Nasıl tanrıya inananların tanrının ne olduğuna ilişkin
tanımlarından tanrının ne olduğu; bir dine inananların o dine ilişkin
tanımlarından o dinin ne olduğu anlaşılamazsa; ulusçuların ulus tanımlarından
da ulusun ne olduğu anlaşılamaz.
Bütün klasik ulus teorilerinin uluslar ve ulusçuluk
karşısında hiçbir açıklama sunamamalarının temel metodolojik nedeni bu yanlışı
yapmalarıdır. Onların hepsi ulusların ulusçuluk hakkındaki tanımlarından
hareketle ulusun ne olduğunu anlamaya çalışırlar.
Ama biraz dikkatli baktığımızda, ulusun ne olduğuna ilişkin
ulusçuların tanımları aslında normatif tanımlardır; yani ulus olmanın koşulunu
belirleyen normatif tanımlardır. Normatif tanımlar bizlere toplumsal gerçeğin
özünü vermez, onu açıklamaz ve analiz etmeye yaramazlar. Normatif tanımlar ise
toplumsal ilişkileri belirler, sınırları düzenlerler.
Normatif tanımlardan hareketle ulusun ne olduğunu kavrama
çabası; normatif tanımları birer analitik kavrammış gibi ele almaktan başka bir
anlama gelmezler ve bu nedenle sosyolojik gerçekliği anlamanın aracı olamazlar.
Tam da bu metodolojik hataya denk düştükleri için, tanrıya
inananların tanrı tanımından hareketle tanrının ne olduğu; bir dinin din
tanımından hareketle dinin ne olduğu; ulusçuların ulus tanımlarından hareketle
ulusun ne olduğu anlaşılamaz.
Sosyolojinin konusu ise, sadece tanrının, dinin veya ulusun
ne olduğunu tanımlamak, bunları tanımlayacak analitik kavramları geliştirmek
değildir; aynı zamanda neden tanrının, dinin veya ulusun da inananlar, dinler
ve ulusçular tarafından öyle tanımlandığını da açıklamaktır.
*
Uluslar ve ulusçuluğun kendisi, Aydınlanma kozmopolitizmi,
humanizimi ve evrenselliği karşısında bir karşı devrimdir.
Aydınlanma, tüm insanları aynı bayrak altında toplayabilmek
için dili, dini, soyu, sopu ne olursa olsun bütün insanlar eşittir diyordu. Bu
eşitliği sağlamak için de, bir özel politik ayrımı yapıp; bunları kişilerin
özel sorunu olarak tanımlıyordu.
Aydınlanma’nın zıddı ve Aydınlanma’ya karşı bir karşı-devrim
uluslar ve ulusçuluk ise, bu eşitliğin aracı olarak koyulmuş özel politik
ayrımında politik olanı bir ulusla veya toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayarak
insanların eşitliğinin, hümanizm ve kozmopolitizmin yerine ulusların eşitliğini;
ulusçuluğu insanların ayrımını getirmiştir. Bunun metodolojik temeli ise
pozitivizm; ideolojisi sosyoloji olmuştur. Ancak bu ulusçuluk bile daha sonra
ikinci bir karşı devrim yaşayan ulusçuluğa göre demokratik kalır. Bu nedenle
kendisi zaten karşı devrimci olan ulusçuluğa bu farkı belirtmek için,
demokratik ulusçuluk diyoruz.
Ancak bu karşı devrimin bile içinde bir ikinci karşı devrim
daha gerçekleşmiştir. Ulusu bir dil, din, etni, soy, sop, kültür, kader, tarih
ve ortak yaşantı birliği veya bunların çeşitli kombinasyonları ile tanımlamak.
Bu ulusçuluğa da iki kez karşı devrim yaşamışlığı nedeniyle çifte kavrulmuş
karşı devrimci ulusçuluk veya kısaca gerici ulusçuluk diyoruz.
Ancak bu çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluklar bile
kendi içinde karşı devrimciliğin derecelerinde bir diziliş içindedirler.
Ulusu bir ırkla, soyla tanımlayan bir ulusçuluk ile bir
kültürle tanımlayan ulusçuluk arasında da bir fark vardır.
Bunların hepsi bir şekilde ulusu bir tarihle tanımlamaya
varırlar. Bu tarihsel kökler iddiası ne kadar eski ise (ulus ne kadar yeniyse o
kadar eskiye gitme iddiası da vardır) o kadar karşı devrimci şeklinde bir skala
bile oluşturulabilir. İnsan türlerinin oluştuğu döneme kadar geri gidenler
(Irklara göre tanımlayanlar); dinlere göre tanımlayanlar; dillerle, kültürle
tanımlayanlar gibi.
Çok kaba hatlarıyla, “ülkü birliği”ne dayalı; ulusu geçmişle
değil, gelecekle, amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demokratik
ulusçuluklar olduğu; geçmişle tarihle tanımlayan ulusçulukların gerici
ulusçuluklar olduğu söylenebilir. Elbette bu iki temel biçim arasında birçok
gri tonu bulunmaktadır.
Bu tarihle tanımlayan gerici ulusçuluklar içinde, bir de “Avusturya
Marksizm’i” kökenli ulusu bir ortak “kader”
ve “yaşantı birliği” olarak
tanımlayan bir eğilim de vardır.
Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği
kriteri ise, şu veya bu şekilde bir ulus bir kere oluştuktan sonra ortaya
çıkar. Yani kader ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir kere ortaya
çıkınca, kader ve yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizm’i, ulusun ve
ulusçuluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele
alır.
Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin
tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet bir kere ortaya çıkınca veya devleti olmasa
bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus olarak tanımlayan bir grup
ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir tanıma
dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta
bütünüyle, politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik gibi
görünmeye başlar.
İnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve
yazıyı öğrenirler; aynı vergi sistemi, aynı idari sistem, aynı sınıf ilişkileri
içinde yaşarlar, aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar, aynı müzikleri
dinlerler.
Bir süre sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten,
o kritere uygun ulus diye bir “şey” olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu;
başka bir var oluşun mümkün ve tasavvur edilebilir olmadığı fikri ortaya çıkar
ve yerleşir.
Ve bu korkunç bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu yaşantı
birliğini, kader birliğini (ulusu) yaratan ulusçuluğun, devletin, politikanın
kendisi iken; sanki devleti ve politik olanı yaratanın o ortak bir kaderi ve
yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu görüşü yayılır.
Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular
olduğu için var olduğu gerçeği; kendi zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus
olduğu için ulusçular olduğu biçiminde görülür.
Bu nedenle, ulusu nesnel olarak belli kriterlerle tanımlama
yolundaki her girişim, aslında bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan
görünümden hareket ettiği için metodolojik olarak idealizmle, düşüncenin
varlığı belirlediği yaklaşımıyla damgalıdır.
Yani ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel görünen kriterlerle
tanımlama girişimleri, çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin
varlığı belirlediği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani
ulusçuların ulus anlayışlarını, ulus tanımları olarak kabul etmiş olurlar.
*
Her neyse, konumuz bu değil. Şu ulusçuların ve onlar içinde
de “Avusturya Marksizmi”nin “ortak yaşantı ve kader birliği” kriterine dönelim.
Bir an için, birer ulusçu olalım ve ulus olmanın en temel
ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı birliği, kader birliği olduğunu var
sayalım.
Bugünün dünyasında ulusçuluğun her biçiminin nasıl saçma bir
hale geldiği en iyi futbol karşılaşmalarında görülmektedir.
Örneğin artık Türkiyeli göçmenlerin çocukları Alman milli
takımında bir yıldız olmakta (Özil veya Zidane); veya Almanya’da büyümüş,
Türkçeyi kırık konuşan Almanyalı çocuklardan toplama milli takımla Türkiye dünya
üçüncüsü olmaktadır.
Ya da herhangi bir milli takımın oyuncularının neredeyse
çoğu başka ülkelerin takımlarında oynamakta; milli takımlar dünyanın dört bir yanında
top koşturan oyunculardan oluşturulmaktadırlar. Aslında ekonomi temelinin artık
ulusal sınırlara sığmadığının; ulusların ve ulusal sınırların absürt hale
geldiğinin bundan daha çarpıcı bir örneği az bulunur. Diyelim ki, 30 veya 40
yıl önce bir ülkenin milli oyuncularının neredeyse hepsi, o ülkenin liglerinde
oynarlardı. O zaman belki, belli bir dereceye kadar ulusal takımların maçları
kendilerini akli gösterebilirlerdi. Ama şimdi artık tam anlamışla saçmalık.
Hangi dil, hangi soy, hangi ırk, hangi kültüre dayanan
ulusçuluk bu olgu karşısında daha azla dayanabilir ki?
İşte gerici ulusçuluk kendi ömrünü uzatmak için “çok kültürlülük”,
“farklılıkları tanımak” vs. gibi bir söylemle kendini reforme etmeye
çalışmaktadır. Post Modernizm bunun ideolojik alt yapısı sayılabilir.
Ama globalleşme, sadece bunların değil, “ortak yaşantı ve
kader” birliği de giderek ikna ediciliğini yitiriyor ve hızla aşınıyor.
Eğer ulusların ve ulusçuluğun ayırıcı kriterinin bu olduğunu
kabul edersek, aslında artık dünya çapında ortak yaşantı ve kader birliği
çağındayız dünyanın tek bir ulus olması gerekir bile diyebiliriz.
Çünkü bütün dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan
çıkmış televizyon ekranlarından aynı programları izliyor, aynı maçları izliyor;
aynı sahneleri görüyor; aynı atmosferler içinde yaşıyor. Bu Dünya Şampiyonası,
olimpiyatlar, savaşlar, büyük felaketlerde özellikle çok netleşiyor.
Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir
“Erzincan Zelzelesi” veya Macar milli takımı 3-1 yenme vardı.
Bu Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazınmıştı.
Türk ulusunun ortak yaşantı ve kader birliğini yaratan bir olay olarak
görülebilirdi.
Ama artık ikiz kulelerin yıkılışı; Romanya’daki devrim; Irak’ın
işgali; Tsunami, neredeyse tüm uluslardan herkesin ortak hafızasına aittir.
Evet, hala ulusal devletler belirlemektedir politik
gelişmeleri, hala taraftarlar devletlerin bayraklarının renkleriyle boyamaktadır
yüzlerini, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun bayrağının renkleriyle
yüzünü boyaması ve boyadığı olayın kendisi bir ortak yaşantıdır.
Bu ortak yaşantı aynı devletin (ulusun) takımı kazandığı
veya kaybettiğinde o ulustan olanların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az
önemli değildir. Bir ulusun içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya
kayıplarda benzer farklılıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke
ölçüsündeki kazanan kaybedenlere benzetilebilir.
O halde, bu gerçek zamanda herkesin aynı şeyleri görüp, aynı
şeyleri yaşadığı dünyada, “ortak yaşantı ve kader birliği” de artık ulusal
sınırları çoktan parçalamış bulunmaktadır.
O halde, gören göz için, bu futbol şampiyonasının bir kere
daha ortaya çıkardığı bir gerçek var, sadece ulusçuluk değil; ulusların
kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik
düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki en büyük engeldir.
Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere
karşı olmalıdır. Ulusların ve ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı;
yıkılması gereken en büyük ve acil sorun olarak görmeyen her politik proje
gericilikle sonuçlanmaya mahkûmdur.
Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini,
canlılıklarını, perspektiflerini yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal
devletlere karşı mücadeleyi gündemin başına koymamak bulunmaktadır.
Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas
politik iktidarı elinde bulunduran ve özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir
engel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir saldırıları yok. Hatta
aksine, “Emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları
savunuyorlar. Hem de en gerici biçimindekileri bile.
Gören göz için bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya
cumhuriyeti için, yani insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer
ne olursa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve devletlerin yurttaşlarıyla
sınırlı olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir dünya için
maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz
tuttuğunu gösteriyor.
14 Haziran 2014 Cumartesi
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak
isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder