenliğine karşı mücadele içinde, sonraki bölünme ve acılara
uğramadan; dinler, diller etniler karşısında tarafsız; tıpkı ABD’de ya da
Fransız Devrimi’nde olduğu gibi nispeten demokratik bir ulusun ortaya çıkmasına
yol açabilirdi.
O zaman, bu Orta Doğu uygarlık alanı da, tıpkı Çin veya Hindistan gibi
tarihsel bütünlüğünü koruyabilir; halkların boğazlaşmaları ve katliamlarına
uğramadan yaşayabilirdi. Yani, demokratik ve devrimci bir ulusçuluk bile, bu
uygarlık alanının tıpkı Çin veya Hint’te olduğu gibi bütünlüğünü korumasını
sağlayabilirdi.
Osmanlı’ya ulusçuluk önce bu biçimler içinde girdi. Bugün Yunan
ulusçuluğunun sembolü olmuş, Velensinli Rigas’ın hedefi Osmanlı topraklarında
her hangi bir dil, din, etniyle tanımlanmayan bir ulustu.
Tevfik Fikret, Padişaha Suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin
başarısızlığına üzülen şiirler yazıyor; “vatanım ruyi zemin milletin
insanlık” diyerek demokratik bir ulusçuluğu savunuyordu. Ermeni ve Baykan
sosyalistleri de aynı demokratik ulusçu ve humanist özellikleri
gösteriyorlardı.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Yani bugünkü gerici ulusçuluğun
zaferi bir kader ve olası biricik yol değildi.
Ancak bu umut verici başlangıçlar, karşı devrimci sınıfların mücadelede
önderliği ele almasıyla ve Osmanlı Devletinin gericiliğinin baskısıyla giderek
geriledi ve ezildi.
Ulusu bir dille, bir dinle, kültürle vs. tanımlayan bu çifte kavrulmuş
reaksiyoner milliyetçiliğin hayaleti komünizm hayaletiyle birlikte Avrupa’da
(Almanya ve Orta Avrupa’da), aynı olaylar içinde ve ona bir cevap olarak ortaya
çıktı.
Yani dünyada, ulusu bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlayan,
reaksiyoner ve gerici Ulusçuluk Hayaletini ortaya çıkaran bizzat Avrupa’daki “Komünizm
Hayaleti”ydi
Böylece burjuvazi hem demokratik görevler hedef olmadan bir modern
devlet kurma olanağı elde ediyor hem de geniş emekçi kitleler demokratik
hedeflerden uzak tutulup aralarında çatışma yaratılabiliyordu. Bu bakımdan,
etniye, dile, soya dayanan milliyetçilik, burjuvazinin ezilenleri kendi
ideolojik egemenliği altına almak için bulduğu en etkili silahtır. Dolayısıyla
bir sınıf mücadelesi aracıdır.
Tarihin sınıflar mücadelesi olduğu gerçeği, kendini tarihin uluslar
mücadelesi olduğu biçiminde göstererek hükmünü sürdürüyordu. Yani Tarih tam da
sınıflar mücadelesi olduğu için, uluslar mücadelesi olarak görünmektedir.
Uluslar mücadelesi, burjuvazinin ezilen sınıflara karşı mücadelesinin bir
biçimidir.
İlk zamanların nispeten demokratik ulusçuluğu, bundan sonra her yerde
gerici ulusçuluk karşısında birbiri peşi sıra yenilgiler almaya başladı.
Devrimci Demokratik ulusçuluğun son yükselişi ve başarısı, Amerika’da Kuzey’in
Güney’e karşı zaferinde görüldü.
Amerika bu gün hala modern uygarlığın modeli ve ideali olmaya devam
ediyorsa, bunu, siyahları ulusun tanımından dışlayan gerici ulusçuluğa karşı
savaşmayı göze alıp bu zaferi kazanmasına borçludur.
Amerika’nın ulaştığı refah ve özgürlüklere ulaşmak isteyen her toplum
ve bölge, ulusu dile, dine, soya, ırka göre tanımlayan gerici ulusçulukla
savaşmayı göze almak ve ona karşı zafer kazanmak zorundadır.
Bu gün bile Amerika’ya meyden okumak isteyen Avrupa’nın yapmak zorunda
olduğu ve yapmaya çalıştığı, bunu Prusya yolundan, yukarıdan gerçekleştirmeye
çalışmaktan başka bir şey değildir.
Ulusların Kaderini
Tayin Hakkı ve Gerici Ulusçuluk
Burjuvazinin kitlelerden korkusu ve karşı devrimciliği ve gerici
milliyetçiliğin kesin zaferi Amerika’nın politikalarında son derece açık olarak
görülebilir.
Ulusu, beyaz adamla, yani ırkla tanımlayan güneyin gerici ulusçuluğu ve
ulusu böyle tanımlayan eyaletlerin ayrılması karşısında Kuzey, bu “ulusların
kendi kaderini tayin hakkıdır, ulusu neyle tanımlayacaklarına onlar kendileri
karar verirler” demedi; (gerçi Kuzey’in burjuvazisine kalsaydı bunu demeye
de hazırdı) ulusun böyle tanımlanmasına karşı bir savaş başlattı.
Ama aynı Amerika, yirminci yüzyılın başında, “Wilson Prensipleri”
ile ulusun sadece dile, etniye, kültüre, yani gerici burjuvazinin gerici
ulusçuluğuna göre tanımlanmasını evrensel bir kural haline getiriyordu.
Bir zamanlar Güney’e karşı, “topraklaı köle sahibine fahişelik
değil, göçmen köylülere karılık yapsın” diye savaşan Amerika, tüm dünyaya,
burjuvazinin dine, dile, soya dayanan milliyetçiliğine fahişe olmayı
dayatıyordu. Hiçbir devletin, dil, din, ırk, soy ayrımcılığı yapamayacağı gibi
bir ilkenin yerini (çünkü güneye karşı savaş bu ilkede gerekçesini buluyordu),
“ulusların kaderini tayın hakkı” ilkesi, yani bütün devletlerin dine,
dile, soya, ırka göre tanımlanmasının meşruiyeti almıştı. Özgür köylülerin
demokratik ulusçuluğunun yerini gerici bir emperyalizmin gerici ulusçuluğu
almıştı.
Bu gün de durum değişmiş değildir. Globalizmin hayranları; “Ulus
Devletin sonunun” geldiğinden söz edenler; ABD’nin Irak’a özgürlük
getirdiğinden söz edenler bir şeyi unutuyorlar, eğer iddia edildiği gibi
Amerika hala o devrimci demokratik geleneklerini korusaydı, askeri ve ekonomik
gücünü, tıpkı Güney’e karşı savaşında yaptığı gibi, ulusun ve politik olanın,
dile, dine, soya, kültüre, dine göre tanımlanmasına ve tanımlayan devletlere ve
hareketlere karşı kullanması gerekirdi. Bu ise, nesnel olarak işçilerin ve
yoksul köylülerin desteklenmesi ve savunulması anlamına gelir. Çünkü böyle bir
ulusçuluktan çıkarı olan tek toplumsal kesim onlardır.
Ama o Afganistan’da, “Nation Bildung”un (Ulus inşası) şeriata
göre yapılmasını onaylamakta ve teşvik etmekte; Irak geçici hükümetini, tüm
dinlerden, milliyetlerden dengelere ve etnik, dilsel ve dinsel ölçülere göre
kurmakta ve bu tür milliyetçiliğe bir atılım vermekte; Türkiye gibi ulusu etni
ve dille hatta dinle tanımlayan, İsrail gibi din ve soyla tanımlayan ırkçı devletlere
en büyük desteği sunmakta; demokratik bir orta doğu projesini ve ulusun
tanımından dili, dini, etniyi dışlamayı savunan Kürt özgürlük hareketine karşı,
Ulusu Kürtlükle tanımlayan Barzani ve Talabani’yi desteklemektedir.
Böylece yerli egemen sınıflar ve ABD’nin çıkarları ve de bunların ulus
tanımları tencereyle kapağı gibi birbirine uymaktadır. Aralarındaki sorun,
ulusun neye göre tanımlanacağında değil, hangi etniye ve dine veya dile göre
tanımlanacağındadır. Çıkarlar bu noktada çatışmaktadır.
ABD böylece yeni boğazlaşmaların yolunu açmaktadır. Buna ihtiyacı
vardır, imparatorluk ancak, dinlere, dillere, etnilere göre bölünmüş bir
dünyada kurulabilir ve sürdürülebilir çünkü. Dile, dine, etniye dayanan gerici
ulusçulukla, emperyalizm ve imparatorluk planları etle tırnak gibi birbirini
tamamlar.
O halde bölgedeki mücadele, ister bölge gericiliklerine, ister ABD’ye
karşı mücadele olsun, bunlar kesinlikle, dine, dile soya dayanan gerici
milliyetçilikle bir mücadele olmak zorundadır.
Daha doğrusu, devrimci ve demokratik bir ulusçuluk için mücadele,
otomatikman ABD’ye ve Bölge gericiliklerine karşı bir mücadele de olur.
Onların ayrılığı, ulusun dile, dine, soya göre tanımlanmasında değil;
hangi dine, hangi dile ve soya göre tanımlanacağındadır.
Elbette ezeni de ezileni de dine, dile, soya dayanan iki ulusçuluk
karşısında, Örneğin Türkiye’de Türk ulusçuluğu karşısında ezileni (Kürt
ulusçuluğunu) desteklemek gerekir.
Ama bu destek bir politik destek olmalıdır.
Bu destek aynı zamanda böyle bir ulusçuluğa karşı ideolojik ve teorik
bir eleştiri ile ve onun politik alternatifinin yaratılması çabalarıyla
birlikte yürütülmelidir.
Aksi yöndeki her düşünce ve davranış son duruşmada, gerici ulusçuluk
anlayışına bir teslimiyetle, devrimci ve demokratik hedeflerin yitirilmesiyle
sonuçlanır.
Gerici Ulusçuluğun
Kendi Dinamiği
1848 devrimlerinde ilk kez Almanya’da çıkan, soya, dile, etniye dayanan
bu gerici ulusçuluk, diğer ülkelerin burjuvazisi de aynı gerici özellikler
taşıdığından hızla yayıldı.
Ama onun kendisini üreten bir dinamiği de vardır. Bir ulus bir kere
kendini böyle tanımladı mı, diğer devletler, halklarla ilişkisini de bu kritere
göre tanımlamaya başlar. Yani başkalarını başka dilden, dinden, oldukları için
baskı altına alır veya onlarla o nedenle ilişki kurar. O zaman, örneğin bu
baskıya karşı ama yine kendini dil ile tanımlayan bir ulusçuluğu doğurur ve
üretir. Ama bu sefer o yeni olan ve kendini aynı kriterlerle tanımlayan ulus da
aynı şeyi yapar ve bu böylece gider. Bu süreç ve dinamik, bir bakıma, içinden
hayatın doğduğu var sayılan organik çorbada ilk kendi kopyasını üreten
molekülün harekete geçirdiği, canlıları yaratan, yeni hareket biçiminin ortaya
çıkışına benzer. Bu ulusçuluk karşısında, Antik tarihten ve tarih öncesinden
gelen bütün dil, din, kültür, etni bu yeni ulusçuluğun kendi şablonuna göre
kolaylıkla dizebildiği proteinlerin yapı taşları olan amino asitler gibidirler.
Ya da bu ulusçuluk bir vampir gibidir; kanını içtiğini de bir vampire
dönüştürür.
Ta ki bütün yeryüzü vampirlerle dolana kadar.
Gerici ulusçuluk, biraz da bu kendi harekete geçirdiği, kendini üreten
dinamiği nedeniyle bir kere ortaya çıktıktan sonra, bu dile, soya, etniye, dine
dayanan gerici ulusçuluk bir saman yangını gibi tüm dünyayı kaplamıştır.
Ulusçuluk zafer yürüyüşünü demokratik değil bu gerici ulusçuluk üzerinden
yapmıştır ve bu gün artık dünyada bir ulusa ait olmayan bir tek santimetre
toprak; bir tek insan kalmamıştır. Dünya artık vampirlerin dünyasıdır.
Ama bu gerici ulusçuluğun ilerleyişine ve tarihsel zaferine en büyük
katkı aynı zamanda işçi hareketinden ve sosyalistlerden gelmiştir; bu ulusçuluk
zafer yürüyüşünü asıl enternasyonalistlerin eliyle götürmüştür.
İşçi Hareketi ve
Demokratik Ulusçuluk
Burjuvazinin demokratik ve cumhuriyetçi ulusçuluğu terk etmesinden
sonra da, onun devrimci ve demokratik döneminin ideallerini savunan işçiler ve
sosyalistler bunu demokratik cumhuriyet biçiminde bir süre savunmaya
devam ettiler.
Birinci Enternasyonal ve İşçi hareketi Amerikan İç savaşında, Güney
karşısında Kuzey’i karşısında en küçük bir tereddüt duymadan desteklerken, aynı
zamanda bu demokratik ulusçuluğu gerici ulusçuluk karşısında savunmuş oluyordu.
Bu anlayış çerçevesinde daha sonra “ulusların kendi kaderini tayin
hakkı” olarak tanımlanan şey, kendini örneğin bir etniye göre tanımlayan
bir ulusun kendi kaderini tayın hakkı olarak değil; ulusu etniye veya dile göre
tanımlamayı reddedenlerin bir hakkı olarak algılanıyordu. Yani eğer kendini,
gerici ulusçuluğun kriterleriyle tanımlamıyorsa, bütün dillerin, dinlerin,
kültürlerin eşitliğine dayanan, bunların politik bir anlamının olmadığı bir
Demokratik Cumhuriyette, isteyen bir köy bile, bunları savunduğu takdirde
ayrılabilirdi. Cumhuriyet özgür komünlerin birliği olarak anlaşılıyordu ve bunu
engelleyecek bir mekanizma olmamalıydı.
Engels, örneğin meşhur Alman Sosyal Demokrat partinin program
taslağının eleştirisinde söyle yazıyordu:
"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş,
imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında
değil. l792'den l798'e kadar, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan
modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti; bizim de aynen sahip olmamız
gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden
nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize
göstermiş bulunuyor."
Yani “ulusların kaderini tayin hakkı”, Demokratik
Cumhuriyetin otomatik sonucu idi. Ama bu hak, ulusu bir dille, dinle,
etniyle ırkla tanımlama hakkı değildi; demokratik cumhuriyet bu hakkı
reddediyordu. Amerikan iç savaşının tereddütsüz desteklenmesinin anlamı da
buydu.
Ne var ki iki kanaldan bu demokratik ulusçuluk işçi hareketine egemen
ikinci ve üçüncü enternasyonal partilerince terk edildi.
Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Batı Avrupa’nın neredeyse bütün
sosyalist partileri, burjuvazilerinin emperyalist yayılmacılığının bile
destekçisi olmuşlardı. Elbette bunun ardında, o zamanki Sosyalist ve İşçi
hareketinin çekirdeğini ve esas büyük bölümünü oluşturan ülkelerin sömürgelerden
aldıkları karlardan kırıntılarla işçileri ve sendikacıları kendi zafer
arabalarına bağlamaları vardı. Yani bu dünyadaki işçi hareketinin imtiyazlı bir
zümresi haline gelenlerin kendi zümre ve kısa vadeli çıkarlarını
savunmalarıydı. Bu temelde, Kapitalist ülkelerdeki bütün Sosyal Demokrat
partiler fiilen, bu gerici milliyetçiliğin savunucuları haline gelmişler ve
devrimci ve demokratik programı terk etmişlerdi.
Elbette, bu kolay zaferde, bir ulus teorisinin ve uluslara ilişkin bir
programın olmaması kadar; sosyalist teorinin içindeki, onun organik bir
bileşimi olmayan ama içinden çıktığı Aydınlanmanın kalıntısı olan ilerlemeci
tarih anlayışının ve Avrupa merkezciliğin etkileri buna bağlı olarak ezilen
ulusların ve sömürgelerin bir mücadele öznesi olarak görülmemesi de bu
gericiliğin işçi hareketine egemen olmasını kolaylaştırmıştır.
Ne var ki, 1917’devrimininden sonraki gelişmeler, başlangıçta savaş ve
devrim döneminde bu milliyetçiliğe karşı mücadele içinde şekillenmiş Üçüncü
Enternasyonal partilerine de egemen oldu. Bunun nedeni, geri ülkede başlayan
devrimin, ileri ülkelere yayılamaması, bu tecrit ve savaş ve iç savaş sonucu
olarak da Rus İşçi sınıfının fiili yok oluşu koşullarında, bir Bürokratik
tabakanın bu devleti ve bunun prestiji ve örgütsel gücüyle de Üçüncü
Enternasyonal’i ele geçirmesiydi.
Bu da bir kere başlayınca kendini besleyen bir süreç yarattı.
Bürokrasinin milliyetçi, diğer ülkelerdeki partileri ve işçi hareketini Sovyet
diplomasi ve dış politikasının bir avadanlığı olarak değerlendiren stratejileri
peş peşe kapitalist ülkelerde ve geri ülkelerde yenilgilere yol açıyor, bu
yenilgiler de bizzat gericiliğin egemenliğini güçlendiriyordu. Böylece örneğin
1929 buhranı gibi, tarihin gördüğü en büyük ve kapsamlı buhranlar, hiçbir
başarı kazanılmadan ve Almanya’da olduğu gibi tayin edici yenilgilerle ve moral
bozukluklarıyla sonuçlanıyordu. Faşizm ve İkinci Dünya savaşı bu günahların
kefareti ve cezası olarak gerçekleşebilmişti.
İktidarını her türlü demokrasiden uzak, bürokratik, merkezi devlet
aparatına borçlu olan bir bürokrasi, demokratik bir cumhuriyeti savunamazdı.
Böylece kapitalist ülkelerde burjuvazinin ve Sosyal Demokrat partilerin
yaptığını bu sefer Sovyetler ve Üçüncü Enternasyonal partileri de yapıyordu.
Öyle ki en kötü durumda bile, her türlü dil, din, etni, kültürü politik
tanımlamadan dışlaması ve tüm dillere, kültürlere eşitlik sunması gereken
Sovyetler Birliği topraklarında, dillere, soylara dayanan uluslar ve
milliyetler yaratılıyordu. Sovyetler Birliği adının ve bayrağının her türlü dile,
etniye, dine ilişkin çağrışımdan azade; politik olanı ulusal olandan dışlayan
ve sınırları tanımayan göndermeleri bile unutulmuş bulunuyordu.
Ama bu bürokrasinin zararı sadece işçi hareketine olmadı, sömürgelerde
ve geri ülkelerdeki devrimci demokratik karakterdeki Komünist Partilerdeki
ideolojik etkileri ve idari dayatmaları aracılığıyla, devrimci bir köylü
tabanına dayanan devrimci demokrasinin de, devrimci demokratik geleneklere ve
programa yabancılaşmasına, Fransız devriminden bile daha geri bir ulusçuluk
anlayışına ve bürokratik devletlere yol açıyordu.
Nerede bu hareketler başarıya ulaştıysa (Yugoslavya, Çin, Küba) Sovyet
bürokrasisine rağmen oldu. Sovyet bürokrasisinin tek etkisi, kendi gerici
ideolojisini ve bürokratik devlet ve burjuvazinin devrimci dönemi kadar bile
olsun demokratik karakteri kalmamış gerici milliyetçilik hastalığını onlara
bulaştırmak oldu.
Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici, yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya, kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü.
Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici, yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya, kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü.
Bütün bu nedenlerle, Tarihin garip alayı, Ulusçuluk hayaletinin dünyaya
egemen olmasının en büyük suçlusu bizzat “Komünistler” olmuştur. Ulusçuluk
hayaleti, dünyşayşa Komünizm hayaleti pelyeriniyle egemen olmuştur. Komünistler
bu karşı devrimin bilinçsiz savunucuları ve yayıcıları olmuşlardır. Tarihin
gelmiş geçmiş en büşük trajedisi ve yanlış anlaması budur.
Böylece, devrimci ve demokratik ulusçuluğu savunacak hiçbir modern
sınıf kalmıyordu. Burjuvazi de, işçiler de gerici ulusçuluğun savunucularına ve
yayıcılarına dönüşüyordu. Balkanların, Çin’in devrimci köylülüğü aynı gerici
ulusçuluğu savunan partilerin öncülüğünde hareket ediyordu. Dünyadaki, kendini
dile, soya göre tanımlayan ulusların çoğu kendine sosyalist diyenler tarafından
kuruluyordu.
Ama sosyalist hareket bu gerici ulusçuluğa dayanınca bu sefer
burjuvazinin de kendini sosyalist olarak tanımlamaması için bir neden kalmıyor
ve gerici milliyetçilik kendini sosyalizm olarak ifade ediyordu.
Böylece dünün milliyetçilerinin kolayca sosyalist olmaları ve sosyalist
bir söylem bir gelecek vaat etmediğinde de aynı kolaylıkla tekrar saf
milliyetçilere dönüşmelerinde hiç de şaşılacak bir yan kalmıyordu.
Bu nedenle bütün dünyada, dine, dile, soya, kültüre dayanan
milliyetçiliğin en militan savunucularının eski sosyalistler veya sosyalizm
yükünden kurtulmuş eski sosyalistler olması hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu öyle yerleşmiş bir gerici ulusçuluk anlayışıdır ki, örneğin Avrupa
Birliği’nde olduğu gibi, ABD’nin rekabetine karşı ortak bir siyasi irade
oluşturabilmek için, Avrupa’da dine, dile, dayanmayan bir ulusun, yukarıdan
reformlarla kuruluşuna veya globalleşmenin ve post Fordist üretim yöntemlerinin
ve elektronikteki devrimin bir sonucu olarak burjuvazinin bütünüyle ekonomik
kaygılarla, çok kültürlülükten, ana dilde eğitim hakkından, yani şu sözde “ulus
devletin sonu”ndan söz edilmesine ve bu yöndeki reformlara bile karşı
çıkmaktadırlar. Böylece, sosyalistler, kendi sosyal konumları veya öznel
istemleri ne olursa olsun, en gerici oligarşilerin en militan destekçileri
haline gelmektedirler.
Devrimci Marksistler
ve Ulusçuluk
Ama bütün bu gerici milliyetçilik karşısında milliyetçi sosyalizm
anlayışına karşı mücadele edip, sosyalizmin devrimci geleneklerini savunma
çabasında olmuş küçük radikal sosyalist akımlar da daha iyi bir durumda
değildirler.
Onlar bir kere, tarihin bu geri gidişinin nesnel koşullar haline
geldiğini, yani dünya işçilerinin yüz yıl önce kat ettikleri yolu, bu sefer “dizlerinin
üzerinde” kat etmesi gerektiğini görememekte, demokratik bir cumhuriyet
hedefini hor görüp, gerçeklikle ilişkisi olmayan, gelişmiş ülkelerde bir buhran
döneminde işçi hareketinin kendi deneyleriyle bir ikili iktidara varmasının
yolunu açmaya yönelik “Geçişsel Talepleri” tekrarlamakla yetinmekte, ama
gerçekte bir karşılığı olmadığı için de pratikte tipik sendikal-ekonomik
mücadeleye gömülerek, işçileri gerici Ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik
bir mücadeleden uzak tutmakta, fiilen gerici milliyetçiliğe hizmet etmekte ve
işçileri tecrit etmektedirler.
Ama bunlar aynı zamanda, gerici bir ulusçuluğu da savunmaktadırlar.
Çünkü en iyi durumda, yani her ikisi de etniye ve dile göre tanımlanmış ulus ve
ulusal hareket karşısında, sadece “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nı savunarak,
ulusun neye göre tanımlandığını hiç problematize etmeyerek ve gerici ulusçuluğa
karşı bir ideolojik mücadele ve politik program geliştirmeyerek, fiiliyatta çok
devrimci bir görünüm altında gerici ulusçuluğu da savunmuş olmaktadırlar
Tarih ve Ulusçuluk
Devrimci demokratik bir ulusçuluğun yani Demokratik bir Cumhuriyetin
ulusunun etnisi, dini, dili, soyu olmadığı gibi, tarihi de olamaz. Hem genel
olarak ulusların tarihi yoktur, hem de etniye, soya, dile, dine dayanan
ulusçuluğun aksine, demokratik bir cumhuriyet’in yurttaşlarından oluşan bir
ulusun tarihe de ihtiyacı yoktur.
Halbuki, açın sosyalistlerin yazılarına bakın, hepsi, o etniye, dile,
soya göre tanımlanmış ulusların tarihlerinden, onlardaki demokratik
geleneklerden söz etmektedirler.
Ulusların demokratik geleneklerinden ve tarihlerinden söz etmenin
kendisi gerici bir ulus anlayışının ifadesinden başka bir şey değildir. Ancak
soya, dile, dine, kültüre dayanan ulusçulukların bir tarihe ihtiyacı vardır.
Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk bir tarih yaratmaz ve yaratamaz.
Tarihi onun kendisiyle başlar. Ve gerçekten devrimci ise, onun ilk görevi
kendisinin bir an önce sonunu getirmektir. Tıpkı ezilenlerin iktidar aracı
olacak bir devletin esas görevinin kendisinin sönüşünü hızlandırması gibi.
Böyle bir ulusçuluk da ilk planda, ulusal olan ile politik olanın çakışmasını,
yani sınırları aşmayı, ne kadar demokratik olursa olsun ulusal devletlerin
sonunu hedeflemelidir.
En eski ulus olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktur. Ama gerici
ulusçuluğun diyalektiği öyledir ki, gerici ulusçuluğa dayanan bütün ulusların nedense
yüzlerce ve binlerce yıllık tarihleri vardır. Gerçekte bu tarih yoktur
yaratılmıştır. Bu tarih insanlığın tarihi yağma edilerek inşa edilmektedir. Ve
bunun en büyük suçlularından biri de, demokratik, ilerici ve hatta heretik
ulusal tarihler yaratan ve yazan sosyalistlerdir. En büyük gericilik, en
devrimci tarihçilik biçiminde görünmektedir. En gerici ulusçuluk tarihteki
zafer yürüyüşünü yine sosyalist ve komünistlerin eliyle yapmaktadır.
Orta Doğu, ancak tarihi kendisiyle başlayan, tıpkı, dilsiz, dinsiz,
soysuz, kültürsüz ve geleneksiz olduğu gibi tarihsiz bir ulus veya uluslar
olduğu takdirde tarihine uygun bir tarih yazmaya başlayabilir.
Osmanlı ve Ulusçuluk
İşte, Roma, Bizans’ın devamı olan, Orta Doğu Akdeniz uygarlık alanının
imparatorluğu olan Osmanlı’nın ulusçuluk karşısında nasıl kurt dalamış sürüye
döndüğünün anahtarı ulusçuluğun bu biçiminde gizlidir.
Ulusçuluğun henüz devrimci olup, ulusu yurttaşlık haklarıyla tanımlayan
biçiminin rüzgarının estiği zamanlar; o topraklarda ne modern kapitalist
ilişkiler ne de böyle bir ulusçuluğu bayrak edecek burjuvazi vardı. Bunlar
ortaya çıktığında ise, artık ne burjuvazinin böyle cesareti kalmıştı ne de
böyle bir ulusçuluğun rüzgarı.
Keza onda böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunacak güçte
bir işçi sınıfı da yoktu. Böyle bir sınıf ortaya çıktığında ise, o sınıfın
bütün partileri çoktan Stalinizm’in aynı gerici ulusçuluğunun egemenliği altına
girmiş bulunuyordu.
Böylece Orta Doğu’ya diğer uygarlıklar karşısında gücünü veren,
halkların ve dillerin kastlaşmaması ve seslere dayanan bir yazı gibi
özellikler, onun parça parça olmasının ve güçsüzlüğünü temelini oluşturdu.
Böylece bölgenin son imparatorluğu olan Osmanlı hem Müslüman devlet
sınıfları hem de ezilen Hıristiyan halkların burjuvazisi tarafından gerici bir
ulusçuluğun batağına çekildi. Demokratik Cumhuriyetçi bir ulusçuluğun sadece
çok cılız yankıları görülebildi.
Ulusları dile, dine, soya göre tanımlayan gerici ulusçuluk, ulusu aynı
şekilde tanıyan egemen ulus veya o dinden ve dilden olanları baskı altında
tutan bir arkaik rejime karşı nesnel olarak ilerici ve kurtuluşçu bir işlev
görebilir, ama bu onun gerici özünü ortadan kaldırmaz.
Bu anlamda Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklarının ulusçuluğu
nispi bir ilericilik taşımışsa da, kendi benzeri Osmanlı egemen devletçiliğinin
önce dine ve sonra etniye, dile ve ırka dayanan ulusçuluğunun ortaya çıkmasına
ebelik de yapmıştır.
Kendilerini dile ve etniye göre tanımlamış Balkan ulusları Osmanlı
egemenliğine karşı mücadeleleriyle nesnel olarak ilerici bir işlev gördülerse
de; demokratik ve devrimci bir ulusçuluğa dayanmadıkları için, sadece Osmanlı
egemenlerini değil, Müslüman ahaliyi de Balkanlardan sürdüler. Eğer gerçekten
demokratik karakterde olsalar ve böyle özgürlükler getirselerdi, o Müslüman
ahali kolayca, keyfi ve baskıcı Osmanlı egemenliğine karşı kazanılabilir veya
tarafsızlaştırılabilirdi.
Yani Balkanlardaki ulusal hareketler, bir Fransız devriminin Alsas
Lorendeki Almanlara sağladığı özgürlükleri sağlama yoluna girmeyerek, o gerici
ulusçuluğun kendisinin benzerlerini yaratmasının yolunu açtı. Böylece
Balkanlardan atılan Müslüman ahalinin aynı gerici ulusçuluğunu ortaya çıkardı.
Anadolu’nun Hıristiyan halklarını katleden ve sürenlerin önemli ölçüde
Balkanlardan kaçan Müslümanlar ve onlara dayanan devlet sınıfları olması
rastlantı değildir.
Keza, Balkanlardaki gerici ulusçuluğa dayanan devletler de kuruldukları
andan itibaren dayandıkları ulusçuluğun gerici özelliklerini birbirlerine karşı
da göstermişlerdir. Her biri tanımını, etniye, dile, soya, dile göre
yaptığından, her devletin topraklarında yaşayan diğer din, etni, ve dillerin
tasfiyesi ve dolayısıyla bunun için çatışmalar, katliamlar ve sürgünler
gündemden düşmez olmuştur.
Bunun en son örneği, Yugoslavya’nın parçalanmasında görüldü. Balkanlaşma
gerici ulusçuluğun bir ürünüdür.
Türk Ulusçuluğu
Bir yandan gerici ulusçuluk örneğine göre, diğer yandan bizzat Müslüman
devlet sınıflarının egemenliklerini korumak için kendilerine bir ulus yaratmak
zorunda olmaları nedeniyle şekillendiğinden, yani bir devlet sınıflarının
egemenliğini korumanın aracı olduğundan, Türk ulusçuluğu başından beri en küçük
bir ilerici ve kurtuluşçu özellik taşımamıştır. Türk ulusçuluğunun, Balkan ve
diğer Hıristiyan ulusların ulusal hareketleri kadar olsun nesnel olarak ilerici
bir karakteri bile olmadı. Türk ulusçuluğu, Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan
halklara dayanan ulusçuluğunun aksine, onlar gibi Osmanlı’nın egemenliğinden
kurtuluşun bir aracı değil, Osmanlının egemen kastının egemenliği ve
imtiyazlarını korumasının bir aracıydı.
Bu ulusçuluk Alman emperyalizminin Hint yolunu açmak ve Rusya’yı
arkadan kuşatmak için geliştirdiği Panislamizm ve Pantürkizm ideolojilerinin de
etkisiyle her zaman emperyal ve ırkçı bir karakter de taşıdı.
Ama aynı zamanda bu ulusçuluk, Rum ve Ermeni burjuvazisi karşısında
Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratarak kendine dayanacağı bir kitle yaratma
ihtiyacı içindeki Yahudi ve Sabetaycı liman şehirleri burjuvazisinin de
çıkarlarının da bir ifadesiydi.
Kendine Türklerin atası adını veren ve kelimenin gerçek anlamında da
öyle olan – (Türklerin atası o ise ondan önce Türkler diye bir şey de olmaması
gerekir ve aslında yoktur da) Atatürk, Osmanlı devlet sınıfları ile Levant’ın
Yahudi burjuvazisinin çıkarlarının bu çakışmasını sembolize ediyordu. O
Selanik’te Sabetaycıların modern okullarında eğitim görmüş bir Osmanlı
generaliydi.
Böylece Müslüman Osmanlı devlet bürokrasisi ve liman şehirlerinin
Yahudi ve Sabetaycı burjuvazisi, tıpkı Allah’ın insanı kendi suretinde
yaratması gibi Türk ulusunu kendi suretinde yarattı. Ama kendisi, İslam
zırhıyla zırhlandığı için dil ve din haricinde, bizzat Yunan ve Ermeni
uygarlıklarının mirasını sürdüren Bizans tarafından kültürel olarak fetih
edilmiş bir sınıf ve kasttı.
Böylece yaratılan Türk ulusu, Kültürel olarak Bizanslı, yani Rum ve
Ermeni; dil olarak Türkçe, din olarak İslam oluyordu. Hafızasını yitirmiş bir
Rumluk ve Ermenilik; uydurulmuş bir dil (Türk Dil Kurumu), uydurulmuş bir Tarih
(Türk Tarih Kurumu) ve uydurulmuş bir İslamiyet’e (Diyanet İşleri) göre
tanımlanan bu ulus tam anlamıyla şizofrenik bir varlıktır artık.
Ama nasıl Balkan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunu kendi örneğine göre
yarattıysa; Türk ulusçuluğu da Kürt ulusçuluğunu kendi örneğinde yarattı. Kendi
bütün hastalıklarını ona da aktardı ve ona aktardığı hastalıkların yarattığı
zaaflarla egemenliğini sürdürdü.
Bölge İçin Sonuç
Ulusu, soya, dine, kana, dile, tarihe göre tanımlayan gerici
ulusçulukların hiç birisinin bölgenin sorularına bir çözüm getiremeyeceği çok
açıktır. Yapılması gereken, ulusun tanımından dili, dini, soyu, kültürü, dili
dışlamaktır. Dili, dini, ulusu, soyu, ve tarihi olmayan; ulusu yurttaşlara;
yurttaşları haklarına göre tanımlayan bir demokratik ve cumhuriyetçi yapı bir
çıkış sunabilir.
Bölgede, Devrimci ve Demokratik dönemin kaynaklarına dönerek; ABD’nin
ve bölge egemenlerinin ihtiyacı olan gerici, dile, dine, etniye, tarihe dayanan
ulusçuluğa karşı, tıpkı Amerika’daki Kuzey eyaletlerinin Güney eyaletlerine
karşı savaştığı gibi savaşacak, gerici ulusçuluk karşısında demokratik ve
cumhuriyetçiliğe dayanan bir ulusçuluk gerekmektedir.
Bu gün var olan ulusların ve ulusçuların hepsi böyle demokratik bir
ulusçuluğun karşısındadır. Amerika bu gerici ulusçuluğun en büyük
teşvikçisidir.
O halde, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Şiilerin, hasılı tüm
dillerden, kültürlerden, dinlerden ve soylardan insanların, ulusu dile,dine,
soya, kültüre göre tanımlamaya karşı çıkanlarının bir araya gelmesi
gerekmektedir. Türkiyeli işçiler ve halk, ulusu Türk soyu, dili ve kültürü ve
tarihiyle tanımlayan Türk’lerle bölünmeden, Kürdistanlı işçiler ve halk, ulusu
Kürt soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Kürtlerle bölünmeden;
Iraklı, Suriyeli veya başka ülkeli işçiler ve halk; ulusu Arap soyu, dili,
kültürü ve tarihi ile tanımlayan Araplarla bölünmeden; Yahudiler ulusu Yahudi
soyu, dini, kültürü ve tarihiyle tanımlayan Yahudilerle bölünmeden ne her hangi
bir ülke demokratikleşebilir ne de bölgenin parçalanmışlığı ve kanaması
durdurulabilir.
Demokratik Ulusçuluğun
İkili Karakteri
Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun genel olarak dünya ekonomisi ve
zengin ülkeler; özel olarak bölge ve geri ülkeler bakımından çok farklı
anlamları vardır.
Bu gün çağımızda, globalleşme öylesine gelişmiştir ve zengin ve fakir
ülkeler arasındaki fark öylesine açılmıştır ki, ileri ülkelerdeki, en
demokratik ulusçuluk bile, dünya çapındaki bir ırk ayrımcılığının, dünya
çapındaki bir apartheit sisteminin aracı olmaktadır.
Amerika ya da Avrupa mı? Bunlar kendi içlerinde, ulusun tanımından
bütün dinsel, dilsel tanımları dışlarlarken, dayandıkları ulusçuluk, dünyanın
yoksullarının bu hudutların dışında kalan gettonun duvarları içinde
tutulmasının aracı olmaktadır. Bu, en ilerici tanımlara dayanan, bütünüyle
demokratik karakterdeki ulusçuluğun ve ulusal sınırların bile üretici güçlerin
bu günkü gelişmişlik düzeyinde gerici karakterinin bir yansımasıdır.
Klasik uygarlıklar çağında, dünya ticareti henüz çok küçük ve lüks
mallarla sınırlıyken bile, ticaret yolları Çin, Hint, İran ve Orta Doğu-Akdeniz
alanlarında imparatorlukları gerektiriyordu. Bu gün ise globalleşme akıl
almayacak boyutlara ulaşmıştır. Malların çoğu dünyanın başka ülkelerinden
gelmekte ve bizzat o malların kendileri de başka ülkelerde üretilmiş mallardan
oluşmaktadır. Böyle bir dünyada, ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar
demokratik kriterlere gör tanımlanmış olursa olsun, ulusal devlet hiçbir zaman
sorunlara bir çözüm getiremez.
Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada tek çözüm, dünya çapında bir
imparatorluk olabilir. Kapitalizmin ve emperyalizmin çözüm önerisi budur. Ama
bu çözümün kendisi bir çelişkidir. İmparatorluk ancak başkaları parçalanmış ve
bölünmüş, güçlerini birleştiremez durumdaysa mümkündür. Yani dünyayı bir
imparatorluğun egemenliği altında birleştirmek onu olabildiğince küçük,
iradesiz ve güçsüz parçalara bölmekle olur. Bu eğilim ister Avrupa’nın ABD
tarafından eski ve yeni diye bölünmesi girişimlerinde, ister Irak’ta siyasi
olanın dinler, diller ve etnilere ve onların dengelerine göre tanımlanmasında açıkça
görülmektedir. Bu hiçbir zaman bir çözüm olamayacağı gibi, aynı zamanda çok kan
ve acı demektir.
Buna cevap ise, ömrünü çoktan doldurmuş ve bu imparatorluğun
stratejisine hizmetten başka bir işe yaramayan, dile, dine göre tanımlanmış
uluslar hiç olamaz. Bunun bir tek cevabı vardır: politik olanın tanımından
ulusal olanı kaldırmak. Tüm ulusal sınırları havaya uçurmak. İnsanların hak ve
görevlerine göre oluşmuş demokratik bir dünya cumhuriyeti. İş gücünün serbest
dolaşımı.
Bu bakımdan, gerek dünya çapındaki sorunlar bakımından; gerek zengin
ülkelerin işçileri bakımından, en demokratik bir ulusçuluk bile bir
gerici programdır. Çünkü, artık uluslar, en demokratik biçimleriyle bile,
tüm mallar ve sermaye serbest dolaşırken, iş gücünün serbest dolaşımının önünde
bir engeldir. Dolayısıyla dünya çapındaki apartheit sisteminin bir aracı
olarak, zengin ülkelerden olmayan insanları yoksulların toplandığı bir
rezervatta tutmanın aracı olarak işlev görmektedir.
Dünya çapında ve ileri ülkeler açısından program, ulusun tanımından
dili, dini, soyu dışlamak değil (ki zengin ülkelerde bu büyük ölçüde
gerçekleşmiştir), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal
olana göre tanımlanmasına son vermek ve ulusçuğu, layık olduğu yere,
dinlerin arasına, inanç alanına, özel alana yollamaktır.
Bu pratik olarak bütün sınırların kalkması anlamına gelir. Aslında
dünyanın yoksulları şimdiden ayaklarıyla bu programa oy veriyorlar. Denizlerde,
dağ doruklarında, nehirlerde; yayan ya da derme çatma kayıklarla, gemi
ambarlarında, tırlarla bin bir yoldan o ulusal sınırları ve duvarları aşmaya,
hapsedildikleri rezervattan ya da dev Bantustan’dan kaçmaya çalışıyorlar.
Bu anlamda dünya çapında iş gücünün serbest dolaşımı; gittiği yerde
çalışan ve vergi verenin tüm sosyal ve siyasal haklara sahip olması, her
demokrat ve sosyalistin, her işçinin savunması gereken asgari bir programdır.
Ama zaten bu program, fiilen, ulusal devletlerin sonu ve ulusal olanın özel ve
inanç alanına tıkılmasından başka bir şey de değildir.
Ne var ki, böyle bir program, zengin ülkelerin emekçi ve işçilerince
savunulmamaktadır. Savunulmamasının nedeni de şudur: Böyle bir programın
gerçekleşmesi, zengin ülkelerin düzeyinde belirli bir düşmeye yol açar. Hem
zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki eşitsiz mübadeleden doğan değer
transferi son bulur; hem de zengin ülkelerde iş gücünün fiyatının düşmesine yol
açar. Kimse daha kötü sonuçlar için mücadele etmeyeceği hatta onlara karşı
direneceği için, gelişmiş ülkelerin işçileri böyle bir demokratik programa
karşı durma eğilimindedirler.
Ama zengin ülkelerin işçileri ve ücretlileri istemedikçe yeryüzünden
kapitalizm kalkmayacağından, bu aynı zamanda insanlığın çıkmazını da
göstermektedir. Yoksul ülkelerin işçileri dünya çapında eşitlikçi bir düzeni;
ulusal sınırların kaldırılmasını isteyebilir ama yapamaz; zengin ülkelerin
işçileri ise yapabilir ama istemez.
Bu açmaz, dünyadaki ezilenlerin karşısında bulunduğu en büyük açmazdır
ve bu açmaz çözülmedikçe, bırakalım sosyalizmi insanlığın yaşaması bile mümkün
görülmemektedir.
*
Ama üçüncü dünyada, yani zengin ülkelerin dışında, İmparatorluğun bölme
ve güçsüzleştirme stratejisine karşı, devrimci ve demokratik ulusçuluk hala bir
savunma mevzii olarak ve birleştirme potansiyeliyle, emperyalizmin böl ve
hükmet stratejisini boş düşürmek için ilerici ve kurtuluşçu bir işleve
sahiptir. Örneğin, Orta doğuda, ABD veya Avrupa gibi bir Demokratik
Cumhuriyetler birliği, hem bölgenin insanlarına daha büyük bir refah, daha
kansız bir yaşam sunar; hem de ABD ve diğer emperyalistlerin planlarına karşı
koymak için daha büyük bir güç ve irade birliği sağlar.
Ve o zaman belki Tarih böyle daha uzun bir yoldan, bu günkü yaşam
düzeyleri ve gelirler arasındaki derin bölünmüşlüğe bir son verip, dünyanın
ücretlilerinin ortak bir programda birleşmesinin koşullarını yaratabilir.
Globalleşme ve
Ulusçuluk
Dünya çapında globalleşmenin ve iş gücü göçlerinin etniye, dile, dine
göre tanımlanmış ulusları belli bir zorlaması bulunmaktadır. Kendini dile, dine
göre tanımlayan devletlerin ve ulusların giderek ekonomik gelişmeyi engelleyici
bir işlev gördüğü ortaya çıkmaktadır. Örneğin, ana dilde eğitimi reddetmek ve
zorla asimilasyon, hem toplumsal çatışmaları kesinleştirmekte, hem iş gücünün
gereken eğitimi sağlanamamakta, burjuvazi rekabet gücünü yitirmesi sonucunu
vermektedir.
Bunun için iki farklı ulusçuluk anlayışının damgasını taşıyan bir örnek
alınabilir. Örneğin, Fransızca bile konuşamayan Zidani’yi Fransız milli
takımına almakta bir kompleks göstermeyen Fransa, Zidani’nin attığı gollerle
dünya şampiyonu olurken; Almanya’da doğup büyümüş ve Almanca’ya Türkçe’den daha
hakim Türkiye kökenli futbolcularına, soya, kana, dile dayanan ulusçuluğunun
gelenekleri nedeniyle yükselme ve milli takıma girme olanakları tanımayan Alman
futbolu gerilemektedir. Almanya’nın bu gerici milliyetçiliğinin kurbanı olan bu
futbolcular ise, yine aynı milliyetçilik kanalından Türkiye’yi dünya üçüncüsü
yapmaktadır.
Ya da ana diline hakim olamayanların başka dilleri öğrenemediği bunun
ise iş gücünün eğitimini zorlaştırdığı ve kalitesini düşürdüğü bilinen bir
gerçektir.
Bütün bu gibi nedenlerle, burjuvazi, dünyada genel olarak, milletin
tanımından dili, dini, etniyi dışlama eğilimine girmiş bulunmaktadır. “Çok
kültürlülük” ya da “ulus devletin sonu” söylemlerinin yaygınlaşması, aslında
burjuvazideki bu değişimin bir ifadesidir.
Bunun yanı sıra, şimdi Avrupa Birliğini oluşturanlar gibi, bir zamanlar
kendini genellikle soya, dile göre tanımlamış uluslardan oluşan devletlerin,
ABD’ye rekabet edebilmek; küçük devletlerin ulusal pazarlarının bukağılarından
kurtulmak için birleşme eğilimine girmeleri ve Avrupa ulusu çerçevesinde bu
kimlikleri, ağır çekimle, yukarıdan ve Prusya yoluyla giderek politik alanın
dışına itmek zorunda olmaları gibi eğilimler de özellikle, Türkiye’de, devlet
sınıfları karşısında burjuvazinin dile, soya, dine dayanmayan bir ulusçuluğa
geçme eğilimi göstermesine yol açmaktadır.
Bu her ne kadar eski gerici milliyetçiliğe göre bir ilerleme anlamına
gelirse de, demokratik olmaktan çok uzaktır. Demokratik Cumhuriyet sadece ulusun
tanımından dili, dini vs. dışlamaktan ibaret değildir. O aynı zamanda pahalı,
baskıcı, bürokratik olmayan, ulusun çoğunluğunun iradesine karşı
kullanılamayacak bir cihaz demektir ve bu nedenle bu günkü pahalı, baskıcı,
bürokratik cihazların parçalanmasını gerektirir. Burjuvazi ise iş buralara
gelince son derece korkaktır ve buralara gelir diye korkmakta ve Bürokratik
oligarşiye karşı tutarlı bir tavra girmemekte sürekli onunla uzlaşma yolları
aramaktadır. O güçlü devletten, demokrasiyi engelleyen mekanizmalardan hiç de
vazgeçmek niyetinde değildir
Değişen Roller
Ama bütün bunlara rağmen, ister globalizmin yarattığı eğilimlere ve
Avrupa ile entegrasyon çabalarına; ister siyasi iktidarı elinde tutan bürokratik
oligarşiye karşı bir cevap olarak olsun Türkiye politikasında, ulusçuluk söz
konusu olduğunda, burjuvazi ulusun tanımından dili, dini, etniyi çıkarmaya daha
eğilimliyken, Sosyalistler aksine var olan yapıyı sorgulamaktan kaçınmakta ve
var olan ulusçuluk anlayışının savunuculuğunu yapmaktadırlar hem de anti
emperyalizm ve anti kapitalizm adına.
Böylece, devrimci demokratik hedefler güden sosyalistler ve devrimci
demokratlar için, Burjuvazi ve liberaller en azından taktik ittifaklar
yapılabilecek yol arkadaşları haline gelirken, var olan bütün sosyalist
örgütler ve bunların etkisi altındaki işçi hareketi; karşı cephede yer almakta;
gerici ulusçuluğun bir savunucusu olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu da onların
egemen bürokratik oligarşinin en büyük destekçisi olmasına yol açmaktadır. Pek
çok kişinin kafasını allak bullak eden bu fenomenin sırrı işte yine Stalinizm
kanalından sosyalizme sinmiş bu gerici ulusçuluk anlayışındadır.
Bu durumda, var olan sosyalistler artık, devrimci demokrasi
mücadelesinin müttefikleri değil, onun karşısındadırlar. Onlar sosyalist ve
anti emperyalist bir söylem içinde gerici milliyetçiliğin savunuculuğunu
yapmaktadırlar. Ve onlar işçiler arasındaki çalışmaları ve etkileriyle, işçi
hareketinin gerici milliyetçiliğin bir destekçisi olarak işlev görmesine yol
açmakta; demokratik hedefleri bayrak yapmış, tüm gayrı memnunları birleştirecek
bir politik işçi hareketinin oluşmasının önüne en büyük engel olarak
çıkmaktadırlar.
Böylece devrimci demokrasi bakımından eski şablonlara uymayan bir durum
ortaya çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de, “İkinci Cumhuriyetçiler” de denen,
Liberal burjuvazinin eğilimlerini yansıtanlar; azınlıklar, en azından birer
geçici yol arkadaşı olarak; sosyalistler ve onların kontrolündeki işçi
örgütleri ve hareketi ise kendisine karşı mücadele edilecek gerici
milliyetçiliğin birer savunucusu olarak ortaya çıkmaktadır.
İlişkilerin bilinen hiçbir şablona sığmayan bu ters yüz oluşu, aslında
demokratik mücadelenin önemini hiç de küçük görmeyen; gerici milliyetçilikle de
başı pek hoş olmayan birçok sosyalistin bile, kendinden ve pozisyonundan
korkarak; var olan sosyalist ve işçi örgütleriyle bir kopuşmaya gitmesini ve
devrimci ve demokratik bir muhalefetin saflarında birleşmesini engellemektedir.
Bu ters yüz oluşlar nedeniyle bir rastlantı değildir, Kürtlerin,
ezilenlerin mücadelelerinin en iyi savunucularının sosyalizme uzak duran
liberallerden ve “İkinci Cumhuriyetçiler”den çıkması; buna karşılık sosyalizmi
dilinden düşürmeyenlerin bu mücadeleleri ve sorunları gündemden uzak tutanlar
olması.
Sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu için bu tam anlamıyla çelişkili bir
durumdur. Onların çoğu bu sistemin kurbanları, öznel olarak
milliyetçiliğe zerrece sempati duymayan insanlar olmalarına rağmen, bu gün
içinde bulundukları nesnel konumlarıyla kendi öznel niyetlerine karşı
durmaktadırlar.
Onların bu çelişkiyi çözebilmeleri için, ulus teorisinin Marksist bir
açıklamasının ve bu yönde ideolojik mücadelenin hayati bir önemi bulunmaktadır.
Demokrasinin Koşulları
Ulusun, yurttaşlığa göre; gerici milliyetçilik karşısında oluşa göre
tanımlanmasından söz ettik. Peki, böyle demokratik bir cumhuriyetin yurttaşları
iradelerini nasıl gerçekleştirebilirler?
Bunun temel şartı sınırsız bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür.
Yani her türlü düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ortamında tüm farklı görüşlerin
örgütlenmesi ve çoğunluğu kazanmak için eşitçe, idari veya ekonomik kayırma
veya baskılara uğramadan diğerleriyle yarışması.
Ama bu yetmez. O farklı fikirler tüm topluma kendini nasıl duyuracaktır?
Fikirlerin, programların doğruluğunun gücü sermayenin veya devletin gücünü
nasıl aşıp da geniş kitlelerin bilgisi ve bilincine ulaşacaktır?
Bunun için, tüm basın ve haberleşmenin sermayenin, iktidarların ve
devletin denetimi ve manüplasyonlarından azade olması şarttır. Yurttaşların tüm
olgular ve görüşler hakkında, o görüşler hukuki, siyasi veya ekonomik bir
engellemeye uğramadan bilgi sahibi olabilmesi, doğru kararlar verebilmesi;
doğru seçimler yapabilmesi ve yanlış seçim ve kararlarını değiştirebilmesi için
olmazsa olmaz bir koşuldur.
Nasıl, hava, su olmadan yaşamak mümkün olmaz ise, medya üzerinde
sermaye ve devletin her türlü kontrolü ortadan kaldırılmadan demokrasinin
gerçekleşmesi mümkün değildir.
O halde, var olan bütün yayın olanaklarının; matbaaların,
kağıtların, frekansların ve kanalların kesinlikle devlet ve sermayenin kontrolü
dışında olması yani bu alanda özel mülkiyetin ve devletin söz hakkının
kaldırılması, demokrasinin gerçekleşmesinin modern toplumda olmazsa olmaz
koşuludur. Devlet ya da hiçbir özel mülk sahibi hiçbir yayın organının sahibi
olmamalıdır. Tıpkı su, toprak ve hava gibi, haberleşme olanakları da tüm
topluma ait olmalıdır.
Bunlar, tüm nüfus arasında, örgütlerin, cinslerin, sınıfların,
eğilimlerin nüfus içindeki oranlarına; aldıkları oy oranlarına veya üye
sayılarına göre bölüştürülmelidir. Devlet sadece bu dağıtımın teknik yanlarını
çözmekle görevli ve yetkili olmalıdır. Biz medya üzerinde devlet ve sermaye
kontrolünün olmamasını; hukuki, siyasi ve iktisadi engellerin yok edilmesini
demokrasinin gerçekleşmesinin olmazsa olmaz koşulu olarak görüyoruz.
Son yıllardaki bütün kritik gelişmeler, medyanın nasıl bir manüplasyon
aracı olarak kullanıldığını göstermiştir. Bundan kurtuluşun bir tek yolu
medyanın bütün toplum kesimleri ve örgütler arasında paylaştırılmasından geçer.
Sonsuz bir bolluk olmadığından, nasıl herkese emeğine göre ise, herkese üyesi
veya aldığı oy veya nüfus içindeki oranı kadar ilkeleri, bu dağılımı belirleyen
ilkeler olabilir.
Seçenler ve Seçilenler
Ama gerçek bir demokrasi için sadece bu yetmez. Demokrasi, prensip
olarak azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden, yani çoğunluğun
kararına uyulmadığı takdirde uymayanlara zor uygulamayı kabul eden, usulüne
uygunsa bunu meşru gören bir rejimdir.
Ama böyle bir demokrasi pek ala gerici bir milliyetçiliğin de aracı
olabilir. Nüfusun büyük çoğunluğu, biz çoğunluk Müslüman’ız, o halde mademki
demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını gerektirir, o halde biz çoğunluk olarak
okullarda İslam dini okunmasını kararlaştırıyoruz veya kimsenin başı açık
dolaşmamasını kararlaştırıyoruz diyebilir. Ya da çoğunluk, çoğunluk Türkçe
konuşuyor, o halde demokrasiye göre azınlık da çoğunluğa uyup Türkçe konuşmak
zorundadır diyebilir.
Genel olarak demokrasi, yani azınlığın çoğunluğa uymasını ilke
olarak benimseyen rejim, kendi başına gericilikle çelişmez pek ala
gericiliğin aracı olabilir.
Bu bakımdan bizlere lazım olan, özel türden, azınlıkların haklarını
garantiye alan bir demokrasidir. Azınlıkların haklarını garantiye alan bir
demokrasi olmadan demokrasi ilerici bir işlev göremez. Dil, din, kültür vs.nin
eşitliği ve siyasi alının dışında tanımlanması, yani devletin bu alanlardaki
kesin tarafsızlığı ve karar yetkisinin olmamasının, azınlıkların haklarının
korunması ve garantiye alınması bakımından önemi burada da ortaya çıkmaktadır.
Nüfusun ya da bir toplantıya katılanların çoğunluğu sigara içiyor diye
kapalı yerlerde sigara içilmesine izin verilmesi gerici bir demokrasidir
örneğin. İlerici, azınlık haklarını gözeten bir demokrasi, bir tek kişi bile
sigara içmiyorsa ve içilmesine razı gelmiyorsa, o bir tek kişinin başkalarının
zehirleriyle zehirlenmeme hakkını savunan demokrasidir; bir tek çocuk için
bile, ana dilde eğitimi sağlayan bir demokrasidir. Üç kişinin anladığı bir dil
için bile, diğer dillerle eşit hakları tanıyan; hatta azınlıkta olduğu için,
her zaman olacak fiili eşitsizliği gidermek için onu kayıran, pozitif
ayrımcılık uygulayan demokrasidir. Üç kişinin inandığı bir dine bile,
milyonlarca insanın inandığı bir dinle aynı eşit hakları tanıyan bir
demokrasidir.
Evet, tam bir hukuki özgürlükler ortamında; medyanın devletin ve
sermayenin kontrolü ve manüplasyonlarının dışında olarak tüm bilgilerin
edinildiği bir ortamda; azınlıkların haklarını garanti altına almış özel bir
demokraside bile hala halkın iradesinin nasıl gerçekleşeceği sorunu çözülmüş
olmaz.
Çünkü demokrasi, temsili olarak uygulanabilir. Bir köyde veya göçebe
aşiretindeki doğrudan demokraside olduğu gibi, milyonlarca insanın bir araya
gelip bir karar alması ve aldığını yine kendilerinin uygulaması fizik olarak
mümkün değildir. İnsanlar ancak belli temsilciler aracılığıyla bu ilişkiyi
temsili organlara devrederek demokrasiyi gerçekleştirebilirler.
Ama büyük nüfus ve alanların ortaya çıkardığı bu sorunun çözümü başka sorunları
da beraberinde getirir. Örneğin temsili organlar belli dar bölgeler içindeki
oranlara göre mi yoksa olabildiğince büyük birimler seçilerek nüfus içindeki
oranlara göre mi temsil edilmelidirler? Veya bu temsilcilerin kendini
seçenlerin iradesinden bağımsızlaşması ve kendisini seçenlerin değil de örneğin
başkalarının veya kendisinin çıkarlarını savunmasının önüne nasıl geçilebilir?
Demokrasi bu sorunlara da açık cevaplar vermelidir.
Örneğin elbette gerçek çoğunluğun iradesinin yansıması için nispi temsil
biçimleri gerekir. Ama bu takdirde, kimin hangi bölgenin temsilcisi olacağı,
hangi bölgeye göre görevini yerine getirmedi diye geri alınabileceği nasıl
belirlenecektir? Her bölgeden bir tek kişinin seçilmesine dayanan sistemler ise
bu sorunu çözer ama, nüfus içindeki görüşlerin gerçek oranlarda yansımasını
engeller. Bütün bu sistemlerin mahzurlarına minimuma indiren, hem nispi temsili
sağlamaya yönelik, hem de seçilenlerin sürekli denetimini sağlayan ve geri
almasını mümkün kılan mekanizmalara ihtiyaç vardır.
Bu mekanizmalardan bazıları şunlardır:
Örneğin partisinden istifa edenin aynı zamanda temsilcilikten de
çekilmiş olmalıdır. Çünkü temsili demokraside, sistemli görüşleri ve
programları olan siyasi partiler, görüşlerin ve oranlarının belirlenmesinin
olmazsa olmaz koşuludur. Seçimler aslında kişiler değil, görüşler arasındadır.
Bir başka mekanizme, siyasi konularda kesin bir dokunulmazlıktır.
Bir başka mekanizma, kendisini seçenlerin eğilimlerine denk
davranmadığı takdirde seçenlerin temsilcilerini geri alabilme hakkıdır.
Bir başka mekanizma, seçilenlerin kendilerini seçenlerin yaşam ve
sorunlarından uzaklaşmamaları için, ortalama bir işçi ücretinden yüksek bir
ücret almamalarıdır.
Ordu ve Polis
Ama bütün bunlar da yetmez. Devlet demek ordu, polis, mahkemeler,
hapishaneler, vergi memurları demektir. Bu cihazın kendisi silahlıdır ve çok
güçlüdür, bu cihazı oluşturanların, ulusun ve onun temsilcilerinin iradesine
hizmet eder durumda kalmasının, onlardan bağımsızlaşmamasının garanti altına
alınması gerekir.
Tüm toplumların tarihi, devletin siyasi iradeden bağımsızlaşma, onu
baskı altına alma veya onun yerine geçme veya onu kendi çıkarları doğrulusunda
manüple etme eğiliminde olduğunu göstermektedir.
O halde bu mahzurları giderecek mekanizmalar gerekir.
Bunlar neler olabilir?
İlk elde, ordunun, hele Türkiye gibi Osmanlıdan kalma politikayı
belirleme geleneğinin olduğu bir ülkede, baştanbaşa yeniden örgütlenmesi
gerekir. Bunun ilk koşulu, düzenli ordunun lağvıdır. Radar, uçak, gemi gibi
özel ve kendi halkına karşı kullanılamayacak güçler hariç, düzenli ordu
kalkmalı, onun yerini tıpkı İsviçre’de olduğu gibi, tüm vatandaşlardan ve
çalışan insanlardan oluşan milis almalıdır.
Böyle bir ordu sadece demokrasinin gerçekleşmesi için değil, aynı
zamanda onun halka karşı kullanmanın da önünde bir engeldir. Bütün deneyler
göstermektedir ki, düzenli ordular siyasi iktidarlar tarafından da ezilenlere
karşı kullanılmaktadır. Böyle silahlı çalışan yurttaşlardan oluşan bir ordu
ezilenlere karşı kullanılamaz.
Ama böyle bir ordu aynı zamanda en iyi savunmadır da. Böyle bütün
halkın her zaman birkaç saat içinde milyonlarca kişilik tüm ülke sathına
yayılmış bir ordu haline dönüşebileceği bir ülkeye kimse saldırmaya cesaret
edemez. Böyle bir ordu, en korkunç silahlara, en güçlü düşmanlara karşı en
etkili cevaptır. Böyle bir ülke, ancak bir nükleer saldırıyla tümden yok
edilerek ele geçirilebilir ama öyle ele geçirilmiş bir ülke de ele geçirenin de
işine yaramaz.
Ama böyle bir ordu, aynı zamanda, başka ülkeleri tehdit potansiyeli de taşımaz.
Silahlı yurttaşlardan oluşan ordular iyi savunma aracıdırlar ama çok kötü bir
saldırı aracıdırlar. Bu nedenle, ülkenin komşularıyla ilişkisinde onlara korku
salmaz ve onları askeri masrafları yükseltme, fakirleşme ve demokrasiden
uzaklaşma yönünde değil aksine olumlu yönde etkiler.
Ama bunlar kadar önemli olan bir sonucu da şudur: böyle bir ordu aynı
zamanda ucuz bir ordudur. Ülke savunması ulusal hâsılanın çok küçük bir
bölümünü alacağından, bütçe açıklarına ve enflasyona yol açması söz konusu bile
olmaz. Böylece düzenli bir ordunun harcamalarından yapılan tasarruflar,
yatırımlara ve sosyal harcamalara aktarılabilir. İssizlik azalır ve refah
yükselir. İşsizlik azalıp refah yükseldikçe de bir orduya olan ihtiyaç azalır,
demokrasi pekişir, yurttaşların ülkelerine bağlılığı artar ve saldırı tehlikesi
azalır.
Ama sadece bunlar yetmez. Bütün karar alıcı memurların her düzeyde
seçilmesi gerekir. Tıpkı, Amerikan filmlerinde olduğu gibi, Jürilerin, Polis
amirlerinin, yerel idarecilerin de seçimle gelmesi gerekir. Osmanlı kalıntısı
kaymakamlık valilik gibi makamların kaldırılması gerekir. Ulus toplulukların
özgür iradeleriyle birleşmesinden oluşur. Her düzeyde otonomi ve özgür
iradeyle, ekonominin kendi yasalarının gereği olarak bir birlik temel olur.
Ama bu da yetmez. Aynı zamanda, seçilmiş memurların emri altındaki
diğer memurların da, her zaman ortaya çıkabilecek keyfi emirlere direnecek gücü
olması gerekir. Bunun için, memurların tayin, terfi gibi işlemlerinin, yine bu
memurların bağımsız memur sendikalarının tuttuğu sicillere göre belirlenmesi
gerekir. Devlet memurlarının bütün ayrıcalıklarına son verilmesi gerekir.
Onların şimdi ordu evlerinde veya ayrılmış bölgelerin yazlık veya lojmanlarında
olduğu gibi, toplumun gözlerinden uzak bir kast gibi yaşamalarına son verilmesi
gerekir.
Ancak bütün bu gibi koşulların birliği içinde bir demokrasiden ve
demokratik cumhuriyetten söz edilebilir.
Demokrasi ve Refah
Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşi, demokrasiyi bu ülkenin
insanlarına hiçbir zaman layık görmemektedir. Onlar demokrasi ile toplumun
ilişkisini alt üst etmektedirler. Bunun için ne mantıken ne de olaylarca
kanıtlanamayacak varsayımları vardır.
Bunların birincisi, demokrasinin ancak belli bir refaha ulaştıktan
sonra mümkün olacağıdır. Bu gerekçeyle, batıdaki kadar refah olmadığına göre o
kadar da demokrasi olmayacağı söylenmektedir.
Bu tarihin en büyük yalanlarından biridir. Bu gün demokrasinin beşiği
olarak görülen Kuzey Avrupa ülkelerinin hiç biri, bu günkü demokrasinin temeli
olan kuralları getirdiklerinde zengin ülkeler değillerdi. O zamanlar Osmanlı,
Hint, Çin çok daha zengindi. İsveç, zengin olduğu için demokrasi olmadı. Yoksul
İsveç, demokrasi olduğu için zenginledi.
Kaldı ki, sistemin mantığı ile de bu sonuca ulaşılabilir.
Demokrasinin olmaması daima güçlü bir devlet cihazı, bu da üretici
olmayan militer ve bürokratik harcamaların yüksekliği, dolayısıyla yatırımların
azalması; genellikle enflasyon, dolayısıyla pahalılık ve issizlik demektir. Ve
pahalılık nedeniyle ortaya çıkan memnuniyetsizliği ve tepkileri bastırabilmek
için daha az demokrasi ve daha güçlü ve pahalı devlet cihazı gibi bir fasit
daire ortaya çıkar.
Demokrasinin olmaması ayrıca yoksulların ve ezilen sınıfların aleyhine
çalışır her zaman. Demokratik hakların olmadığı yerlerde işçiler ve yoksul
kesimler örgütlenip haklarını savunamazlar. Bu da toplumda eşitsizliklerin
artmasına yol açar. Bu eşitsizlikler de tekrar bunların yol açtığı patlamaları
bastıracak güçlü cihazlara ve bunlar da demokrasinin giderek azalmasına doğru
bir gidiş yaratır.
Ama sadece bu kadar da değildir. Demokrasinin yokluğu burjuvazinin bile
aleyhine çalışır uzun vadede. Demokrasi olmayıp ezilenlerin ve işçilerin
haklarını savunamadığı yerlerde, sermaye artı değeri arttırmak için modern
teknik kullanmak gereğini duymaz. Artı değeri, daha uzun ve yoğun çalışma, daha
düşük ücret üzerinden sağlayarak diğer kapitalistlerle rekabet etmenin yolunu
bulur. Ama bu da geri teknoloji kullanımını besler ve emek üretkenliğinin düşük
kalmasını dolayısıyla ülkenin geriliğini pekiştirir. Yani teknik ilerleme ve
emek üretkenliğinde bir artış için de demokrasi olmazsa olmaz koşullardan
birisidir.
Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin aynı zamanda en demokratik ülkeler
olması bu nedenledir. İşçi haklarını savunanları bayağı maddecilikle
suçlayanların, demokrasi söz konusu olduğunda, demokrasiyi zenginleşmenin
sonucu olarak görmeleri ve demokrasiyi topluma layık görmemeleri, bizzat
kendilerinin bayağı maddeciliğinin kanıtıdır.
O halde, gerek teknik ilerleme, gerek toplumsal eşitlik ve gerek
demokrasinin pekişmesi için demokrasi biricik çözüm ve başlangıç noktasıdır.
Ülkeler zengin oldukları için demokratik olmaz, demokratik oldukları için
zengin olur; toplumlar sosyal eşitsizlik az olduğu için demokratik değildir,
demokratik oldukları için sosyal eşitsizlikler azalmıştır.
Demokrasi ve Eğitim
Bürokratik oligarşinin bir diğer yalanı da, demokrasinin ancak eğitimle
elde edilebileceğidir. Bunlar, aslında ne kadar ilerici olduklarını söyleseler
de lanetledikleri Abdülhamit’in demokrasiye karşı argümanının
tekrarlamaktadırlar. O da, “kullanmasını bilmeyen cahil halka demokratik
hakları vermek; çocuğun eline bir silah vermek gibidir, tutar babasını vurur”
diyordu.
Suya girmeden nasıl yüzme öğrenilemez ise, demokrasi içinde yaşamadan
da demokrasi öğrenilemez. Demokrasinin eğitimi yine demokrasidir.
Kaldı ki burada, önemli olan halkı demokrasi konusunda eğitmekle
kendilerini yetkili ve görevli görenlerin kendilerinin demokrasi konusunda
eğitilmeleri gerektiğidir.
Eğiticileri kim eğitecektir?
Onları yine ancak halk kendisi eğitebilir. Hâsılı, halka demokrasi
konusunda eğitim vermeye kalkanların aslında kendilerinin eğitilmeye
ihtiyaçları vardır.
Ve bu demokrasi öğretmenlerinin ilk öğrenmeleri gereken de, demokrasi
eğitiminin ancak demokrasi içinde öğrenileceğidir.
Demokrasinin Üç
Kaynağı
Bu gün niçin Türkiye’de demokrasi mücadelesi böylesine zayıftır?
Türkiye’de niçin hiçbir zaman demokrasi gelişmemiştir?
Bütün dünyada, demokrasinin üç kaynağı vardır.
Birincisi kandaş toplumun demokratik gelenekleri.
İkincisi, henüz devrimci ve demokratik döneminde bir burjuvazinin
varlığı.
Üçüncüsü işçi hareketidir.
Dünyanın en demokratik ülkelerinde bu üçünün sırayla bir bayrak yarışı
gibi demokrasi bayrağını ele geçirdiğini görür.
Örneğin İngiltere’de ilk Magna Karta, krala kafa tutan aşiret
şeflerinin işidir. Yani kandaş toplumun gelenekleri.
Tam bunlar artık Krala karşı güçlerini yitirdiklerinde, bu sefer
burjuvazi, demokratik mücadelenin bayrağını ele alır.
Burjuvazi demokratik barutunu tükettiğinde ise işçi hareketi.
Türkiye’de bu üç koşul da hiçbir zaman olmamıştır.
Binlerce yıllık mutlak devletçilik, batıdaki senyörler gibi krala kafa
tutacak bir tabakanın ortaya çıkmasına olanak sağlamamıştır. Örneğin ilk
yıllarında Osmanlı sultanları bir bakıma, eşitler arasında birinciydiler. Ama
uygarlaştıkça derhal köle kapı kullarına dayanmışlar ve diğer özerk beylere
yaşama yansı vermemişlerdir.
Bu Doğu’nun binlerce yıllık devlet geleneğinin en lanetli sonucudur.
Kandaşlık demokrasisi, sadece siyasi bir gücü temsil etmeyen muhalif tarikatlar
ve devlet gücünün ulaşamadığı yerlerde, örneğin dağ başlarındaki Alevi
köylerinde komün olarak yaşayabilmiştir.
Burjuvazi ise, doğduğunda, çoktan devrimci barutunu yitirmişti ve zaten
tam bu nedenle de demokrasi bayrağıyla değil, gerici ulusçuluğun bayrağıyla
egemenlik mücadelesi vermişti.
Kaldı ki, Ermeni katliamları ve mübadeleler ile Anadolu’daki bu zayıf
burjuvazi bile tasfiye edildi. Ve onlarla birlikte hala demokratik gelenekleri bulunan
işçiler de tasfiye oldu. Onların tasfiyesiyle demokrasinin en büyük düşmanı
devletçilik, derebeylik ve tefeci bezirganlık güçlendirildi.
Daha sonraki sosyalist hareket ise, Sovyet dış politikasının bir aracı
olarak kaldı. Sadece altmış ve yetmişlerin kitlesel kabarışında biraz
demokrasiyi geliştirecek öğeler vardı. Ama bu hareketin nesnel demokratik
karakterine karşılık, ideolojisiyle demokratik değildi ve ilham aldığı
bürokratik kastların da etkisiyle demokrasiyi burjuva diye küçümsüyor, anti demokratik
yöntemleri kutsuyordu. Böylece nesnel olarak demokratik karakterdeki işçi ve
yoksul tabakalara dayanan hareketler bile bir demokratik etki ve gelenek bile
bırakmıyorlar, demokrasiye karşı çalışıyor, kedi iplerini çekiyorlardı.
Aynı zamanda bu hareketler hepsi de gerici bir milliyetçiliği
desteklediklerinden, devletin yapısını hiçbir şekilde tartışma konusu
yapmıyorlar, gerici ulus tanımları karşısında devrimci ve demokratik,
yurttaşlığa ve haklara dayanan bir ulus tanımı için mücadele etmiyorlardı.
Ancak 1990’ların başında Sovyet bürokrasisinin ve onun o muazzam
ideolojik ağırlığının çökmesi, eski demokratik hedeflere geri dönüşün
koşullarını yarattı. Bu bile, globalleşmenin ideolojisinin, yani “çok
kültürlülük” ve “ulus devletin sonu” gibi ideolojik kavramların egemenliği
altında, yani bir ideolojik gericilik ikliminde; sivil toplum kuruluşlarının
demokrasi mücadelesinden kaçışın örtüsü olduğu; yarı resmi devlet ya da sermaye
destekli arpalıklar işlevi gördükleri koşullarda baştan çarpık bir biçimde oluştu.
Böylece, içten demokrasi özlemleri bile “Sivil toplum”, “Çok
kültürlülük”, “ulus devletin sonu” gibi, aslında dünya çapında bir ideolojik
gericiliğin söylemleri biçiminde ortaya çıktı bu da sosyalistlerin demokrasi
mücadelesinden uzak durmalarını pekiştirdi ve bir özeleşiri sürecine
girmelerini engelleyici, onları taşlaştırıcı bir etki yaptı.
Böylece, demokrasi sahipsiz kaldı. En tutarlı demokrasi savunucusu
olması gereken sosyalistler demokrasiye uzak ve bunu küçümseyen bir konumda
kalıyor; demokrasi özlemleri ise globalizmin gerici ideolojik saldırısının
kavramları içinde kendini ifade edebiliyordu.
Politik İslam ve
Demokrasi
Politik İslam’da ifadesini bulan ve yoksul işçilerin
memnuniyetsizliğini kendi yedeğine alan Anadolu burjuvazisi ve Müslüman burjuvazi
demokrasiden korkmaktadır. Dini olanı özel olan, inanç olan olarak tanımlama ve
devletin gerçek bir laikliğinin değil; Kemalizm’in resmi devlet İslam’ı
karşısında kendi İslam’ını devletin resmi İslam’ı yapmanın kavgasını
vermektedir. Örneğin Diyanet işlerini kapatmak; bütün imam ve müezzinlerin,
bütün din adamlarının o cemaatlerin gönüllü bağışlarıyla geçinmesi; dinle
ilgili bütün resmi okulların kapanması ve dini eğitimin cemaatin kendi
olanaklarına bırakılması; okullardan din derslerinin kaldırılması gibi gerçek
bir demokrasinin olmazsa olmaz koşulları için hiçbir girişimde bulunmamaktadır.
Böyle davrandıkça da modern şehir hayatını yaşayan orta sınıfları ve
Alevileri, buna karşı tek garanti gördükleri anti demokratik karakterdeki
devlet oligarşisinin kollarına atmaktadır. Hâlbuki bir parça tutarlı demokratik
tavır ile yani devleti inanca ilişkin olandan tamamen dışlayan ve
tarafsızlaştıran; inancı politik alanın dışına atan gerçek bir laiklik ile
bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri yanına kazanıp en azından
tarafsızlaştırabilir ve iktidar gücünün ordu ve bürokrasiden parlamentonun ve
seçilmiş temsilcilerin eline geçişini sağlayabilir.
Ama bunu yapmamaktadır. Çünkü gerici özünü korumakta, tutarlı bir
demokrasinin kendisine karşı çalışacağını bilmektedir.
Politik İslam, aynı tutuculuğu ve demokrasi korkusunu ulus tanımında
göstermektedir. Ulusun tanımından, dil, din, etniyi dışlayacak ve böylece tüm
dillere ve kültürlere eşitlik sağlayacak ve böylece örneğin Kürtlerin ve diğer
azınlıkların desteğini kazanabilecek, böylece Ordu ve bürokrasiyi tamamen
tecrit edecek yerde; bir zamanlar insanların yer çekiminin olmadığına
inanmaları halinde düşmeyeceklerini savunanların mantığıyla Kürt sorununu yok
sayarsanız yok olur diyerek, Türkiye’deki en büyük demokrasi gücünü karşıya
itmekte. Dile, etniye dayanan ırkçı milliyetçiliğe destek vermektedir.
Bürokratik Oligarşi ve
Burjuvazi
Burjuvazinin bu korkaklığı sayesinde Bürokratik oligarşi, aslında her
biri demokratik özlemlerin ifadesi olan hareketleri, birbirine karşı kullanma
olanağı elde etmektedir. Bu nedenle Türkiye’deki rejimin bu dengelere dayanan
ilginç bir Bonapartist karakteri vardır. Bürokratik oligarşinin egemenliğinin
ve gücünün devamı için, Anadolu burjuvazisinin İslam'ı bayrak etmesinin ve demokratik
özlemlere cevap vermemesinin ve demokrasi konusundaki korkaklığının hayati bir
önemi vardır.
Eğer, Anadolu burjuvazisi olmasa, devlet oligarşisi egemenliğini böyle
sürdürüp hala bu günkü gibi gücünü koruyamaz. Ama bu bürokratik oligarşi de
olmasa, Anadolu burjuvazisi, geniş gayrı memnun emekçi kesimleri böyle kendi
politik İslam bayrağı altında toparlayamaz.
Bu burjuvazi, İslam'ı, yarı resmi devlet dini yapmak istediği ve gerçek
bir laiklikten kaçtığı için bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri bürokratik
oligarşinin bir yedeği haline getirmektedir. Bürokratik oligarşinin böyle
güçlenmesi karşısında, onun dayatmalarından bezmiş emekçi kesimler ve hatta
büyük şehir burjuvazisi bile bu sefer politik İslam’ın ardında saf tutmaktadır.
Kemalist bürokratik oligarşi ile politik İslam'ı bayrak yapmış
burjuvazisi, birbirinin can düşmanı gibi görünmelerine rağmen birbirlerinin en
büyük iş birlikçileridir. Gerçek bir demokratik hareket çıktığı an onlar, onun
karşısında derhal birleşeceklerdir ve o zaman onların arasındaki özdeşlik çok
daha iyi görülecektir.
*
Aynı özdeşlik bölgedeki uluslar arası güçler bakımından da geçerlidir.
Bu gün sanki ABD ile bölgenin bürokratik ve molla oligarşileri; ABD ile Şiiler
karşı güçler gibiymiş gibi görünmektedirler. Hâlbuki politik olanın tanımından
her türlü dini, dili, kültürü dışlayan gerçekten demokratik bir hareket
karşısında bunların hepsi aynı gerici milliyetçiliğin savunucusu olarak ortaya
çıkarlar.
İşte her şeyden önce taşları yerli yerine oturtmak için, bölgenin ve Türkiye’nin
bu gün içinde bulunduğu sefalete son vermek için; eşiğinde bulunulan kanlı
gelişmelerden kurtulmak veya en azından bir çözüm alternatifi çıkarmak için bir
gerçekten demokratik ve cumhuriyetçi bir program gerekmektedir.
Güçler
Peki böyle bir programı yükseltecek hangi güçler var bugün?
Şu an böyle bir programı olan biricik güç Kürt hareketidir.
Kürt hareketi de, en yükseldiği zamanlarda, demokrasi düşmanı ve ulusu
soya, dile kana göre tanımlayan geleneklerin etkisi altındaydı. Ne ulusal
baskıya karşı, ulusun tanımından dili, dini dışlayan demokratik ve cumhuriyetçi
bir programa sahipti ne de kendisinin ve hedeflerinin demokratik bir karakteri
vardı. Onun demokratik karakteri, gerici bir milliyetçiliğe karşı yine aynı
milliyetçilik anlayışına dayanmasına rağmen, ezilen bir ulusun hareketi
olmasından kaynaklanıyordu. Kendisinden ve taleplerinden ziyade mücadelesinin
nesnel sonuçları demokratik karakterdeydi.
Yine de bu hareket belli özellikler taşıyordu. Onun sosyalizmden
kaynaklanan ideolojik gelenekleri ve yoksullara dayanan yapısı, içinde bir
demokratik ulusçuluğun oluşup gelişmesine de olanak sunuyordu. PKK tüm
etnilerden, kültürlerden, dillerden ve dinlerden insanları içinde
barındırıyordu. PKK’nın kendisi tam anlamıyla laik ve dil, din, kültür ve soyu
politik olanın tanımından dışlamış bir örgüttü. Taraftarları içinde Müslümanlar
kadar Ezidiler, Aleviler ve Hıristiyanlar; Kürtler gibi Türkler bulunuyordu.
PKK hiçbir zaman bir Kürt örgütü değil, her zaman bir Kürdistan örgütü olmuştu.
Bu sadece Türkiye’de değil, Orta doğu’da bile pek görülen bir özellik değildir.
Yani PKK, politik olandan dili, dini, soyu, kültürü dışlamış; demokratik bir
ulusçuluğun prototipi özellikleri kendi yapısında taşıyordu.
Hem bu özellikleri, hem yoksullara dayanan plebiyen yapısı; hem
Sovyetlerin çöküşünün onun ideolojik bukağılarından kurtarması; hem de tüm
dünya ülkelerinin kendilerine karşı bir cephe oluşturup en küçük bir savunma
olanağı bile bırakmadığı koşullarda, bu hareket, ilk kez, Ulusçuluğun ilk
ortaya çıktığı çağın demokratik ve devrimci ulusçuluğunu el yordamıyla yeniden
keşfetti.
Ne var ki bu keşfediş ve formülasyon, ağır bir darbenin alındığı ve
büyük bir tecridin yaşandığı koşullarda, bir imhayı engellemek için yapılan taktik
manevraların ve diplomatik söylemlerin içinde ifade edildiğinden onun bu özgül
niteliği bizzat kendi taraftarlarınca bile yeterince kavranamadı ve onun ifade
edildiği taktik biçimler ve ilk kez el yordamıyla keşfedilmiş olmasının zorunlu
kıldığı kavramsal belirsizlikler; içinde taşıdığı geçmişin izleri kadar
ideolojik iklimin moda kavramlarının etkileri onun özünün ve öneminin
kavranmasını engelledi.
Böylece onun ifade ediliş biçiminin özellikleri bahane edilerek herkes
tarafından dışlandı. Liberaller onu eski Stalinist kalıntıları nedeniyle
anlamadı; Stalinistler kullandığı terminoloji nedeniyle bir ideolojik
gericiliğe teslimiyet olarak gördüler; demokratlar diplomasi ve taktik
özellikleri nedeniyle Kemalizm’le bir uzlaşma ve teslimiyet olarak gördüler;
Kürt burjuvazisi de böyle bir pazarlık veya kandırmaca olarak anladı ve öyle
uygulamaya kalktı.
Bütün bunların yanı sıra, zaten demokratik cumhuriyet unutulduğu ve
Türkiye’nin sosyalistleri demokratik olmayan bir milliyetçiliğin savunucusu
olduklarından, programı ve çağrısı hiç bir zaman bir yankı bulamadı ve
karşılıksız kaldı.
Bu karşılıksızlık sürerken, ABD’nin Irak’ı işgali PKK’nın projesinin
bütün ikna ediciliğini ve çekiciliğini Kürtler arasında bile yitirmesine yol
açtı. PKK’yı destekleyen veya zaten mecburen desteklemek zorunda olan Kürtlerin
hepsi, dile, soya, dayanan milliyetçiliğe doğru muazzam bir kayış yaşadı. Bu
kayış, bizzat PKK ve devamcısı örgütlerin bile, Öcalan’ın büyük prestijine
rağmen bu gidişin akıntısına kapılmalarına yol açtı. Projeyi bizzat kendi
örgütü bile savunamaz ve savunamaz oldu. Böylece devrimci ve demokratik bu
ulusçuluğa göre tanımlama denemesi, daha doğup ayakları üzerinde durma fırsatı
bile bulamadan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi.
İşçiler
Bu koşullarda bizler politik olanın (ulusun) tanımından dili, dini,
soyu, kültürü, tarihi dışlayan Demokratik Cumhuriyet hedefiyle ortaya
çıkıyoruz. Bu program sadece Türkiye’nin değil bölgenin sorunlarına biricik
çözümdür.
Programımızda, işçiler için, köyüler için ekonomik veya özel istemleri
arayanlar bulamayacaklardır.
Çünkü ancak bir demokratik cumhuriyette işçiler hedeflerini ve
istemlerini en ideal biçimde savunma olanağı elde edebilirler. Bu koşullar
olmadan, bu koşullar varmışçasına talepler sunmak sadece kafa karışıklığına ve
siyasi belirsizliğe yol açar.
İşçiler bu günkü ekonomik mücadelelerin bitiriciliği içinde yok olmak
istemiyorlarsa, demokratik cumhuriyet bayrağını yükseltmelidirler.
Ancak, yukarıda açıklanan Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükselten
işçiler bağımsız bir politik hareket oluşturabilir ve tüm gayrı memnunları bir
cephede toplayıp bu günkü gibi tecrit durumlarına son verebilirler.
Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve yenilgilerine yol açar.
Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve yenilgilerine yol açar.
Ama eğer işçiler, demokratik bir politik hareketin başını çekerlerse, o
Alevilerin, Kürtlerin, Köylülerin, şehir orta sınıflarının, bölge halklarının
ve hatta burjuvazinin belli kesimlerinin bile desteğini kazanabilir. Bürokratik
oligarşinin keyfiliğinden ve ilkel milliyetçiliğinden bıkmış; demokratik bir
ulusçuluğun sağlayacağı geniş olanakları gören hiç de küçümsenmeyecek bir
burjuva kesimi bile bulunmaktadır.
Ama ancak böylesine geniş kesimler birleştirilerek, bölge
oligarşilerinin egemenliğine son verilip, Amerika’nın bölgeyi dine, dile, soya
dayanan küçük devletlere bölme ve onları birbirine karşı kullanma planlarına
bir cevap verilebilir.
Ancak böylece bölge içine itildiği mezbahadan kurtulabilir.
İşçiler ancak demokrasi bayrağını yükseltirlerse iktisadi durumlarında
bir gelişme sağlayabilirler
Ama bunun için ilk şart, işçilerin öncelikle kendilerinin politik olanı
dile, dine, soya, tarihe dayanan ulusçulukla bölünmesidir.
Biz başlarsak başkaları bizi izleyecektir.
10 Şubat 2004 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder