Bu memlekette yaşayan herkes bilir ki, adına “Seferberlik
Tetkik Kurulu” veya “Özel Savaş Dairesi” veya “Jitem” veya “Ergenekon” denen
“Devrin Devlet”in avadanlığı bir oluşum vardır ve istediği an Türkiye’nin her
yerinde, kimi zaman bozkurt işaretiyle, kimi zaman tekbir sesleriyle, ama her
zaman örgütlü ve yedekte tuttuğu milislerini, şu birkaç gün içinde olduğu gibi,
sokağa çıkarabilir. Hedef aldığı demokratik veya ezilen kesimlerin “can ve mal
güvenliğini” bir anda yok edebilir.
Bir caminin bombalandığı veya bir Atatürk heykelinin
yıkıldığı veya birkaç polisin kurşunlandığı rivayetleri, söylentileri (veya
bizzat yine bunlarca yapılması) bir vesile olur.
Birden bire “dini” veya “milli hisleri” kabaran (Nedense hiç
“demokratik hisleri” kabarmaz. Çünkü bu devletin ve itlerinin böyle hisleri
yoktur) bindirilmiş kıtalar sokakları doldururlar.
Yine bakın, mesaj verilip karşı taraf geri adım atmaya
zorlandıktan veya istenene ulaşıldıktan sonra, her şey tıpkı başladığı gibi bıçakla
kesilmişçesine durulur.
Ama açın gazeteleri bakın, gazeteler bir yana, en demokrat
veya liberal bilinenlerin twitlerine, facebook yorumlarına, bloglarına bakın.
Sanki böyle bir şey yokmuşçasına “tehlikeli
gelişme”; “ne oluyoruz”, “bu insanlara ne oldu” gibisinden
yorumlar, başlıklar gırla gider.
Bu koskoca avadanlık, bu ruh-ül habis, sanki hiç
yokmuşçasına tartışılır her şey.
En gözüm parmağına bir örnek: Ellerinde sopalar, silahlarla,
Türk bayraklarıyla, bozkurt selamlarıyla yürüyenlerin resminin yanında “Sokak Yatışmıyor 35 Ölü” gibi masum bir
başlık görebilirsiniz. O yatışmayan soyut bir “Sokak” değil, tepeden tırnağa
örgütlü Türk Devletidir. Bu resme ve anlatılan olaylara uygun bir tek başlık
vardır oysa: Devlet örgütleyip el altında tuttuğu faşist çeteleri sokağa sürdü.
Liberaller her zaman olduğu gibi kusma duygusu uyandıran
aklıselim çağrıları yaparlar. Örneğin Oral Çalışlar gibiler “Hükümetin Hataları, HDP’nin hataları”
diye “altın orta”yı savunan yazılar yazarlar.
Türkiye’de yaşamış herkes bilir ki, o ellerinde bayraklar,
silahlar bulunduran, “Müslüman ve Türk” mahallenin “delikanlılarının hepsi,
garibana, yoksula, demokrata efe kesilirler; devletin ve polisin karşısında
yavşaklaşırlar. Çünkü doğdukları günden beri, somut tanımlanmış hakları olan
modern yurttaşlar değil; onun bunun inayeti ve kayırmasıyla şu işe veya
arpalığı elde eden; yine kendisi de kendinden alttakilere öyle davranan aveneler,
kliyanlar olarak yetişmişlerdir. Bütün toplum aslında bir vasal süzeren
ilişkisi içindedir tıpkı batı ortaçağında olduğu gibi. Orada yüzlerce küçük
prens varken, burada, Şark’ta bir tek “Prens”, yani Devlet ve onun altında bir
“silsilei meratip” vardır. Her vasal aynı zamanda bir süzerendir. Her avenenin
kendi avenesi vardır. Bu ta evin içindeki aileye, babanın veya ananın
şımarttığı çocuklarına kadar uzanır. Uçakta Avrupa’ya seyahat edenler bilirler,
uçaklarda Türk çocukları sürekli ağlarlar. Alman’ın, Fransız’ın, İngiliz’in
çocuğu ağlamaz. O ağlayan Türk çocukları,
daha yumurtadan çıktıkları günden beri ağlayarak veya ağlatarak; yalvararak
veya yalvartarak bir şeyleri vermeye veya almaya şartlanmışlardır. Doğu’nu ve
Batı’nın farkı budur. Hakları ve görevleri belirlenmemiştir çünkü. Başka bir
varoluşun mümkün olduğunu bile bilmezler.
Bu devlet var oldukça ilişkiler böyle kalır ve bu ilişkiler
var oldukça bur devleti yeniden üretir. Tüm toplumu ve toplumsal ilişkilere
sürekli zehrini akıtan ise bu devlettir. Bu devlet bütün kötülüklerin ve
pisliklerin anasıdır.
Devlet, bu teknik olarak en modern süpersonik uçakları kullanır;
internet aracılığıyla e-devlet kurar, bu teknik olarak modern araçları kullanan
devlet yapısal olarak aslında Türkiye’de feodalizmin ta kendisidir.
Demokratik Devrim bu nedenle her şeyden önce bu devleti
parçalamak zorundadır. Bu devlet ne kadar modern bir örgütlenme olursa o kadar
feodal olmaya devam eder. Çünkü yapısının özü modern toplumla ve unun için
gerekli üstyapıyla, yani demokrasiyle çelişir.
Düz mantığın anlayamadığı diyalektik bu devletin
modernleştikçe antikalaştığı ve gericileştiğidir.
Aslında metodolojik olarak anlaşılamayacak bir yanı yoktur.
Biyolojiden bir örnek verelim
Yumuşakçaları ele alalım, bunlar neredeyse ta Kambriyum
Patlama’dan beri var olan neredeyse ilk çok hücreli canlılardır. VE o zamandan
beri kendi içlerinde bir evrim de geçirirler. Örneğin, örneğin Ahtapotlar,
mürekkep balıkları özünde birer yumuşakçadırlar ve bir zamanlar tıpkı midyeler
gibiydiler. Milyonlarca yılda, zekâyı, bukalemunlar gibi gizlenme tekniklerini,
insan gözü gibi çok gelişmiş gözleri, Balıkların pervaneli uçakla
kıyaslanabilir yüzme teknikleri karşısında, jet uçaklarıyla kıyaslanabilir
hareket yöntemleri geliştirmişlerdir. Ama temel yapıları değişmemiştir. Omurgasız
bir yumuşakça olarak kalmaya devam ederler.
Bu devlet de öyledir. En modern kullansa, en modern
tekniklerle de örgütlense, yapısı gereği, Sümerlerden, Firavunlar çağından
kalmaya devam eder. Yapısının özü değişmez ve değişmemiştir.
Bu devlet modern burjuva devlet değildir. Modern burjuva
devlet, haklar üzerinden iş görür. Bu haklar az veya çok olabilir. Şark devleti
ise, koruma ve tolerans üzerinden. Hep ona gebe kalacaksındır. Hep ipleri
elinde tutar, hiçbir hakkı tanımaz.
İşte şu “barış süreci” denen rezalete bir bakın. “Barış
Süreci” adına bütün çıkarılan yasalar aslında devletin memurlarını korumaya
yönelik; onlara garantiler vermeye yönelik değişikliklerdir. Kürtlere ya da
halka yönelik en küçük bir hak yoktur ortada.
Hâlbuki bunca görüşmeye ne gerek var? Eğer Kürtlerin
varlığını kabul etmişsen ve bu iş demokrasi ile çözülür demişsen, görüşmeye bile
gerek yoktur. Kürtçeyi de eğitim dili olarak tanırsın; Osmanlı artığı valileri
kaldırırsın, bir genel af ilan edip herkesin legal politika yapmasının olanaklarını
sunarsın. Bunu yaptığın an zaten çağ atlamış olursun. Aslında bu bile henüz
demokrasi olmaktan uzaktır ama en azından güney Avrupa ülkeleri ayarında bir
ilişkiler sistemi kurar.
Ama bütün bunlar olmaz. Çünkü bunlar olduğunda o Sümerlerden,
Firavunlar çağından kalma devlet o ilişkiler içinde varlığını sürdüremez. Bu
nedenle “Barış Süreci” bile bu devletin varlığını meşrulaştırmanın;
dokunulmazlığını tasdik ettirmenin bir aracı olur.
Bunlar apaçık ama bu ülkede söylenmeyen, konuşulmayan,
herkesin bildiği sırlardır.
En solcusu bile bütün bunlar yokmuş gibi politika yapar.
O halde, her kim ki “kardeş Kavgası”ndan; “aklıselim”den söz ediyor o bu devletin fiili
bir destekçisi işlevi görüyordur. Bir demokrat ile bir milliyetçi kardeş
değildir ve olamaz.
Ancak bu olayları yapanların kim olduğu doğru konur ve
tanımlanırsa bir parça demokratik (bırakalım “sosyalist”i bir yana) politika
yapılabilir.
O halde açık olalım. Bu saldırıları galeyan gelen halk falan
yapmamıştır. Kendisine dokunulmayacağı garantisi olmasa; o milli hisleri
galeyana gelenlerin hiç biri yerinden kımıldamaz. Nereden biliyoruz? İki
noktadan. Birincisi, işareti aldıklarında ortaya çıktıkları gibi toz olurlar. İkincisi, bu bayların demokratik hisleri hiç galeyana gelmez.
Yani demokratik hisleri yoktur; devletin de yoktur ve olamaz.
O halde bir tek suçlu vardır: Devlet.
Evet, gerçek budur.
Liberaller hayaller yayarlar: askeri vesayet geriletilmiş.
Daha radikalleri “Kemalist ideoloji”den söz ederler. Sanki ortadaki sorun
ideolojiymiş gibi. Bu devlet Kemalist olmadan önce Osmanlı idi ondan önce Bizans’tı
ve dün Mille Şef veya Ebedi Şefçi olduğu; 46’dan sonra Çok partili ve
demokratik olduğu gibi, yarın Kürtçü de olabilir.
Bu bir yapı sorunudur. Devlet içindeki bir gücün geriletilmesi
veya ideoloji sorunu değil. Bu devlet bu yapısıyla var oluğu sürece hiçbir zaman
askeri vesayet falan gerilemez.
Bu devletin yapısı parçalanıp tamamen başka anatomisi ve
yapısı olan başka bir “devlet” kurulana kadar bu askeri vesayetin değişmesi söz
konusu değildir. Zaten “Askeri vesayet” kavramı bile, bu yarattığı yanlış algı ve
yanılsamayla bu “vesayet” denen yapının sürdürüleceğinin ve sürdürülmesinin bir
aracıdır.
Eğer gerçekten bu yapıyla mücadele etmeye niyetli bir sınıf,
bir iktidar olsa, daha yıllar önceden, bir fikri akım iken, bu devletin
yapısına karşı doğru dürüst kavramlar ve tahliller geliştirir, bu değişikliğin
fikri temelini hazırlardı. Maalesef bu noktadan çok gerilerdedir en radikal
görünen toplumsal muhalefet bile. En sözde radikaller, (örneğin Gezi’dekiler)
alternatif toplum falan derken en başta bu devlet gerçekliğinin üzerinden
atlayarak aslında onu varlığını tartışma konusu olmaktan çıkarırlar ve farkına
varmadan onun basit avadanlıklarına dönüşürler.
*
O halde Türkiye’de politika yapmak demek, bu her şeylere
kadir hiçbir hak hukuk tanımayan canavara karşı mücadele demektir. Ama bu onun
kucağında bir mücadele olmak zorundadır. Bu ise stratejik ve programatik bir
öze ilişkin radikallik ile son derece geniş bir taktik esnekliği ve muazzam bir
örgütlenme yeteneğini gerektirir. Bunu en iyi bilenler Kıvılcımlı, İsmet demir,
Öcalan ve PKK’nın kadrolarıdır.
*
Bu gerçekten hareketle bakalım şimdi.
Evet, burjuvazinin, yani AKP’nin bu devleti değiştirmek gibi
bir amacı olmadı hiç ama en azından belli sınırların ötesine geçmemeye dikkat
ediyordu. Daha önce Gezi boyunca ve Hocalı mitinglerinde sinyalini verdiği
gibi, bu geçişin yollarını döşüyordu. Bu yollar çoktan dönenmişti. Baştan beri,
Cemil Çiçeğin ya da Eski MHP’linin ve şimdi de Diyarbakır’da katliamlar yapmış
eski Vali’nin içişleri bakanı yapılması hep bu yönde mesajlardı. Cemil Çiçek’in
meclis Başkanı yapılması ve Anayasa işleriyle görevlendirilmesi bile bu yönde
bir mesajdı.
O devlet sabırla beklemesini ve sıranın kendisine geleceğini
bilir. Sonunda emperyal hayallerin onları kucağına oturtacağını ve tam bu
hayalleriyle kendisinin kurtarıcı gibi aranacağını da bilmektedir.
Öcalan’ın bütün politikasının özü şu olmuştur: bu devletin
kucağında oturup da oradan biraz olsun kurtulmak isteyenlere her zaman için
kapıları açmak, onların konumunu ve pozisyonunu güçlendiren politikalar sunmak.
Bütün ateşkesler gibi, dünkü Öcalan’ın her şeye rağmen
diyaloga devam çağrısı da bu anlamda eski çizginin bir devamıdır.
Ancak karşısındakiler her zaman bunu bir zaaf olarak
algılarlar. Ve tam da bu nedenle kaybederler.
İşte Murat Yetkin’lerin “Davudoğlu,
PKK eylemlerini Öcalan mektubu ile bitirdi” yazıları, Serpil Çevikkan’ların
“Gece 24’te Gelen mektup” yazıları;
Murat Çelik’lerin “Akdoğan’dan HDP’ye Net
Mesajl” gibi yazıları bu zaafın tipik örnekleridir. Hepsi bu devletin
diliyle konuşmakla kalmazlar; aynı zaaf algısıyla maluldürler.
Yeni Şafak kandil ve Öcalan arasında çelişki varmış gibi
göstermeye çalışarak aynı şeyi yapıyor. Bu sadece bir psikolojik savaş
saldırısı değildir, kendilerini de buna inandırırlar.
Bütün bunlar aslında basının aynen eskisi gibi özel savaş aygıtının
bir avadanlığı olmaya devam ettiğini de göstermektedir.
Biz çok açık biliyoruz ki olay şudur.
Türk devleti ve Hükümet çıkar ortaklığındadır. Çünkü Rojava
deneyi, bu devletin ve hükümetin varlığını tehdit etmektedir. Bu da PKK’nın ve
Öcalan’ın hareket alanını daraltmıştır. Bunlar arasındaki çelişkiler, belli bir
hareket alanı sağlıyordu ve “Barış süreci” bu hareket alanının kendisinden
başka bir şey değildi.
Burjuvazi (AKP) ve Devlet anti demokratik karakterleri
gereği şu anki durumu da fırsat bilerek, bir taşta birkaç kuş vurma sevdasına
kapılmışlardır. Rojava deneyini önce İŞİD eliyle o yetmezse tampon bölge diye
kendileri girerek ezip olmamışa çevirmeyi planlıyorlar ve hedef olarak önlerine
koymuş bulunuyorlar. İkisinin çıkarları şu an ortaktır.
Öte yandan Rojava’daki deneyin demokratik karakteri nedeniyle
ne Barzani gibi Kürtlerden ne de diğer emperyalist ülkeler ve diğer bölge
devletlerinden de fazla ve göstermelik olmayan bir destek alamayacağını
biliyorlar. Bu fırsattır diye bastırıyorlar.
Türk Devleti’nin böylesini birden sokağa itlerini salması,
AKP ve Derin devletin ittifakı ve bu konudaki kararlılığının göstergesidir.
Kobane bu yöndeki ilk kurban olarak seçilmiştir. Devamı
gelecektir. Kobane'nin yenilgisi yeni katliamları getirir. Kobane’de aslında
bölgenin geleceği için savaşılıyor.
İspanya’da Franko yenilseydi, Almanya demokratik bir İspanya
arkasında iken Sovyetler’e saldıramazdı. Ayrıca bu yenilgi bütün Avrupa ve
Dünya’da demokratik hareketin güçlenmesini getirirdi. İspanya’nın yenilgisi 50
milyon insanın kurban edilmesinin yolunu açtı.
Kobane’nin yenilgisi de, hem İŞİD’in, Hem de AKP ve Türk
Devleti’nin iştahını açacak ve Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nı başlatması gibi
çok daha büyük kan ve can kayıplarının yoluna girilecektir.
*
Peki, ne yapılabilir?
Bu gibi muazzam güçlere karşı mücadelede, devletlerin veya o
devletlerin içindeki güçlerin arasındaki çelişkilerden yararlanarak bir noktaya
kadar varoluş sürdürülebilir. PKK ve Kürt Özgürlük Hareketi şimdiye kadar bunu
başarıyla uyguladı denebilir.
Ama gerçek bir alt üst oluş için, çok uzun vadeli, stratejik
ve programatik, fikri hazırlık gerekir.
Hedef açıktır. Kobane ezilecek oradaki üç beş bin savaşçı ve
gönüllü olarak orada kalanların katledilmesi sağlanacak. Sonra da oluşacak
infiali kullanarak, başka Katliamları engellemek bahanesiyle Türkiye Diğer iki
kantonu işgal edecek. Ondan sonra da iyice biti kanlanmış olarak PKK’yı tamamen
ezmek için, “barış Süreci”ni bitirecektir.
Hesap ve hedef budur.
Şimdi “aman barış sürecine bir şey olmasın” diye itidal
tavsiye edip PKK veya HDP’yi suçlayanlar, aslında bu gelecekteki katliamlara
bilerek veya bilmeyerek destek olmaktadırlar ve fiilen barış sürecinin
bitmesine hizmet etmektedirler. Barış sürecinin devamı, Hükümetin ve Devletin
(ve de (IŞ)İD’in) Kobane’de yenilgisine bağlıdır.
Peki, ne yapmalı?
Birincisi, şu an Kobane için sokaklara çıkmaktan başka bir
şey yapılamaz. Sokağa çıkınca da özel savaş dairesi ve itlerin saldırıları
gelecektir. Bunu göze alarak, öz savunmayı sağlayarak çıkmak gerekir.
İkincisi, bu noktada sırf Kürtlere çağrı yapmak her zaman
için yetersizdir. Sistemden memnun olmayan tepki göstermeye en yatkın kesim
olan Laiklere, Alevilere ve “mütedeyyin” Müslümanlara çağrı yapılmalı.
Ama öncelikle Laikler ve Alevilerin sokağa çıkması sağlanmalıdır.
Çünkü Kobane’nin ezilmesi, Radikal İslam’ın güçlenmesi ve baskının artması,
Hükümetin de giderek daha hayâsızca, İslam’la tanımlanmış bir cumhuriyete doğru
yeni adımlar atması anlamına gelecektir. Bu nedenle Kürtlere çağrı yapmaya zaten
gerek yoktur. Kürtler zaten biliyorlar. Ama HDK ve HDP’ye düşen Laiklere,
Alevilere ve Ilımlı Müslümanlara çağrı yapmasıdır; Kürt olarak konuşmayı
bırakıp Demokrat olarak konuşmaya başlamalıdır.
Bizzat böyle bir çağrı bile, hükümete nasıl bir ateşle
oynadığını göstererek ayıktırıcı bir etki yapabilir.
Bu çağrı CHP’ye yönelik yakınlaşma çabalarıyla
desteklenmelidir. Örneğin, Kılıçdaroğlu’nun sadece Kobane için, orayı kurtarmak
için bir tezkere önerisi hemen açıkça desteklenebilir. Bu CHP kitlesiyle bir
yakınlaşma yaratıp, sokağa onların da yavaş yavaş ilgi duymasına yol açabilir.
Türkiye ölçüsünde ilk yapılabilecek olanlar bunlardır.
Uluslar arası ölçüde ise, şunlar yapılabilir:
Hala PKK’nın elinde güçlü bir koz vardır. Şu an İŞİD’le baş
edebilecek ve geniş Sünni Arapları da en azından tarafsızlaştırabilecek; gelen
silahların İŞİD’in eline geçemeyeceği tek hareket PKK veya YPG’dir.
ABD’ye ve diğer Avrupalı devletlere açıktan ittifak
önerilmelidir.
Rusya, Çin, İran da bu durumdan aşırı rahatsızdır. Onlarla Kobane’ye
hareket alanı sağlayacak ittifak yolları aranmalıdır.
Şu an Kobane’yi kurtarmak için Şeytanla ve Şeytanın büyük annesiyle
bile ittifak yapılabilir.
Çünkü Kobane’nin kurtarılması ilerdeki daha büyük acıların
engellenmesi demektir.
En geniş taktik esneklikten çekinilmemelidir.
Ama böyle durumlarda taktik esneklikler her zaman stratejik
olarak radikalleşme ile atbaşı gitmelidir.
Özgürlük Hareketi, dillerin ve dinlerin eşitliğini, onların
politik birimler olarak eşit olarak tanımlanması; daha doğrusu bu eşitlik ve
temsilin, Paternalist bir Kürt garantisi altında olması biçiminde savunmaktadır.
Biz ise yıllardır, bu eşitliğin gerçekten demokratik olarak, dillerin ve dinlerin eşitliğinin, ulusun dille ve dinle tanımlanmasını ortadan kaldırarak; yani dil ve dinin politik bir birim olmaktan çıkarılmasıyla sağlanabileceğini savunuyoruz.
Biz ise yıllardır, bu eşitliğin gerçekten demokratik olarak, dillerin ve dinlerin eşitliğinin, ulusun dille ve dinle tanımlanmasını ortadan kaldırarak; yani dil ve dinin politik bir birim olmaktan çıkarılmasıyla sağlanabileceğini savunuyoruz.
Böyle bir radikalleşme adımı atmaları gerekmektedir.
Böylesine radikalleşmiş bir strateji ve program o taktik manevralarla
birleştiğinde, belki çok geç olduğu için Kobane’yi kurtaramaz ama tıpkı
Öcalan’ın yakalandığında, Öcalan’ın geriye taktik adımlarını; programatik ve
stratejik olarak daha derin bir radikalleşmeyle taçlandırması ve hareketi bugün
bulunduğu noktaya getirmesi gibi; hareketin yeniden toparlanması ve ileride
daha güçlü olarak öne çıkması için temel koşul yerine getirilmiş olur.
Bugünkü program ile bizim yıllardır önerdiğimiz ama HDP’nin
gündemine bile aldırmayı başaramadığımız programın farkını yazılarda tekrar
anlatmayı deneyelim.
Demir Küçükaydın
10 Ekim 2014 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder