İki gün önce, sadece Öcalan’a karşı Komplo’nun değil, aynı
zamanda Che’nin (9 Ekim 1967) öldürülüşünün bir yıl dönümüydü.
Bu yıl dönümünde, epey önce, Che’nin Motosiklet Günlükleri
kitabının uyarlamasından yapılmış film vesilesiyle yazdığım bir yazıyı tekrar
yayınlamak ve bunun girişinde de Simurg imgesi ile anlatılanın da aslında o
yazıda anlatılan olduğuna değinmek ve karınca kaderince yeni kuşaklara binlerce
yıllık doğu uygarlıklarının ve devrimci geçmişin kimi kazanımlarını aktarma
çabasına bir şekilde devam etmeyi düşünmüştüm.
Ancak Kobane’deki kuşatma koşullarında böyle bir yazı yazmak
anlamsızdı. O nedenle bu fikrimden vazgeçip, Öcalan’ın kaçırıldığı dönemde ve
sonrasında bu döneme ilişkin yazdığım yazıların bir derlemesini tekrar
yayınlamakla yetindim.
Ancak o akşam, yine 68’li bir dostumdan, bir mail geldi.
Mailinde şöyle yazıyordu:
“aşağıda yazdıklarımı
ve ekteki fotoğrafı facebook'a koyacaktım. ama günün dramatik olayları
karşısında pek uygun gitmez diye düşündüm...
sadece bu akşam kaç
ölüm daha..
neyse bunun üzerine
birkaç arkadaşa yollayayım dedim..”
Arkadaşımın da içinden gelmemişti Kobane’de insanlar ölürken
Che ile ilgili bir paylaşımda bulunmak.
Ve paylaşmak isteyip
de paylaşamadığı yazı şöyleydi:
“Bugün Che Guevara'nın
ölümünün 47. yıldönümü... (9 Ekim 1967)
Onun ''güzel''
fotoğrafları çok iyi biliniyor. O kadar çok iyi biliniyor ki, sanki bunlar
artık Che'den başka birisini anlatıyorlar gibi. Ölümünden sonra çekilen ve daha
az bilinen fotoğrafları ise paylaşılacak gibi değil.
O yüzden, onun morgda
sergilenme sahnesinden türetilen bu muhayyel fotoğraf bana güzel geldi.
Keşke içebilseydi
purosunu böyle..
Guevara öleli 47 yıl
oldu. Ama şu anda Suruç'un hemen ötesinde gerillalığı ondan çok daha iyi
becerenler var artık...”
O fotoğraf yaptığımız
amatör kolâjda bulunuyor.
Aynı gün, Che’nin ölüm yıldönümünde, Özgür Gündem’de de kafamızdaki
bağlantıyı doğrulayan bir kısa haber-yorum vardı:
“CHE bıraktığı
mirasla...
CIA destekli ordu
tarafından yaralı yakalanıp infaz edilen Che’nin silahını, bugün YPG/YPJ
savaşçıları destansı direnişle taşıyor”
Haber yorumun yanında da bir kolaj. YPG’li kadın savaşçılar
ve Che aynı karenin içindeydiler.
Bugün ise Hikmet Kıvılcımlı’nın ölüm yıldönümü. Hemen her
yıl, Kıvılcımlı’nın ölüm yıldönümünde, Hazreti Ali’nin “bana bir kelime
öğretenin kulu olurum” sözüne uygun olarak, en azından borcumu ödeyebilmek için
bir yazı yazarım veya bir eleştirisini yaparım.
Ama yine orada Kobane’de gençler savaşarak ölürlerken
Kıvılcımlı üzerine yazmak da içimden gelmiyor. (Suruç’taki hastaneye gönüllü
giden doktor ve yine bir eski 68’li arkadaş, “gelenlerin neredeyse hepsi 18-24
yaşları arasında, çoğu zamanında getirilmediği için, hudutta Türk görevliler
tarafından bekletildiği için kan kaybından ölmüş bulunuyor” diyordu.)
Pek bilinmez ama aslında Kıvılcımlı’nın Öcalan ve PKK dolayısıyla
bugünkü Kobane direnişiyle, çıplak gözle görülmeyen, derinden giden damarlardan
bağları vardır. (Örneğin Öcalan Ankara cezaevinde yatarken, Kıvılcımlı’nın
kitaplarını yutarca okuyan tek mahkûmdu; 78’lerde Kıvılcımlı’nın “İhtiyat
Kuvvet Milliyet”ini bastığımızda, iki baskının neredeyse bir buçuğunu alıp
okuyan ve okutanlar, ilerde PKK olacak “Apocular”ın kadrolarıydı.)
Kuşaktan kuşağa geçen bu mücadele, Simurg’un yolculuğu gibi
kavranabilir.
Aşağıdaki yazıyı Kobane Kahramanları’na adıyoruz:
Che’nin Che Olmadan Önceki Yolculukları
... rastlamayacaksın
yabanıl Poseidon'a
taşımıyorsan onu
eğer kendi ruhunda
ruhun dikmiyorsa
eğer onu karşına.
... Hep aklında
olsun İtaki.
Oraya varmaktır
hedefin senin.
... yaşlı biri
olarak yanaş adaya,
yolda
kazandıklarınla zengin biri olarak
zenginlikler bekleme
İtaki'den.
Bu güzel yolculuğu
İtaki verdi sana.
Yola çıkmazdın o
olmasaydı eğer.
... Yoksul
görünüyorsa da sana, aldatmadı seni İtaki.
Böylesine
bilgeleşmişken, bunca kazanımla,
anlamış olmalısın
artık, ne demektir İtakiler.
(Kavafis - H.Milas, Ö.
İnce)
İlk bakışta her yolculuğa bir hedefe varmak için çıkılır; yol
ve yolculuk o hedefe varmak için bir araçtır. Ama derinden ve sonuçlara
bakılınca, hedefin kendisi yola çıkmak için bir araçtır. Yolun kendisinde yolcu
ve amaçlar da değişir. Yol bu oluş, bu gidiş, bu değişimin metaforu olarak
görüldüğünde, yolun ve yolculuğun kendisidir gerçek amaç.
Bu nedenle Marks, Proletarya’nın devrime, yani toplumsal
ilişkileri değiştirmesine, her şeyden önce bu mücadelenin kendisinde yol
açacağı değişiklikler için ihtiyacı olduğunu söyler.
Devrimi bir yolculuğun sonunda ulaşılacak bir hedef, hedef
mücadeleyi yol olarak görme metaforu olmasa, ne Lenin’in “Bir Adım İleri İki
Adım Geri”si, ne Kıvılcımlı’nın “Yol”u bu adları taşırlar; ne de
Türkçe’deki “yoldaş” sözcüğü olurdu.
Yol demek uygarlık demektir, ticaret demektir. Bu nedenle
bütün büyük destanlar yolları anlatırlar. İlyada, tıkanmış Kuzey-Güney ve doğu
batı yollarının kavşağının açılışını, Truva’nın düşürülüşünü anlatır; Odysseus
tümüyle Akdeniz’in deniz ticaret yollarında geçer. Bin Bir Gece Masalları, Hint
ve Çin’e giden, İran üzerinden orta, Hint Okyanusu üzerinden Güney yolunun
hikayesi ve ürünüdür.
Ama komün yaşamında bile, manevi olarak kat edilen yollar
büyük önem taşır. Çocuklar, komünün eşit haklı bir üyesi olmak için, manevi bir
yolculuğa çıkarlar, bu yolculukta değişerek eşti hak ve görevli bir kardeş
olabilirler; Şaman’lar, Muhammet’in Miraç’a çıkması gibi, kendilerinden geçip,
ruhlar alemine yola çıkarlar. Bu yolculuklar sonunda tekrar arınıp güçlenirler.
Bütün büyük dinlerde, insanın kendi içine yaptığı yolculuklar, meditasyonlar arınmanın,
değişimin temelini oluştururlar.
Yol, yoğunlaşmış bir tecrübedir. Yoğunlaşmış bir değişimdir.
Başlangıçta beklenen ve hedeflenenden bambaşka bir şeyin oluşumu ve ortaya
çıkışıdır. Bir sürprizdir.
Fakat, sadece yolcu değil, yol da değişir. Hiçbir yol kat
edilmeden önceki yol değildir. Her yolcu yolda küçük de olsa değişiklikler
yaratır. Cüzzamlılar adası, genç Che ve arkadaşı oraya varmadan önceki ada
değildir artık; o cüzzamlılar eski cüzzamlılar değildir. Ama genç Che’de oraya
gelmeden önceki Che değildir. Oğlu Camillo’nun dediği gibi, Che henüz Che bile
değildir.
Yol’un ve Yolculuğun, ister Homeros’un Odysseus’indeki gibi
o zamanın dünyasını bir baştan bir başa kat etsin ve yıllar sürsün; ister
Joyce’unki Ulysse’sindeki gibi, bir şehirde bir gün sürsün; İster zaman, ister
mekan içinde bin yolculuk olsun; ister başka dünyalara; ister insanın kendi
ruhunun derinliklerine olsun, her zaman dayanılmaz
bir büyüsü vardır.
Sinema da kendini bu büyüden kurtaramaz. Beat kuşağından
Jack Kerouacs’ın “On the Road” (Yolda) romanı bir bakıma şu Amerikan
sinemasının “Road Movie” dediği türe bir edebi ebelik yapar. 1968’lerin
kült filmi Dennis Hopper’in “Easy Rider”i bir yol filmidir.
Ama Motorsiklet Günlüğü bir Road Movie
değildir.
Motorsiklet yaşama yakınlığı ile, modern topluma isyan duyan
genç imgesinden ayrı düşünülemez. Maryon Brando’nun (The Wild One / Vahşi
Hücum) ya da James Dean’ın motorsikletli film ve resimleri, en azından
Che’nin resmi kadar yirminci yüzyılın ikinci yarısının ikonlaşmış resimleri
arasındadır. Dean ve Brando gibi Kuzey ve Cha gibi Güney Amerika’nın gençleri
arasında Motorsiklet aracılığıyla bir ortaklık varmış gibi görülüyorsa da;
Che’nin hayatında ve yolculuğunda motorsikletin işlevi bir Brando veya James
Dean’ın sembolize ettiği gençlerin hayatında motorsikletin işlevinden çok
farklıdır.
Dean ve Brando’da sembolleşen Motorsiklet, kapitalist
toplumun o korkunç, insanlık dışı vahşetinin bir ifadesi olduğu gibi ona bir
isyandır da. Biraz modern toplumdaki dinin işlevine benzer bir yanı vardır
motorsikletin. Hem o yabancılaşmanın kendisi, hem ifadesi, hem ona karşı bir
tepki hem bir ilaçtır.
Ama Adı, Che’nin filime adını veren ve bu günlükleri
derlediği kitabın adı gibi, “Motorsiklet Günlüğü” olmakla birlikte bu
film isyancı gençleri anlatan bir “Motorsiklet Filmi” de değildir.
Motorsiklet, Güney Amerika’da bir isyandan ziyade, motorsiklet alabilecek ve
onunla yola çıkabilecek üst bir toplumsal konumun; belki feodal gelenekler
karşısında biraz orta sınıf aydınlanmasının ve modernitenin bir ifadesidir.
Hatta geri ülkelerde motorsikletin böyle bir özelliği
olmuştur da denebilir. O yol olmayan yerlere bile gidebilme yeteneğiyle ve
modern toplumun ürünü bir araç olarak, her zaman, yolun geçmediği, yani
uygarlığın ve kapitalizmin girmediği yerlere, Modern kapitalist uygarlığın bir
sembolü olarak; bir sürat motorunun sakin bir denizin kadife bir örtü gibi
yüzünü ardında beyaz köpükler bırakarak büyük bir gürültüyle yarması gibi, bir
gök gürültüsü eşliğinde gücünü, karşı durulmazlığını; kaslarının gücünü göstererek
girer.
Che’nin yola çıktığı motor, bir isyanı değil, bir üstünlüğü
sembolize eder Latin Amerika’nın kendi gerçeğinde.
Ve nihayet., Che, sadece sıradan orta sınıftan bir motorlu
değil, bir Arjantinli’dir. Arjantinli ve Şili’liler, tıpkı Türkler gibi,
kendilerini diğer Latin Amerikalılardan ayrı, Avrupalı görürler ve tıpkı
Türklerin İranlılara, Araplara, Farslara, Pakistanlılara, hasılı tüm Asyalılara
ve üçüncü Dünyalılara baktıkları gibi tepeden ve aşağılamayla bakarlar.
Che kendi niyeti ne olursa olsun, böyle bir ülkeyi de
sembolize eder aslında altında motosikletiyle, karşılaştıklarının gözünde en
azından böyledir; sömürgeci beyaz adamın da bir sembolüdür. O motorsiklet tıpkı,
İnka ve Aztek’lerin, uygarlıklarını yok eden Konquistador‘ların atıdır. Che Che
olmak için, motorsikletli bir beyaz adam olmaktan da, bir Arjantinli olmaktan
da çıkmak zorundadır.
Motorsikletin bozulması ve yola motorsikletsiz olarak yayan
devam etmeleriyle birlikte başlar aslında gerçek “Motorsiklet Günlüğü”. Ancak
böylece Motorsikletli bir Konquistador olmaktan çıkıp; bir burjuva Arjanrtinli
olmaktan çıkıp, bir Latin Amerika’lı ve kaderini onun ezilenleriyle birleştirmiş
bir devrimci oluşun yoluna girebilir.
Yolculuk, artık bir yaşantı (Erlebnis, Event) değil; bir
tecrübe (erfahrung) , bir derinleşme, bir arınma ve zenginleşme olmaya başlar.
Arınmak zenginleşmektir; az fazladır.
Her şey tecrübelerden çıkar ama, tecrübelerden hiçbir şey de
çıkmaz. Kavafis’in dediği gibi, taşımıyorsan onu ruhunda; ruhun dikmiyorsa
karşına, rastlamazsın Poseidon’a. Yani biraz cevher olması gerekir.
Adaletsizliklere bir isyan duygusu; bir insan sevgisi; tüm insanlara karşı
kendini sorumlu hissetme. Eğer bu yoksa, yolculuklar ya da tecrübeler hiçbir
zaman arınma ve zenginleşmeye yol açmaz.
Bu adalet ve sorumluluk duygusu ise, kapitalizmden, onun
siyasi var oluş biçimi olan ulusçuluğun kendisinden, kardan çıkarılamaz. Böyle
bir duygu ve düşüncenin son kalıntılarını da modern toplumun insanlarına yine
de o eski dinler aktarırlar. Ama bu dinlerin geleneklerinin aktarılmadığı ve
unutulduğu yerlerde, artık ruhunda Poseidon’u taşımıyanların karşısına Poseidon
çıkmaz. Bu bakımdan, kapitalist toplumdaki adaletsizliklerin, sömürünün,
otomatikman, bunlara karşı idealist mücadelecileri yaratacağını sanmak aşırı
bir mekanik düşünme olur.
Bir zamanlar bir film vardı, Fahrenayt 451 diye.
Bütün kitapların yakıldığı her şeyin bir sayıya ve resme döndüğü bir dünyayı
anlatıyordu. (Aslında şimdi aşağı yukarı öyle bir dünyada yaşıyoruz. En
devrimci yayın organları bile, haberleri, yazıları kısa yazmaktan söz
ediyorlar. Analitik düşüncenin yok oluşuna teslim olup onu yeniden üretiyorlar.
Çözümün değil sorunun bir parçası olduklarının farkına varmıyorlar.) O dünyada
insanlar kitapları ezberleyerek ve bu sefer bizzat kendileri o kitabı yakarak
yaşatmaya çalışırlar. Belki bu günün dünyasında, şu gerici denerek, eski
dinlerin, inançların değerlerini (Bu Marksizm de olabilir, her hangi bir
kapitalizm öncesi dinin değerleri de olabilir.) yeni kuşaklara aktarmaya
çalışanlar, belki de o kitapları ezberleyen direnişçiler gibidirler.
Onlar belki geleceğin direnişçilerinin katalizatörleri,
mayaları olabilirler. Katalizatörler olmadan, hiçbir reaksiyon başlamayabilir.
İşte genç Che’de olan ve bu günün genç kuşaklarında pek
olmayan budur. Adaletsizliğe isyan duygusu; insan sevgisi; kendini tüm
insanlardan sorumlu hissetme. Kimi mesleki dejenerasyona uğramış
“devrimci”lerin “burjuva humanizmi” diye hor gördüğü hasletler.
Kapitalizmin kültürü sadece bu hasletleri, her gün giderek
artan bir hızla kültürler ve canlı türleri gibi tüketmiyor. Kapitalizm artık
insan hayatında Tecrübe’nin, dolayısıyla derinleşme, arınma, ve zenginleşmenin
koşullarını da ortadan kaldırıyor.
Günümüzde yolculuk artık yolculuk değildir. Günümüz
dünyasında, kelimenin gernçek anlamında, tecrübe anlamında, olgunlaşma
derinleşme anlamında sayahat yapılamaz. Bunun var oluş koşulları da hızla yok
oluyor.
Bu günkü temel yolculuk biçimi olan Turizmin, halkları ve
insanları bir birine yaklaştırdığı koskoca bir yalandır. Turizm sadece bir
yaşantı (Event, Erlebnis) sunar. Cam bir fanusun içinde gerçekleşir bütün
turistik seyahatler. Bütün konforu; alışkanlıkları ile her şey birlikte
götürülür. Hiçbir zaman gittiğiniz yerlerin insanları ile karşılaşmazsınız.
Karşılaştıklarınız, onların turistler için dizayn edilmiş tüketici için
ambalajlanmış biçimleridir. Artık onlar insanlar değil, tüketime sunulmuş metalardır.
Ama sadece seyahat yapma olanağı da kaybolmamıştır bu
toplumda; daha da korkuncu, seyahat yapılma olanağının kaybolduğunu anlama
olanağı da yoktur.Her şey korkunç bir hızla değişir. Her şey yüzeyselleşir. Her
şey birkaç saniyelik, bir göz atışlık olur. Derinleşmek, düşünmek de giderek
olanaksızlaşır.
Herkes kendi deneyinden biraz bilir. Hiçbir olgu, nesne, ya
da konu hakkında, ilk bakışta fazla bir şey öğrenilemez. Bir müziğin arka
planını bildikçe; onu sindire sindire dinledikçe daha fazla tadına varır, daha
bir anlarsınız. Bir şehrin sokaklarının tarihini, hikayelerini bildikçe o size
daha fazla şeyler anlatmaya başlar. İnsanlar tanıdıkça, sıradan insanlar
olmaktan çıkar. Ancak o zaman şeyler, olaylar ve konular anlaşılır olmaya; bir
yoğunluk, ilginçlik, heyecan vericilik kazanmaya başlar.
Ama bu günkü toplum, korkunç ritmi; bilgilerin yüzeyselliği
ile bunun bütün yollarını da tıkamış bulunmaktadır.
Böylece tıpkı bir kara delik gibi, kendi kendini besleyen
bir süreç gelişmektedir kapitalizmde. Yolculuk da, Tecrübe de, Onlar üzerine
Düşünüp taşınma, derinleşme de; bunun için kaynaklar da, olanaklar da tüm hızla
tükenmektedir. İnsan yok olmaktadır. Biyolojik bir varlık yok olmadan önce,
sosyal bir yaratık olarak insan yok olmaktadır.
İşte böyle bir dünyada, Che’nin filmi, Küçük Kara Balığın
hikayesidir.
Beki bu filmi seyredenlerden
biri, yine o “Küçük Kara Balık” gibi, meraklanıp bir başka
seyahate çıkabilir.
Merak her şeyin başıdır.
19 Kasım 2004 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder