10 Mayıs 2014 Cumartesi

Demokrasi ve İslam ("Demokratik İslam Konferansı" vesilesiyle)

Bu hafta sonu Diyarbakır’da “Demokratik İslam Konferansı” toplanıyor. Bu vesileyle Demokrasi ve İslam ilişkisini sosyolojik, yani Marksist kavramlara ele alıp incelemeye ve Konferansın somut anlamını kavramaya çalışalım.
Allah’ı fizik veya metafizik bir olgu olarak (Allah var mıdır? Varlığı kanıtlanabilir mi? İnsan yaratılmış mıdır yoksa maymundan mı gelmiştir?) veya epistemolojik bir sorun (Allah’ın varlığı kanıtlanabilir mi? Akıl mı inanç mı?) olarak veya hukuki bir sorun (yani bir inanç ve vicdan hürriyeti sorunu) olarak ele almak, kavramsallaştırmak tam da Aydınlanma’nın Din ve Allah kavramlarıyla düşünmenin tam kendisidir.
Diğer bir ifadeyle sosyolojik (toplumsal) bir olguyu, fizik, epistemolojik veya hukuki kavramlarla ele alıp tanımlama girişimi olmaktan öteye gitmezler. Ama bu girişimin kendisi sosyolojik olarak bir dinin, yani modern toplumun dininin, yani Aydınlanma ve onun karşı devrimci biçimi olan ulusçuluğun din kavrayışı ve tanımlamasından başka bir şey değildir.

Allah ya da daha genel anlamıyla din, ne metafizik veya fizik, ne epistemolojik, ne de hukuki bir olgudur. Allah sosyolojik, yani toplumsal bir olgudur ve toplum bilimsel, yani sosyolojik olarak, sosyolojik kavramlarla açıklanmalıdır.
Allah’ın biricik bilimsel ve doğru tanımını, hatta Allah’ın evrimini ve hatta “ölümünü” (“Tanrı öldü” Nietzsche) yapabilecek kavramsal araçları bize Marksizm sunabilir.
Allah, Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları arasında ortaya çıktı. Ne Çin’deki Sarı Nehir boylarında, ne Sibirya’da, ne Himalayaların tepesinde, ne Hindistan’da İndus ve Ganj vadilerinde, ne Anadolu, İran, Balkan, İberik yarımada ve platolarında değil.
Nuh’tan sonra ilk büyük peygamber olan İbrahim’in, Mezopotamya uygarlığının devletine ve devletçiliğine, yani Nemruta karşı; ikinci büyük peygamber olan Musa’nın Nil boyu uygarlığının mutlak ve keyfi devleti ve devletçiliğinin sembolü olan Firavun’a karşı çıkmış ve konumlanmış olması bir rastlantı değildir.
Allah, tanrılaşmış despotları, sıradan insanlarla eşitleyen, onları kendilerinden üstün bir varlığın kurallarına tabi kılan; keyfiliğini ve mutlak iktidarını sınırlayan halkın direnişinin bayrağı ve aracıdır.
Ancak tarih boyunca bütün şark despotlukları, yani Firavunlar ve Nemrutlar, bir süre sonra Allah’ın arkasından dolanarak onu kündeye getirmeyi başarmışlardır. Kendilerinin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduklarını; temsilcisi olduklarını söyleyerek, yine Allah’ı bu dünyadan sürmeyi (onun nispeten eşitleyici reformlarını yürürlükten kaldırmayı) bilmişlerdir. Ama Allah her seferinde onlara karşı mücadele etmek için yine yeryüzüne bir elçisini yollamazlık da etmemiştir. Marksizm'in de dediği gibi, Tarih sınıflar mücadelesidir.
Allah yeryüzü sultanlarına karşı en son kısa süreli zaferini, Hazreti Muhammet döneminde yaşadı. Ama İslam da, Mezopotamya ve Mısır’ı ilk fetih ettiği günlerde, fetih ettiği tarafından fetih edildi; Firavun ve Nemrutların devleti ve devletçiliği, tekrar Allah’ın arkasından dönerek onu kündeye getirmeyi başardı.
Mekke eşrafından çıkmış Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri arasındaki ticaret yolları üzerindeki Şam’a vali olmuş Muaviye, Mekke bezirgânlığı ile binlerce yıllık Şark devletçiliğinin bu sentezi, Firavun ve Nemrutların İslam içindeki bir temsilcisi olarak karşı devrimi yaptı.
Bundan sonra İslam’ın yayılışı ve yorumlanışı bu karşı devrimci biçimi içinde oldu. Onun devrimci ve eşitleyici özü kuşaklar boyu unutuldu.
İslam, dinin epistemolojik, fizik veya metafizik veya hukuki bir kategori olmadığını; bu dünyadaki toplumsal ilişkileri düzenlediğini (yani Marksist kavramlarla ifade edersek, bir toplumun üstyapısı olduğunu)  en iyi bilen dindir. İslam’ın din tanımı Aydınlanma’nın din tanımından bin kat daha doğrudur bu nedenle. Tam da böyle olduğu için İslam Allah’a şirk koşmayı yasaklar. Çünkü bu Din kavrayışına göre Allah’a şirk koşmak demek, aynı toplum içinde iki farklı hukuk, iki farklı ilişkiler sistemi demektir ki, bu mümkün değildir.
Aslında hiçbir din, tanrısına ya da ilkesine “şirk koşmaz” ve diğer hiçbir dini tanımaz. Modern toplumun dini de, yani Aydınlanma veya ulusçuluk da öyledir. İktidarın kaynağı Allah mı olacaktır, Halk mı? Yurttaşlar ise Allah olamaz; Allah ise yurttaşlar olamaz. Her biri diğeri üzerine bir diktatörlüktür ve öyle olmak zorundadır.
Din ve vicdan özgürlüğü, sosyolojik olarak bir palavra ve yalandan başka bir şey değildir ve aslında ancak modern toplumun dininin din tanımının kabulüyle mümkün olabilir. Yani dinler din olmayı modern topumun din tanımı içinde kalarak kabul ettikleri, politik alana girmemeyi, vicdan sorunu veya epistemolojik bir sorun olmayı kabul ettikleri takdirde din olarak tanımlanırlar. Ama bizzat bu tanımın kendisi başka dinlerin din tanımları üzerinde bir diktatörlüktür. Ama başka dinlerin din tanımları da diğerleri üzerinde bir diktatörlüktür. İslam da demokrasi üzerinde bir diktatörlüktür. (İslam’ın biçimsel anlamıyla ve yorumuyla. İslam’ın özüne ilerde geleceğiz.)
Ancak İslam’ın özüne inildiğinde, İslam’ın Muhammet döneminde yaptığı ve yapmaya çalıştığı şey bugün nasıl yapılabilir diye sorulduğunda, bunun bir tek cevabı vardır: İslam ancak gerçekten demokrasi olduğu takdirde; en radikal demokrasiyi savunduğu takdirde gerçekten İslam olabilir.
Neden ve nasıl?
Din konusunda bütün kavramlar karışmış bulunduğu için biraz geriden başlayalım.
Nasıl “canlı” diye bir şey yoksa somut canlılar, hayvanlar, bitkiler vs. varsa; “Toplum” diye somut bir şey de yoktur. Toplum bir soyutlamadır. Somut toplumlar vardır. Klanlar, Aşiretler, Kentler, İmparatorluklar, Uluslar vs.
Dinin toplumsal olarak birbirinden ayrılmaz iki işlevi vardır.
1)      O dinden olan somut topluluğun tüm hukuk, ahlak, mülkiyet, miras, dağılım, tüketim, üretim, eğitim, sanat ilişkilerini düzenler.
2)      O dinin geçerli olduğu somut topluluğun sınırlarını belirler.
Yani örneğin, Müslüman olmak için Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak gibi. A klanından olmak için o soydan olmak veya bir ritüelle o soya kabul edilmek gibi. Bir ulusun vatandaşlığına geçmek gibi.
İşte bu ilişkilerin ve sınırların nasıl olacağını bizzat toplumun iktisadi ilişkileri belirler. Avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan bir toplumda soyut bir tek tanrı olmaz. Henüz uygarlaşmamış; sınıflı topluma geçmemiş, devletin, yazının, paranın ortaya çıkmadığı bir toplumda, bir Allah’a ve Kitap’a ihtiyaç yoktur. Zaten mümkün de değildir. Ve de böyle yerlere ve topluluklara ne Allah peygamberlerini yollamıştır ne de bir kitap inmiştir. Bu nedenle Sibirya ya da Himalayalara, Avustralya’ya veya Okyanusya adalarına peygamberler gelmemiştir.
O halde sosyolojik olarak dinin ne olduğunu tanımlamak gerekirse, soyut Toplum kavramına bağlı olarak yine bir soyutlama olan Üstyapı kavramı ile kastettiğimizin, yani iktisadi ilişkiler üzerinde yükselen tüm diğer toplumsal ilişkilerin somuttaki karşılığıdır.
Şöyle bir şema açıklayıcı olabilir:
Soyut kavram
Somut karşılığı
Toplum
Topluluk veya somut toplum
Üstyapı
Din

Bu kavramsallaştırma ve Din’in bu sosyolojik tanımının müthiş alt üst edici ve ezber bozucu sonuçları vardır.
Örneğin nasıl üstyapı kavramı, toplum kavramının kendisinde var ise, din kavramı da onun somut biçiminde vardır. Üstyapısız bir toplum olamayacağı gibi, Dinsiz bir toplum da olamaz.
Ama bugünkü toplum kendini dinsiz kabul ediyor ve dinin kişinin bir inanç sorunu olduğunu söylüyor. Bu bir çelişki değil mi? Değil ve burada tarihin en büyük katakullisi var. Dinin ne olduğu tam da bu nedenle anlaşılamıyor.
Dikkat edilirse, dini hukuki olarak tanımlar bugünkü toplum. Dinin inanç (kişinin özel sorunu) olduğun söylemenin ve toplumun böyle sınırlayıp ilişkileri düzenlemenin kendisi sosyolojik olarak bir dindir. Yani bizzat bu ilke, özel ve politik ayrımının kendisi ve dinin özel olarak tanımlanması, modern toplumun sınırlarını çizer ve ilişkilerini düzenler. Dini inanç olarak tanımlamak, eski dinlerin toplumu düzenlemesine ve sınırlarını belirlemesine son vermek, onları kişisel ilişkiler alanına sıkıştırmak; kendisinin basit bir bileşeni olarak kullanmak demektir.
İşte bu tamı tamına Allah’a şirk koşmanın ta kendisidir.
Gerçekten tutarlı bir Müslüman’ın bugünkü toplumda var olma şansı yoktur. Dinin bir inanç, yani kişisel bir sorun olduğunu kabul eden Müslüman ancak var olabilir ama o da artık Müslüman değil, modern toplumun dininden bir insandır; yani dinin özel bir sorun olduğunu kabul eden insandır; İslam’ın din tanımına göre dini tanımlamayan bir insandır.
Peki, hem Müslüman olup hem Demokrat olunamaz mı?
Olunur ama İslam’ın lafzı değil, ruhuyla.
Bu anlamda nasıl İbrahim İslam’dan çok önce yaşamış bir Müslim ise; Muhammet de demokrasiden çok önce yaşamış bir Demokrat olarak görülebilir.

Ama İslam’da gizli o ruhu ortaya çıkardığımızda veya o ruha göre davrandığımızda, bizler farkına varmadan, kendimize ne dersek diyelim Marksist olarak devranmış veya Marksizm’i yeniden keşfetmiş oluruz.
Peki, “İslam’ın ruhu” nedir?
Bu ruh onun tarihsel anlamında, o tarihsel koşullarda yaptığının özündedir.
İslam, totemlerin, aşiretlerin egemen olduğu bir dünyada, her biri farklı bir hukuku, ilişki ve kardeşlik sistemini temsil eden totemlere, yani somut kabilelere karşı; tek bir Allah diyerek, hem onları Allah’ın kabulü aracılığıyla kardeşleştirip yeni bir topluluğun sınırlarını (Müslümanları) belirliyor hem ilişkilerini düzenliyor, hem de onları eşitliyordu. Herkes hangi kabileden gelirse gelsin, ne gibi bir toplumsal konumu bulunursa bulunsun eşitlenmiş oluyordu Allah’ın kulları olarak. Namazda safa durmak bu eşitlemenin ritüeli ve sembolik karşılığıdır. Bir sultan veya bir dilenci namazdaki safta, yani Allah karşısında, hukuken eşittir. Allah bu eşitliği sağlar.
Allah aynı zamanda, Hindistan’daki gibi kastlaşmaya karşı da bir sigortadır. Kastlar, kendi içlerinden evlendiğinden bir süre sonra su geçirmez taşlaşmış fosillere dönmüş meslekler ve sınıflardır. Ve genellikle ve kökeninde bu meslek ve sınıflar aynı zamanda kendi içlerinde farklı totemleri olan komünlerdir. Hindistan’da kast sisteminin varlığı ile Hinduizm’in binlerce tanrısının olması birbirinden ayrılmaz iki olgudur. İslam Hindistan’ı Alt kastların desteği ve sempatisi ile fetih etmiş, ama Kast sistemi tarafından fetih edilip, kendisi bir kasta dönüşmüştür adeta.
Yani İslam insanları biçimsel olarak, hukuken, Allah’ın kulları olarak eşit haklarla donatır; kastlaşmalarını engeller. İslam’ın Allah’ının sosyolojik anlamı budur.
Allah totemlere (putlara) dayanan bir toplumda ortaya çıktığından, İslam’ın Allah’ı totemlere, yani komünlerin dinlerine, aşiretlere karşı acımasızdır. “Allah’a şirk koşmak” yani bir totemi tanımak, mümkün değildir ve en ağır cezayı gerektirir.
Ama aynı İslam, Uygarlık dinlerine (Kitaplı dinler, Hak dinleri) karşı, paternalist bir düzenleme kurar. Onları kendisiyle eşit kabul etmez, ama can ve mal emniyetini örneğin, cemaatin kendi iş işleyişini kabul eder. Sümerlerin torunlarının dini Sabilikten, Hıristiyanlığa kadar bu böyledir.
Uygarlığa ait olmayan dinlerden olanlara, yani komün yaşayanlara karşı İslam çok kesin ve açık olarak karşıdır. Ama onlar da İslam’a karşı İslam’ın içinde kendini ifade ederek, varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Alevilik gibi bin bir biçim içinde aşiret ve köy komünü hukuku varlığını sürdürmüştür.
O halde İslam’ın özü, en geniş ölçüde insanları aynı hukuk altında birleştirmek, en azından biçimsel olarak eşitlemek olduğuna göre, bugünün dünyasında bu nasıl sağlanabilir sorunu ortaya çıkar. İslam Dünyaya düzen getirmek isteyen bir dindir.
Bunun iki yolu vardır.
Birincisi yeryüzündeki insanların hepsinin Müslüman olmasıdır. Bu olanaksızdır ve yeryüzündeki insanların büyük çoğunluğunun imhasını gerektirir. Çünkü ister dinsiz, ister Budist, ister Hıristiyan olsun insanlığın büyük çoğunluğu bunu kabul etmeyecektir.
İkincisi, Müslümanlığın kendisinin diğer dinlerle eşit olacağı, yani kişilerin özel sorunu, bir vicdan sorunu olacağı bir dünyayı kabullenmek ve bunun için mücadele etmek. Hz. Muhammet’in çağrısının özü bu değil mi idi? Tüm aşiretleri tek bir Allah ile eşitliyordu. Farklı dil ve dinleri eşitlemenin tek yolu, dinlerin ve dillerin hiçbir politik anlamının olmaması; hepsinin hukuk karşısında eşit olmasıdır.
Bu da tamı tamına Aydınlanma’nın hedefidir.
Aydınlanma da İslam’ın yaptığını yapmaya çalışmıştır aslında. Aydınlanma ortaya çıktığında, dünyada artık her yere semavi dinler egemendi, totemler değil. Ama Çin’in Konfüçyüs, Buda; Hindistan’ın Brahman; İran ve Akdeniz’in İbrahimi dinlerinden milyonlarca insan nasıl aynı düzen altında birleştirilebilir ve eşitlenebilirdi?
Bunun bir tek yolu vardı, dini politik alının dışına itmek ve onu sadece bir düşünce ve vicdan sorunu olarak tanımlamak ve onun sınırları içinde olduğu ve kaldığı takdirde din olarak tanımlamak.
İşte “düşünce ve inanç özgürlüğü” veya “inancı, soyu ne olursa olsun insanların eşit olduğu” yönündeki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi aslında bu yeni dinin, Aydınlanma dininin “Kelimei Şahadet”inden başka bir şey değildir.
Müslümanlar, günümüzde, bunu en sonuna kadar savunduğunda gerçekten İslam’ın özünü savunmuş olur. Yani İslam Aydınlanma ideallerinin en tutarlı savunucusu olduğunda İslam’ın özünü savunmuş olur.
Ama sadece bu kadar da değil.
Nasıl İslam Muaviye ile bir karşı devrim yaşadıysa; Aydınlanma dini de bir karşı devrim yaşadı. Aydınlanma’nın Muaviyeleri Napolyon’lar, Stalinlerdir. Bu karşı devrime uğramış modern toplumun dini; tasfiye edilmiş aydınlanma ulusçuluktur.
Uluslar insanların eşitliğinin yerine ulusların eşitliğini geçirmiş ve insanları eşitsiz kılmıştır. Bir tür aşiretler çağına dönüştür. O halde Aydınlanma’ya sahip çıman İslam’ın özünün, Aydınlanmanın devrimci dönemine, ulusçu olmadığı dönemine sahip çıkıp onu geliştirerek, tüm ulusları yıkma çağrısı yapması; uluslara karşı bir dünya cumhuriyeti çağrısı yapması gerekir.
İşte o zaman İslam’ın özü, bugünün dünyasında gerçekten Muhammet’e layık olarak savunulabilir.
Ama bu savunma ancak karşı Devrime uğramış, biçimsel, ritüellere dönüşmüş İslam’a karşı ciddi bir mücadele ile yürütülüp başarıya ulaştırılabilir.
Bu noktada bir gerçek Müslüman ile bir Marksist arasında hiçbir fark olmaz.
Böyle bir İslam, demokrasiyi düşman olarak görmez; aksine onun en gerçek savunucusu olur.
*
Peki, Politik İslam nedir?
Politik İslam, aydınlanmanın ideallerine bir dönüş değil, politik olanı ya da ulusu İslam ile tanımlama girişimidir. Yani devrimci ve eşitleyici değil; karşı devrimci ve baskıcıdır. Hatta faşizmin dinle tanımlanmış özel bir türü bile olabilir. Ezilenlerin öfkesi olabilir ama ezilenlerin değil, ezenlerin bir aracı olmaya mahkûmdur.
İslam ancak uluslara karşı bir mücadeleye girdiğinde ve kendisini diğer dil, din, kültür, soylar vs. ile eşitlediğinde, yani kendinin politik bir anlamı olmaması için politik mücadeleye girdiğinde gerçekten devrimci ve eşitleyici bir işlev görebilir.
*
Buraya kadar biçimsel ve hukuki eşitlik alanında idik.  Gelelim sosyal ve Ekonomik eşitlik alanına.
İslam bunun tüketim ve bölüşüm alanında görevlerle sağlamaya çalışmıştır diğer dinler gibi. Ama sonuç her zaman başarısızlık olmuştur. Marksizm bu başarısızlığın nedenini açıkladığı gibi başarının anahtarını da verir: Eşitsizliğin üretim ilişkilerindeki temellerini değiştirmek.
Yani İslam’ın özünü savunan, gerçekten mantık sonuçlarına giderse, biçimsel eşitlik mücadelesindeki tutarlılığını ekonomik eşitlik alanında sürdürürse, Marksizm'in önerdiği noktaya varmak zorunda kalır.
Bunu bir kenara koyalım. İlerde geri ülkelerde radikalleşmiş genç Müslümanların tam da burada ifade ettiğimiz yollar ve çıkarsamalarla Demokratlara ve Sosyalistlere dönüşme olasılıkları vardır.
Türkiye’dekilere gelince. Henüz bu yolun çok başındalar.
Türkiye’de İslam içindeki antikapitalist Müslümanlar olarak tanımlayanların nedense demokratik ve biçimsel eşitlik üzerinde pek durmadıkları görülmektedir. Onların daha ziyade ekonomik eşitlik, sınıf farkları üzerinde durdukları görülüyor. Eleştirilerini de tüketim ve bölüşüm üzerinden ve ahlaki argümanlarla yapıyorlar.
Ama bu da onları manüplasyona ve askeri bürokratik oligarşi tarafından kullanılmaya açık hale getiriyor.
Tıpkı ulusalcı Türk sosyalistlerinin durumuna düşüyorlar. Zaten son yıllarda bu kadar popüler olabilmeleri biraz da bu özellikleri nedeniyledir.
Demokrasi için ve uluslara karşı mücadeleyi ikinci plana atıp, bütün vurguyu sınıfsal ve ekonomik eşitlik üzerinden yapmak, Türk sosyalistleri gibi ileriye kaçıp, gerçek demokrasi mücadelesi konusunda askeri bürokratik oligarşinin yedeği olmakla sonuçlanır.
Ancak şunu da gözden uzak tutmamalı. Türk solunun bütün devrimci geleneklerini unutarak vardığı yer, henüz gençliğini soluyan politik veya radikal İslam’ın doğduğu ve hareket geçtiği yerdir. O hala gençliğini solumaktadır ve demokratik görevlerin savunulmasının önemine doğru bir evrim geçirebilir.
İhsan Eliaçık’ın son zamanlarda giderek, diğer dinlerin, dillerin, cinslerin eşitliğine vurgu yapması ve İslam’ın devrimci bir yorumuna; yukarıdaki gibi bir yorumuna daha büyük ağırlık vermesi, bu yönde umutvar olunabileceğinin ipuçlarını sunmaktadır. Ya da örneğin bir Hüda Kaya’nın günümüz dünyasında İslam’ın ne olması gerektiği yolundaki soruları da aynı yönde bir arayış ve eğilimin ifadesidir.
Ancak İhsan Eliaçık bu yorumlarında hala politik olmama üzerinden eşitlik noktasına varabilmiş değildir. Ulusçuluk içinde benzeri bir evrim geçiren Abdullah Öcalan’la yakınlık içinde bulunması bir rastlantı değildir.
Her ikisi de, dinleri, dilleri, kültürleri politik birimler olarak kabul edip bunların eşitliği üzerinden çıkarsamalar yapmakta; demokratik özerklik bunu ifade etmektedir.
Biz ise, bunun belli konjonktürlerde başarılı olsa ve bir çözüm gibi görünse de gerçekten eşitlikle ilgili olmadığı; bu yolla bir eşitlemenin mümkün olmayacağı ve ilk krizde bir Lübnanlaşma ile sonuçlanacağını söylüyoruz. Sorun diğer dillerin ve dinlerin tanınması değil, aksine tanınmamasıdır. Politik olanın, yani devletin hiçbir dili ve dini olmaması; dinin ve dilin (kültürün, soyun, etninin vs.) hiçbir politik anlamı olmamasıdır.
Kürt hareketi buraya gelebilmiş değildir. Ancak Türkiye’nin batısında çıkabilecek radikal demokratik bir hareketin böyle tutarlı bir demokrasiyi savunmasının etkisiyle bu noktaya doğru bir evrim geçirebilir. Bu yollar da tıkalı değildir.
*
İşte Medine Varakası ya da anlaşması, hem bugünkü politik konjonktüre; hem Öcalan’ın ve Kürt hareketinin programına; hem de Radikal İslam’ın şimdi bulunduğu yere denk düşmektedir. Çünkü o tamı tamına farklılıkların tanınması ve bunun temelinde bir uzlaşmanın ifadesi ve örneğidir.
Medine Anlaşması, İslam’ın henüz yeterince güçlü olmadığı; Medine’deki bölünmelerin de uzun savaşlarla yorulup güçten düştüğü koşullarda, Muhammet ve İslam’a bu dengeler üzerinde var olma imkânı sunduğu bir dönemde, farklı aşiret ve dinler arasında bir ilişkiyi yansıtır. Daha sonra da zaten uygulanmasına son verilmiş ve yüzyıllarca da hatırlanmamıştır.
Bugünün post modern, çok kültürlülük modasında, gerici ulusal devletlerin, çok kültürlülük namı altında kendileri reforme etme; diğer dil, din ve kültürleri tanımaları bağlamında tekrar unutulmuşluktan çıkmıştır ve şimdi Kürt hareketinin programına cuk oturmaktadır.
“Seni oraya niye çağırmadılar, yıllardır din üzerine yazıyorsun, Kürt hareketini de hep destekledin” diye soranların cevabı bu noktadadır.
Orada Din veya İslam değil, Türkiye ve Ortadoğu’nun geleceği, gelecek tasavvurları, programlar, stratejiler tartışılıyor.
Bizim programımız, dillerin ve dinlerin politik bir anlamı olmamasıdır.
Onların programı ise dinlerin, dillerin tanınması ama eşit olması veya pazarlık yapmasıdır. Yani politik anlamları olmasıdır. Politik olanın onlara göre tanımlanmasıdır. Bu ikisi birbiriyle karşı karşıyadır. Bizimki gerçekten Radikal bir demokrasidir; onlarınki reforme olmuş post modern bir milliyetçilik.
Bu nedenle bizim savunduklarımıza orada yer verilmemesinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur.
Bize söz vermek, bizim programımızsın tartışılması ve alternatif bir program olarak tanınması anlamına gelir.
Diğer programlar ise bizim programımızın yokluğunda veya bilinmezliğinde var olabilirler.
Bu onlar için varlık ve yokluk sorunudur.
10 Mayıs 2014 Cumartesi
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:





Hiç yorum yok: