10 Ekim 2014 Cuma

Taşları Bağlayıp İtleri Sokağa Salmak

Bu memlekette yaşayan herkes bilir ki, adına “Seferberlik Tetkik Kurulu” veya “Özel Savaş Dairesi” veya “Jitem” veya “Ergenekon” denen “Devrin Devlet”in avadanlığı bir oluşum vardır ve istediği an Türkiye’nin her yerinde, kimi zaman bozkurt işaretiyle, kimi zaman tekbir sesleriyle, ama her zaman örgütlü ve yedekte tuttuğu milislerini, şu birkaç gün içinde olduğu gibi, sokağa çıkarabilir. Hedef aldığı demokratik veya ezilen kesimlerin “can ve mal güvenliğini” bir anda yok edebilir.
Bir caminin bombalandığı veya bir Atatürk heykelinin yıkıldığı veya birkaç polisin kurşunlandığı rivayetleri, söylentileri (veya bizzat yine bunlarca yapılması) bir vesile olur.
Birden bire “dini” veya “milli hisleri” kabaran (Nedense hiç “demokratik hisleri” kabarmaz. Çünkü bu devletin ve itlerinin böyle hisleri yoktur) bindirilmiş kıtalar sokakları doldururlar.
Yine bakın, mesaj verilip karşı taraf geri adım atmaya zorlandıktan veya istenene ulaşıldıktan sonra, her şey tıpkı başladığı gibi bıçakla kesilmişçesine durulur.

Ama açın gazeteleri bakın, gazeteler bir yana, en demokrat veya liberal bilinenlerin twitlerine, facebook yorumlarına, bloglarına bakın. Sanki böyle bir şey yokmuşçasına “tehlikeli gelişme”; “ne oluyoruz”, “bu insanlara ne oldu” gibisinden yorumlar, başlıklar gırla gider.
Bu koskoca avadanlık, bu ruh-ül habis, sanki hiç yokmuşçasına tartışılır her şey.
En gözüm parmağına bir örnek: Ellerinde sopalar, silahlarla, Türk bayraklarıyla, bozkurt selamlarıyla yürüyenlerin resminin yanında “Sokak Yatışmıyor 35 Ölü” gibi masum bir başlık görebilirsiniz. O yatışmayan soyut bir “Sokak” değil, tepeden tırnağa örgütlü Türk Devletidir. Bu resme ve anlatılan olaylara uygun bir tek başlık vardır oysa: Devlet örgütleyip el altında tuttuğu faşist çeteleri sokağa sürdü.
Liberaller her zaman olduğu gibi kusma duygusu uyandıran aklıselim çağrıları yaparlar. Örneğin Oral Çalışlar gibiler “Hükümetin Hataları, HDP’nin hataları” diye “altın orta”yı savunan yazılar yazarlar.
Türkiye’de yaşamış herkes bilir ki, o ellerinde bayraklar, silahlar bulunduran, “Müslüman ve Türk” mahallenin “delikanlılarının hepsi, garibana, yoksula, demokrata efe kesilirler; devletin ve polisin karşısında yavşaklaşırlar. Çünkü doğdukları günden beri, somut tanımlanmış hakları olan modern yurttaşlar değil; onun bunun inayeti ve kayırmasıyla şu işe veya arpalığı elde eden; yine kendisi de kendinden alttakilere öyle davranan aveneler, kliyanlar olarak yetişmişlerdir. Bütün toplum aslında bir vasal süzeren ilişkisi içindedir tıpkı batı ortaçağında olduğu gibi. Orada yüzlerce küçük prens varken, burada, Şark’ta bir tek “Prens”, yani Devlet ve onun altında bir “silsilei meratip” vardır. Her vasal aynı zamanda bir süzerendir. Her avenenin kendi avenesi vardır. Bu ta evin içindeki aileye, babanın veya ananın şımarttığı çocuklarına kadar uzanır. Uçakta Avrupa’ya seyahat edenler bilirler, uçaklarda Türk çocukları sürekli ağlarlar. Alman’ın, Fransız’ın, İngiliz’in çocuğu ağlamaz.  O ağlayan Türk çocukları, daha yumurtadan çıktıkları günden beri ağlayarak veya ağlatarak; yalvararak veya yalvartarak bir şeyleri vermeye veya almaya şartlanmışlardır. Doğu’nu ve Batı’nın farkı budur. Hakları ve görevleri belirlenmemiştir çünkü. Başka bir varoluşun mümkün olduğunu bile bilmezler.
Bu devlet var oldukça ilişkiler böyle kalır ve bu ilişkiler var oldukça bur devleti yeniden üretir. Tüm toplumu ve toplumsal ilişkilere sürekli zehrini akıtan ise bu devlettir. Bu devlet bütün kötülüklerin ve pisliklerin anasıdır.
Devlet, bu teknik olarak en modern süpersonik uçakları kullanır; internet aracılığıyla e-devlet kurar, bu teknik olarak modern araçları kullanan devlet yapısal olarak aslında Türkiye’de feodalizmin ta kendisidir.
Demokratik Devrim bu nedenle her şeyden önce bu devleti parçalamak zorundadır. Bu devlet ne kadar modern bir örgütlenme olursa o kadar feodal olmaya devam eder. Çünkü yapısının özü modern toplumla ve unun için gerekli üstyapıyla, yani demokrasiyle çelişir.
Düz mantığın anlayamadığı diyalektik bu devletin modernleştikçe antikalaştığı ve gericileştiğidir.
Aslında metodolojik olarak anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Biyolojiden bir örnek verelim
Yumuşakçaları ele alalım, bunlar neredeyse ta Kambriyum Patlama’dan beri var olan neredeyse ilk çok hücreli canlılardır. VE o zamandan beri kendi içlerinde bir evrim de geçirirler. Örneğin, örneğin Ahtapotlar, mürekkep balıkları özünde birer yumuşakçadırlar ve bir zamanlar tıpkı midyeler gibiydiler. Milyonlarca yılda, zekâyı, bukalemunlar gibi gizlenme tekniklerini, insan gözü gibi çok gelişmiş gözleri, Balıkların pervaneli uçakla kıyaslanabilir yüzme teknikleri karşısında, jet uçaklarıyla kıyaslanabilir hareket yöntemleri geliştirmişlerdir. Ama temel yapıları değişmemiştir. Omurgasız bir yumuşakça olarak kalmaya devam ederler.
Bu devlet de öyledir. En modern kullansa, en modern tekniklerle de örgütlense, yapısı gereği, Sümerlerden, Firavunlar çağından kalmaya devam eder. Yapısının özü değişmez ve değişmemiştir.
Bu devlet modern burjuva devlet değildir. Modern burjuva devlet, haklar üzerinden iş görür. Bu haklar az veya çok olabilir. Şark devleti ise, koruma ve tolerans üzerinden. Hep ona gebe kalacaksındır. Hep ipleri elinde tutar, hiçbir hakkı tanımaz.
İşte şu “barış süreci” denen rezalete bir bakın. “Barış Süreci” adına bütün çıkarılan yasalar aslında devletin memurlarını korumaya yönelik; onlara garantiler vermeye yönelik değişikliklerdir. Kürtlere ya da halka yönelik en küçük bir hak yoktur ortada.
Hâlbuki bunca görüşmeye ne gerek var? Eğer Kürtlerin varlığını kabul etmişsen ve bu iş demokrasi ile çözülür demişsen, görüşmeye bile gerek yoktur. Kürtçeyi de eğitim dili olarak tanırsın; Osmanlı artığı valileri kaldırırsın, bir genel af ilan edip herkesin legal politika yapmasının olanaklarını sunarsın. Bunu yaptığın an zaten çağ atlamış olursun. Aslında bu bile henüz demokrasi olmaktan uzaktır ama en azından güney Avrupa ülkeleri ayarında bir ilişkiler sistemi kurar.
Ama bütün bunlar olmaz. Çünkü bunlar olduğunda o Sümerlerden, Firavunlar çağından kalma devlet o ilişkiler içinde varlığını sürdüremez. Bu nedenle “Barış Süreci” bile bu devletin varlığını meşrulaştırmanın; dokunulmazlığını tasdik ettirmenin bir aracı olur.
Bunlar apaçık ama bu ülkede söylenmeyen, konuşulmayan, herkesin bildiği sırlardır.
En solcusu bile bütün bunlar yokmuş gibi politika yapar.
O halde, her kim ki “kardeş Kavgası”ndan;  “aklıselim”den söz ediyor o bu devletin fiili bir destekçisi işlevi görüyordur. Bir demokrat ile bir milliyetçi kardeş değildir ve olamaz.
Ancak bu olayları yapanların kim olduğu doğru konur ve tanımlanırsa bir parça demokratik (bırakalım “sosyalist”i bir yana) politika yapılabilir.
O halde açık olalım. Bu saldırıları galeyan gelen halk falan yapmamıştır. Kendisine dokunulmayacağı garantisi olmasa; o milli hisleri galeyana gelenlerin hiç biri yerinden kımıldamaz. Nereden biliyoruz? İki noktadan. Birincisi, işareti aldıklarında ortaya çıktıkları gibi toz olurlar. İkincisi,  bu bayların demokratik hisleri hiç galeyana gelmez. Yani demokratik hisleri yoktur; devletin de yoktur ve olamaz.
O halde bir tek suçlu vardır: Devlet.
Evet, gerçek budur.
Liberaller hayaller yayarlar: askeri vesayet geriletilmiş. Daha radikalleri “Kemalist ideoloji”den söz ederler. Sanki ortadaki sorun ideolojiymiş gibi. Bu devlet Kemalist olmadan önce Osmanlı idi ondan önce Bizans’tı ve dün Mille Şef veya Ebedi Şefçi olduğu; 46’dan sonra Çok partili ve demokratik olduğu gibi, yarın Kürtçü de olabilir.
Bu bir yapı sorunudur. Devlet içindeki bir gücün geriletilmesi veya ideoloji sorunu değil. Bu devlet bu yapısıyla var oluğu sürece hiçbir zaman askeri vesayet falan gerilemez.
Bu devletin yapısı parçalanıp tamamen başka anatomisi ve yapısı olan başka bir “devlet” kurulana kadar bu askeri vesayetin değişmesi söz konusu değildir. Zaten “Askeri vesayet” kavramı bile, bu yarattığı yanlış algı ve yanılsamayla bu “vesayet” denen yapının sürdürüleceğinin ve sürdürülmesinin bir aracıdır.
Eğer gerçekten bu yapıyla mücadele etmeye niyetli bir sınıf, bir iktidar olsa, daha yıllar önceden, bir fikri akım iken, bu devletin yapısına karşı doğru dürüst kavramlar ve tahliller geliştirir, bu değişikliğin fikri temelini hazırlardı. Maalesef bu noktadan çok gerilerdedir en radikal görünen toplumsal muhalefet bile. En sözde radikaller, (örneğin Gezi’dekiler) alternatif toplum falan derken en başta bu devlet gerçekliğinin üzerinden atlayarak aslında onu varlığını tartışma konusu olmaktan çıkarırlar ve farkına varmadan onun basit avadanlıklarına dönüşürler.
*
O halde Türkiye’de politika yapmak demek, bu her şeylere kadir hiçbir hak hukuk tanımayan canavara karşı mücadele demektir. Ama bu onun kucağında bir mücadele olmak zorundadır. Bu ise stratejik ve programatik bir öze ilişkin radikallik ile son derece geniş bir taktik esnekliği ve muazzam bir örgütlenme yeteneğini gerektirir. Bunu en iyi bilenler Kıvılcımlı, İsmet demir, Öcalan ve PKK’nın kadrolarıdır.
*
Bu gerçekten hareketle bakalım şimdi.
Evet, burjuvazinin, yani AKP’nin bu devleti değiştirmek gibi bir amacı olmadı hiç ama en azından belli sınırların ötesine geçmemeye dikkat ediyordu. Daha önce Gezi boyunca ve Hocalı mitinglerinde sinyalini verdiği gibi, bu geçişin yollarını döşüyordu. Bu yollar çoktan dönenmişti. Baştan beri, Cemil Çiçeğin ya da Eski MHP’linin ve şimdi de Diyarbakır’da katliamlar yapmış eski Vali’nin içişleri bakanı yapılması hep bu yönde mesajlardı. Cemil Çiçek’in meclis Başkanı yapılması ve Anayasa işleriyle görevlendirilmesi bile bu yönde bir mesajdı.
O devlet sabırla beklemesini ve sıranın kendisine geleceğini bilir. Sonunda emperyal hayallerin onları kucağına oturtacağını ve tam bu hayalleriyle kendisinin kurtarıcı gibi aranacağını da bilmektedir.
Öcalan’ın bütün politikasının özü şu olmuştur: bu devletin kucağında oturup da oradan biraz olsun kurtulmak isteyenlere her zaman için kapıları açmak, onların konumunu ve pozisyonunu güçlendiren politikalar sunmak.
Bütün ateşkesler gibi, dünkü Öcalan’ın her şeye rağmen diyaloga devam çağrısı da bu anlamda eski çizginin bir devamıdır.
Ancak karşısındakiler her zaman bunu bir zaaf olarak algılarlar. Ve tam da bu nedenle kaybederler.
İşte Murat Yetkin’lerin “Davudoğlu, PKK eylemlerini Öcalan mektubu ile bitirdi” yazıları, Serpil Çevikkan’ların “Gece 24’te Gelen mektup” yazıları; Murat Çelik’lerin “Akdoğan’dan HDP’ye Net Mesajl” gibi yazıları bu zaafın tipik örnekleridir. Hepsi bu devletin diliyle konuşmakla kalmazlar; aynı zaaf algısıyla maluldürler.
Yeni Şafak kandil ve Öcalan arasında çelişki varmış gibi göstermeye çalışarak aynı şeyi yapıyor. Bu sadece bir psikolojik savaş saldırısı değildir, kendilerini de buna inandırırlar.
Bütün bunlar aslında basının aynen eskisi gibi özel savaş aygıtının bir avadanlığı olmaya devam ettiğini de göstermektedir.
Biz çok açık biliyoruz ki olay şudur.
Türk devleti ve Hükümet çıkar ortaklığındadır. Çünkü Rojava deneyi, bu devletin ve hükümetin varlığını tehdit etmektedir. Bu da PKK’nın ve Öcalan’ın hareket alanını daraltmıştır. Bunlar arasındaki çelişkiler, belli bir hareket alanı sağlıyordu ve “Barış süreci” bu hareket alanının kendisinden başka bir şey değildi.
Burjuvazi (AKP) ve Devlet anti demokratik karakterleri gereği şu anki durumu da fırsat bilerek, bir taşta birkaç kuş vurma sevdasına kapılmışlardır. Rojava deneyini önce İŞİD eliyle o yetmezse tampon bölge diye kendileri girerek ezip olmamışa çevirmeyi planlıyorlar ve hedef olarak önlerine koymuş bulunuyorlar. İkisinin çıkarları şu an ortaktır.
Öte yandan Rojava’daki deneyin demokratik karakteri nedeniyle ne Barzani gibi Kürtlerden ne de diğer emperyalist ülkeler ve diğer bölge devletlerinden de fazla ve göstermelik olmayan bir destek alamayacağını biliyorlar. Bu fırsattır diye bastırıyorlar.
Türk Devleti’nin böylesini birden sokağa itlerini salması, AKP ve Derin devletin ittifakı ve bu konudaki kararlılığının göstergesidir.

Kobane bu yöndeki ilk kurban olarak seçilmiştir. Devamı gelecektir. Kobane'nin yenilgisi yeni katliamları getirir. Kobane’de aslında bölgenin geleceği için savaşılıyor.
İspanya’da Franko yenilseydi, Almanya demokratik bir İspanya arkasında iken Sovyetler’e saldıramazdı. Ayrıca bu yenilgi bütün Avrupa ve Dünya’da demokratik hareketin güçlenmesini getirirdi. İspanya’nın yenilgisi 50 milyon insanın kurban edilmesinin yolunu açtı.
Kobane’nin yenilgisi de, hem İŞİD’in, Hem de AKP ve Türk Devleti’nin iştahını açacak ve Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nı başlatması gibi çok daha büyük kan ve can kayıplarının yoluna girilecektir.
*
Peki, ne yapılabilir?
Bu gibi muazzam güçlere karşı mücadelede, devletlerin veya o devletlerin içindeki güçlerin arasındaki çelişkilerden yararlanarak bir noktaya kadar varoluş sürdürülebilir. PKK ve Kürt Özgürlük Hareketi şimdiye kadar bunu başarıyla uyguladı denebilir.
Ama gerçek bir alt üst oluş için, çok uzun vadeli, stratejik ve programatik, fikri hazırlık gerekir.
Hedef açıktır. Kobane ezilecek oradaki üç beş bin savaşçı ve gönüllü olarak orada kalanların katledilmesi sağlanacak. Sonra da oluşacak infiali kullanarak, başka Katliamları engellemek bahanesiyle Türkiye Diğer iki kantonu işgal edecek. Ondan sonra da iyice biti kanlanmış olarak PKK’yı tamamen ezmek için, “barış Süreci”ni bitirecektir.
Hesap ve hedef budur.
Şimdi “aman barış sürecine bir şey olmasın” diye itidal tavsiye edip PKK veya HDP’yi suçlayanlar, aslında bu gelecekteki katliamlara bilerek veya bilmeyerek destek olmaktadırlar ve fiilen barış sürecinin bitmesine hizmet etmektedirler. Barış sürecinin devamı, Hükümetin ve Devletin (ve de (IŞ)İD’in) Kobane’de yenilgisine bağlıdır.
Peki, ne yapmalı?
Birincisi, şu an Kobane için sokaklara çıkmaktan başka bir şey yapılamaz. Sokağa çıkınca da özel savaş dairesi ve itlerin saldırıları gelecektir. Bunu göze alarak, öz savunmayı sağlayarak çıkmak gerekir.
İkincisi, bu noktada sırf Kürtlere çağrı yapmak her zaman için yetersizdir. Sistemden memnun olmayan tepki göstermeye en yatkın kesim olan Laiklere, Alevilere ve “mütedeyyin” Müslümanlara çağrı yapılmalı.
Ama öncelikle Laikler ve Alevilerin sokağa çıkması sağlanmalıdır. Çünkü Kobane’nin ezilmesi, Radikal İslam’ın güçlenmesi ve baskının artması, Hükümetin de giderek daha hayâsızca, İslam’la tanımlanmış bir cumhuriyete doğru yeni adımlar atması anlamına gelecektir. Bu nedenle Kürtlere çağrı yapmaya zaten gerek yoktur. Kürtler zaten biliyorlar. Ama HDK ve HDP’ye düşen Laiklere, Alevilere ve Ilımlı Müslümanlara çağrı yapmasıdır; Kürt olarak konuşmayı bırakıp Demokrat olarak konuşmaya başlamalıdır.
Bizzat böyle bir çağrı bile, hükümete nasıl bir ateşle oynadığını göstererek ayıktırıcı bir etki yapabilir.
Bu çağrı CHP’ye yönelik yakınlaşma çabalarıyla desteklenmelidir. Örneğin, Kılıçdaroğlu’nun sadece Kobane için, orayı kurtarmak için bir tezkere önerisi hemen açıkça desteklenebilir. Bu CHP kitlesiyle bir yakınlaşma yaratıp, sokağa onların da yavaş yavaş ilgi duymasına yol açabilir.
Türkiye ölçüsünde ilk yapılabilecek olanlar bunlardır.
Uluslar arası ölçüde ise, şunlar yapılabilir:
Hala PKK’nın elinde güçlü bir koz vardır. Şu an İŞİD’le baş edebilecek ve geniş Sünni Arapları da en azından tarafsızlaştırabilecek; gelen silahların İŞİD’in eline geçemeyeceği tek hareket PKK veya YPG’dir.
ABD’ye ve diğer Avrupalı devletlere açıktan ittifak önerilmelidir.
Rusya, Çin, İran da bu durumdan aşırı rahatsızdır. Onlarla Kobane’ye hareket alanı sağlayacak ittifak yolları aranmalıdır.
Şu an Kobane’yi kurtarmak için Şeytanla ve Şeytanın büyük annesiyle bile ittifak yapılabilir.
Çünkü Kobane’nin kurtarılması ilerdeki daha büyük acıların engellenmesi demektir.
En geniş taktik esneklikten çekinilmemelidir.
Ama böyle durumlarda taktik esneklikler her zaman stratejik olarak radikalleşme ile atbaşı gitmelidir.
Özgürlük Hareketi, dillerin ve dinlerin eşitliğini, onların politik birimler olarak eşit olarak tanımlanması; daha doğrusu bu eşitlik ve temsilin, Paternalist bir Kürt garantisi altında olması biçiminde savunmaktadır.
Biz ise yıllardır, bu eşitliğin gerçekten demokratik olarak, dillerin ve dinlerin eşitliğinin, ulusun dille ve dinle tanımlanmasını ortadan kaldırarak; yani dil ve dinin politik bir birim olmaktan çıkarılmasıyla sağlanabileceğini savunuyoruz.
Böyle bir radikalleşme adımı atmaları gerekmektedir.
Böylesine radikalleşmiş bir strateji ve program o taktik manevralarla birleştiğinde, belki çok geç olduğu için Kobane’yi kurtaramaz ama tıpkı Öcalan’ın yakalandığında, Öcalan’ın geriye taktik adımlarını; programatik ve stratejik olarak daha derin bir radikalleşmeyle taçlandırması ve hareketi bugün bulunduğu noktaya getirmesi gibi; hareketin yeniden toparlanması ve ileride daha güçlü olarak öne çıkması için temel koşul yerine getirilmiş olur.
Bugünkü program ile bizim yıllardır önerdiğimiz ama HDP’nin gündemine bile aldırmayı başaramadığımız programın farkını yazılarda tekrar anlatmayı deneyelim.
Demir Küçükaydın
10 Ekim 2014 Cuma




Hiç yorum yok: