Bu bir çelişki değil mi?
Daha önce de belirttiğimiz gibi değil.
Önceki yazıda demokrasi ve özgürlüğü sosyolojik anlamlarıyla ele alırken, şimdi politik ya da hukuki anlamlarıyla ve de politik ve hukuki alana ilişkin kavramlar olarak ele alacağız. Aynı kavram ve sözcüğün bu tamamen farklı ve zıt anlamları üzerinde böyle durmamızın nedeni, bu ayrımın yapılmayıp, üzerinde durulmayıp, karıştırılmasının bizzat demokrasiye karşı mücadele veren ve onu tasfiye edenlerin bir yöntemi olmasıdır.
*
Özgürlük kavramı, Fransız toplumsal mücadeleler geleneğinde politik alana ilişkin haklar olarak da tanımlanmıştır.
Yani bunun ardında, politik ve politik olmayan gibi bir ayrım vardır[1]. Bu anlamda, tıpkı dinin politik olmayan olarak tanımlanması gibi politik alana ilişkin olarak tanımlanmıştır. Modern toplumun politik ve politik olmayan ayrımı olmasa, özgürlük kavramı da olamazdı. Klasik uygarlıkların ve dinlerin hiç birinde özgürlüğün sözünün edilmemesi, böyle bir kavramın bulunmaması; örneğin İslam’da Özgürlük değil de adalet aranması bizzat bu ayrımın yokluğuyla ilgilidir.
Bu bağlamda, düşünceleri ifade edebilme, onlar etrafında serbestçe birlikler oluşturabilme hakları olarak tanımlanır özgürlük. Politik olarak tanımlanmış alanda, bizzat bu ayrımın kendisini sorun etmeyen bütün görüşler fikir ve inanç özgürlüğü olarak tanımlanır ve eşitlenirler ve politik alanın belirlenmesinden ve bizzat bu ayrımdan dışlanmış olurlar.
Tam da bu nedenle, yani politik alana ilişkin bir kavram olarak tanımlandığından, sosyolojik değil, hukuki veya politik bir kavramdır. Ya da çok daha sosyolojik bir ifadeyle, aydınlanma dinin bir kavramıdır bu anlamıyla.
Bu anlamıyla demokrasi ve özgürlük birbirinden ayrılamaz.
*
Demokrasinin ardındaki varsayım, çoğunluğun kendi çıkarının nerede olduğunu bildiği, kendi ihtiyaçları ve çıkarı hakkında en doğru kararları kendisinin verebileceğidir.
Ama bu demokrasi kavramının ardındaki çoğunluk varsayımı ve özgürlük kavramlarının ilişkisi, mekanik ve doğrudan değil, çok dolaylı yollardan geçerek buluşabilir ve buluşabilmiştir.
Bu özgürlük ve çoğunluk kavramlarının ardında, Aydınlanma’nın geliştirdiği, yine tarih ve toplum üstü, “toplum” ve “insan” kavramları vardır.
Ama bu tarih ve toplum üstü insan ve toplum kavramları ve anlayışı, özünde somut tarih ve toplum içinde modern burjuva toplumunun; kapitalizmin ortaya çıkardığı tarihsel ve toplumsal bir gerçekliktir.
Demokrasinin ardındaki gizli varsayım olan, çoğunluğun kendi çıkarının nerede olduğunu bileceği varsayımındaki çoğunluk kavramı da öncelikle eşit bireylerin varlığını ve kabulünü gerektirir.
Bu ise böyle insanların tarihsel ve toplumsal olarak ortaya çıkışını varsayar. Kapitalizm ile birlikte, tüm diğer kapitalizm öncesi aşiret vs. bağlardan üretim araçlarından “özgür” insanlar ortaya çıkar; bu insanlar ortaya çıktıktan sonra bireyler ve onların eşitliği gibi bir fikir veya kabul de.
Yani demokrasi ile modern “özgür” bireyin tarihsel olarak ortaya çıkışı ve bunların düşünceye yansıması ve “toplum sözleşmesi” gibi anlayışlar arasında zorunlu bir ilişki vardır.
Bu nedenle, sanılanın aksine, çoğunluğun kendi çıkarının nerede olduğunu en iyi bileceği varsayımı oldukça yeni bir düşüncedir.
Modern toplumun ve düşüncenin habercisi sayılabilecek, hatta Ütopya kavramını borçlu olduğumuz Thomas Morus bile eşitlikçi ve özel mülkiyetin olmadığı bir toplumu anlatan Ütopya’sında, bir demokrasi değil, bir bilgeler yönetimi, yani oligarşi önerir.
İnsanların eşit olmadığı, halkın genellikle aptal ve cahillerden oluştuğu, ülkenin ve bizzat o aptal ve cahil halkın iyiliği için, filozofların ya da âlimlerin karar vermesi gerektiği gibi bir anlayış neredeyse bütün ütopik sosyalistlerde vardır. Çünkü onların yaşadığı toplumda henüz “birey” dediğimiz tarihsel kategori; yani “Robenson”lar henüz yoktur.
Böyle olmasının nedeni de tamı tamına bir tarih ve toplum üstü insanın özü olmamasıdır. İnsanların insanlar ve toplum hakkındaki fikirleri, tarih ve toplum üstü bir insan özü anlayışının kendisi dâhil, tarih ve toplum üstü olmayıp tarih ve toplumca belirlenir.
Ama bu fikirleri belirleyen de yine son duruşmada iktisadi ilişkilerdeki değişmelerdir. Eğer kapitalist ilişkiler ortaya çıkmasaydı; tüm üretim araçlarından ve kapitalizm öncesi bağlardan “özgür”, bireyleri ortaya çıkaracak ekonomik değişimler olmasaydı, aralarında toplumsal sözleşme yapacak bağımsız ve eşit bireyler gibi bir kavrayış da var olamazdı.
Çoğunluk ve çoğunluğun kendi hakkında en doğru kararları verebileceği anlayışı, bu nedenle çok yenidir, demokrasi anlayışının kendisi gibi.
*
Demokrasi inin ardındaki varsayım, yani çoğunluğun kendi çıkarının nerede olduğunu bildiği ve buna in iyi kendisinin karar verebileceği varsayımı şu soruyu ortaya çıkarır: çoğunluk (ve dolayısıyla azınlıklar) nasıl oluşabilir?
Bu, her biri bir atom gibi ve bir toplumsal sözleşmeyle bir araya gelen bireylerin, kendi kendilerini yönetmesi, bunun için de çoğunluklar oluşturması, bir kabile halkının her somut sorunda köyün meydanında tartışıp karar vermesi veya zaten küçük topluluktaki herkesin eğilimleri ve ağırlıkları herkes için bilindiğinden, özel silahlı adamlar da olmadığından, bu eğilimlere göre hareket eden şeflerin veya ihtiyar heyetlerinin bütün bunları gözeterek kararlar aldıkları kendiliğinden demokrasisi gibi olamaz modern toplumda.
İnsanların on binlerce sorunu vardır. İnsanlar her sorunda çok farklı konumlarda da bulunabilirler. Dolayısıyla, çoğunluğun veya azınlığın oluşabilmesi, toplumdaki temel sorunlarda sistematik görüşler getiren partiler olmadan mümkün değildir.
On bin farklı görüş etrafında bir demokrasi olanaksızdır, aksine böyle durumlarda, demokrasi gibi görünen şey, tek bir görüşün veya diktatörün egemenliğinin örtüsü olur.
Bir örgüt içinde bile demokrasi, örgütün sorunları ve çözümleri hakkında sistematik görüşleri olan eğilimler ve bunların güçleri oranında yönetime yansıması olmadan mümkün değildir. Yani bir örgüt içinde eğilim ya da fraksiyon; bir ülkede de parti ya da herhangi bir örgüt kurma hakkı olmadan, fikir özgürlüğü bir kandırmacadan başka bir şey olamaz. Olamaz çünkü sistematik fikirler etrafında bir çoğunluğun oluşması, dolayısıyla bunların iradesinin yansıması olanaksız olur.
Modern toplumda, demokrasinin tanımının özündeki, çoğunluk ve azınlıkların oluşabilmesinin başka hiç bir yolu olmadığı için, düşünce ve örgütlenme özgürlükleri olmadan demokrasi, yani "azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden idare şekli" olanaklı değildir.
Ama sadece bunun için değil, çoğunluğun ve azınlığın değişebilmesi ve yeniden üretilebilmesi için de gereklidir. Çoğunluk ve azınlık bir kere oluşunca hep öyle kalacak değildir, insanlar zaman içinde görüşlerini değiştirebilirler. Bu görüş değişimlerinin ve yeni görüşler etrafında yeni birliklerin oluşması da özgürlükler olmadan olmaz.
Özetle, binlerce farklı görüşü çok temel noktalarda birleştiren eğilimler, fraksiyonlar, partiler, ittifaklar, birlikler olmadan çoğunluk ve azınlıklar oluşamaz dolayısıyla demokrasi mümkün olamaz.
Bu olmadığında ne olur?
Genellikle bürokrasinin kullandığı, demokrasi adlı bir manüplasyon ya da “manüprasi”.
Çünkü genellikle, örgütlü bir güç fiilen yönetiyordur ama “demokrasi” adına, “fikir özgürlüğü” adına diğer görüşlerin sistematik bir ifadeye kavuşmasını dolayısıyla çoğunluğu oluşturma olanağını yok ederek, kendi egemenliğini sürdürüyordur.
Demokrasi hakkında doğru bir kavrayışın bulunmaması ve ideolojik yanılsamalar da bizzat buna bir destek ve bitek temel oluşturabilir.
Günün büyük ve temel meselelerine ki hangi meselenin büyük ve temel mesele olduğu da en büyük ve temel meseledir, alternatif (karşı) çözümler getiren; duruca birbirinden ayrı platformlar olmaksızın, tam bir fikir özgürlüğü olduğunda bile, demokrasiye değil, karışıklığa tüm kapılar açılmış olur.
Tek tek olumsuzlukların, yanlışların, suiistimallerin sergilenmesi sistemin kendisini temize çıkarmasının araçları olur ve insanlarda demokrasi olduğu yanılgısının oluşmasına yol açar.
Ama bir süre sonra bu kendi zıddına döner, “Demokrasi” ile bir değişim başarılamayınca krallıktan veya demokrasi düşmanı popülistlerden bile medet umulmaya başlanır, Doğu Avrupa ülkelerinin birçoğunda görüldüğü gibi.
Sistematik görüşler, bunlar etrafında birleşme, bu görüşlerin tüm halka ya da üyelere iletilmesi, tartışılması, sistematik görüşler etrafında öbekleşmeler ve tartışmalar olmaksızın ve bu koşullarda yapılan oylamalarda güçlerin nispi oranlarına göre temsili sağlanmaksızın demokrasiden de özgürlükten de söz edilemez.
*
Bu sonuçlar bize Gezi’nin niye dağıldığının ve hala dağınık kaldığının ipuçlarını da verir.
Gezi üzerine ilk yazdığımız yazının ilk cümlesi Gezi’nin bir hazırlıktan yoksun olduğun ve bu nedenle başarısız olacağı cümlesiyle başlar. Kimileri bundan sistematik ve gizlice yapılmış örgütsel bir hazırlık gibi bir şeyi anladılar “Hazırlık” ile kastettiğimiz, Gezi gibi hareketlerin örgütlenmesi için gerekli varsayımlar, anlayışlar vs. idi. Gezi’nin en büyük eksiği buydu.
Örneğin yıllarca, “büyük anlatıların sonu” denerek; “ideolojiler bitti” denerek, sistematik ve tutarlı görüşler, yani demokrasinin gerçekleşmesinin olmazsa olmazı olan sistematik görüşler ve çözümler sunma insanların kafalarından uzaklaştırılmıştı. “Büyük anlatıların sonu” iddiasının kendisinin büyük anlatı olmadığını iddiasındaki bir büyük anlatı olduğu görülemiyordu. “İdeolojilerin” reddinin kendisinin ideoloji olmadığını iddia eden bir ideoloji olduğu unutulmuştu.
Bürokratik örgütlerin hiyerarşileri bahane edilerek her türlü merkezileşme ve gerçek eğilimlerin ifadesi olan önderliklerin şekillenmesi; gerçek toplumsal eğilimlerin kendini ifade edeceği biçimler reddediliyor ve ezilenlerin örgütlenebilmesinin temel varsayımları yok ediliyordu.
Yine böylece insanların özgürce demokratik olarak daha büyük güçleri bir araya getirmek için merkezi birlikler kurmaları reddediliyordu. Hatta bizzat Gezi’de görüldüğü gibi oylamalar; karar almanın kendisi, gündem belirlemeleri ve tartışmaları; delege seçme gereği bile reddediliyordu.
Örneğin Gezi kendisi Taksim’de tüm Gezicilerin katılacağı geniş bir forum ve orada gündem ve çeşitli öneriler üzerine bir genel tartışma örgütleşecek fiziki olanaklara sahipken bile bunu yapmayıp ona yakın küçük forumda, bir gündem tartışması bile yapmadan; belli bir konu etrafında sistematik ve alternatif görüşlerin; dolayısıyla çoğunluklar ve azınlıkların oluşmasına imkân sağlamadı. Yani kendini örgütleyemedi.
Bunda onun yukarıda değinilen teorik ve ideolojik hazırlıksızlığı; yanlış varsayımları kadar; “hazırlıklı” örgütlerin de bu durumdan çıkarlı olmaları ve bunu bir nimet bulup bu zayıflığı ebedileştirmeleri aynı derecede rol oynadı.
Gezi her sorunu sanki birer uzmanlık ve ilgi sorunuymuş gibi ele alıp küçük alanlara ve bölümlere bölerek, bunların birbiriyle ve ama genel kitlenin genel politikası ve çizgisiyle ilişkisini keserek de bilerek veya bilmeyerek bunun bir aracına dönüştü.
Hâlbuki bütün bu araçlar olmadan Gezi örgütlenemezdi. Örgütlü ve örgütlü olduğunu gizleyen gruplar böylece Gazi’nin sözcülüğünü ele geçirebilir, onu böyle dağınık tutarak konumunu ebedileştirebilirdi. Yapılanlar tam da bunlar oldu. Aynı durum parklarda ve forumlarda da yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Örgütlü bir güç, bir tek koşulda, Gezi’nin içindeki eğilimlerin kendini ifade edebilecekleri; sistematik ve birbirine alternatif görüşler olarak şekillenebilecekleri; her Gezicinin tüm Gezicilere ulaşabileceği teknik ve maddi koşulları yaratarak; yani kendi varlığına son verecek koşulları yaratıp bunları Gezi kitlesinin emrine sunarak diğer örgütlü güçlerin geziyi dağınık tutarak egemenliklerini sürdürmelerini engelleyebilirdi.
Ama böyle bir örgüt ya da güç de olmadığı için, Gezi tamamen örgütsüz ve dağınık olarak kaldığı; kendi iradesini oluşturacak araçlardan yoksun olduğu için, var olmasına rağmen yoktur. Varlığını sadece Berkin Elvan’ın cenazesinde olduğu gibi göstermekte, ama kendi iradesini oluşturamadığı ve yansıtamadığı için yine geldiği gibi gitmektedir.
Aynı mekanizma forumların da bunu oluşturmasını engellemektedir. En iyi niyetli çabalar bile farkına varmadan bu durumu ebedileştirmenin araçlarına dönüşmektedirler. Bizzat bu duruma bir son vermek için bir girişim sayılabilecek, bu Forum/Çalıştay konusuyla, gündemini belirleyişiyle, konuyu ele alışıyla böyledir. Çoğunluk ve azınlıkların sistematik görüşler, yani eğilimler, partiler, fraksiyonlar, birlikler biçiminde oluşma ve birbirleriyle yarışını engellemekte; demokrasinin gerçekleşmesinin engeli haline gelmektedir.
Örneğin gündemin ne olacağı tartışması, önceliğin ne olduğu tartışmasıdır. Bu tartışma esnasında, farklı öncelikler etrafında farklı sistematik görüşler oluşabilir, farklı “partiler” arasında gerçekten ilerletici tartışmalar yaşanabilirdi.
Ama tam da bu noktada, sanki gündem bir ders işlermiş gibi, işlenecek konuların belirlenmesi yapılıyormuş gibi, öncelik sonralık diye bir sorun yokmuş gibi ele alınarak bu olarak yok edildi.
İkinci olarak konunun belirlenmesinden sonra konu örneğin gezinin demokratik olarak örgütlenmesi için neler yapılmalıdır gibi bir başlık içinde tartışılabilip, farklı görüşlerin oluşması, yoğunlaşmalar olması ve tartışılması gibi bir yöntem izlenecek yerde, konu bütünüyle bir bilgi sorunuymuş, bir uzmanlık sorunuymuş gibi ele alındı. Ve nihayet böyle ele alışın kendisinin aslında gizli olarak farklı ve yanlış bir demokrasi anlayışını yansıttığı ve onun fiili bir uygulaması olduğunu bile tartışıp gündeme getirmek olanaksızlaştırıldı.
Böylece, Gezinin ruhunu yaşatmaya ve bulunduğu durumdan çıkmaya çalışan en canlı forumlar ve hayat emaresi gösterenler bile, demokrasiyi olanaksızlaştıran fiili durumun fiili savunucularına dönüşüyorlar.
Özetle özgürlük, sadece özgürlük değildir. Özgürlük ancak örgütlenme ile farklı sistematik görüşler ile bunların tüm kitleye (katılımcılara, üyelere) ulaşması ve onun karşısında gerçek akli argümanlarla yarışmasıyla bir arada bulunduğunda özgürlüktür ve ancak bu gibi koşullarda demokrasi gerçekleşebilir.
O halde sorun bunların nasıl oluşturulabileceğine dair farklı görüşlerin yoğunlaştığı bir tartışmayı başlatmak olabilir ilk elde.
*
Ne var ki, buraya kadar yine, çoğunluk ve azınlık gibi, tarih ve toplum üstü kavramlar, biçimsel tanımlamalar alanındayız.
Çoğunluklar ve azınlıklar; fikir sistemleri, partiler rast gele oluşmazlar. Onlar toplumdaki büyük toplumsal güçlerin eğilimlerini yansıtırlar. Demokrasi modern toplumda bu eğilimlerin politik alana yansıması için en elverişli, en az sürtünmeli, en az enerji kaybına; en az patlamalara yol açan koşulları sunar.
Ama toplumsal eğilimler yasaklarla ortadan kaldırılamaz. Onlar var olurlar ve bir şekilde akacak damar bulurlar. Bu nedenle, en anti demokratik sistemde, en korkunç polis devletinde bile, politikaya egemen olanlar her şeylere kadir değildirler ve bir boşlukta hareket etmezler, var olan toplumsal güçlerin dengelerini kollarlar. Aynı durum partiler ve toplumsal örgütler için de geçerlidir. En güçlü sanılan örgüt liderleri bile, aslında, örgütlerinin destekçisi toplumsal eğilimlerin ve onların içindeki başka bölünmelere bağlı güçlerin dengelerini kollarlar.
İşte Gezi’nin esas genç ve ücretlilerden oluşan; demokrasiyi özleyen; kendi eğilimlerini ifade edip uygulayabilmek için araçlar bulamayan kesimi; eğilimlerini forumları boykot ederek; çağrılara cevap vermeyerek dışa vurmaktadır. Ayaklarıyla oy vermektedir.
29 Mayıs 2014 Perşembe
Demir Küçükaydın
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
[1] Dikkat edilsin bir kavramın politik ya da hukuki olarak tanımlanması ve analiz edilmesi başkadır; politik ya da hukuki alana ilişkin kavramlar olması başkadır. İkinci, politik alanın ayrı bir alan olduğu gibi bir kabul ve toplumun böyle örgütlenmesi çok yenidir. Ama birincisi, analitik olarak hukuki ya da politik olmak her çağa uygulanabilir, bu kullanımda sosyolojik anlamları söz konusudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder