Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye’de Batıda demokratik bir
hareket ve partner olmadığı için, adeta bu hareketi yaratmaya kendisi soyunmak
zorunda kaldı. Ve herkese bunun adresi ve örgütsel ifadesi olarak HDP’yi
gösterdi. Hazır ve yerleşmiş bir örgütü (BDP) bir kenara koymayı;
destekçilerinin önemli bir kesiminin direnişini ve hatta desteklerini çekme
tehditlerini bile göze alan stratejik bir karardı bu. Kanımızca “Türkiyelileşmek”
de denilen bu strateji özünde doğru bir yaklaşım ve karardır.
Bir kararın doğruluğu onun gerçekleşme şansı olup olmadığına
göre ölçülemez. Özünde doğruysa bir girişimin başarı şansı olup olmadığına bile
bakılmaz, çünkü doğru bir şeyi savunurken yenilmek bile zaferdir. Ama yanlış
bir amacın zaferleri bile yenilgidir. Tabii biz zafer ve yenilgiden söz ederken
hep ezilenlerin yenilgi ve zaferlerinden söz ediyoruz.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu kararı karşısında kimileri
gibi başarı “şansın yok bu işi bırak, Türkiye’yi de bize bırak” (Örnek olarak
bakınız: Metin Kayaoğlu, “Yeni-HDP:
Olmayacak dua veya simya” veya Ferda Koç, “BDP
“Türkiyelileşme”li mi?”) tavrı içinde değiliz. Sizin amacınız, programınız
ve sorunu koyuşunuz
doğruysa, Kürt hareketinin bu davranışında bir rakip değil
aslında bir müttefik ve imkân görmeniz gerekirdi diyoruz. Bu nedenle bu
gibilerden farklı olarak başarısı için de kafa yoruyoruz. Zorluklarını biz de
söylüyoruz. Ama el birliğiyle açıkça tartışarak çözümler bulma amacıyla. Ve her adımda değiştirmesi için somut
önerilerde bulunuyoruz.
Örneğin Kürt Hareketi’nin bugünkü programının, dayandığı
güçlerin (küçük sol örgütler vs.) ve HDP-HDK’nın
örgütsel yapısının (bireysel üyelik yerine örgütsel temsil) bu stratejiye uygun
düşmediğini söylüyoruz.
Ancak bunlar düzeltilse bile, yeni bir stratejik yöneliş
sadece programın, güçlerin ve örgütsel araçların doğru seçimi ile de başarıya ulaşamaz. Bir seri taktik manevralar ve küçük de olsa
başarılar gerektirir.
Bu yazımızda da, Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle taktik
alanda nasıl bir esneklikle davranılması gerektiğini somutlamayı deneyelim.
Çünkü HDP’nin Türkiye’nin acil sorunları ve tartışmalarına katılması ve somut
tavırlar koyması gerekir ki, şu “Kürt Partisi” imajından ve yapısından
kurtulabilsin.
*
Bir hafta kadar önce HDK-HDP çevrelerine yakın ve HDK’da çalışan
bir arkadaş, “bakalım sen şu fikre ne
diyorsun, Cumhurbaşkanlığı adayı için HDP’nin Mehmet Bekaroğlu’nu göstermesine
ne dersin?” deyince. “Çok güzel ve doğru
bir olur” diye cevap verdim. Arkadaş da soldaki geniş bir çoğunluğun böyle önerileri
tartışmayı bile reddettiğini aktardı.
Aslında ben de böyle bir isim arıyor ve bu konuda bir yazı
yazmayı düşünüyordum. Ayrıca bu vesileyle, taktik manevralar ve bunların önemini
ele alan bir yazı yazmayı hedefliyordum. Sol sekter politikalar “biz parlamenter mücadeleyi mi esas alacağız
ki aday gösteriyoruz; bizi Cumhurbaşkanlığı seçim ilgilendirmez” gibi
argümanları çok kullandığından, bunların yanlışlığını göstermek; yeni
kuşakların sosyalist siyasi ve teorik eğitimi için de iyi bir vesile idi bu
konu.
İşin doğrusu Türkiye’de kim kimdir çok bilmediğimden, aklıma
Bekaroğlu gelmemişti ama örneğin bildiğim birkaç isimden biri olan Sami Selçuk
gibi bir isim gelmişti. Erdoğan karşısında en kabul edilebilir, en demokrat, en
optimum aday kum olabilir sorusunun cevabını arıyordum.
Ancak bu gibi konularda, taktik içinde taktikler de yapmak
gerekebilir. Örneğin sizin hakkınızda ön yargılar varsa ve sizin birini aday
göstermeniz o kişi için olumsuz ve desteği azaltıcı bir etki yaratacaksa, sanki
sizin öneriniz değilmiş gibi yapmanız veya başka birini öneriyi yapmaya razı
edip, sonradan trene biner gibi yapmanız gerekebilir. Savaş ister askeri, ister
sosyal ve ister biyolojik olsun, bir anlamda karşı tarafı yanıltmaya da
dayanır. Neredeyse bütün canlıların düşmanlarını yanıltmak için görünümlerinde
yaptıkları adaptasyonlar bile savaşın yasalarıyla ve bu yasaların içinde
yanıltmaların önemli payıyla ilgilidir. Bu nedenle konuyu somut bir isim
üzerinden tartışmanın, eğer öyle bir olasılık varsa bile bizim gibi iflah olmaz
bir komünistten gelmesinin o isme zarar vereceğini düşünerek, dolayısıyla yanlış
olabileceği düşüncesiyle bir bekleme ve gözleme döneminde bulunuyordum.
Arkadaş da aynı yaklaşımdaydı ve Bekaroğlu gibi birinin adaylığını
BDP’nin değil de, örneğin her partiden nispeten aykırı ve bağımsız birkaç
milletvekilinden oluşan bir grubun göstermesinin daha etkili olabileceği
yönündeki görüşünü ifade etti. Bizce de elbet böyle davranılabilirdi ve bunu
bozacak bir davranıştan kaçınılmalıydı. Bu nedenle yazarsam genel bir yazı
yazacağımı arkadaşa da belirttim.
Birkaç gün sonra başka bir arkadaş, bize, Birgün gazetesinde “Muhalefetin
Cumhurbaşkanı adayı kim olmalı?” başlıklı kocaman bir Bekaroğlu
resminin de bulunduğu, imzasız ve sadece editörün adı olan bir yazı gösterdi.
Yazı’da Bekaroğlu öneriliyordu.
Yazıyı okuyunca, aslında yazının görünenin tam tersi bir
amaç için yazıldığı sonucuna ulaştım. Arkadaşa, “HDP’nin ve Bekaroğlu’nun önünü
kesmek için yazılmış bir yazı, gerçekte göründüğünden tam zıddına hizmet ediyor”
diye yorumladım. Gösteren arkadaş da aynı yorumu az önce kendisinin de
yaptığını söyledi.
Yazı ismi açıkça zikrederek, yukarıda değinilen inceliklerden
yoksun davranarak hem Bekaroğlu’nun, hem de eğer bir girişimi varsa HDP’nin
önünü kesiyordu. Bir de Bekaroğlu’na dört farklı güç diye dört CHP’liyi
(Mansur, Pavey Oktay, Tanrıkulu) sözde dört farklı eğilim veya partinin
temsilcisi gibi “çalışma arkadaşı” olarak
öneriyordu.
Madem Birgün (ve
muhtemelen CHP) böyle bir hamleyle Bekaroğlu’nun önünü kesmeye çalışıyor ve
eğer varsa Bekaroğlu’nun adaylığını önerecek HDP’nin böyle bir girişimini
sabote ediyor, o zaman HDP’nin bu durumu veri kabul edip; açık bir tavırla
Bekaroğlu’nu önermeli ve bunu savunmalıdır.
Bu nedenle, HDP’ye Bekaroğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak,
ama kendi adayı olarak değil; tüm toplumun kabulüne en uygun aday olarak
gördüğü için önerdiğini, açıkça ilan edip savunmasını öneriyoruz.
HDP bu önerisini Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin bir
değişik seçim sistemi önerisiyle birlikte önermeli ve toplumu bu konuyu
tartışmaya çekmeyi de denemelidir.
Seçtiremese ve başarıya ulaşamasa bile tartışılmasının
kendisi HDP’nin muazzam bir yol kat edip Türkiye Politikası’na ayak basmasını;
önyargıların yıkılmasını sağlamış olur.
Yani HDP’nin stratejik hedefleri açısından Batı’da “Kürt partisi”
imajından kurtulmak için bir taktik hamledir tartıştığımız konu. Türkiye
Partisi olma amacına hizmet edip etmediği açısından doğruluğu ve yanlışlığı
tartışılabilir.
*
Bekaroğlu’nun ön büyük özelliği şudur. Hem iktidarın içinden
çıktığı politik İslam kesimindendir, yani onların çok büyük bir bölümü için
kabul veya tercih edilebilecek en azından tam bir retle karşılanmayacak bir
isimdir; hem insan hakları ve hukuk alanındaki tavrıyla İktidarın karşısındaki
kesimlerin (CHP) ve Kürt hareketinin de saygı duyduğu ve kabul edilebilir bir
isimdir. Ayrıca bütün söz ve davranışlarının ardına sinmiş bulunan, özünde devletin
uzun vadeli çıkarlarını savunan perspektifiyle derin devletin ya da “Devlet
aklı”nın uzun vadeli düşünen kesimlerinin bile desteğini veya hayırhah bir
tarafsızlığını sağlayabilecek ve direncini minimuma indirebilecek bir isimdir.
Bütün bu özellikleri ona Erdoğan karşısında, eğer karşı
karşıya kalırlarsa, daha büyük bir şans verir. Ve böylece Erdoğan, bir anda “Dimyat’a
pirince giderken, evdeki bulgurdan” olabilir. Erdoğan’ın böyle bir yenilgisi
Türkiye’deki demokratik güçlere bir kendine güven; iktidarın mutlak gücünü
biraz olsun dengeleyecek; demokratik ve insan haklarına nispeten daha duyarlı
bir karşı güç de daha geniş bir hareket alanı sağlar.
Ama burada bizim açımızdan esas önemli olan, bunu açıkça
savunması halinde, HDP’nin uzlaşmalara ve herkesin kabul edebileceği isimlere
açık tavrı ve bu tavrını açıkça savunmasıyla kat edeceği önemli mesafedir. Böylece
Kürt gettosundan çıkıp başka kıtalarda küçük de olsa bazı köprübaşları elde
edebilir.
Tabii bu öneri sadece böyle kalmamalı. Aynı zamanda
Cumhurbaşkanı Seçimi için somut bir seçim kanunu ve biçimi değişikliği
önermeli. Önerilmesi gereken biçimi aşağıda ayrıntısıyla açıklayacağız. Şöyle
özetlenebilir; yurttaşların kimi
istediklerine göre değil; kimi ne kadar istemediklerine ilişkin bir oylama ve
yöntemle Cumhurbaşkanlığı seçimi.
Bu ne demek?
Demokrasi bizim kafamızda oylama ve çoğunluk ile özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi de zaten bu yöntemle yapılacak. En büyük çoğunluğun oyunu alan seçilecek. Ancak bu yöntem, Cumhurbaşkanlığı için en uygunsuz yöntemdir.
Demokrasi bizim kafamızda oylama ve çoğunluk ile özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi de zaten bu yöntemle yapılacak. En büyük çoğunluğun oyunu alan seçilecek. Ancak bu yöntem, Cumhurbaşkanlığı için en uygunsuz yöntemdir.
Neden?
Cumhurbaşkanı aynı zamanda devletin başkanı olduğundan;
devlet de siyasi farklı görüşler karşısında en azından teorik olarak tarafsız
olası gerektiğinden, birçok ülkede ve zamanda bile, Cumhurbaşkanı seçilirken,
istediği adayı seçtirebilecek güçteki partiler bile, diğer partilerin de kabul edebileceği;
çok fazla itiraz etmeyeceği; en azından devletin tarafsızlık, siyasi görüşlerden
bağımsızlık imajını zedelemeyecek adaylar göstermeye dikkat ederler. Yani tüm
yurttaşlar onda kendinden bir şeyler bulmalıdır.
Erdoğan’ın adaylığı ise bu durumun tam tersi bir anlama
geliyor ve kökten bir anlayış değişikliği ve güç dağılımı yaratıyor. Erdoğan
hem bir partinin görüşlerini savunuyor; hem de o parti içindeki en
kutuplaştırıcı olan çizgiyi temsil ediyor. Bir CHP’li bile bugünkü durumda,
diyelim ki, Erdoğan ve Gül arasında bir seçim yapmak durumunda kalsa, Gül’e
oyunu verme eğilimi gösterir.
Yani Erdoğan’a oy verecekler, seçmenlerin yarısı veya yakını
olabilir ama ona neredeyse yüzde yüz karşı olanlar ve onu kendi varlıkları için
bir tehdit olarak görenler de nüfusun bir diğer yarısını veya yarısına yakınını
oluşturmaktadır.
Bu aynı zamanda iki sonuç ortaya çıkarmaktadır.
Birincisi, tehlikeli bir kutuplaşma. Bu kutuplaşma ilk
krizde çok ciddi çatışmalara ve iç savaşa bile evirilebilir. Böyle bir gidişte
Ordunun ve bir darbenin tekrar bir kurtarıcı olarak karşılanabileceği bir durum
ortaya çıkabilir. (ki böyle giderse gidiş bu yöndedir. Darbe ve Kemalizm
karşıtı liberallerin olayların böyle bir evrimi içinde tıpkı Mısır’ın
liberallerinin Sisi’yi daveti gibi, bir Türk Sisi’sini memnuniyetle
karşılayacakları bile görüler. Bu bizi şaşırtmaz, çünkü bugünün liberalleri
aslında bir zamanların darbecileriydi. Onlardaki değişim kökten ve metodolojik
değildi. Gün Zileli gibi bir “Anarşist” bile seçimlerde CHP’ye oy verin çağrısı
yaparken bunun ipuçlarını veriyordu.)
Ama bu kutuplaşma ve riskin artması, bizzat kutuplaşmanın
kendisine karşı güçlerin de direnme ve birleşme eğilimlerini güçlendirir. Yani
AKP’ye oy veren hiç de küçümsenmeyecek bir kesim, Erdoğan’ın kutuplaştırıcı ve
nüfusun geniş bir kesiminde total bir ret oluşturacak adaylığı karşısında,
başkalarının ve kendilerinin de kabul edebileceği; daha geniş bir kesim tarafından
benimsenebilecek bir adaya oy vermeye eğilimlidir. Türkiye’de “halkın sağduyusu”
denen veya denecek şey de budur.
İşte Bekaroğlu’nu Erdoğan karşısında şanslı yapabilecek olan
tam da böyle bir durum için en ideal isimlerden biri olmasıdır. Yani en çok oy
alacak değildir ama belki en az reddedilecektir. En az reddedileni bulma da bir
demokrasi yöntemdir. Hatta dünyanın en eski ve en yaygın demokratik karar
yöntemidir.
*
Bu yöntem son yıllarda matematikçi, bilgisayarcılarca da
geliştirilip bilimsel bir kavram ve işleyişe de kavuşturulmuştur. Buna Almancada
SK Prensibi, yani Sistematik Uzlaşma Prensibi diye çevrilebilecek bir isim
verilmektedir (Das SK-Prinzip:
Systemisches Konsensieren).
Bu prensip özünde demokrasinin en eski, yaygın ve
kendiliğinden biçiminin nicelleştirilmiş ve geliştirilmiş bir biçiminden başka bir
şey değildir.
Modern toplumda demokrasi, yani karar alma çoğunluk oy ile
belirlenmektedir ve demokrasinin bundan başka yolları olmadığı gibi yanlış bir
fikir kafalarımızda yer etmiştir.
Ancak binlerce yıldır uygulanan; kendiliğinden uygulandığı
için ismi bile olmayan bir karar yöntemi daha vardır. Herkes için en kabul edilebilir olanı bulma.
Diyelim ki bir akşam dört arkadaş bir yerde yemek
yiyeceksiniz. Önünüzde de dört alternatif var. İki arkadaşınız A lokantasına
gitmek istiyor; Biri B’ye biri de C’ye. D hiç kimsenin tercihi değil. Burada klasik
oylama ile A oyların %50’sini aldığı, B ve C %25’de kaldığı için, A seçilir. Diğerleri
bu demokratik sonuca uymalıdır denir.
Ama bu yöntemle alınan kararın uygulanması arkadaşlıkların
bozulmasına veya bir arkadaş kendini iyi hissetmediği için bütün gecenin berbat
olmasına da yol açabilir.
Çünkü bu kendiliğinden binlerce yıldır uygulanan demokraside
herkes şu soruları da sorar kendine: Kim hangisine ne kadar karşı? Yani B ve C,
A’ya gidilmesine yüzde yüz karşı olabilirler; A da B ve C’ye gidilmesine karşı
olabilir. Fakat bunların hepsi, hiç oy almamış ve kimsenin birinci tercihi
olmayan D’ye gitmeye özel bir karşıtlıkları olmayabilir. Yani D, hepsi için
kabul edilebilir bir alternatif olarak ortaya çıkar. Bu durumda ilk çoğunluğa
dayanan oylamada hiç oy almayan D, üzerinde en geniş uzlaşma sağlanan ve seçilen
olur. Birincisinin yüz seksen derece zıttı ve muhtemelen kimse de kendini çok
kötü ve çiğnenmiş hissetmeyeceğinden güzel geçmiş bir yemek ve geceli bir sonuç.
Günlük hayatımızda, küçük arkadaş gruplarında farkına bile
varmadan aslında sürekli olarak bu tür bir demokrasiye göre öneriler yapar ve
kararlar veririz. En az rahatsızlık yaratacak olanı; en kabul edilebilir olanı
ararız. Bir öneriyi yaparken en çok arkadaşın kabul edeceği; herkesin kendini
olabilecek en iyi şekilde hissedeceği optimum biçimleri önerir veya bu yönde
kararlar veririz. Optimum kavramı aslında tam da bu duruma denk düşer. Doğa,
organ ve canlıların yapısını; teknik aletleri şekillendirirken bu uzlaşmalardan;
herkes için en kabul edilebilir olana göre davranır.
Dikkat edilirse burada karar evet oyları üzerinden değil; kimin neye ne kadar karşı olduğu, hayırlar üzerinden yapılmaktadır.
Örneğin alışılmış çoğunluk prensibine göre Erdoğan’ın
seçilme şansı, CHP ve MHP’nin ortak aday göstermesi halinde bile çok yüksektir.
Ama “Sistemik Uzlaşma” veya en az
reddedilen en çok kabul gören adayın seçilmesi prensibine göre Erdoğan seçilme
olasılığı en zayıf adaydır.
Bu tür oylamada, herkese kimin için oy verdiği değil; kime
ne kadar karşı olduğu sorulur. Örneğin 0 ve 10 arası bir karşı oluş skalası
vardır herkesin. 0 İtiraz yok, 10 ise kesin ret, aradaki rakamlar da sizin
sübjektif olarak vereceğiniz karşı oluşunuzu yansıtan derecelerdir.
Bu durumda, böyle bir oylamada, nüfusun en az üçte birlik
bir bölümünün Erdoğan için kesin ret oyu vereceği açıktır. Ama aynı kişiler
örneğin bir Bekaroğlu için 0 veya düşük ret derecelerinde oy verebilirler. Aynı
durum AKP’liler için de geçerlidir. Diyelim ki Kılıçdaroğlu da karşı aday, Bahçeli
de bir aday ve HDP’nin adayı Bekaroğlu ve HDP bunu bir uzlaşma adayı; herkesin
üzerinde anlaşabileceği bir aday olarak ilan ettiğini; aslında kendi görüşlerine
denk düşen bir aday olmadığını ilan ediyor.
Böyle bir durumda, eğer dünyanın en eski yöntemi olan ve her
gün küçük gruplarda binlerce kez uygulanan yöntemle seçim yapılsa, diyelim ki
bir Kılıçdaroğlu ve Bahçeli de AKP’lilerden çok büyük ret dereceleri alırlar
ama örneğin Bekaroğlu AKP’lilerden o kadar büyük ret oyu almayabilir. Bu durumda
matematik olarak seçilme şansı en büyük aday Bekaroğlu olur.
HDP bu yöntemi, Cumhurbaşkanlığı gibi, tüm siyasetler ve
partiler karşısında tarafsız olması gereken yerler için resmi ve kanunla
tanınmış bir yöntem olarak önermeli ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin bu yöntemle
yapılmasını da istemelidir. Böylece bu konuyu kamuoyunun tartışmasına
sunmalıdır. (Böylece ülkedeki demokrasi kültürünün gelişmesine de epey bir ek
katkı yaparak çok hayırlı başka bir iş daha yapmış olur.)
Bu durumda Erdoğan’a ve AKP’yi, şunu da demiş olur. “Evet,
çoğunluğu alabilirsiniz. Ama Nüfusun çok büyük bir kesiminin tamamen reddettiği
bir aday olmadığınızı da gösterin. Siz tüm halkın mı bir Partinin mi
Cumhurbaşkanı olacaksınız?”
Erdoğan bunu reddettiğinde, aslında kabul edilebilirlik ve
uzlaşma aramadığını; devlet başkanlığı makamını kendi politikasının aracı
olarak kullanacağını; devletin tarafsız olması gereken gücünü ve olanaklarını
kendi görüşleri ve partisi için kullanacağını itiraf etmiş olur. Erdoğan’ın ne
kadar uzlaşmaz bir politikanın izleyicisi olduğu ortaya çıkar. Erdoğan’ın
başkanlığının riskleri daha iyi kavranır ve yaratmak istediği cepheleşme
engellenebilir. Bunun yerine uzlaşma arayanlar ve aramayanlar şeklinde başka
bir bölünme çizgisi geçirilir.
Ve bu da Erdoğan’ın tecridine ve giderek bu uzlaşmazlığın,
kutuplaştırmanın karşısında olanların, uzlaşmazlığı ret korusunda bir uzlaşma
yapmalarına yol açabilir.
Tabii böyle bir durumda, halkın sağduyusu, binlerce yıldır
biriktirdiği tecrübesi, en azından akacak bir kanal bulmuş olur.
Çünkü halk MHP ve CHP’nin AKP’den bile daha berbat
politikaları ve muhtemel adayları karşısında sağduyusunu dışa vuracağı bir
kanaldan bile yoksundur.
Ama böyle bir alternatif olduğunda, bu kanala akarak
(Örneğin 12 Eylül döneminin sonunda Cuntanın adayı karşısında Sunal’ı
reddederek veya 2002 Seçimlerinde bütün diğer partileri sıfırlayarak bunu yapabildiğini
göstermiştir) birden bire tüm dengeleri değiştirebilir.
Tabii HDP, açıkça Bekaroğlu’nu kendi politikalarına en yakın
değil; toplumun en geniş kesimlerinin uzlaşabileceği bir aday olduğu için
önerdiğini açıkça belirtmelidir.
İşte HDP’ye önerilen Cumhurbaşkanı adayı ve yöntemi özetle
böyledir. Açıkça tartışılması dileğiyle.
Demir Küçükaydın
04 Haziran 2014 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder