Ak
Şemsettin’in Rüyası, İşçi Hareketi, Kürt Ulusal Hareketi ve Gezi arasında ne
gibi bir ilişki olabilir? “Bahçelerde maydanoz gel bize bazı bazı” veya “Dam
üstünde saksağan vur beline kazmayı”
Evet
ilk bakışta böyledir. Ama bizler olayların görünen yüzü ile değil; derindeki
ilişkileriyle ilgilenirsek hiç üklımıza gelmeyen bağları görebiliriz. Zaten bilim
de budur.
Aşağıdaki
yazı yazıldığında, AKP henüz iktidara gelmemişti, yani İşçi Hareketi henüz
ağırlığını koymamıştı; Kürt hareketine karşı “Özel Savaş Rejimi” sürüyordu; Gezi
ortada yoktu, İstanbul Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu”ndaydı
2002
seçimlerinin arefesinde DEHAP’ın ve “Emek Demokrasi ve Barış Bloğu”nun yaptığı
Eyüp Mitingi doayısıyla yazılmış bir yazıyı yeniden yayınlıyoruz. Bugünkü HDK’nın
o zamanki biçimiydi o Blok.
Gezi,
ne kadar ileri gitmek istiyorsa o kadar geçmişe yönelmek zorundadır. Aşağıdaki
yazı bunun için küçük bir başlangıç, bir davettir.
DEHAP’ın Eyüp Mitingi’nin Düşündürdükleri
Bu Pazar, yani 27 Ekim
Pazar günü, seçimlerden tam bir hafta önce, Saat 10.00’da Eyüp’te Veysel Karani
Meydanı’nda DEHAP çatısı altında seçime giren, Emek Barış ve Demokrasi
Bloğu’nun, diğer bir ifadeyle, yükselen Kürt Ulusal Hareketi ile Türkiye
İşçi ve Sosyalist Hareketinden geriye ne kalmışsa bunun büyük çoğunluğunun
ve en iyi geleneklerinin ortaklaşa mitingi var.
Bu miting, Bloğun şimdiye
kadar vardığı noktayı göstereceği, yani bir bilanço çıkarma olanağı sunacağı
gibi, bundan sonraki dönemde yapılması gerekenleri de gösterecektir.
Ankara, Türkiye’nin idari ve politik başkenti ise, İstanbul,
Türkiye’nin Tarihi, Kültürel, Ekonomik ve
Sosyolojik başkentidir. Meksiko City, Kahire, Tahran, Sao Paulo, Bombay
gibi bir Megapoldür.
Son yılların tarihi, bu
megapollerdeki eğilimlerin politik ve kültürel etkilerinin sadece o ülkelerle
sınırlı kalmayan enternasyonal bir karakter kazandığını, adeta bir laboratuar
işlevi gördüklerini de göstermektedir. Bir bakıma Üçüncü Dünya’nın birer
laboratuarıdır bu megapoller.
En önemli politik ve
sosyal hareketler buralardan doğmaktadır. Eskisinden oldukça farklı bir
durumdur bu. Eskiden, Batı’nın metropol ülkelerinin izinden giderdi geri
ülkelerdeki politik ve sosyal hareketler. Şimdi ise, kendileri örneği olmayan
denemeler yapmaktadırlar bu megapoller bütün üçüncü dünya adına.
Sao Paulo ve Brezilya’nın
İşçi Partisi birbirinden ayrı düşünülemez. İşçi Partisi’nin deneyiminin bütün
“üçüncü dünya” ülkeleri için önemi ise kimse tarafından inkar edilemez.
İran devrimi ve izlediği
yol gibi, o harika İran sineması, Tahran megapolü olmadan tasavvur bile
edilemez.
Dünyayı ve Mısırı sarsan
radikal politik İslam’ın ideolojisi Kahire’de El Ezher gelenekleriyle megapol
yoksullarının buluşmasının ürünüdür.
Bin yıl boyunca, dünyanın
New York’uydu bu İstanbul ve üçüncü dünyanın diğer megapolleriyle
kıyaslanabilecek hiç bir kültürel veya sosyal bir deney koymadı ortaya.
İstanbul Proletaryası bir Lula çıkaramadı, bir İşçi Partisi yaratamadı.
İstanbul’un işçileri, bu gün Politik İslam’a yönelmiş durumda. Ama bu alanda da
durum daha az sefil değil. Bu gün AK Parti’de ifadesini bulan Türkiye’nin
politik İslam’ı, her zaman burjuvazinin damgasını taşıdı, devlet karşısında her
zaman yerlere kapandı, en azından teorik olarak bile milliyetçiliği reddetmesi
gerekirken, kendini “Milli Görüş” diye tanımlaması, onun
kişiliksizliğinin tipik bir örneğidir. AK partide zerrece bir yoksul ve
proleter damgası görülmez. İstanbul, Politik İslam’ın teorik merkezlerinden
biri değildir. Ortalığı kaplamışların hepsi, Mısır, İran, Pakistan gibi
ülkelerdekilerin kötü kopyalarıdırlar.
İstanbul Hafızasını
yitirmişti Türkiye gibi. Kültürel kaynaklarını kurutmuştu. Aslını inkar eden
bir haramzadeydi. Yitirilmiş bir hafızayla hiç bir orijinal fikir
geliştirilemez. Ama bu İstanbul, şimdi yavaş yavaş Kürt Ulusal Hareketinin
itkisiyle tekrar hafızasını kazanıyor. Geçmişiyle yüzleşmeye başlıyor. Bu itki
en açık ifadesini, Sezen Aksu’nun konserlerinin bileşiminde gösterir. Kürt
Ulusal Hareketi, yani Diyarbakır Çocuk Korosu, olmasa, orada ne Rum, ne Ermeni
şarkıları, yani İstanbul’un yitirdiği hafızası olamazdı.
Ama İstanbul, eski
zamanların gururuyla, hep taşralı ve aşağı, geri gördükleri tarafından öne
itilmeyi, eğitilmeyi hazmedemiyor, direniyor. Onu bir çocuk korosuyla temsil
ettirip, koruyuculuk rolüne soyunuyor, yaparsa bu işleri kendisinin yapacağını,
kimse tarafından eğitilme ve ileriye itilmeyi hazmedemeyeceğini ima ediyor.
ÖDP’nin Kürt hareketine hep bir rakip olarak bakışının ardında sadece politik
ve sınıfsal değil, böyle kültürel dirençlerin de büyük rolü vardır.
İşte Eyüp mitingi,
İstanbul’un komplekslerinden kurtuluşunun; kendi geçmişiyle yüzleşmeye açıktan
başlayışının; bu direnişin kırılışının politik bir sembolü de olmalıdır.
İstanbul bunu başardığı an, Tahran, Kahire, Sao Paulo, gibi kendi özgün
deneyini ortaya koyabilir. Bu deney, Politik İslam ve İşçi Hareketi’nin, Kahire
veya Tahran’ın varoşlarıyla Sao Paulo varoşlarının deneylerinin bir sentezi
olmalıdır ve olmak zorundadır.
*
DEHAP mitinginin
yapılacağı yerin Eyüp olması gerek İstanbul’un gerek İşçi ve Sosyalist
hareketin tarihi bakımından büyük önem taşımaktadır. Eyüp, bir bakıma, antik
tarihin gelenekleriyle, modern işçi hareketinin geleneklerinin buluştuğu
sembolik bir kesişme noktasıdır. Bu sembolün anlamı üzerinde biraz duralım.
Eyüp, her şeyden önce
Eyüp Sultan’ıyla meşhurdur ve adını da ondan alır.
Peki bu Eyüp Sultan
kimdir, neyin nesidir?
Eyüp Sultan’ın hakiki adı
Halid Bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensarî'dir. Adındaki Ensari, onun bir Medineli,
olduğunu gösterir. Eskiler “muhacirlik Peygamber zanaatıdır” derlerdi.
Muhammet de bir Peygamber olarak, Mekke’den Medine’ye modern çağın devrimcileri
gibi iltica etmiş orada “exil”de (sürgünde) yaşamıştır. İşte eskilerin
Hazreti Halit dedikleri, Eyüp Sultan, Medine’de Hazreti Muhammet’e mihmandarlık
yapan ve onu evinde misafir eden bir Medinelidir ve ilk Müslümanlardandır, “sehabe”dendir; yani “ilk saatin işçileri”ndendir.
Eyüp, İslamiyet’in ancak
geçen yüz yıldaki Marksizm’in yayılış hızıyla kıyaslanabilecek hızla yayılışı
sırasında, 668 yılında, yani hicretin 46. ıncı yılında, Emevilerin
gerçekleştirdiği İstanbul kuşatmasında ölen bu bayraktarın adıdır.
Ama Eyüp’ün o semte adını
veren bu günkü Türbe ve külliyenin olduğu yerde öldüğüne dair hiçbir delil yoktur. İstanbul’un fethinden sonra, daha
sonra Sultan Fatih adını alacak olan Türkmen delikanlısı Mehmet’in öğretmen
danışmanı Bayrami Tarikatinin şeyhi Akşemsettin, “rüyümda gördüm öldüğü yer
burasıdır” diyerek, bu günkü Türbenin olduğu yeri göstermiştir. Yani Eyüp
Sultan, İstanbul’u Feth eden barbar Oğuzların, bir gelenek yaratma ihtiyacının
ürünü olarak yaratılmıştır. Türbede, gerçekte Eyüp Sultan değil, Akşemsettin’in
Rüyası yatmaktadır.
Eyüp Sultan, muhtemelen,
İstanbul’un Müslüman bir geçmişi olmadığı için de, uydurma ama tek Müslüman
yatırıdır. İstanbul’da Müslümanların bu gün bile kutsal kabul ettiği mum yakıp
ziyaret ettiği bütün babalar ve evliyalar aslında, Bizans döneminin Hıristiyan
evliya ve azizleridirler.
Yıllar önce İstanbul
Üniversitesi Sosyoloji bölümünde, İstanbul’un Evliya ve yatırları ile ilgili
bir alan araştırması yapmıştı sınıftaki arkadaşlar. Araştırmanın çok ilginç bir
sonucu vardı. Bütün bu babalar aslında Hıristiyan’dı, İstanbul’un Müslüman
ahalisi, bu Hıristiyan babaları kendi evliyası olarak benimsemiş ama onları
Müslüman etmek için de Hıristiyan köklerini hiç de inkar etmeyen, aslında
tarihi bir gerçeği de sembolik olarak yansıtan bir hikaye uydurmuştu. Bu
hikayelerde bütün babalar ve evliyalar için aşağı yukarı aynıydı. Fatihin
orduları İstanbul’u kuşattığında, bir papaz gelip Fatih’in susamış askerlerine
ya su dağıtır, ya onların yaralarını sarar. Bu papaz veya Hıristiyan’ın yattığı
yerdir o her akşam mahallelinin mum yakıp ziyaret ettiği o türbe.
Açıktı ki, bunlar
Osmanlı, İstanbul’u almadan önce de, İstanbul’un Hıristiyan ahalisinin
yatırlarıydı. Müslümanlar bunları olduğu gibi benimsemişler, benimseyebilmek
için de, onları kendilerinin Hıristiyan destekçileri olarak tanımlamak için
hikayeler uydurmuşlardı.
Bu gün bile Yunanistan’a
giden, bu yatır geleneğinin, İstanbul’un ara sokaklarındaki yatırların
benzerlerinin Yunanistan’ın dört bir yanında, ıssız yol kenarlarında bile
yaşadığını, bir kaç mum ve eşyanın içine koyulduğu gerçek ya da potansiyel
yatırların yüzlercesini görür.
Yani İstanbul’un
yatırları Hıristiyan asıllıdır, biricik Müslüman yatırı olan Eyüp sultan ise,
Ak Şemsettin’in Rüyasından çıkmadır. Osmanlı İstanbul’u bütün bunları bilirdi.
Cumhuriyet ve Türklüğün icadıyla birlikte, İstanbul hafızasını yitirmiştir,
bütün bunları da unutmuştur
Bu yatır hikayelerinde
gerçek olan bir yan şudur. İstanbul Feth edilmemiştir, kapıları içinden
açılmıştır.
Her iki tarafın da içinde
karşılıklı işbirlikçiler vardır. Osmanlı, İstanbul’u feth etmeden önce henüz
kelimenin tam anlamıyla devlet değildir. Yeniçerilik henüz çok küçük bir hassa
alayı, bu günkü Cumhurbaşkanlığı Muhafız alayı benzeri bir grup askerdir. Ordu,
esas olarak dirlikçilerden veya bağımsız boylardan oluşmaktadır. Osmanlı, diğer
Türkmen ve Oğuz boyları arasında, “eşitler
arasında birinci” (primus inter pares)
durumdadır. Batı Ortaçağı’ndaki gibi bir durum söz konusudur. Diğer eşitler, İstanbul’un
alınışının, Osmanlı’yı eşitler arasında birinci olmaktan çıkaracağını, onu
devletleştireceğini ve kendi ağırlıklarının sonu anlamına geleceğini
bildikleri, o kandaş demokrasisinin son kalıntılarının sonunu; yani kendi
etkilerinin sonunu getireceğini bildikleri, sezdikleri için, İstanbul’un
alınmasını istememektedirler ve bu nedenle Bizans ile iş birliği yaparlar.
Zaten Osmanlı’da İstanbul’u alıp devletleştikten sonra hiçbir zaman bir daha
kapıkulu, devşirme (köle) olmayan birini sadrazam yapmamıştır.
Osmanlı içinde Bizans’ın
müttefikleri olduğu gibi, Bizans’ın içinde de, Osmanlı’nın müttefikleri vardır.
Çürümüş bu imparatorluğun her türlü gelişmenin ve refahın önünde bir engel
olduğunu gören Bizanslılar da Osmanlı ile işbirliği yapmaktadırlar. İstanbul,
bu gün anlatıldığı gibi, Ulubatlı Hasan’lar tarafından alınmamış, kapıları
yerli halk tarafından gizlice Fatih’in ordularına açılmıştır. İşte yukarıda
değinilen, yatırları Müslüman yapan hikayeler, aynı zamanda bu iş birliğinin
sembolik ifadeleridirler de.
Bu nedenledir ki, Fatih,
Hıristiyanlara geniş özerklikler tanımıştır. Osmanlı’nın sonraki büyümesinin
sırrı da buradadır.
Ahalisinin çoğunluğu
Hıristiyan bir ülkedeki Müslüman egemenliği, ancak böyle genişletilmiştir. Sırf
zorla hiçbir şey olmaz. Bunun hukuki biçimi de, şeri hukukun alanının daraltılması
ve sırf Müslümanlara geçerli kılınması, örfi
hukukun alanının genişletilmesidir.
Osmanlı, aslında örfi Hukuk, diyerek, Şeri hukuku, fiilen uygulanmaz kılmıştır.
Türkiye’deki laiklik
uygulaması, bu Örfi Hukuk geleneğinin bir uzantısı ve modern biçimi olarak da
görülebilir. Ama burada bir çelişki de vardır, Laikliğin ortaya çıktığı
yıllarda Hıristiyan ahali Ermeni ve Süryani Katliamı ve Rum Mübadelesi ile
tasfiye edildiğinden, Alevilik dışında toplumsal temeli kalmamıştır. Bu
nedenle, sözde Laik Türkiye, Müslüman Osmanlı’dan daha bağnaz daha “Müslüman”dır.
Eğer tarihle bir
paralellik kurarsak, bu günün ulusları, dünün dinleri gibiydiler. O dinlere ve
cemaatlere otonomi sağlayabildiği için Osmanlı öyle bir güç olabilmişti. Ulusçuluğun
ortaya çıkışı, bu dengeyi alt üst etti. Osmanlı topraklarında onlarca Ulus
kuruldu. Bu bölgenin kültürel ve iktisadi korkunç gerileyişinin, kanlı
katliamların yolunu açtı. Ama bu gün, ulusçuluğun tekrar, ilk doğduğu
zamanlardaki, kana, dile, soya bağlı olmayan, hukuki bir tanıma indirgenen,
diller, dinler karşısında nötr olan bir ulusçuluk, modern çağın cemaatleri olan
uluslar karşısında, Fatih’in yaptığına benzer bir işlev görebilir. Bu da klasik
Akdeniz-Ortadoğu uygarlığının birbirini izleyen ve devamı olan üç
imparatorluğunun; yani Roma, Bizans, Osmanlı topraklarının kültürel, ekonomik
ve siyasi birliğinin yolunu açabilir.
Şu an Orta Doğu ve
Balkanlar’da böyle bir programı olan birçok kültürel ve entelektüel damar var
ama güçlü bir tek politik akım var:
Kürt Hareketi.
Kürt Hareketinin yeni
stratejisinin onu formüle edenlerin bile düşünmediği tarihsel anlamı budur.
Tarihsel analojiyi buradan
kurduğumuzda, Eyüp mitingiyle, İstanbul’u Feth etmeye kalkan Kürt Ulusal
Hareketi, biraz Fatih’in ordularına benzemektedir. Buradaki Fetih, askeri
değil, siyasi bir Fetihdir. Eğer Feth ederse, tıpkı Osmanlı gibi Feth ettiği
tarafından Fetih de edilecektir, ama aynı zamanda İstanbul’u Feth etmiş,
İstanbul’un kültürel birikimini arkaya almış bir hareket olacaktır. Tıpkı,
Fatih’in İstanbul’u alışından sonra, hızla yayılması gibi, kısa zamanda, klasik
Osmanlı-Bizans bölgesini sarsacak ve aynı zamanda, Sao Paulo, Kahire, Tahran
gibi bir başka deneyi sunacaktır.
Kürt Hareketinin ulusal
olanla dil, etni ve kültüre ilişkin olanın bağını koparan demokratik programı
İstanbul’u feth etmeden Orta Doğu’yu feth edemez. Ama İstanbu’u feth ettiği an,
karşısındaki bütün engeller, birbiri ardınca hızla yıkılırlar. Ankara’nın yolu
İstanbul’dan geçer. İstanbul, Orta Doğu ve Balkanların kapısıdır.
İşte, bu Pazar
İstanbul’da yapılacak Miting, İstanbul’ Feth etmek için, Emevi ya da Fatih
ordularının bir zaman konakladığı yerde, Eyüp’te İstanbul’u siyasi olarak Feth
etmek için Kürt Ulusal hareketinin ilk siyasi hücumu anlamına gelmektedir.
Bir hücumla şehrin
düşeceği elbette söylenemez. Ama morali bozulabilir, sarsılabilir, şoka
uğratılabilir.
Ve tarihin gösterdiği
başka bir gerçek de var: İstanbul’un kapılarını içinden açacaklar gerekiyor.
Yoksa İstanbul’un surları dışarıdan saldırılarla yıkılmayacak kadar güçlüdür.
Bu surlar bu gün, kültürel surlar biçiminde varlıklarını sürdürüyorlar.
Yani Kürt Ulusal
Hareketi’ne, İstanbul’un kapılarını açacak, İstanbul’un Hıristiyan kökenli
evliyaları gibi bu gün İstanbullu evliyalar gerekiyor. İşte, Kürt Ulusal
Hareketi ile ittifaka giren Türk sosyalistleridirler bu günün evliyaları, İstanbul’un
kapılarını açacak ve onun sırlarını; zayıf yerlerini Kürt ulusal hareketine
anlatacaklar.
*
Fatihin ordularına
İstanbul’un kapılarını açan Hıristiyan evliyaların bu günkü karşılığı olan
ateist Evliyalar, Kürt Ulusal Hareketi ile ittifaka giren Türk sosyalistlerdir.
Bu sosyalistler ile de Eyüp arasında köklü bağlar vardır. Bu da İstanbul’un
bilinmeyen başka bir kuşatmasından gelir.
Türkiye sosyalist
hareketinin, İşçi Hareketinin deneylerinin sonuçlarını ortaya çıkarıp,
tecritten kurtulduğu, yoksul kitlelerle bağ kurduğu ilk yerdir Eyüp.
1957 seçimlerinde, Hikmet
Kıvılcımlı’nın önderi olduğu Vatan Partisi, burada yaptığı mitingle Türkiye
sosyalist ve komünist hareketi tarihinde ilk kez, küçük illegal bildireler ve
tevkifatlar çemberini kırıp binlerce işçiyle doğrudan ilişki kurup onlara yine ilk kez devrimci programını anlatmıştır.
İktidar İşçilerin
gösterdiği ilgiden korkup Kıvılcımlı’yı ve arkadaşlarını tutuklamış, gerisi
gelmemiştir ama bu 1957 Eyüp Mitingi, Türkiye sosyalist Hareketi’nin tarihinde
bir kopuş anlamına gelir.
Bunun anlamını görmek
için biraz gerilere gidelim.
1950’lerde traktörlerin
kıra girişi ile, köyden şehirlere muazzam bir göç başladı.
Bu göç, İstanbul’un
surları etrafında adeta Fatih’in orduları gibi İstanbul’u kuşatan gecekondu
semtlerinin oluşmasına yol açtı. Bizzat Gecekondu
kavramı da Dolmuş kavramı gibi, bu
yoğun yoksullaşma ve şehre göçün sonuçlarını yaşayanların, yaşadıkları
gerçekliği yine kendilerinin yarattığı kavramlarla tanımlamalarının ürünü
olarak ortaya çıkmıştır.
Köyden kopmuş ve hızla
proleterleşen bu geniş kitlelerin umutsuzlukları, eskiden Osmanlı
padişahlarının kılıç kuşandığı Eyüp Sultan külliyesine, bambaşka bir işlev
kazandırmıştı. İstanbul’un, umutsuz yoksullarının, proleterlerinin dilek
diledikleri, adaklar sundukları en önemli ziyaret yeri olmuştu. Yani Eyüp
Sultan, bir rastlantı ürünü olarak, umutsuz ve modern proleter kitlelerin,
durumlarına bir çözüm aradıkları bir uğrak yeriydi. Sisteme duyulan tepki,
dinsel biçimlerde yansıyordu, tıpkı bu gün işçilerin kapitalizme ve yoksulluğa
duydukları tepkinin AKP’ye kayması gibi.
Bu tepki nasıl olur da
sosyalizmin kanalına akabilirdi? Sorun buydu. Ama sorunun böyle koyulması bile
belli ön koşulları gerektirir. Önce bu ön koşullara değinelim.
Tıpkı 1960 sonrasında
yeniden doğanında olduğu gibi, 1960 öncesinin adeta TKP ve çevresinden ibaret
sosyalist hareketinde özünde farklı sınıfların eğilimlerini temsil eden farklı damarlar vardır.
Bu damarlardan biri,
aydınlara dayanan, batı aydınlanması hayranı, burjuva sosyalizmi denebilecek bir eğilimdir. Behice Boranlar, Zeki
Baştımarlar, Aybarlar, Esat Adil Müstecaplı’lar, sanat alanında Nazım
Hikmet’ler, Ruhi Su’lar bu eğilimin en bilinen isimleridir. Bu eğilimin esas
olarak işçi sınıfıyla hiçbir bağı yoktur. İşçi hareketiyle bağları, İşçi
sınıfının sendikacımlar zümresi ve onun eğilimleriyle bağlardır. Üzeyir
Baba’lardan, Kemal Sülker’lere kadar geniş bir sendikalist zümre ile tencere
yuvarlanıp kapağını bulmuşçasına birbirlerini tamamlarlar. Bu uyum ve yakınlık,
Esat Adil’in partisinde de görülür. Fransız Anarkosendikalisti Sorel’den aşırı
etkilenmeler taşır. 1960’ların TİP’i de bir bakıma bu iki damarın buluşmasıdır.
1970’lerin TKP ve DİSK’i de yine bu iki damarın birliği ve yakınlaşmasının
ifadesidir. Ortak metodolojik karakteristik, düz bir ilerleme anlayışı, ekonomizm
ve bayağı bir materyalizm; politik
olarak da reformizm, sendikalizmdir. Bu damar bu gün büyük
ölçüde, ikinci cumhuriyetçiler ve CHP ve ÖDP içinde eriyip gitmiş ve aslına
dönmüş, sosyalizm kabuğundan soyunmuş bulunuyor.
Böyle bir eğilimin, ne
yoksul insanların dine yönelmişlerini kazanma gibi bir sorunu olur ne de, böyle
bir sorunu olmaması dolayısıyla, buna yönelik kavramsal ve politik araçları.
Dolayısıyla bu eğilime Eyüp’e gelen yoksulların bulunduğu yerlerde
rastlanamazdı.
İkinci eğilim, radikal
küçük burjuva devrimci eğilimdir. Mihri ve Zeki, Şefik Hüsnü ve Esat Adil
ayrılıkları özünde burjuva sosyalizmi karşısında radikal küçük burjuva
eğilimlerin ayrılıklarıdır. Daha sonra TİP karşısındaki Dev-Genç, yetmişlerdeki
TKP, TİP, TSİP burjuva sosyalizminin dışında kalan THKPC, THKO ve TİKKO kökenli
bütün hareketler hemen hemen tümüyle bu eğilimin yansımalarıdırlar. Altmışlardan
sonra Alevilik olmuştur bu damarın esas besleyici kaynağı.
Bu eğilimin eski
kuşaklardan kalan en bilinen temsilcisi Mihri Belli’dir. Alevilikle bağlarının
güçlü olmadığı 60 öncesi dönemde bu eğilim daha ziyade üniversiteliler arasında
etkilidir. Bu eğilimin geleneksel olarak işçi hareketiyle hiçbir zaman güçlü
bağları olmamıştır. İşçilere ve yoksullara dayandığı yerlerde bile, işçilerin modern
örgütleri olan sendikalar ve işçi partileri aracılığıyla değil, o işçilerin
toplumsal konumlarından farklı, geçmişin kalıntısı olan kültürel konumları
aracılığıyla bağlantı kurar. Alevilikten hemşehriliğe kadar bunlar değişir.
İşçi örgütlenmesi içinde yer aldığında bile, küçük radikal ve sekter işçi
örgütlenmelerine eğilim duyar. Bir zamanlar Halkın Kurtuluşu’nun, 30’ların
Alman komünist Partisi’nin Faşizm karşısında yenilgiye yol açan “Sınıfa
Karşı Sınıf” taktiğinin örgütsel biçimi olan “Kızıl Sendika Muhalefeti”
gibi biçimleri aşamaz.
Küçük burjuva
sosyalizminin temel özelliği idealizmdir. Yani düşüncenin varlığı belirlediği var sayımının gizli egemenliği.
Bütün bu küçük burjuva radikalizmi, toplumsal konumlar ve sınıfların objektif
eğilimleriyle açıklamaya çalışmaz dünyayı; adeta insanların sınıflarını
düşünceleri belirlediği gibi gizli bir varsayımı vardır. Küçük burjuva
sosyalizminin bu temel metodolojik yalışıı
her adımda yedi başlı ejderha gibi ortaya çıkar. Sovyetler’in sosyo ekonomik
yapısı mı? Revizyonizm partiye egemen olunca, koca ülkenin sosyo ekonomik
yapısı da değişmiş olur. Yani varlığı düşünce belirler. Bir partinin devrimci
veya karşı devrimci olduğunu, dayandığı ve eğilimlerinin ifadesi olduğu
toplumsal kesimler değil; görüşleri
belirler bu küçük burjuva radikalizmine göre
Bu idealizmin de “gerici”
ve “dini bir ideolojiye yönelmiş” işçileri nasıl kazanacağım gibi bir sorusu
olmaz, çünkü onlar “gerici”dirler ve karşıdadırlar. Onların iknası, dolayısıyla
iknası için de kavramsal araçlar geliştirilmesi gibi bir sorun olmaz.
Dolayısıyla bu eğilim de olamazdı, ellilerin yoksullarının tepkilerini dini
biçimler altında dışa vurduğu Eyüp’te.
Ama Türkiye sosyalist
hareketinde bilinmeyen, hep görmezden gelinen; ama varlığını her zaman
sürdürmüş, devrimci kabarış dönemlerinde birden bire su yüzüne çıkmış bir dip akıntısı, bir başka damar daha vardır.
Bu damarın nasıl yok
sayıldığını bir örnekle göstermeyi deneyelim. Bu yıl, aslında Nazım Hikmet ve
Hikmet Kıvılcımlı’nın doğum yıl dönümüdür. Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bu
iki devi pek ala “İki Hikmetler’in Yüzüncü Doğum Yıl Dönümü” gibi bir
başlık altında anılabileceklerken, sadece Nazım Hikmet anılmıştır. Kıvılcımlı
hakkında ne bir yazı, ne bir inceleme vs. hiçbir şey yoktur.
Aslında Nazım’ın dahil
olduğu burjuva sosyalizmi damarı aslına rücu ettiği için, burjuvazi açısından
Nazım bir tehlike olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle burjuvazinin Nazım’a
sahiplenişi yadırganamaz. Ama solcu ve hatta kendine komünist diyenlerin de, burjuvazi
ile Nazım konusunda senin mi benim mi diye çekişmeye büyük bir iştahla
atılmasına rağmen, gerek devrimci kişiliği, gerek teorisiyle Nazım’la sosyalist
teori ve politika bakımından kıyaslanmayacak önemdeki Hikmet Kıvılcımlı’nın
adının bile anılmaması hiç rastlantı değildir. Bunun nedeni, ortalığı ve
aydınları kaplamış küçük burjuva sosyalizmi ve burjuva sosyalizmi ile
Kıvılcımlı’nın temsil ettiği, klasik Marksist gelenek ve metodoloji arasında
var olan uyuşmazlıktır. Bunlar arasında dün olduğu gibi bu gün de hiçbir gönül yakınlığı yoktur.
Bu eğilim, metodolojik
olarak klasik Marksizm’e dayanır ve onu
geliştirir. İşçilerle her zaman güçlü bağları vardır. Gerek Burjuva
sosyalizmi, gerek sendikalistler zümresi, bu eğilime karşı zor gizlediği bir
düşmanlık içindedir. Küçük burjuva sosyalizmine gelince, aslında politik olarak
zaman zaman radikal konumları nedeniyle burjuva sosyalizmi karşısında paralel
ve yakın konumlarda bulunmasına rağmen, aralarında kan uyuşmazlığı vardır ve yıldızları hiçbir zaman barışmaz.
Bu eğilim, burjuva
sosyalizminden ayrı olarak, sendikacılar
zümresiyle değil, sınıfla bağlar içinde olduğu için ve küçük burjuva
sosyalizminin idealizminden ayrı olarak, sınıfları, kazanılması gerekenleri nesnel toplumsal konumlarıyla tanımladığı
için 1950’lerin Eyüp’ünde vardır.
Bu damar, her şeyden önce
Kıvılcımlı ve onun etrafındaki işçilerle bağlı olarak, 60 öncesinin TKP’si
içinde her zaman olmuştur. Bu damar kimsenin inkar edemeyeceği stiliyle (meşrebiyle)
bambaşka bir kanaldır. Bu damar, daha sonra 60’larda İsmet Demir, buradan
Dev-Genç’in işçilere eğilim duyan kadrolarıyla sürmüştür.
Burada Kıvılcımlı’nın o
muazzam sosyolojik ve tarihsel
çalışmalarıyla (kısaca “Tarih Tezi”) İşçi
sınıfı ve onunla bağlar arasındaki derin
içsel bağa varırız. Bu sosyolojik ve tarihsel çalışmalar (“Tarih Tezi”) olmadan, Eyüp’e gelen işçi
ile bağ kurma; onunla bir ortak dilde buluşma şansınız olamaz; ama işçilerle
bağınız olmadan da, böyle bir bağı size sağlayacak teorik araştırmalara
yönelmeniz mümkün değildir.
Türkiye sosyalist
hareketindeki biricik teorik eser vermiş
kişinin, aynı zamanda bu işçi damardan olması bir rastlantı değildir;
esas gerçek, görünmez derin bağlar bu noktadadır.
Şimdi tekrar zinciri
kuralım. O zamanların TKP’si içinde, İşçi Sınıfı’nı kazanma diye ciddi bir kaygısı
olan ve işçilerle asgari de olsa bağları olan biricik damar, Kıvılcımlı’nın
temsil ettiği damardır. Bu damar, bu bağı nasıl kurarım, bu toplum nasıl bir
şeydir anlayabilmek için, nesnel toplumsal gerçekliği anlayabilmek için
tarihsel araştırmalara yönelmiştir. Bu araştırmalar sonucunda birçok teorik keşifler yapmış ve nesnelerin
olduğu gibi görünmediği, çoğu kez kendi zıttı biçiminde göründüğünü görmüştür.
O aydınlanma ve
reformizmin ilericilik ve gericilik kavramlarını tersine çevirmiştir. “İlerici”
gibi görünen Batıcı Kemalist bir gerici, buna karşılık “gerici” gibi görünen
Eyüp Sultan’da dua eden, tarikatlere yönelen işçinin tepkisi özünde ilericidir.
Bu bakış elbette çalışmasının muhataplarını, CHP’ye yakın “ilerici”lerde değil,
toplumun en “gerici” bilinenleri içinde arayacaktır. Ayrıca bu tarihsel
çalışmalar bu yönelişin anlamını açıklayan ve onunla ortak bir dil kurmayı
sağlayan araçları da sunmaktadır.
İşçilerle bağ kurma,
onları kazanma çabasının teorik sonucudur tarih tezleri, ama bu soru taktik
sorunlara cevap vermez otomatikmen. Yani bu bağ kurmayı sağlamak, tecritten kurtulmak
için, ne yapmak gerekir?
1930’lerde yazdığı Yol adlı eserinde Kıvılcımlı, bu soruyu
da sorar ve bütün diğer damarların hepsinden farklı olarak, şu cevabı verir: “bildiri ve tevkifat” fasit dairesine son
vermek için, legal alanda her olanak
değerlendirilmelidir. Kıvılcımlı’nın 1933’den sonra bütün siyasi pratik
çalışması budur. Türkiye’de Marksist klasiklerin yayınlandığı ve Marksizm'in Türkiye’nin
entelektüel ortamına bir parça etkisinin bulunduğu biricik dönem 30’lardır. Ve
bunu başaran, legal Marksizm Kütüphanesi
ile Kıvılcımlı’dır.
Aynı legalite taktiği ile
en kötü koşullarda legal mücadele araçlarını sonuna kadar kullanma taktiğiyle,
1954’te Vatan Partisi’ni kurar. Ve yine aynı çerçevede 1957 seçimlerine
katılır.
Şimdi durumu tekrar göz
önüne getirelim. Türkiye sosyalist hareketinde işçilerle bağı olan tek damar,
yine bu bağı kurma kaygısıyla bir yandan
tarihe yöneliyor toplumu anlayabilmek için diğer yandan, taktik ve örgütsel olarak legaliteyi azami
kullanmaya. Legaliteyi kullanmak için de legal bir parti içinde seçimlere
katılıyor. İşçileri kazanma diye bir derdi olduğu için, o umutsuz işçilerin
yatağına ve toplanma merkezine gidiyor. Buradaki işçiler ise, egemenlere
tepkileri ve umutsuzluklarıyla İslam’a yönelmişler. Bu toplanma yeri aynı
zamanda bu yönelişin de sembolik merkezi. İşçilerin İslami biçim alan
tepkisinin buluştuğu yer Eyüp. Zaman bu tepkinin en yoğunlaştığı zaman: bir
namaz saati. Kanalın biri bu.
Diğer kanal, dünya işçi
hareketinin tarihsel deneyimlerine dayanan, kaba materyalizmle alış verişi
olamayan, bu işçilerin dünyasının özünü kavrayan Marksizm’in somutlaştığı kişi
yani Dr. Hikmet Kıvılcımlı.
Bu buluşmanın
gerçekleştiği yer ve andır Eyüp 15.10.1957. Yani aşağı yukarı yarım yüz yıl
önce.
Bir “Allahsız Komünist”,
tepkisiyle iyice dine dönmüş işçi sınıfına ne anlatır, nasıl anlatır? Onları kendi
programına nasıl kazanır. Bunu uzun uzun anlatmaktansa, Kıvılcımlı’nın yine bu
partiyi kapatmak için Polis tarafından diktafonla kaydedilmiş konuşmasından bir
bölüm aktaralım. Marksizm’in, sosyalist programın en karmaşık gibi görünen
sorunlarının, en küçük bir bayağılaştırma ve tahrifat olmadan en “anti komünist”
Müslüman’ın diliyle anlatılışının örneğini görelim.
“Muhterem
Vatandaşlarım! Sevgili İşçi kardeşlerim!
Bugün, Müslüman İstanbul'umuzun, İstanbul'dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde Vatan Partisi'nin sesini duyurmaya geldik.
Sevgili vatandaşlarım! : . . Vatan Partisi İŞ ve İŞÇİ partisidir. . . Bunu söylerken, elimde olmayarak, Müslümanlığın büyük bir hizmetini hatırladım. O büyük söz der ki: "Kıyamete kadar yaşıyacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et" der. Vatandaşlar! . . . İbadet: HAK önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmek manasına gelir. . . Bugün, Vatan Partisi nin kendi prensiplerini HAK ve ÇALIŞMAK gibi iki prensip üzerine kurduğunu açıkça ortaya koymak lüzumunu duyuyorum.
İslamın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: "Leyse lil insane illa ma sea" der. (Yani: İnsan için, çalışmaktan başka, emekten başka her şey yalandır) der. İşte, o büyük hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra, bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük TOPLUMSAL HAKİKAT, insanhğın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır. Bugün insanlığın yarattığı değer: EMEK üzerine kurulur: Avrupa'nın en büyük iktisat alimleri, İngiltere'nin klasik iktisatçısı denilen Adam Smith'ler, Ricardo'lar: Binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: "Leyse lil insane illa ma sea! " hakikatini: "Değer insanın emeğinden doğar" şeklinde ifade etmişlerdir. . . İşte Vatan Partisi'nin prensibi de, her şeyin temelinin, memleket siyasetinin de üzerinde kurulması icabeden temelin EMEK olması lazım geldiğini ifade eder.
Türkiye'de emeği, insanın çalışmasını kim temsil ediyor? Şehirlerde işçi kardeşlerimiz, esnaf kardeşlerimiz. . Köylerde alınteriyle çalışan küçük, fakir köylülerimiz! Vatan Partisi Türkiye'de" -bütün öteki partilerden farklı olarak, - bu çalışkan zümrelerin hakkını arıyan, hakkını aramak için kurulmuş tek teşkilattır.
Şimdiye kadar maalesef, büyük hakikatler daima küçük insanlardan uzak kalmıştır: Uzak bırakılmıştır. Yine vatandaşlarım gayet iyi bilirler ki, Hazreti Muhammed: "Ben hatemel enbiyayım" demiş. (Yani: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum") demiştir. O büyük sözün manası üzerinde vatandaşları bir an düşünmeye davet ederim. . .
Vatandaşlarım! . . . O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler "gökten iner" di. Hazreti Muhammed: "Ben sonuncu peygamberim! " demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış. oluyordu: ARTIK KANUNLARINIZI KENDİNİZ YAPACAKSINIZ! demek istemiştir. . . Ve onun için insanların büyük toplantı yerleri: Camiler meydana gelmişti. Bütün İslamların camii: Adı üstünde CAMİ! . .
Cami: Hepinizin bildiği gibi, TOPLAYICI demektir, vatandaşlarım. Ve Müslümanların tatil günü de vaktiyle "CUMA" günü idi, vatandaşlarım.
Bu ne demektir? Bir an düşünelim: CUMA, toplanma günü demektir. Nerede toplanıyoruz? Toplayıcı olan Cami de. . . niçin toplanıyoruz, vatandaşlarım? Hak için, değil mi? . . İşte o büyük ve necip dava, bugün dünyada insanhğın arıya arıya henüz bulabildiği, henüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi dediğimiz gavurca lakırdının ta kendisidir.
Mübarek Ezani Muhammedi dolayısıyle buradaki HAK davamızın konuşulması bir an için durdurulmuştu. Sözümüze, -müsaadenizle; yeniden başlıyoruz.
Sevgili vatandaşlarım! . .
Ne zaman mübarek bir camiin; mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima, Hülefayi Reşidiyn zamanındaki vatandaşların siyasi hayatları gözüm önüne geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. Yani her Cuma, Halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki vatandaşlara bütün memleketin Umur ve Hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan Halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, Yani seçimle iktidara gelirdi. Bizzat Halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar, her hafta, bütün Müslümanları önüne toplıyarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi.
O ibret verici hadiselerin bugün bize ne kadar büyük dersler vermesi lazım geldiğini düşünerek, bir hadiseyi hatırlatmaktan kendimi alamıyacağım. . . Ordular, hudutlarda zafer zafer üstüne kazandılar; fakat ele geçen ganimetleri Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiler, idi. O zaman başkente, baş şehre gönderilen kumaşlar, gene vatandaşlar arasında herkese aynı büyüklükte parçalar verilmek suretiyle paylaşılırdı, taksim edilirdi: . . . Vatandaşlar, o parça kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye Cumhurbaşkanları olan Halifeyi, Ömer'i dinlemeye gittikleri zaman. . . Halife söze başlar başlamaz, Müslümanın biri ayağa kalktı. "Ya Ömer" dedi, "Sen bir hırsızsın , senin söyliyeceğini Müslümanlar dinliyemez" dedi.
Düşünün vatandaşlarım: Demokrasinin o zamanki manzarasını düşünün. Lalettayn, adsız bir vatandaş, lütfen kalkıyor, devlet başkanına, hiç bir izah yapmaksızın: "Sen bir hırsızsın! " diyor. Bunun üzerine devlet başkanı Ömer ne yapıyor? Ne yapsa beğenirsiniz? Yani, ondan sonra çeker kılıcını, uçururdu söyliyenin kellesini, değil mi? . . Hayır. Hazreti Ömer: "Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım? Bilmiyorıım. İzah et: Eğer hırsızsam hakikaten, sözümü keseyim. " dedi: Soğukkanılılığa, tahammüle, tenkit karşısındaki insanca tepkiye bakalım. Bundan, bugün için bugünkü devletle vatandaş arasındaki münasebetler için büyük neticeler çıkarmaya çalışalım.
O zaman, bu adsız vatandaş; cemaat ortasında kalkıp kendi üstünü gösterdi: "İşte bak" dedi, "Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak küçük bir sako, küçük bir ceket çıktı bana. . . Halbuki sen, Ey Ömer boyunca kocaman bir cübbe giymişsin. Bu cübbeyi yapmakla, sen, o kumaştan bütün vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek, çaldın. . Demek hırsızsın! öyle ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sen sus! " dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer ne yaptı? Hiç kızmadan, tehdit etmeden, sükunetle oğluna: "Ya Abdullah! Kalk cevap ver" dedi. Oğlu kalktı. Dedi ki: "Vatandaşlar, görüyorsunuz. : " dedi, "Benim üzerimde sizinki gibi kısa bir ceket te yok. Ben hissemi babama verdim. Babam da bir cübbe yaptı. " bunun üzerine Ömer:
"- Ne dersin? "
Diye sordu o vatandaşa. Ve vatandaş cevabında:
"- Peki: " dedi. "Anladım, hırsız değilmişsin, Ömer. Otur şimdi, söyle, dinliyeceğim. " dedi.
Vatandaşlar! . . . İnsanlık tarihinde, bizim yakından tanıdığımız halkçı idare üç dört günde icat edilmiş bir şey değildir. Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark memleketlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel kurulmuştur. Biz hala bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu hayranlıkla:
"- Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem. . " diye arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız hayat, özlediğimiz şey: O büyük insan demokrasisi değil mi?
Lakin ondan sonra ne oldu, vatandaşlarım? Daha Muaviye denilen zat Suriye valisi iken, o büyük demokrat Hülefayi Raşidiyn'nin memleketteki izlerini silmeye çalıştı. Muaviye kimdi, bilir misiniz? Muaviye, Kureyş'in para ile Müslüman olmuş büyük bezirganlarından Ebü Süfyan'ın oğlu idi: . . İşte, bizim Şark memleketlerimizde vatandaşla devlet arasında ilk zehiri koyanlar. . Bu, 1400 sene evvel para ile Müslüman olmuş bulunanlara "Müellifetül-kulub" mü diyeceksiniz? . . O Müellifetül-kulub, hatta, Kur'an i Kerim'in bile içinde, tahsisat alma haklarını kazanmışlardı. . . İşte bu adamlar, memlekette kendi bezirgan kârlarını, kendi bezirgan ruhlu çocuklarını ilerletmek için, vatandaşlara karşı suikast hazırlarken. . ilk işleri, o demokrat devlet başkanlarını, Hülafayi Raşidiyn'i ortadan kaldırmak olmuştu. Ve derebeğilik ondan sonra başladı.
1400 sene, mütemadiyen derebeğilerin ardarda gelişi ile, insanlar adeta hak aramaktan korkar hale geldiler, ve siyaset demekten korkar hale geldiler. Bugün vatanımızdaki fakir fukaranın "siyaset"in sözünden korkmalarının baş sebebi, o büyük geleneği silmiş olan Şark derebeyliğidir. (Osmanlıca'da siyaset sözünün lugat karşılığı bile "adam asmak" anlamına geliyordu! ). Bugün, Osmanlı İmparatorluğundan, maalesef bize hala o kötü terbiye: Siyasetten kaçmak, hakkını aramamak gerektiği gibi kötü adetler. . hâla intikal etmiş bulunuyor. Ve biz hâla memleketin idaresini yalnız birkaç büyük bezirganın yapabileceğini zannediyoruz. “
Bugün, Müslüman İstanbul'umuzun, İstanbul'dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde Vatan Partisi'nin sesini duyurmaya geldik.
Sevgili vatandaşlarım! : . . Vatan Partisi İŞ ve İŞÇİ partisidir. . . Bunu söylerken, elimde olmayarak, Müslümanlığın büyük bir hizmetini hatırladım. O büyük söz der ki: "Kıyamete kadar yaşıyacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et" der. Vatandaşlar! . . . İbadet: HAK önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmek manasına gelir. . . Bugün, Vatan Partisi nin kendi prensiplerini HAK ve ÇALIŞMAK gibi iki prensip üzerine kurduğunu açıkça ortaya koymak lüzumunu duyuyorum.
İslamın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: "Leyse lil insane illa ma sea" der. (Yani: İnsan için, çalışmaktan başka, emekten başka her şey yalandır) der. İşte, o büyük hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra, bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük TOPLUMSAL HAKİKAT, insanhğın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır. Bugün insanlığın yarattığı değer: EMEK üzerine kurulur: Avrupa'nın en büyük iktisat alimleri, İngiltere'nin klasik iktisatçısı denilen Adam Smith'ler, Ricardo'lar: Binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: "Leyse lil insane illa ma sea! " hakikatini: "Değer insanın emeğinden doğar" şeklinde ifade etmişlerdir. . . İşte Vatan Partisi'nin prensibi de, her şeyin temelinin, memleket siyasetinin de üzerinde kurulması icabeden temelin EMEK olması lazım geldiğini ifade eder.
Türkiye'de emeği, insanın çalışmasını kim temsil ediyor? Şehirlerde işçi kardeşlerimiz, esnaf kardeşlerimiz. . Köylerde alınteriyle çalışan küçük, fakir köylülerimiz! Vatan Partisi Türkiye'de" -bütün öteki partilerden farklı olarak, - bu çalışkan zümrelerin hakkını arıyan, hakkını aramak için kurulmuş tek teşkilattır.
Şimdiye kadar maalesef, büyük hakikatler daima küçük insanlardan uzak kalmıştır: Uzak bırakılmıştır. Yine vatandaşlarım gayet iyi bilirler ki, Hazreti Muhammed: "Ben hatemel enbiyayım" demiş. (Yani: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum") demiştir. O büyük sözün manası üzerinde vatandaşları bir an düşünmeye davet ederim. . .
Vatandaşlarım! . . . O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler "gökten iner" di. Hazreti Muhammed: "Ben sonuncu peygamberim! " demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış. oluyordu: ARTIK KANUNLARINIZI KENDİNİZ YAPACAKSINIZ! demek istemiştir. . . Ve onun için insanların büyük toplantı yerleri: Camiler meydana gelmişti. Bütün İslamların camii: Adı üstünde CAMİ! . .
Cami: Hepinizin bildiği gibi, TOPLAYICI demektir, vatandaşlarım. Ve Müslümanların tatil günü de vaktiyle "CUMA" günü idi, vatandaşlarım.
Bu ne demektir? Bir an düşünelim: CUMA, toplanma günü demektir. Nerede toplanıyoruz? Toplayıcı olan Cami de. . . niçin toplanıyoruz, vatandaşlarım? Hak için, değil mi? . . İşte o büyük ve necip dava, bugün dünyada insanhğın arıya arıya henüz bulabildiği, henüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi dediğimiz gavurca lakırdının ta kendisidir.
Mübarek Ezani Muhammedi dolayısıyle buradaki HAK davamızın konuşulması bir an için durdurulmuştu. Sözümüze, -müsaadenizle; yeniden başlıyoruz.
Sevgili vatandaşlarım! . .
Ne zaman mübarek bir camiin; mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima, Hülefayi Reşidiyn zamanındaki vatandaşların siyasi hayatları gözüm önüne geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. Yani her Cuma, Halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki vatandaşlara bütün memleketin Umur ve Hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan Halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, Yani seçimle iktidara gelirdi. Bizzat Halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar, her hafta, bütün Müslümanları önüne toplıyarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi.
O ibret verici hadiselerin bugün bize ne kadar büyük dersler vermesi lazım geldiğini düşünerek, bir hadiseyi hatırlatmaktan kendimi alamıyacağım. . . Ordular, hudutlarda zafer zafer üstüne kazandılar; fakat ele geçen ganimetleri Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiler, idi. O zaman başkente, baş şehre gönderilen kumaşlar, gene vatandaşlar arasında herkese aynı büyüklükte parçalar verilmek suretiyle paylaşılırdı, taksim edilirdi: . . . Vatandaşlar, o parça kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye Cumhurbaşkanları olan Halifeyi, Ömer'i dinlemeye gittikleri zaman. . . Halife söze başlar başlamaz, Müslümanın biri ayağa kalktı. "Ya Ömer" dedi, "Sen bir hırsızsın , senin söyliyeceğini Müslümanlar dinliyemez" dedi.
Düşünün vatandaşlarım: Demokrasinin o zamanki manzarasını düşünün. Lalettayn, adsız bir vatandaş, lütfen kalkıyor, devlet başkanına, hiç bir izah yapmaksızın: "Sen bir hırsızsın! " diyor. Bunun üzerine devlet başkanı Ömer ne yapıyor? Ne yapsa beğenirsiniz? Yani, ondan sonra çeker kılıcını, uçururdu söyliyenin kellesini, değil mi? . . Hayır. Hazreti Ömer: "Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım? Bilmiyorıım. İzah et: Eğer hırsızsam hakikaten, sözümü keseyim. " dedi: Soğukkanılılığa, tahammüle, tenkit karşısındaki insanca tepkiye bakalım. Bundan, bugün için bugünkü devletle vatandaş arasındaki münasebetler için büyük neticeler çıkarmaya çalışalım.
O zaman, bu adsız vatandaş; cemaat ortasında kalkıp kendi üstünü gösterdi: "İşte bak" dedi, "Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak küçük bir sako, küçük bir ceket çıktı bana. . . Halbuki sen, Ey Ömer boyunca kocaman bir cübbe giymişsin. Bu cübbeyi yapmakla, sen, o kumaştan bütün vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek, çaldın. . Demek hırsızsın! öyle ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sen sus! " dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer ne yaptı? Hiç kızmadan, tehdit etmeden, sükunetle oğluna: "Ya Abdullah! Kalk cevap ver" dedi. Oğlu kalktı. Dedi ki: "Vatandaşlar, görüyorsunuz. : " dedi, "Benim üzerimde sizinki gibi kısa bir ceket te yok. Ben hissemi babama verdim. Babam da bir cübbe yaptı. " bunun üzerine Ömer:
"- Ne dersin? "
Diye sordu o vatandaşa. Ve vatandaş cevabında:
"- Peki: " dedi. "Anladım, hırsız değilmişsin, Ömer. Otur şimdi, söyle, dinliyeceğim. " dedi.
Vatandaşlar! . . . İnsanlık tarihinde, bizim yakından tanıdığımız halkçı idare üç dört günde icat edilmiş bir şey değildir. Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark memleketlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel kurulmuştur. Biz hala bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu hayranlıkla:
"- Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem. . " diye arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız hayat, özlediğimiz şey: O büyük insan demokrasisi değil mi?
Lakin ondan sonra ne oldu, vatandaşlarım? Daha Muaviye denilen zat Suriye valisi iken, o büyük demokrat Hülefayi Raşidiyn'nin memleketteki izlerini silmeye çalıştı. Muaviye kimdi, bilir misiniz? Muaviye, Kureyş'in para ile Müslüman olmuş büyük bezirganlarından Ebü Süfyan'ın oğlu idi: . . İşte, bizim Şark memleketlerimizde vatandaşla devlet arasında ilk zehiri koyanlar. . Bu, 1400 sene evvel para ile Müslüman olmuş bulunanlara "Müellifetül-kulub" mü diyeceksiniz? . . O Müellifetül-kulub, hatta, Kur'an i Kerim'in bile içinde, tahsisat alma haklarını kazanmışlardı. . . İşte bu adamlar, memlekette kendi bezirgan kârlarını, kendi bezirgan ruhlu çocuklarını ilerletmek için, vatandaşlara karşı suikast hazırlarken. . ilk işleri, o demokrat devlet başkanlarını, Hülafayi Raşidiyn'i ortadan kaldırmak olmuştu. Ve derebeğilik ondan sonra başladı.
1400 sene, mütemadiyen derebeğilerin ardarda gelişi ile, insanlar adeta hak aramaktan korkar hale geldiler, ve siyaset demekten korkar hale geldiler. Bugün vatanımızdaki fakir fukaranın "siyaset"in sözünden korkmalarının baş sebebi, o büyük geleneği silmiş olan Şark derebeyliğidir. (Osmanlıca'da siyaset sözünün lugat karşılığı bile "adam asmak" anlamına geliyordu! ). Bugün, Osmanlı İmparatorluğundan, maalesef bize hala o kötü terbiye: Siyasetten kaçmak, hakkını aramamak gerektiği gibi kötü adetler. . hâla intikal etmiş bulunuyor. Ve biz hâla memleketin idaresini yalnız birkaç büyük bezirganın yapabileceğini zannediyoruz. “
Toplumu anlamak için
teoriyi ve tarihi, bunun bir yan ürünü olarak da İslamiyet’i anlama; kitlelerle
bağ kurabilmek, tecritten kurtulabilmek için legalitenin en küçük olanağından
yararlanma ve bunların bunalmış işçilerle onların en yoğun olduğu noktada
buluşması.
Şimdi, burada anlatılanların
içeriğinde biraz yoğunlaşalım. Burada anlatılanın içeriği nedir? Kıvılcımlı “Paris Komünü Tipi Devleti”
anlatmaktadır. Lenin’in “Devlet Ve Devrim”de anlattığı ve
unutulmaktan kurtardığı; Marks’ın “Fransa’da İç savaş”ta
anlattığı devleti; yani ezilenlerin
üzerine bir baskı aracı olarak yükselemeyecek ve küçük ezen azınlığın
baskısının aracı olamayacak; büyük ezilen çoğunluğun iktidar aracı olabilecek;
ondan bağımsızlaşamayacak bir devleti anlatmaktadır. Bir diğer deyişle “Proletarya
diktatörlüğü”nü.
Kıvılcımlı’nın Ergin
Halifeler devrine ilişkin anlattıkları, kelimesi kelimesine Marks’ın
yazdıklarıdır. Veya Vatan Partisi Programı’nın “Ucuz Devlet”
başlığı altında sıraladığı taleplerdir. Diğer bir ifadeyle gerçek iktidarın
halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olduğu; “proletarya
diktatörlüğünün özgül biçiminden başka bir şey olmayan” Demokratik Cumhuriyet’tir.
Ve bu hiç de öyle soyut
olarak anlatılmamaktadır. Tıpkı Vatan Partisi Programı’nda olduğu gibi,
işsizlik ve pahalılığın var oluşu ve kaldırılmasıyla bağlantı içinde anlatılır.
Pahalılığın nedeni, fazla para basmaktır, Niçin basılır? Çünkü devletin
masrafları gelirinden fazladır. Niçin fazladır? Çünkü pahalı ve baskıcı,
askercil bir devlet cihazı vardır. Yoksulluğun nedeni de aynı cihazdır. Bu cihazın
baskıları ezilenlerin örgütlenme ve direnmesini engellemektedir. Yine buna
yapılan harcamalar nedeniyle üretim artışı ve refaha yatırılacak kaynaklar
harcandığı için gelişme olmamaktadır ve bağımlılık artmaktadır.
Bunun mantıki sonucu,
acil yapılması gereken, ana halka, bu
günkü var olan baskıcı, bürokratik, militer devlet cihazının tasfiyesidir.
Yani diğer bir deyişle; Demokratik Cumhuriyet. Demokratik Cumhuriyet, Meclis’e
girmek ve onda çoğunluk sağlamakla ortaya çıkan bir şey değil, bu çoğunluğun, gerçekleştirmek
için mücadele edeceği hedeftir.
Şimdi bir de bu günün,
aynı yerde miting yapan “Emek, Barış ve
Demokrasi Bloğu”nu oluşturan tarafların hedef ve vurguları göz önüne
getirilsin: Avrupa Birliği’ne Hayır veya Evet; Savaşa Hayır; IMF’ya hayır. Hiçbir
somutluğu olmayan ve gerçek hedefi gözden kaçıran; sanki o olmazsa mümkünmüş
hayali yayan sözler ve sloganlar. Demokratik bir Cumhuriyet hedefi, yani bu
günkü baskıcı, pahalı, bürokratik militer devlet cihazının tasfiyesi talebi ve
bunun somut ifadeleri; bunun işsizlik ve pahalılıktan kurtulmakla hayati
ilişkisi yok.
Bu olmayınca, Blok,
İstanbul’un ellilerde Eyüp Sultan’da, bu gün AKP’de toplanan işçi sınıfının en
gerici gibi görünen en devrimci tabakalarını kazanma; onlarla ortak bir dil
bulma şansı bulamaz. Ve İstanbul’u feth edemez.
Kürt Ulusal Hareketi,
adeta çürüyen medeniyete bir barbar akını, bir tarihsel devrim gibi; yüzlerce
yıl sonra, aynı yerde bu çürümüş İstanbul’u yeni bir fetih denemesine
girişirken, İşçi hareketinin bu tarihsel deneyi ve teorik kazançlarını hor
görmez ve onun programını kendi programı yapmayı becerebilirse, Bizans’ın
kapıları ona açılır. Bizans da Orta Doğu ve Balkanlar’ın kapısıdır.
Ama bu günkü dünyada,
böyle bir değişim, bir sosyalistin kendi başına hedefi olamaz. O demokratik bir
Cumhuriyet’in bu günkü dünya koşullarında, kendini ulusun tanımından dil, din,
kültürü dışlamakla sınırladığı takdirde, sadece imtiyazlılar arasına katılma
sonucunu vereceğini bir an bile aklından çıkarmadan; hareketin içinde kendi ulusal
olan ile politik olanın bağını koparma bayrağıyla yer almadığı takdirde;
demokratik hareketin aşırı sol kanadı olmaktan başka bir işlev göremez.
Türkiye’nin sosyalistleri
ise, bu soruna henüz öyle uzak ki?
Kendilerinin soruna
uzaklığını, sorunun kendilerine uzaklığı gibi kavrıyorlar. Yanılıyorlar.
Yarın öbür gün tarihin
hızlandığı günler geldiğinde, en küçük bir hazırlık olmadan bu sorunla karşı
karşıya geldiklerinde ne yapacaklarını bilemeyecekler.
Tarihin ilginç bir
rastlantısı: İstanbul’un başkenti olduğu çürümüş uygarlığa (Bizans) saldıran “barbar
akınları”nın (Osmanlı) sembolik yerinin aynı zamanda; Türkiye İşçi ve Sosyalist
Hareketinin ilk gerçek buluşmasının ve modern İşçi Hareketinin de aynı şekilde
sembolü olan Eyüp’ün, bu gün Demokratik karakterdeki Kürt Ulusal hareketinin de
İstanbul’u fetih için toplanma yeri olması.
26 Ekim 2002 Cumartesi
Yazıları
e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail
yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları
İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder