Soma çocukluğumun geçtiği, kişiliğimin şekillendiği yerdir. Çocukluğum
bu madenci kasabasında, maden işçileri arasında geçmişti. Biz işçi çocukları,
kömür kamyonlarının seslerinden hangi marka olduğunu bilme ve kimin olduğunu
çıkarma oyunları oynardık. Yıllar sonra Emil Zola’nın Germinal romanını okuduğumda çocukluğumun dünyasına geri dönmüş
gibi olmuştum.
Maden İşçileri ocakta kafalarındaki kasklarının önüne bir
lamba takarlar. O lambanın enerjisi bellerindeki aküden gelir. İşçi ocağa
girmeden önce, kendi markasını verip bir lamba alır. İşten çıktığında da teslim
eder markasını alır. Bu akülerin her gün bakımı ve yeniden şarj edilmesi
gerekir. Babam bu işin yapıldığı lambahanede ustabaşıydı.
Önceleri maden ocaklarında (benim çocukluğumda özel ocaklarda
da) karpit lambası kullanılırdı. Bir devlet işletmesi olan o zamanın Garp Linyitleri
İşletmesi’nde ise elektrikle çalışan modern lambalar.
Lambalarda yansıyan fark aslında iş koşullarının tümünde görülebilirdi.
Karlılık kapitalizmin esas motorudur. Kar biricik hedef
olunca, bunu arttırmak için masrafları düşürmek gerekir. Masrafları düşürmek
için ise, işçileri daha kötü şartlarda, daha ucuza çalıştırmak; üretim
masraflarını iyice kısmak.
Bütün bunlara karşı işçilerin direnmekten başka çaresi
yoktur. Ama direnmek birleşmek ile olur. Birleşmek ise ancak demokratik bir
ortamda mümkündür. Bu nedenle işçiler dünyanın her yerinde ve her zaman
demokrasinin en büyük savunucuları olmuşlardır. Kendilerini savunmak için
demokrasiye ihtiyaçları vardır. Bugün Avrupa Demokrasisi diye tanımlanan
rejimlerin ve ülkelerin hepsi aslında işçilerin mücadeleleriyle ortaya
çıkmışlardır.
İşçilerin örgütlenmesi ve Demokrasi birbiriyle bağlıdır.
İşçiler ne kadar örgütlü ise o ülke o kadar daha demokratiktir. Ne kadar
demokratikse o işçiler o kadar kolay örgütlenebilirler. İşçilerin örgütlerini
sadece sendikalar olarak algılamak yanlıştır. İşçilerin esas etkili örgütleri Sosyal
Demokrat ve Komünist partiler olagelmiştir. Kuzey Avrupa’da Sosyal Demokrat,
Güney Avrupa’da Komünist Partiler, işçilerin en etkili savunma araçları
olmuşlardır. İşçiler iktidara geldiklerinde ille de sosyalizme geçmezler,
iktidarda kalıp, kapitalizmi belli sınırlar içinde de tutabilirler ve o ülkedeki
işçilerin çıkarına olabilir bu. İsveç gibi ülkelerdeki “sosyal devlet” tam da
bunun ifadesidir. Aslında Avrupa’nın hikâyesi, iktidara gelmiş işçilerin kapitalizmi
korumalarının ama aynı zamanda kendi haklarını geliştirmelerinin hikâyesidir.
Güney Avrupa ülkelerinde işçi hareketi daha militan ve
kavgacıdır ama aynı zamanda daha bölünüktür. Bu militanlığına rağmen Güney Avrupa’da
işçilerin hakları Kuzeydekiler kadar değildir. Bunun nedeni, Kuzeydeki sendika
ve partilerin, bütün bürokratikliklerine rağmen genellikle tek bir örgütte
birleşmiş olmalarıdır. Bir ülkedeki işçileri kapsayan tek örgüt genellikle her
zaman bölünmüş ama militan bir işçi hareketinden çok daha etkili sonuçlar alır.
İşçiler gerek ekonomik, gerek sosyal, gerek politik olarak
ne kadar elverişli konumdalarsa, o ülke o kadar zengindir ve gelirler
arasındaki eşitsizlik o kadar azdır. Çünkü işçilerin hakları ve demokrasi
arasındaki ilişkinin benzeri de demokrasi ile zenginlik ve sosyal adalet
arasında da vardır.
Neden böyledir?
Çünkü demokrasi ve yüksek bir örgütlülük düzeyi, işgücünün
fiyatçının yüksekliği demektir aynı zamanda. İşgücünün fiyatı yüksekse, kapitalist
diğer kapitalistlerle rekabet edebilmek için emek üretkenliğini arttırmak; yani
daha modern teknikle, daha çok makine kullanarak üretim yapmak zorundadır. Bu da
modern tekniğin ve araçların kullanılmasını; bu yönde araştırma ve
geliştirmeler yapılmasını; bu modern tekniği ve araçları kullanabilecek ve
üretebilecek kaliteli, yaygın ve yüksek bir eğitimi vs. zorunlu kılar.
Keza işçilerin örgütlülüğü, burjuvaziye daha büyük
vergileri; daha iyi bir kontrolü; vergilerden ezilen sınıfların refahına daha büyük
harcamalar yapmayı zorunlu kılar. Böylece refah ve gelir eşitsizliklerinin daha
ılımlı oluşu, yani tipik bir batılı ülke resmi ortaya çıkar.
Yani sanılanın aksine batı ülkeleri zengin olduğu için
demokratik değildir; demokratik olduğu için zengindir. İşçi sınıfı örgütlenip haklarını iyi
savunabildiği için o ülkeler demokrasiyi geliştirebilmişler; bu da işçilerin
örgütlülüğünü ve haklarını arttırmış; bu da kapitalistleri daha modern makineler
kullanmaya zorlamış bu da o ülkelerin zengin ve ileri olmasının yolunu açmıştır.
Yani amacınız o olmasa bile demokrasi için mücadele
ettiğinizde aslında aynı zamanda o ülkenin zenginliği, refahı ve sosyal adaleti
için mücadele etmiş olursunuz. Bu her
zaman nesnel olarak ortaya çıkan sonuçtur.
Bu değer yasasının bir sonucudur. Mutlak ve nispi artık
değer arasındaki faktır bu b.ir yanıyla. İşçileri daha uzun ve yoğun çalıştırarak
mı ucuza mal edilecektir mallar, yani mutlak artık değer artışıyla mı; yoksa
daha modern teknik, daha yoğun makine kullanımıyla mı? Yani nispi artık değer
artışıyla mı? İşçiler örgütsüzse ve direnemiyorlarsa, hiçbir güç kapitalisti
daha modern teknik kullanmaya zorlayamaz; boğaz tokluğuna çalışan işçi ile ve
eski makine ve teknikle üretim devam eder.
O halde, Türkiye’de toplum niye bu şarklılıktan çıkamıyor; niye
demokrasi gelmiyor; niye geri bir ülke olmaktan çıkamıyor; niye böyle müthiş
gelir farkları var sorularının cevabı niye işçiler Türkiye’de örgütsüz ve dağınıktır
sorusunda gizlidir.
Şundan dolayı: Türkiye’deki devlet ve devletçilik, bu merkezsi
bürokratik devlet, bütün anti demokratik ve keyfi yasaları ve idaresiyle; bu
yapısıyla işçi sınıfının örgütlenip mücadele vermesinin önündeki en büyük engeldir.
Yani aslında bu merkezi bürokratik, keyfi devlettir Türkiye’de kapitalistlerin
böylesine hayasızca sömürülerinin nedeni. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada
ve geri ülkelerde de böyledir. Bu devlet parçalansa, bu merkezi ve bürokratik
mekanizme yıkılsa, işçiler kendilerini savunabilirler.
Ayrıca bizzat bu devletin yaptıkları da işçilerin savunma ve
birleşmelerinin önünde bir engeldir. Yüzyılın başında Hıristiyan halkları
sürerek, öldürerek ve katlederek, aslında aynı zamanda işçi sınıfının en örgütlü
ve modern kesimlerini de yok etmiş; geri kalan Müslümanları ise,
öldürdüklerinin kimi kırıntılarıyla satın alarak, işçileri iyice örgütsüz
bırakmış, günahına ortak etmiş, her türlü demokratik geleneğin kırıntısını işçi
sınıfı içinde kazımıştır.
Türkiye’nin bütün diğer güney Avrupa ülkelerinden farkının
ve burada örneğin bir Yunanistan'daki komünist Partisi gibi bir zamanların
güçlü partilerinin bulunmaması ve şimdi Türkiye’nin çeyrek ve yarım yüzyıl
geriden giderek nal toplamasının nedeni bu katliamlardır.
Bütün bunların sonucu olarak yeraltında yüzlerce işçi
kalmakta ve ölmektedir.
Bu devlet olmasa, diyelim ki bu merkezi ve bürokratik
devletin yerine, kuzey Avrupa’daki gibi bir burjuva devlet olsa; iş emniyeti
standartları yüksek olur; bu standartlara kapitalistin uyup uymadığını yine
bizzat işçi örgütleri denetler; merkezsi devlet değil. Türkiye’de denetlemeyi
ise kim yapmış? Bu merkezi ve bürokratik devletin bakanlığı.
Yani demokrasi için mücadele ayrı zamanda iş kazalarına
karşı bir mücadeledir de.
İşçiler, tek tek işkolları ve iş yerlerindeki
mücadelelerinde, çok özel koşullar olmadıkça yenilmeye mahkûmdurlar. İşçiler,
sadece tüm işçileri değil; tüm toplumdaki gayrı memnunları da birleştirecek bir
programa sahip olduklarında ancak belli haklar kazanma yolunda bir mesafe kat
edebilirler ve o zaman ancak böyle iş kazaları daha az olur; daha az insan ölür
veya sakat kalır.
Bunun için de işçiler, tüm gayrı memnunların farklı
mecralarda akan talep ve tepkilerini bir tek büyük nehirde birleştirmelidirler.
Bu birleştirme ise ancak gerçekten tutarlı ve radikal bir demokrasiyi
hedeflemek ve savunmakla olabilir.
Ancak insanların dili, dini, soyu sopu, cinsi veya cinsel
eğilimi nedeniyle herhangi bir baskı ya da ayrımcılığa uğramadığı; devletin
bütün bu konularda kör olduğu; devletin veya ulusun bunlarla tanımlanmadığı
koşullar için bir mücadele tüm gayrı memnunları birleştirebilir. Bunun yanı
sıra, ancak merkezi ve bürokratik devletin keyfiliğine karşı mücadele tüm işçilerin
ve diğer tüm gayrı memnunların desteğini kazanabilir.
İşçiler, ancak dil, din, kültür, cins vs. bölünmelerine son
verebildiğinde gerçekten iktisadi konum ve çıkarlara göre bir bölünme temelinde
birleşebilir. Bu nedenle ancak gerçekten demokratik bir düzende sosyalizm hem
bir zorunluluk hem bir olanak olarak ortaya çıkar.
Ve yine bu nedenle, işçi hareketi işçi hareketi olmaktan çıktığı
ölçüde gerçekten işçi hareketi olur.
*
Kapitalizm öncesi toplumlarda, madenlerde “ekonomi dışı zor” aracılıyla cüceler çalıştırılırdı. “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”
masalındaki yedi cücenin madenci olması, insanlardan uzak bir ormanda yaşaması,
kapitalizm öncesi toplumlarda, yani basit meta üretimine dayanan toplumlarda,
madenlerin işlenişinin gerçeğini yansıtır. Bizans ve Osmanlı’da Cüce olmak
madenci olmaya yazgılı olmak demekti. Cüceler adeta bir kast durumundaydılar.
Madenleri de genellikle Şark’ın mutlak devleti angaryayla çalıştırırdı.
Kapitalizm ile birlikte kapitalizm öncesinin ekonomi dışı
baskısı ortadan kalktı ve onun yerini ekonomik baskı aldı. Artık “özgür”
insanlar vardı. Tüm feodal bağlarından ve üretim araçlarından özgür. Günümüzün
moda deyimiyle, artık bir “birey”dir.
En küçük bir savunma mekanizması kalmamış, sadece çalışmaz, yani iş gücünü
satmazsa aç kalacak insanlar, yepyeni bir tarihsel ve toplumsal kategori olan
işçilerdirler. Loncaların veya kastların bağlarından da ve korumasından da özgür.
Bu nedenle Kapitalist sömürünün ekonomi dışı zora, yani devletin zoruna
ihtiyacı yoktur, kapitalizm öncesi sömürüden farklı olarak. Bu nedenle Das Kapital’de devlet diye bir bölüm de bulunmaz.
Kapitalizm öncesinde dilencilik bile bir meslektir ve dilencilerin
bile loncası vardır. Kapitalizmde ise işsiz herkes potansiyel veya fiili bir
dilencidir, tabii dilenebilecek bir yer bulabilirse.
İş gücünün yaşı, cinsiyeti, ırkı, milliyeti, dini vs. onun
ürettiği artı değer üzerinde hiçbir etkide bulunmaz. Bizlerin insanların
eşitliği, çok kültürlülük vs. dediğimiz bugünün değerleri bütünüyle iş gücünün
bu özelliği ile ilgilidir.
Bizler din, millet, kültür vs. eşitliği için mücadele
ederken aslında tamamen kapitalizmde bütün artı değerin kökeninde bulunan meta
olan iş gücünün bu özelliğine uygun bir politik düzenin inşası için davranmış
oluruz.
Zaten tam da bu nedenle tüm bu biçimsel eşitlikler
Kapitalizmi ortadan kaldırmaz ve daha mükemmel bir kapitalizme olanak sağlar.
Ama bu aynı zamanda işçilerin kapitalizme karşı
birleşebilmelerinin de temel koşulunu sağlar. Bu nedenle burjuvazi kapitalizm
için bu ideal ilişkiye karşıdır ve tam da bu nedenle işçiler bayraklarına her
şeyden önce biçimsel ve hukuki eşitliği, yani Demokratik Bir Cumhuriyet’i
yazarlar. Bu biçimsel eşitliği her şeyden önce işçilerin bölünmüşlüğüne son
verip sınıf olarak birleşmenin koşullarını sağladığı için işçiler tutarlı (radikal)
bir demokrasiyi savunabilecek biricik sınıftır. Bütün diğer sınıflar
demokrasiyi radikal bir içerik ve biçimle savunmaktan uzaktırlar.
Kapitalizm’de kar, rant ve faizin kaynağında, işçilerin
sahip olduğu ve gerçekleştirmek için satmak zorunda olduğu tek malın, işgücü
denen mal (meta) vardır. İşgücü’nün kullanımıyla ortaya çıkan şey değerdir yani
emektir. Emek, sadece ücreti değil, artı değeri de kapsar. Bu nedenle “emek en yüce değerdir” gibi emek
güzellemeleri aslında burjuvazinin sloganlarıdır. Nasıl sosyalizmi sınıf
mücadelesine indirgemek onu burjuvazinin kavramlarıyla ve burjuvazinin kabul
edeceği bir biçimde savunmak ise, aynı şekilde emeğin savunusu ya da
güzellemeleri de sosyalizmi burjuvazinin ufku içinde onun savunabileceği
biçimde savunmak demektir.
Sınıf mücadelesini ve sınıfların varlığını da; emeğin
değerin kaynağında bulunduğunu da burjuva düşünürlerin bulması bir rastlantı
değildir. Bunları kabul etmek veya sınıf mücadelesi çağrıları yapıp emeğe
övgüler düzmenin sosyalizmle ilgisi yoktur sosyalizmi burjuvaca savunmaktır.
Sınıfların varlığını ve mücadelelerini kabul etmek sosyalizm
için yetmez; sınıfları ve mücadelelerini yok etmeyi ve bunun tarihsel olarak
bir gereklilik ve imkân olduğunu savunmaktır sosyalizm.
Değerin yoğunlaşmış emek olduğunu kabul insanı sosyalist
yapmaz; işgücü denen metaın tüm değerin kaynağı olduğunu kabul ettiğiniz, tüm
diğer gelirlerin (kar, faiz, rant) kökeninde bu artı değer denen ödenmemiş emeğin
bulunduğunu kabul ettiğinizde sosyalist olursunuz.
Bu değerin içinden işgücünün payı olan ücret’i
çıkardığınızda geriye kalana artı değer denir ve bu artı değer de, kar (sanayi
ve ticaret karı), faiz ve rant olarak paylaşılır. Bunlar da kapitalist
toplumdaki temel sınıfları oluştururlar.
Bunlardan rantiyeler kapitalizmin işlemesi için gerekli olan
bir sınıf değildir. Toprak da hava gibi su gibi bir üretim koşuludur. Aslında
bütün topraklar kamulaştırıldığında kapitalizm ortadan kalkmaz, daha mükemmel
bir kapitalizmin koşulları oluşmuş olur.
Ama burjuvazi, işçi sınıfından korktuğundan, ayrıca
toprakları kamulaştırarak deliye taşı andırmak istemediğinden, yani işçilere
kendilerinin de mülksüzleştirilebileceğini göstermek istemediğinden tarihsel
olarak bu adımı atmaz ve atamaz. Dolayısıyla bu adımı atmak da yine işçilere
kalır. Sanılanın aksine toprakların kamulaştırılması sosyalist değil,
demokratik bir taleptir.
Aynı durum Türkiye gibi ülkelerde burjuvazi ile kapitalizm
öncesinin yadigârı şark Devleti arasındaki ilişkide de vardır. Aslında soyut
olarak, kendi egemenliğinin aracı olacak bir devletten çıkarlıdır burjuvazi.
Ama nasıl Toprak sahipleriyle uzlaştı; iş ve güç birliği yaptı ise, bu merkezi,
keyfi ve bürokratik devletle de uzlaşır
O halde Türkiye’nin politikasını şu ilişki belirler: burjuva
sınıfının demokrasi korkusu ve gericiliği ile devletin mutlak ve merkezi yapısı.
Burjuvazinin bu baskıcı güçlü devlete ekmek gibi su gibi ihtiyacı vardır. Merkezi
bürokratik aygıtın da böyle kendisine dokunmayacak kendini “ele geçirecek” ve
daha gerici yasalarla kendi keyfi yapısını güçlendirecek bir burjuvaziye.
Bu nedenle Türkiye’de devlet, yani kapitalizm öncesinin bir
kalıntısı, Türkiye’de kapitalizm ve burjuvazi geliştikçe zayıflamaz, güçlenir.
Ham ruhların anlamadığı diyalektik buradadır.
Türkiye’de kapitalist ilişkiler geliştikçe, prekapitalizmin
en büyük ve somut ifadesi olan merkezi, bürokratik ve keyfi devlet güçlenir. Türkiye
Kapitalistleştikçe ve burjuvazi güçlendikçe, demokratik mücadele ve hedefler
için mücadele gereği artar.
Bu nedenle, acil bir görev olarak antikapitalist sloganlar
atmak; burjuvaziyi ve kapitalizmi lanetlemek; bu demokratik mücadeleden kaçmanın
bir örtüsünden başka bir anlama gelmez. Türkiye’de ve dünyada kapitalizmi tasfiye
edebilmek için önce prekapitalizmi tasfiye etmek gerekmektedir. Prekapitalizmin
asli özelliği ağalar falan değil; ekonomi dışı zor ile artı ürüne el koyan, Sümerler
çağından kalma devlettir.
Bu merkezi bürokratik devleti tasfiye en acil demokratik
görevdir.
Ölen işçilerin bize vasiyeti, demokrasi için, en
radikalinden bir demokrasi için mücadeledir.
Ancak o zaman sözlerimiz ve yaptıklarımız hamasi söz ve davranışlar
olmanın ötesine geçebilir ve kalıcı bir mücadeleye dönüşebilir.
Demir Küçükaydın
14 Mayıs 2014 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder