16 Haziran 2014 Pazartesi

HDK ve HDP Kongreleri Gelirken – Perşembenin Gelişi

Bu hafta sonu, Cumartesi ve Pazar günleri HDK ve HDP kongreleri yapılacak.
Bu kongrelerin önemi şuradaydı. Kürt Özgürlük Hareketi, bir Kürt Hareketi olmaktan çıkıp tüm Türkiye’yi kapsayan bir Demokratik Hareket olma yolunda karar almıştı. Daha önce araya mahalli seçimler girdiğinden; ayrıca hem Türk solundaki “Bileşen” örgütlerden; hem de Kürt hareketi içindeki “milliyetçi”lerden kaynaklanan direnişler nedeniyle bu karara ne kadar uyulacağı; bir retorik olarak kalıp kalmayacağı bilinmediğinden seçimlerden sonra yapılacak kongrelere kadar her şey belirsizlik içindeydi. Öcalan ve KCK’nın bütün ağırlıkların koyması; bunun stratejik bir dönüş olduğunu defalarca ve kararlılıkla belirtmeleri direnişleri belli ölçüde kırdı. Bu Kongrelerin bir bakıma bu kararlılığın gösterildiği ve buna uygun yapısal değişikliklerin yapıldığı dönüm noktaları olacağı beklentisine yol açtı.

Ne yazık ki, alametler bu beklentilerin büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlanacağını gösteriyor. Alametler öncekilerden farklı bir sonucu vaat etmiyor. Bu nedenle yazının başlığı “Perşembenin Gelişi”.
Bu Kongreler çok önemlidir çünkü Kürt Özgürlük Hareketi’nin Batı’da da ya da Türkiye’de de şimdiye kadar yaptığı bütün örgütlenme girişimlerinin hepsi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Çatı Partisi” girişimleri, “Seçim Blokları” vs. hiç biri Batı’da başarılı olamamıştır.
Kürt Hareketi, bu stratejik kararı vermek, “Kürt ve Kürdistan Gettosu”nun dışına çıkmak zorundaydı. Çünkü hedefleri için gerekli güçleri başka türlü bulması ve birleştirmesi olanaksızdır. Kürdistan’ın dışında başarı kazanamazsa, Kürdistan’daki rakipsiz egemenliğini de kaybetme tehlikesi vardır. Hem burjuvazinin legal siyasetle birlikte artan etkisi; hem belediyeler ve diğer kurumlar aracılığıyla kendi saflarında bile başlayan bürokratlaşma, iş âlemiyle iç içe geçme ve giderek yozlaşma eğilimleri bu stratejik hamleyi zorlamaktadır. Kadınların öne çıkarılması bir dereceye kadar bu gidişi dengelemektedir ama yetersizdir.
Tıpkı Türk Devleti veya Avrupa Birliği gibi bir açmaz karşısındadır Kürt hareketi.
Örneğin Avrupa Birliği, Para birliğini ya siyasi birliğe doğru geliştirmek zorundadır ya da para birliğini bile koruyamayacaktır.
Benzeri açmaz Türk devleti için de geçerlidir. Türk devleti ya Kürtlerle genişleyecektir, ya da Kürtlere karşı savaşını ve inkârını sürdürüp bu sefer Diyarbakır’ı da yitirecektir. Eski durumun sürmesi mümkün değildir. Bunun için de devlet PKK’ya yaklaşmaktadır. Erdoğan ise Barzani’ye. Herkes kendi meşrebine uygun Kürde. Ama ikisi birlikte şimdilik genel olarak Kürtlere.
Ama benzer bir açmaz PKK için de geçerlidir. Ya Türkiye’nin batısını da kazanacaktır ya da Kürdistan’daki rakipsiz egemenliğini yitirecektir.
Kürt hareketi bu ateşkesin yarattığı olumlu havadan yararlanarak; önyargıların biraz olsun kırılmasından yararlanarak, Batı’da köprübaşları elde etmeye çalışmaktadır. Ama bu yöndeki girişimlere karşı, AKP ve Özel Savaş Dairesi, Özgürlük Hareketini Kürdistan’a hapsetmek için hareket geçmiş bulunmaktadır. HDP’ye en önemli saldırıların Kürdistan dışına çıkma girişimlerinde olması bir rastlantı değildir. Kadıköy veya Gazi’de açılan stantlara yapılan saldırılar; Sinop, Fehiye’deki saldırılar ve daha niceleri hep bunu engellemeye yöneliktir.
Özel Savaş Dairesi, AKP, Kürt hareketi Batı’ya gelmeye kalkmasın diyen sözüm ona sosyalistler; buna EMEP gibi açıktan veya örtülü direnen “bileşen”ler ve Kürdistan’ın “ilkel milliyetçi”leri bu projede kendi sonlarını görmektedirler.
Ancak bu projenin başarı şansı her şeyden önce Batı’daki demokratların (ki örgütlerin dışındadırlar) coşku ve sabırlarının harekete geçirilmesine bağlıdır. Yani Türkiyelileşme Türkiye’nin HDP’lileşmesi değil; HDP’nin Türkiyelileşmesidir. Sadece bir siyasi hedefi değil; çok köklü yapısal ve kültürel değişimleri; uzun ve zorlu bir kendine karşı mücadeleyi ve arınmayı gerektirir.
Ne var ki, Öcalan ve KCK’nın bastırması karşılığı geri adım atanlar, şimdi direnişlerini bizzat HDK ve HDP içinde sürdürmektedirler ve sürdüreceklerdir. Bunun biçimi de var olan eski yapının korunması; dolayısıyla tartışma konusu bile yapılmamasıdır. Bu nedenle yapı üzerine tartışma Türkiye’nin geleceğini etkileyecek ön kritik tartışmadır. Yapı da örgütsel temsile dayandığından, bu temsili yıkmaya yönelik bireysel üyelik üzerine tartışma en can alıcı noktadır; yakalanacak ana halkadır.
Sorun hayatidir. Kürt hareketi bir ölüm saltosu atmaktadır. Çok riskli bir girişimdir bu ve şimdiye kadarki bütün benzeri denemeler hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Kürt özgürlük hareketi başından beri hep Türkiye’nin batısında örgütlenme amacına sahip olmuştur. Devrim Partisi gibi uydu partiler denenmiştir örneğin. Sonuç kesin bir başarısızlıktır. Çatı Partisi Girişimi, Seçim Blokları, Demokrasi İçin Birlik Hareketi, HDK vs. Bunların hepsi başarısızlıklar serisidir.
Şunu unutmayalım ve tekrar tekrar hatırlatalım. Özgürlük Hareketi, Kürdistan’da şimdiye kadar hep başarılı oldu; ama batıda da hep başarısız oldu. Bu bile herkesi ciddi ciddi düşündürüp ne kadar büyük bir risk alındığını göstermelidir. Ve Kürtler arasında başarı sağlayan yöntemlerin, yapıların ve biçimlerin, Kürtlerin ve Kürdistan’ın dışında işlevsiz kaldığını ve başarısızlığını unutmamak gerekir.
Şimdiye kadar bu gibi girişimlerde, Kürdistan’daki üs korunuyordu. Risk sınırlıydı. Bu sefer ise, Kürt hareketi, Tarık bin Ziyad gibi gemileri yakmıştır (gerçi BDP gibi kayığı bir koyda yedekte tutuyor). Batı’da tutunmak; Kürt destekçilerinin dışına çıkıp tüm demokratik muhalefeti örgütlemek zorundadır. Bunun başarılamaması korkunç bir yenilgiyle ve kafa üstü çakılmayla da bitebilir. Şu an her şey ortadadır.
Dolayısıyla bu hafta sonu yapılacak Kongrelerde, alınan riske uygun, köklü yapısal, yöntemsel değişiklikler beklenmesi olağandır.
Ancak “Perşembenin gelişi Çarşamba’dan bellidir”.
Bütün işaretler, bu kongrelerin de öncekiler gibi “görkemli” mizansenler olacağını göstermektedir.
Kongreler en küçük ciddi bir değişikliğe sahne olmayacaklar
Kongrelerin Kayserilinin ihtiyar anasını allayıp, pullayıp yeni gelin diye babasına yutturmaya kalmasından farklı olmayacaklardır.
“Nereden biliyorsun?” mu denecek?
Bizzat şimdiki ve müstakbel “eş başkan”lar, “şecaat arz ederken sirkatin söyler”cesine kendileri söylüyorlar da ondan.
Ancak bu söylemenin şöyle bir özelliği var. Bu özelliği bir meselle göstermeyi deneyelim.
İki eski arkadaş karşılaşmışlar. Çoluk çocuktan konuşmaya başlamışlar. Biri “senin kız ne yapıyor?” diye sormuş. Diğeri: “bir firmaya girdi işçi olarak, sonra şefi onu yanına sekreter olarak aldı; sonra patron onu kendine sekreter yaptı; sonra başka bir firmaya geçti. Patron ona bir ev ve araba aldı. Şimdi işleri evden yürütüyor. Peki, senin kız ne yapıyor?” diye sorunca diğeri: “Benim kız da orospu oldu ama ben senin kadar güzel anlatamıyorum” demiş.
Ertuğrul Kürkçü ve Selahattin Demirtaş’ın Kongreler için söylediklerine bakınca ortadaki rezaleti ifade için başka bir imge veya kıssa gelmiyor insanın aklına.
Eskiden Şeyhülislamların işlevi, devletin aldığı kararları, dinen meşru göstermek yani kitaba uydurmakmış.
Eh artık modern çağlardayız. Sosyalistleri de kapsamak istiyoruz. (Gerçi laik devlete uydurulmuş bir Şeyh ül İslam olan Diyanet İşleri Başkanı var. Ama o ayrı konu) Eh biz laik sosyalist ve demokratlar elbette geleneksiz değiliz. Bizim de yapılan işlerin Sosyalist öğretiye (Kitaba) uygun olduğu fetvasını verecek sosyalist Şeyh ül İslam’lara da ihtiyacımız var.
Bu işi en iyi kim yapabilir? Anlaşılan bu işe Ertuğrul Kürkçü soyunmuş. Aşağıda görüleceği gibi gerçekten “çok güzel anlatıyor”. Demirtaş’ın sosyalizm iddiası yok bildiğim kadarıyla. Onun da payına Şeyh ül Demokrat’lık düşmüş.
*
Ancak Kürkçü ve Demirtaş’ın söylediklerine geçmeden önce, çok basit ve unutulmuş bazı şeyleri hatırlamak gerekiyor.
Dünyanın her yerinde kongreler, seçimler (ki seçim de bir kongre sayılabilir) herkesin tüm makam, rütbe, imtiyaz ve yetkilerinden soyutlanmış eşit bireyler olarak yer aldığı; temsil ve kapsamları ölçüsünde yetkilerinin de arttığı; üzerlerinde başka hiçbir organın olmadığı en temel karar, seçim ve örgütlenme organlarıdır.
Bir kongre başladığı andan itibaren, tüm güç, tüm yetki, tüm karar hakkı, eşit bireylerden oluşan Kongre’ye geçer.
Bunlar, dünyanın her yerinde ve tüm çağlarda üzerinde tartışılmasına bile gerek olmayan, (ama maalesef hatırlatmak zorunda kaldığımız) ortak varsayımlardır.
İslam’ın camisinde bile, Müslümanlar, Allah’ın eşit kulları olarak safa dizilirler. Bir padişah, bir halife, bir zengin veya sıradan ve yoksul bir Müslüman’ın farkı yoktur. Hepsi yan yana dururlar. O eşitliği sembolize eden bir ritüeldir safa durmak. Cami, son duruşmada Müslümanların Allah’ın eşit kulları olarak sorunlarını görüşüp karar alacakları bir kongre mahallidir. Cuma Namazı, herkesin çalışmadığı bir günde yapılarak azami katılımın sağlandığı bir Kongre’dir. Hatta İslamiyet’te tam da kongre denen organın ruhuna uygun olarak “din adamı” diye bir kategori yoktur; herhangi bir Müslüman, cemaatin kabul etmesi ile “İmam” olarak, yani Kongre’yi yönetecek bir “başkan” veya “divan” olarak seçilebilir. İmam’ın görevi şimdiki “moderatör” gibidir; kolaylaştırıcılıktır. Yetkisi yoktur. Yetki “kongre”dedir, “Cemaat”tedir.
Herkesin tüm yetki, mevki ve diğer özelliklerden arınmış olarak Kongre’de bulunması mantığının zorunlu bir sonucu olarak, ilk başlangıcı kimin yapacağı sorunu ortaya çıkar. Binlerce yılda insanlık denemeyle, en tarafsız ve rastlantısal seçim olarak buna en yaşlı üye cevabını vermiştir. Bu kura da olabilir. Çünkü bir insanı diğerinden ayıracak bir özelliğin anlamı olmaz bir kongrede. Bu nedenle “eski başkan açar denmez” örneğin. Çünkü Kongre salonuna girdiği andan itibaren; tıpkı Cami’ye girildiği andan itibaren herkesin eşit olması gibi, başkanlık bitmiştir. Eski başkan ancak Kongre ondan bilgi isterse eski başkan sıfatıyla konuşabilir. Onun haricinde sıradan bir delegedir ve sıradan bir delegeden başka hiçbir hakkı yoktur ve olamaz.
O halde, bütün bunların mantıki sonuçları vardır. Bunlardan biri de şudur: bir Kongre’nin ne olacağını; nasıl kararlar alacağını; nasıl bir seyir izleyeceğini önceden bilemeyiz. Elbet gerçek güç ilişkilerine göre tahmin edilebilir. Ama şöyle bir seyir izleyecektir; şöyle olacaktır, bunlar seçilecektir; şu kararları alacaktır denemez.
Bunların denebilmesi ve deniyor olması bile ortada bir Kongre değil; başka yerde yapılmış bir Kongrenin mizanseni olduğunun bir kanıtı olur.
Kürkçü ve Demirtaş’ın Kongrenin nasıl sonuçlar vereceğine nasıl olacağına ilişkin söyledikleri aslında normal bir demokratik örgüte ve işleyiş içinde, bir suçun itirafındır ve haysiyet divanına verilmeyi gerektirir. Esas kongrenin başka yerde yapıldığının; en yüksek organın yetkilerinin fiilen gasp edildiğinin itirafıdır.
Şimdiye kadar HDK ve HDP kongrelerinde, İslam’ın camisindeki veya en burjuva kuruluşun kongresindeki kadar olsun, yukarıda açıklanan evrenselleşmiş kongre anlayışının izleri görüldü mü?
Hayır.
Bütün Kongreler aslında baka yerlerde yapılmış Kongrelerin medyatik mizansenleri olmaktan öteye gitmedi.
HDK ve HDP kongrelerinin Diyanetin camilerinden farkı yoktur.
Emevi egemenliği ve karşı devrimi camileri, eşit Müslümanların sorunları görüşüp karar aldıkları organlar olmaktan çıkarmış; devlet memurlarının devletin resmi görüşlerini tekrarladığı ve millete duyurduğu merkezi devletin organlarına dönüştürmüştü.
HDK ve HDP kongrelerinin bundan farkı yoktur. Bir yerlerde birileri karar alır. Oraya gelenler; o alınmış kararları oylarıyla tasdik ederler. Farklı görüşler; farklı platformlar; bunların arasında çoğunluğu kendi görüşlerine kazanmak için mücadele; ittifaklar vs. bütün bunlar hak getiredir. Olur da bir iki oyunbozan çıkarsa, onlar da divan başkanlarınca bin bir hile ile konuşturulmaz bile. (Uydurmuyoruz. Bunlar bizim başımıza geldi.)
Şimdi en basit, en sıradan, Kongre salonunda herkesin tüm yetki, güç ve sorumluluklarından azade olarak, eşit üyeler olarak yer alması ilkesinden başlayalım.
HDK ve HDP kongrelerinde protokol ve hatta “protokol kapısı” vardır örneğin. En ön sıralar Protokol’e ayrılmıştır. Protokol az çok demokratik bir örgütte örgüt üyesi olmayanlar, misafirler için olur. Ve Kongrenin tamamı ev sahibidir. Kongre adına Divan onlara ev sahipliği yapar. Onun haricinde, örgütün hiçbir üyesinin protokolde yeri olmaz.
Peki, böyle midir HDK ve HDP kongreleri. Hayır. Siz bir Kürkçü veya Tuncel veya Demirtaş’ın veya milletvekillerinden veya Yöneticilerden birinin sıradan bir üye olarak gelip ortalarda bulduğu bir boş koltuğa oturup, sıradan bir üye olarak el kaldırıp söz istediği, sırası gelince herkes kadar konuştuğu bir Kongre salonunu gördünüz mü? Böyle bir HDK ve HDP tahayyül edebiliyor musunuz?
Bu olmadığı sürece HDK ve HDP’de hiçbir ey olmaz. Kürt Özgürlük Hareketi de bu ölüm saltosu sonucunda kafa üstü yere çakılır.
Bunun günahı da her şeyden önce, bütün bunları bilecek bilgi ve tecrübesi olan ama var olun rezil durumu güzellemelerle cilalayıp boyayan Kürkçü gibi sosyalistlerin boynunda olacaktır.
Ve bunun günahı, bütün bu rezalete isyan etmeyip, bizim gibi isyan edenleri bozguncu olarak veya politikanın cahili olarak görüp ses çıkarmayanların boynunda olacaktır.
Bir de Stalin’i “hayal kırıklığına uğratan” Lenin’i göz önüne getirelim. Kafkasların köylü ortamından gelmiş papaz okulunun genç Gürcüsü, Kongre salonuna en son gelip, kendine ayrılmış yere oturacak iri yarı bir adam beklerken, Lenin erkenden gelip b.ir kenara ilişmiş kısa boylu Lenin’i görünce hayal kırıklığına uğramıştır.
HDK ve HDP’ye lazım olan, Stalin’i hayal kırıklığına uğratacak, sıradan bir üye olarak erkenden gelip ortada veya arkada bir yere oturacak Lenin gibilerdir.
HDP’ye lazım olan, Halifeye kılıcıyla hesap sorucuk ilk Müslümanlar gibi HDK ve HDP üyeleridir. Böyle bir Kongre rezaleti karşısında ses çıkarmayan ve mizansene bir figüran olarak katılan üyeler ve delegeler değil.
*
Şimdi Ertuğrul’un “güzel” anlatımından okuyalım bakalım.
Kongre ve seçimlerle ilgili olarak şunları söylüyor:
"Bunları (yani adayları) hazırlık kurulumuz değerlendiriyor. Bir mutabakata vararak kongreye sunacak. Çarşaf liste ya da alternatif listeler dolaşmayacak. Mutabakat listeyle gireceğiz. Bunu tarihte bulunmuş en demokratik yöntem olduğunu iddia edecek değiliz. Bizim gibi oluşum halinde bulunan partinin ilk adımlarını mutabakata dayanarak sürdürmesi kaçınılmaz. Önümüzdeki birkaç kongreden sonra birden çok aday, listeyle delegasyonun karşısına çıkabilir. Programlar yarışabilir. Henüz daha bu olgunluk düzeyine gelmedik"
Şimdi bunun neresinden başlamalı?
İnsan yanlışlıkların bolluğundan doğan bir sıkıntı yaşıyor.
Hazırlık Kurulu” dünyanın her yerinde, Kongre’nin teknik hazırlıklarını yapma kuruludur. İdari, siyasi, örgütsel vs. hiçbir yetkisi ve görevi olmaz. Kongre salonunu ayarlamak; delegelerin gelişini, kalacakları yerleri; ses düzenini; yemekleri, su ve tuvalet ihtiyaçlarını vs. hazırlamaktan başka bir görevi olmaz hazırlık kurullarının dünyanın hiçbir yerinde.
Kongreye sunulacak karar tasarıları; hangi organlara kimin aday gösterileceği vs.ye gelince,  bunların “hazırlık kurulu” olmaz. Bunların “Hazırlık Kurulu” tüm parti kamuoyu, yani üyeleri olur. Tüm üyelerin, tüm üyelere görüşlerini, önerilerini ileteceği; önerilerini savunacağı ve başka önerilere ve görüşlere karşı görüşlerini açıklayabileceği organlar gerekir. Yani bu gibi tartışmaları yayınlayacak ve herkese ulaşmasını sağlayacak tartışma bültenleri, yayınlar veya tüm üyeleri kapsayan e-grupları gerekir.
Buralarda farklı tezler ve öneriler arasında tartışmalar olur bunlar tüm görüşlerini tüm parti veya örgüte ileterek insanları kendi görüşlerine kazanmaya çalışırlar.
Yönetici organların bir tek görevi olur: herkesin bu haktan yararlanmasını garanti altına almak ve bunun fiili koşullarını sağlamak.
Bunların olmadığı yerde demokrasiden söz etmek mümkün değildir ve olamaz. HDK ve HDP’de de Demokrasiden söz edilemez.
Peki, “mutabakat” aranmaz mı?
Elbette, ama farklı tezler, farklı aday önerileri yapanlar; görüşlerini sistemli platformlar şeklinde savunanlar vs. aralarında, görüşmeler yaparak kendilerine çoğunluğu sağlayacak veya ağırlıklarının artmasına yarayacak uzlaşma metinlerinde, karar tasarılarında veya adaylarda uzlaşabilirler. Mutabakat buna denir. Mutabakattan söz etmek için, örgüt içinde mutabakat yapacak farklı birimlerin olması gerekir.
Bütün bunlar olmadan, mutabakattan söz etmek, “Hazırlık Kurulu” diye yetkisi teknik değil, içeriği ve seçilecek yöneticileri belirlemek olan; yani fiilen Kongre’nin hak ve yetkilerine sahip olan bir kurulun, Kongrenin yetkilerini fiilen kullanmasıdır. Yani “Hazırlık Kurulu” Kongre’yi hazırlama adı altında toplanmış ases kongredir ve bu kongre kendi yaptıklarına yasallık ve meşruiyet elbisesini de giydirmek için, bir Kongre denen mizanseni de hazırlamaktadır. Bu “Hazırlık Kurulu” Kongrenin akışını, kimlerin seçileceğini vs. dengelere göre belirlemektedir. Bundan sonrası tamamen kamuoyuna yönelik bir mizansendir.
Delegeleri bu kadar aşağılamak akıl alır gibi değil. Ama delegelerin çoğunun da buna ses çıkarmayarak; yüzüne tükürülse “yarabbi şükür yağmur yağdı” dercesine memnuniyet ifade etmeleri ve bu oyuna katılmaları ve böyle bir aşağılamayı hak ettikleri de bir gerçek. “Her halk kimin tarafından yönetiliyorsa onun tarafından yönetilmeye layıktır” sözünün yeri tam da burası olsa gerek.
Ertuğrul Kürkçü, fiilen sözleriyle, ama Allah için “güzel” anlatıyor, “Kongre Hazırlama Kurulu”nun asıl kongreyi yaptığını söylüyor.
Devam edelim.
 “Çarşaf liste ay da alternatif liste olmayacak”
Ertuğrul, gaipten haber alıyor, vahiy iniyor ve Kongre’nin nasıl bir seyir izleyeceğini biliyor. En azından insan nezaket icabı, “elbette kongre karar verecektir ama başka bir liste çıkacağını pek sanmıyorum” gibi bir şey der. Kongre’yi bunca adam yerine koymazlık nedir?
Eğer Kongre’ye insanlar bireyler olarak katılacaklarsa; eğer Kongre en yüce organsa sen bu organın nasıl bir seyir izleyeceğine nasıl bilebilirsin?
Öte yandan,  “mutabakat”  ile mutabık olmayanlar olmayacağını nereden biliyorsun?
Bu fiilen onlara söz hakkı verilmeyecek anlamına gelmez mi?
(Verilmediğini biliyoruz. HDK’nın ilk kongresinde bu satırların yazarının başına gelen tam da bu olmuştu. Komisyon’un hazırladığı program önerisine karşı kendi program önerimi okumak istemiştim. Bana söz vermemek için Akın Birdal kongrenin neredeyse tüm ikinci gününü misafir konuşmalarına ve mesajlara ayırmıştı. Arada da bana Ender İmrek’i yollayarak “Sen artık emekli ol. Bak zaten hastaymışsın. Bu işlerle uğraşma. Bütün kongreyi berbat ediyorsun” diyorlardı. Bu rezaletin üstü örtüldü ve kimse bunun hesabını sormadı. Ancak hatalar sizden hızlı koşarlar. Bu rezaletin üzerinden atlayarak veya unutturarak ileri gitmek mümkün değildir. Bu her yerde karşısına çıkacaktır. HDK ve HDP kaybettikleri masumiyetlerini kaybettikleri yerde aramalıdırlar.)
Devam ediyor arkadaşımız.
 “Bunu tarihte bulunmuş en demokratik yöntem olduğunu iddia edecek değiliz.”
Ertuğrul burada geri dönüş için küçük de olsa açık bir kapı bırakmak, demokratik olmadığını teslim etmek zorunda kalmış. Ama Allah için bunu da “güzel” söylüyor. “En demokratik yöntem olduğunu iddia edecek değiliz” ne kadar güzel ve demokratik çalan bir ifade.  İnsan Kırk yıl düşünse “anti demokratik” demek için bu kadar güzel bir ifade bulamaz.
Ama bu bile bir ilerleme. Çünkü şu an nerede bilmiyorum ama sanırım seçimlerden önce adayların yine böyle mutabakat ile seçileceğini söylerken bunu neredeyse en büyük demokrasi, demokrasinin karesi veya aşılması gibi tanımlama eğilimi gösteriyordu.
Daha önce Çatı Partisi için yine Ankara’da yapılan bir kongrede, bu sefer de o kongrenin divanındaki bir başka Akın Birdal olarak görev yapan Celal Beşiktepe, biz artık demokrasiyi bile aştık diyerek en sıradan oylama hakkını bile gasp ediyordu. Yani bu demokrasinin karesi olma, demokrasiyi aşma diyerek en küçük demokratik mekanizmayı bile çalıştırmama katkılarının patenti aslıda Celal Beşiktepe’ye aittir.
Devam edelim.
“Bizim gibi oluşum halinde bulunan partinin ilk adımlarını mutabakata dayanarak sürdürmesi kaçınılmaz. Önümüzdeki birkaç kongreden sonra birden çok aday, listeyle delegasyonun karşısına çıkabilir. Programlar yarışabilir. Henüz daha bu olgunluk düzeyine gelmedik"
Şimdi Ertuğrul’un sözlerini kızının orospuluk yaptığını söyleyen patavatsız adamın diline çevirelim. “Mutabakat”ın güzel ifadeyle “en demokratik yöntem olmadığı”, yani antidemokratik bir yöntem olduğu eşitliğinin bizzat Kürkçü’nün dilinden ifade edildiğini unutmadan çevirirsek bu cümle şunu söylemektedir:
Bizim gibi oluşum halinde bulunan partinin ilk adımlarını antidemokratik yöntemlerle sürdürmesi kaçınılmaz
Bu ne demek?
Ertuğrul bunu herkesten iyi bilecek durumdadır ve politik olarak intihar etmektedir.
Eh egemen ulusan bir sosyalist olarak, kendini ezilen ulusun destekçisi olmaya adamış ya.
O intihar et deyince de ediyor. Önemli olan destek olmak değil mi?
Peki, nasıl mı intihar ediyor? Abdülhamit Han’ın rolünü çalarak:
Ertuğrul’un iyi tanıdığı Kıvılcımlı, 1954’te kurulmuş Vatan Partisi Programı’nın “Hürriyet ve Ucuz Devlet” başlıklı birinci bölümünün gerekçesine şu sözlerle başlamıştı:
“DEMOKRASİ Halka inanmakla başlar.
Abdülhamit, resmi İngiliz gazetesi Times'e şöyle demişti: 
"Beni Hürriyete muhalif görenler yanılıyorlar. Kullanmasını bilmeyen bir memlekete hürriyet vermek, kullanmasını bilmeyen birisine tüfek vermeye benzer. Herif, babasını, anasını, kardeşlerini öldürür. Sonra döner kendi kendisini vurur."
Yani, "Kızıl Sultan" millete inanmıyordu: Onun için, "memleketi hürriyeti kullanmaya hazırlamak" bahanesiyle, 'Kanuni esasi’yi 33 yıl rafa kaldırdı.”
Ertuğrul’un sözlerinin Abdülhamit’in sözlerinden ne farkı var?
Birinin “Hürriyet” dediğine öbürü “demokrasi” diyor zamane ruhuna uygun olarak.
Ama ikisi de aynı içeriği aynı mantıkla savunuyor.
Ertuğrulhamit de, “beni demokrasiye muhalif görenler yanılıyor. Hele bir olgunlaşalım, Kullanmasını bilmeyen delegelere demokrasi vermek, kullanmasını bilmeyen birisine tüfek vermeye benzer” diyor
Eh bizlere demokrasiyi “önümüzdeki birkaç kongreden sonra”ya ertelediğine göre ve bizlerin ne zaman olgunlaştığımızı sevgili Ertuğrulhamit’lerimiz tayin edeceğine göre, Abdülhamit’inki kadar uzun olmamasını dileyelim.
Bizim gibi yaşlı kuşakların bu demokrasiye layık görüldüğümüz günleri hiçbir zaman göremeyeceğimiz ise çok açık.
*
Ertuğrul, şu anki emanetçi eş başkan.
Peki, gelecek eş başkan kim?
Zaten gelecek eş başkanın kim olacağının bilinmesi bile yeterince anti demokratik, ancak aday olabilir. Ama bunlar “vakai adliye”den.
Gelecek başkan Selahattin Demirtaş, kongrenin nasıl olacağını biliyor:
Görkemli bir kongre ile sürece cevap olmaya çalışacağız
Kongrenin “görkemli” olacağını bile biliyor.
Bizim kafamızda “Görkemli Kongre”ler en canlı tartışmaların yapıldığı; tezlerin birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği kongrelerdir.
Örneğin Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin İkinci Kongresi, şu Bolşevik Menşevik bölünmesinin olduğu kongre, “görkemli bir kongre”dir.
Bizim de hayatta katıldığımız ve benzerini hala göremediğimiz, 1969 sonbaharında Siyasal Bilgiler fakültesinde toplanmış, FKF’nin Dev Genç adını alığı Kongre görkemli bir kongredir.
Bizim dilimizde görkem, içeriğe ilişkin, fikirlere, tartışmalara, kararlara ilişkindir.
“Görkem” bir de, afişleri, flamaları, katılımcı sayıları ifade eder. Organizasyonu ile görkemli kongreler vardır. Bunların en görkemlilerini Tayyip Erdoğan yapıyor. Demirtaş’ın görkemi böyle bir görkem.
HDK ve PDP kongrelerinin böyle görkemli olacağından şüphe yok.
Demirtaş şöyle sözler de etmiş:
Biz gelecekte kimlerle hangi hukukta yaşamak istiyorsak bunu bugünden örmek zorundayız. HDP işte geleceğin Türkiye'sinin prototipidir. Belki Türkiyelileşme kavramını çok kullandık. Bu defa Türkiye'yi HDP'lileştireceğiz. HDP'yi Türkiyelileştirmek artık gerçeği karşılamıyor. Türkiye'yi HDP'ye benzeyen bir modele dönüştürmek zorundayız
Eyvah. Şimdiden başımıza “ör”ülen çorap belli.
Hangi hukukta yaşayacağımızı HDP kongrelerinde göreceğimize göre, Allah yardımcımız olsun.
Türkiye’yi de HDP’leştireceklermiş.
Bin HDP’yi Türkiyelileştirmeye soyundular diye biliyorduk.
O artık ihtiyaca yetmiyormuş.
Allah sonumuzu hayır etsin.
*
Evet, feci durum böyledir. Türkiye’nin umudu olarak ortaya çıkan ve gerçekten hala birçok demokrat için bir umut olan HDK ve HDP’nin durumu budur.
Demokrasiye kendi inanmayan bu örgüt mü Türkiye’yi demokratikleştirecek?
Kürt hareketi bu örgütle mi “Türkiyelileşecek”?
Bırakalım Türkiye’yi, HDP destekleyicileri bile Türkiye HDP’lileşirse (BDP’lileşirse de denebilir) HDP Türkiyelileşemez.
*
Bütün bunlara şunu ekleyelim.
Hala yüzlerce, binlerce insan HDP’den umutvar.
HDP’de olanı değil, görmek istediklerini görüyorlar insanlar.
Ancak bu haliyle HDP’nin Türkiyelileşmesi mümkün değildir.
PKK’nın Türkiyelileşme projesini HDP’liler ve gelecek başkanı bir kenara atmışlar bile.
Türkiye’yi HDP’lileştimeye soyunmuşlar.
Ertuğrul gibi bileşen ve bağımsızları gerçekten HDP’lileştirdikleri görülüyor.
Ama en azından demokratlara şu çağrıyı yapmak gerekiyor.
HDP’nin Türkiyelileşebilmesi için, HDP’nin BDP’lileşmesine ve Türkiye’nin HDP’lileşmesine direnmek gerekiyor
HDP’yi Türkiyelileştirmeyi amaçlayan gerçek demokratların platformunu kurup açık ve demokratik bir mücadele içine girelim. Yoksa her şey çok kötüye gidiyor.
Kürt özgürlük hareketi hem Kürdistan’daki esas gücün yitirebilir hem de Batı’da boşlukta kalabilir. Böyle tehlikeli bir izolasyonda ezilebilir. Bu ise Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin yıllarca geri gitmesi anlamına gelir.
Bunun için, sorumluluk sahibi ve gerçekten radikal demokrat olanları ilk elde bireysel üyelik üzerine kampanyamızı desteklemeye çağırıyoruz. (Lütfen şu adrese gidip, imza kampanyasına katılınız ve siz de arkadaşlarınızı imza kampanyasına davet ediniz: http://chn.ge/1j6OCcK )
Açık siyasi mücadele, hedeflerin açıkça deklarasyonu. İnsanları bu görüşlere kazanmak için açkı mücadele ve ikna çabası olmadan HDP Türkiyelileşemez ve demokrasi güçleri örgütlenemez.
Demokrasi güçleri ancak demokratik bir biçimde örgütlenebilir.
Antidemokratik biçimlerde hazırlanmış kongreler ve örgüt yapılarıyla demokrasi olanaksızdır.
Başarı halinde bu Türkiye’nin de demokratikleşmesini değil; bugün aratacak bir anti demokratik sistemin içine düşmesini getirir.
*
Geçenlerde Selahattin Erdem imzasıyla yazan Duran Kalkan şöyle yazıyordu:
“Öncelikle şunu netleştirmemiz gerekiyor: 22 Haziran’da yapılacak kongre HDP’yi yeniden mi yapılandıracak, yoksa rutin bir kongre mi olacak? Yine mevcut BDP ve HDP kongreleri AKP iktidarına karşı yeni bir demokratik alternatif yaratacak mı, yaratmayacak mı? Yani HDP yeniden yapılanmak ve bir demokratik alternatif olmak istiyor mu, istemiyor mu?
Belki bir anda ve yüzeysel bir bakışla bu sorularım anlamsız gelebilir. ‘Böyle soru mu olur’ denebilir. Fakat bence mevcut sorular önemlidir ve demokratik siyaset tarafında olan herkesin açık yüreklilikle bu soruları sorması ve yeterince cevaplar vermesi gerekir. Çünkü mevcut yaklaşım ve işlerin yürütülüşü bunu pek göstermiyor. İmralı tecridinde tutulan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan kadar bile kimse bu konu ile ilgilenmiyor. Neredeyse benden başka kimse bu konuyu pek fazla gündem yapıp tartışmıyor. Eğer bu konu gündem yapılıp tartışılmazsa ve aylar öncesinden bu temelde bir çalışma yürütülmezse, o durumda HDP ve BDP nasıl yeniden yapılanabilir ve bir demokratik alternatif haline gelebilir?
Örneğin bir gün sonra BDP kongresi yapılacak, ama ortada ciddi bir tartışma, çalışma ve heyecan yok. Böyle bir kongre alternatif siyaset yaratabilir mi? Böyle bir kongre Kürt halkını heyecanlandırıp demokratik özerkliği inşa ve savunma çalışması içine çekebilir mi? Böyle bir kongre demokratik siyaseti büyütebilir mi? Bütün bunların gerçekleşemeyeceği açık. O halde kendini demokratik siyaset gücü olarak görenler neden böyle davranıyorlar? Anlamak mümkün değil. Demokratik siyasetin örgütlendirilmesini ve eyleme geçirilmesini sadece Önder Abdullah Öcalan’ın ve Özgürlük Hareketinin üzerine yıkmak kesinlikle doğru değildir.”( http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nivis&id=6041 )
İşte Duran Kalkan’ın yazdıkları, iste iki eş başkanın söyledikleri.
Durn Kalykan’ın yazdıkları şunu da gösteriyor. Kürt hareketinin gerillaları, yoksulları, kadınları canlı bir hareket olmanın kendilerine kazandırdığı yeteneklerle demokrasiye ve öğrenmeye çok daha yatkındır bürokratlaşmış yöneticilerden ve bileşenlerden .
Eğer bu yapılanlara karşı bir direniş gösterilir, bir ses çıkarılabilirse, Özgürlük Hareketinde bir yankı bulabilir.
Henüz başlamış, bireysel üyelik imza kampanyasının (http://chn.ge/1j6OCcK ) bile etkileri görülüyor: Örneğin Kürkçü’nün şu sözleri bu etkinin izlerini taşıyor:
“Partinin en büyük bileşeni hiçbir bileşene ait olmayan yurttaşlarımızdan olacak. Bence en sağlıklısı bu. Muhalefet potansiyelinin yüzde 80’inin platform ve politik merkezler dışında kümelendiğini görüyorum. HDP’nin onlar için bir siyaset ve muhalefet alanı olma cazibesini kazanması için teşvik edeceğiz. Yekpare olma iddiasında bulunmadık. Farklılıklar olacak. Hepsine yanıt verecek esnek ve çoğulcu yapıyı inşa etmek bizim görevimiz. Türkiye siyasetinin bilinen bir deneyimi değil.”
Bu bireysel üyeliği iğdiş eden onları da bir “bileşen”e çeviren bir bakış ama Kürkçü’nün vurgularının değiştiği görülüyor.
Henüz yeni başlamış bir imza kampanyası bile, yüzde sekseninin örgütler dışında olduğunun ifade edilmesine; hedefin bu olduğunu söylemeye yol açıyor.
Peki, bu nasıl olacak. Bizim ilk ve acil bir önerimiz var:
Bileşenler” esas büyük sorundur. Bu bileşenler aracılığıyla “hazırlık komiteleri” gerçek kongreler haline gelmektedir. Kongreler de medyatik mizansenler olarak kalmaktadır.
Bu nedenle örgütsel temsile son! Bileşenlerin temsiline son!
Bileşenler ancak bireysel olarak üye olmuş üyeleri aracılığıyla, partinin organları içinde nicelik ve nitelikleri ile etkili olabilmelidirler. O zaman bu paralel kongreler; derin HDK ve HDP’ler yok olur.
Herkes için bireysel üyelik. Eşit bireylerin katıldığı organ ve kongrelerde alınan kararlar; seçilen organların gerçek gücü eline alması. (http://chn.ge/1j6OCcK)
Bu kongrelerin ilk doğru ve küçük adım bu olabilir.
Bunu yapmadığı sürece her şey boşlukta kalacaktır.
Elbette bir mizansen olarak hazırlanmış “görkemli” ve medyatik bu kongrede, öneriler görmezden gelinecek, alayla karşılanacak, hor görülecek, politik inceliklerden anlamadığı, gerçekçi olmadığı söylenecek, gülünecektir.
Ancak biz sadece her delegeye, her üyeye amaçlarımızı ifade etsek, bunu duyursak bile büyük bir yol kat etmiş oluruz. Çünkü zaman bizim doğru şeyler söylediğimizi gösterecektir.
*
Cesaret sadece ölmeyi bilmek değildir.
Cesaret genellikle çoğunluğu oluşturanların alay ve kahkahalarına dayanabilmektir.
Sözümüzü bir arkadaşın yolladığı Mevlana’nın olduğunu söylediği ve biraz üzerinde oynadığımız, şu güzel satırlarla bitirelim:
“Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…
Sonra kitlelerle birlikte meyden okumak gerektiğini..
Sonra da asıl meydan okumanın, kalabalıklara karşı olması gerektiğini..”
16 Haziran 2014 Pazartesi
(İmza kampanyasına katılınız. http://chn.ge/1j6OCcK adresine giderek bir imza veriniz ve arkadaşlarınızı da imza vermeye davet ediniz. Bu taşlaşmış yapıları kırmak için küçük de olsa bir adım atmaktan açık bir mücadeleye girmekten başka çare yok.)

Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:





Hiç yorum yok: