Bu gün dünyadaki her hangi bir soruna, insanlığın kurtuluşu,
hatta varoluşunu sürdürmek için önündeki en büyük engelin uluslar olduğunu görmeyen
ve ulusların varlığının fiili bir ırkçılık anlamına geldiğini kavramayan her
politik parti veya hareket, birden bire kendini en kötü gericiliğin destekçisi
olarak bulur.
Dünyaya böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve ondaki
politik gelişmeleri anlama ve onlara karşı bir politik tavır ve program
geliştirme şansınız olmaz.
Soruna böyle yaklaşmadığınız sürece, bu gün dünyaya egemen
olan ulus devletlerin ırkçı bir sistemin araçları olduğunu göremezsiniz. Yani
ırkçılığı bir tehlike olarak
görürsünüz, yeryüzü ölçüsünde var olan
bir sistem, gerçek olarak değil.
Böyle yaklaşmadığınız sürece siz bir ulusçulusunuzdur; insanların değil ulusların eşit olduğu
insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma
sahipsiniz demektir.
Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla
değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir dünya düzeni için mücadele etmeyi
bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri, Almanları,
Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına
karşı savaşmaya; Türk, Alman, Amerikan olmaktan çıkıp İnsan olmaya çağırmalıdırlar.
Biyolojik olarak elbette herkes insandır. Bu anlamıyla insan
küçük yazılır. Ama bir de büyük harfle yazılan İnsan vardır. Bu anlamıyla
İnsan, politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesini reddeden; ulusların ve
onların devletlerini yıkmak için mücadele eden demektir. Ulusların değil insanların eşit olduğu bir dünya için savaşandır.
İnsanlar (Küçük harfler insanlar) ancak, politik olanı
ulusal olanla tanımlamayı reddetmiş bir dünya cumhuriyetinde İnsan (Büyük
harflerle İnsan) olabilirler. Hem büyük harfle İnsan, ham de Türk, Alman,
Amerikan vs. olunamaz. Ama Türk, Alman veya Amerikalılar küçük harfle elbette
insandırlar. Yani insan denen canlı türüne dâhildirler. Bu anlamıyla insan biyolojik bir kavramdır, büyük harfla yazılan İnsan ise sosyolojik bir kavramdır.
Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, İnsanlar
üzerindeki diktatörlüğüdür. Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler,
Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır.
Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya
bu biçimde tanımlanmış bir ulusa göre mi, İnsan’a göre mi? Biri ulusal
devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesidir; diğeri dünya
cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
Demokratik bir Cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler,
Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir.
Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün ta
kendisidir.
“Proletarya diktatörlüğü” ancak İnsanların uluslar
üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Ulusal bir devlet formu içinde
var olamaz bir “proletarya diktatörlüğü”.
O halde, Sosyalist bir devrim, her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı
olmak zorundadır.
Dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir
soruna karşı bir politika ve program geliştirilemez. Ve bir anda politik olarak
“ofsayt”a düşülür.
*
Örneğin, Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici
ulusçuluktan kurtulma, onu aşma gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol
görülebilecek, “Avrupa Birliği, ulus devleti aşıyor” övgüleri hatırlanabilir.
Ama Ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, NASIL
TANIMLANIRSA TANIMLANSIN (yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre
tanımlanmış olsunlar fark etmez), insanlığın kurtuluşunun önündeki en büyük
engel, bütün sorunların başı olduğunu düşünen biri açısından, yani bir Devrimci
Marksist açısından, yani İnsan açısından, Avrupa Birliği, en gelişmiş biçimiyle
bile (Yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri
olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak tanımlaması hiçbir
kültürel ve tarihsel gönderme yapmaması durumunda bile), ulus devletin aşılması
değil; kendini Avrupa denen toprak parçasıyla sınırlamış; ulusu yere göre
tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan insanları her türlü haktan yoksun
kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır. Yani ilerici değil, gericidir.
Çünkü insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü doldurmuş ulusları ve ulusal
sınırları yaşatmaya çalışmaktadır.
O halde sosyalistler ya da İnsanlar için sorun: tıpkı
Türklüğü yok etmek olduğu gibi, Avrupalılığı da yok etmektir.
Yani Avrupa’ya girip girmemenin doğru veya yanlış olduğunu
Türkler veya Avrupalılar tartışır veya tartışabilir.
Ama sosyalistler ya da İnsanlar için tartışma Türklüğün ve
Avrupalılığın nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır.
Sosyalistlik ya da İnsanlık, Türklük ve Avrupalılık ile bir
arada bulunamaz ve uzlaşmaz. Birinin olduğu yerde diğeri var olamaz. İnsanlar
Türk veya Avrupalı olamaz, Avrupalı veya Türkler de İnsan olamaz. Tıpkı hem
Allah’a hem de Putlara inanılamayacağı gibi. Birinin olduğu yerde diğeri
olamaz.
Aynı şekilde bir Sosyalist de ancak İnsan olabildiğinde
Sosyalist olabileceğinden, bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı
olamaz. Tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avrupalı da bir Sosyalist (veya
İnsan) olamaz.
Ancak uluslara karşı mücadeleyi gündeminin başına koymuş,
tüm insanları ulusları, ulusal devletleri ve ulusal sınırları yıkmaya çağıran
bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir edebilir ve ona karşı mücadele
edebilir.
Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur.
Bütün dünyada, ulus perspektifinin ötesine gidememiş sol, örneğin Avrupa
Birliği sorununa hiçbir çözüm önerememektedir.
Ama eğer bu günkü en demokratik biçimiyle bile ulusal
devletin artık yeryüzü çapında ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola
çıkıyor ve insanlara uluslara ve ulusal devletlere karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız;
Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya da Avrupalıları,
Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa karşı
savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İnsan olmaya
çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmazsınız.
Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme
yönündeki yaklaşımları bir ilerleme ve demokratikleşme olarak görürsünüz.
*
Uluslar ve ulusçuluk artık ırkçılığın bir aracıdır. Bu özellikle
zengin ülkelerde açıkça görülebilir.
Örneğin onlar kendi hudutları dışındaki yoksul ülkelerin
insanlarının kendi sınırlarından “içeri”
girmemesi için duvarlar örüyorlar; her türlü engeli koyuyorlar. Ama yoksulların
bu “akınını” durduramıyorlar.
Ama bu “içeri” ve “Akın” kavramını ancak bir ulusçu,
dolayısıyla bir ırkçı kullanabilir.
“İçeri” denilen
yer, “Üçüncü dünya” denilen hapishanenin dışıdır.
“Akın”, yani saldırı, hücüm anlamında
kullanılan muazzam göç hareketi; bu hapishaneden bir kaçış, bir firardır.
Yani içeri ve akın kavramlarında gizlidir ırkçılık. Ama
bu ırkçılığı, bir Alman, bir Türk, bir Avrupalı’nın görmesi mümkün olmadığı
gibi, bizzat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar.
Bir Alman; bir Türk, Bir Avrupalı, bir “Yeni uluslar
göçü”nden, yoksulların bir “akın”ından söz edebilir ve edecektir.
Ama tüm insanların eşitliğini, bırakalım gerçek ekonomik
eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını bir yana, formel, hukuki eşitliğini,
savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ı, yoksulların kapatıldıkları
bantustandan, hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dışına kaçma, o
duvarları bilinçsiz bir yıkma; İnsan olabilmek için ayaklarıyla oy verme çabası
olarak görülür.
Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir
saldırı, bir “akın” olarak görülen, İnsan’a bir öz savunma olarak görülür.
Ulusçu bu akını durdurmaya çalışır. Yumuşak ya da “liberal” ulusçular,
üçüncü dünyaya daha fazla yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım
der; sert ulusçular, yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim
der. Farklı yöntemlere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akın”ı durdurmak!
İnsan’ın sorunu, bunu engellemek değil, bunun bütün
duvarları yıkan bir sele dönüşmesini sağlamaktır. İnsanlar veya sosyalistler,
hapishanenin veya duvarın dışına bireysel ya da toplu kapağı atma
girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları yıkmak için bir sosyal
harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle bir sosyal devrimci
hareketin tohumunu görür.
İşte soruna böyle bakmayan; İnsan değil; Türk, Alman,
Fransız, Avrupalı veya Amerikan olan sol, kendini “ofsayt”ta bulmaktadır.
Irkçılığın bir tehlike
değil gerçek olduğunu görmeden bu günkü dünyada bir politika üretmenin
olanağı yoktur.
Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir gerçek olduğunu ise
ancak İnsanlar görebilir; Türkler, Avrupalılar, Almanlar veya Amerikalılar
değil.
Bu günkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike
değildir. Elbet bu ırkçılık vardır. Hele savaş sonrasını ve 68’i yaşamamış doğu
Avrupa ülkelerinde bu ırkçılık oldukça da güçlüdür, ama artık dünyadaki
gelişmelere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılığa karşı mücadele içinde
hiçbir program ve perspektif geliştirilemez. Bu günün ırkçılığı, çok kültürlü
biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir.
Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına
dayanmaktadır. Bu günün dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan
yararlanamayan: İşgücü.
İşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşti haklara sahip
olması demek, ulusların, ulusal sınırların ve devletlerin ortadan kalkması
demektir.
Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre
bölebilmek ve her ülkede burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar
ve devletler sayesinde mümkün olmaktadır.
Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik
ırkçılık, ne burjuvazinin yayılma hayalleri ne de kapitalizm için hiçbir avantaj
sağlamamakta, aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu nedenle, ulusal devletleri
savunma, bir bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve çok
kültürlülüğe dayanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır.
Burjuvazinin böyle bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde,
hem dünyada ona daha geniş bir temel ve daha geniş bir hareket alanı
sağlamaktadır.
Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer
milliyetçiliğe geçişi; kaz adımlı Hitler selamlı milliyetçilikten; renkli ve
karnaval havalı milliyetçiliğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve bizzat
burjuvazinin içinde aynı zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da
gerçekleşmektedir. Bu düz bir süreç değil, çatışmalı, gel gitleri olan bir
süreçtir.
Türkiye’deki dönüşüm çabaları da, en radikal biçimleriyle
bile, klasik ırkçı milliyetçiliğin, “çok kültürlü” milliyetçilik karşısında
ciddi biçimde geri adım atmak zorunda kaldığı bir çatışmadır
Spor karşılaşmalarında görülen, “karnaval milliyetçiliği”
denen, “ulusal” renklerle yüzünü boyamalar veya onları her türlü politik ve
ciddi biçimin dışında kullanmalar, sadece klasik ırkçılıktan çok kültürlü ve
renkli bir ulusçuluğa geçiş anlamına gelmez. O aynı zamanda insanların herhangi
bir “ulustan” olmanın hiçbir politik anlamının olmadığı bir dünya cumhuriyeti
özlemlerinin bilinçsiz bir ifadesi olarak da görülebilir. Çünkü onların hepsi
tüm yeryüzünde aynı oyunları seyretmektedirler; renklere politik bir anlam
vermemektedirler.
Ulusların ve ulusçuluğun kendisini yeriden üretişinin içinde,
yani ancak ulusal takımlar olarak katılabilinen bir şampiyona içinde; “ulusal”
renklerin apolitikleştirilmesi, onu yok edecek tohumların yeşermesidir.
Türklerin, Brezilyalıların, Almanların, Türk, Brezilyalı, Alman olmaktan çıkıp
İnsan olma özlemlerini bilinçsizce ve imgelerle dile getirişidir.
Ama nasıl yeni dinler, balangıçta eski dinlerin içinde bir
tarikat, bir parti olarak ortaya çıkarlarsa; İnsanlar da ulus Dini içinde
ulusal bayrakları apolitikleştirerek ortaya çıkmaktadırlar.
Ama partiler ve tarikatler nasıl ancak eski dinin içinde bir
bölünme olmaktan çıkıp o dinle bir bölünmeye dönüşteklerinde yeni bir din
olabilirlerse, bu bilinçsiz hareket de “ulusal” renkleri apolitikleştirmeyi bırakıp,
tüm insanları aynı renkte, hiçbir ulusa, dile, dine, kültüre vs. bir gönderme
içermeyen bir bayrak altında birleştirebildiğinde, İnsan olmayı politikleştirdiğinde
yeni bir dine dönüşebilir.
29 Haziran 2014 Pazar
Yazıları
e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail
yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları
İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder