Bu hafta sonu Diyarbakır’da “Demokratik İslam Konferansı” toplanıyor. Bu vesileyle Demokrasi ve
İslam ilişkisini sosyolojik, yani Marksist kavramlara ele alıp incelemeye ve
Konferansın somut anlamını kavramaya çalışalım.
Allah’ı fizik veya metafizik bir olgu olarak (Allah var
mıdır? Varlığı kanıtlanabilir mi? İnsan yaratılmış mıdır yoksa maymundan mı
gelmiştir?) veya epistemolojik bir sorun (Allah’ın varlığı kanıtlanabilir mi?
Akıl mı inanç mı?) olarak veya hukuki bir sorun (yani bir inanç ve vicdan
hürriyeti sorunu) olarak ele almak, kavramsallaştırmak tam da Aydınlanma’nın
Din ve Allah kavramlarıyla düşünmenin tam kendisidir.
Diğer bir ifadeyle sosyolojik
(toplumsal) bir olguyu, fizik,
epistemolojik veya hukuki
kavramlarla ele alıp tanımlama girişimi olmaktan öteye gitmezler. Ama bu
girişimin kendisi sosyolojik olarak bir dinin, yani modern toplumun dininin,
yani Aydınlanma ve onun karşı devrimci biçimi olan ulusçuluğun din kavrayışı ve
tanımlamasından başka bir şey değildir.
Allah ya da daha genel anlamıyla din, ne metafizik veya
fizik, ne epistemolojik, ne de hukuki bir olgudur. Allah sosyolojik, yani toplumsal
bir olgudur ve toplum bilimsel, yani sosyolojik olarak, sosyolojik
kavramlarla açıklanmalıdır.
Allah’ın biricik bilimsel ve doğru tanımını, hatta Allah’ın
evrimini ve hatta “ölümünü” (“Tanrı öldü” Nietzsche) yapabilecek kavramsal
araçları bize Marksizm sunabilir.
Allah, Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları arasında ortaya
çıktı. Ne Çin’deki Sarı Nehir boylarında, ne Sibirya’da, ne Himalayaların
tepesinde, ne Hindistan’da İndus ve Ganj vadilerinde, ne Anadolu, İran, Balkan,
İberik yarımada ve platolarında değil.
Nuh’tan sonra ilk büyük peygamber olan İbrahim’in,
Mezopotamya uygarlığının devletine ve devletçiliğine, yani Nemruta karşı;
ikinci büyük peygamber olan Musa’nın Nil boyu uygarlığının mutlak ve keyfi
devleti ve devletçiliğinin sembolü olan Firavun’a karşı çıkmış ve konumlanmış
olması bir rastlantı değildir.
Allah, tanrılaşmış despotları, sıradan insanlarla eşitleyen,
onları kendilerinden üstün bir varlığın kurallarına tabi kılan; keyfiliğini ve
mutlak iktidarını sınırlayan halkın direnişinin bayrağı ve aracıdır.
Ancak tarih boyunca bütün şark despotlukları, yani
Firavunlar ve Nemrutlar, bir süre sonra Allah’ın arkasından dolanarak onu
kündeye getirmeyi başarmışlardır. Kendilerinin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi
olduklarını; temsilcisi olduklarını söyleyerek, yine Allah’ı bu dünyadan
sürmeyi (onun nispeten eşitleyici reformlarını yürürlükten kaldırmayı) bilmişlerdir.
Ama Allah her seferinde onlara karşı mücadele etmek için yine yeryüzüne bir
elçisini yollamazlık da etmemiştir. Marksizm'in de dediği gibi, Tarih sınıflar
mücadelesidir.
Allah yeryüzü sultanlarına karşı en son kısa süreli
zaferini, Hazreti Muhammet döneminde yaşadı. Ama İslam da, Mezopotamya ve
Mısır’ı ilk fetih ettiği günlerde, fetih ettiği tarafından fetih edildi; Firavun
ve Nemrutların devleti ve devletçiliği, tekrar Allah’ın arkasından dönerek onu
kündeye getirmeyi başardı.
Mekke eşrafından çıkmış Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri
arasındaki ticaret yolları üzerindeki Şam’a vali olmuş Muaviye, Mekke bezirgânlığı
ile binlerce yıllık Şark devletçiliğinin bu sentezi, Firavun ve Nemrutların İslam
içindeki bir temsilcisi olarak karşı devrimi yaptı.
Bundan sonra İslam’ın yayılışı ve yorumlanışı bu karşı
devrimci biçimi içinde oldu. Onun devrimci ve eşitleyici özü kuşaklar boyu
unutuldu.
İslam, dinin epistemolojik, fizik veya metafizik veya hukuki
bir kategori olmadığını; bu dünyadaki
toplumsal ilişkileri düzenlediğini (yani Marksist kavramlarla ifade
edersek, bir toplumun üstyapısı olduğunu)
en iyi bilen dindir. İslam’ın din tanımı Aydınlanma’nın din tanımından
bin kat daha doğrudur bu nedenle. Tam da böyle olduğu için İslam Allah’a şirk
koşmayı yasaklar. Çünkü bu Din kavrayışına göre Allah’a şirk koşmak demek, aynı
toplum içinde iki farklı hukuk, iki farklı ilişkiler sistemi demektir ki, bu
mümkün değildir.
Aslında hiçbir din, tanrısına ya da ilkesine “şirk koşmaz”
ve diğer hiçbir dini tanımaz. Modern toplumun dini de, yani Aydınlanma veya
ulusçuluk da öyledir. İktidarın kaynağı Allah mı olacaktır, Halk mı? Yurttaşlar
ise Allah olamaz; Allah ise yurttaşlar olamaz. Her biri diğeri üzerine bir diktatörlüktür
ve öyle olmak zorundadır.
Din ve vicdan özgürlüğü, sosyolojik
olarak bir palavra ve yalandan
başka bir şey değildir ve aslında ancak modern toplumun dininin din tanımının
kabulüyle mümkün olabilir. Yani dinler din olmayı modern topumun din tanımı
içinde kalarak kabul ettikleri, politik alana girmemeyi, vicdan sorunu veya epistemolojik
bir sorun olmayı kabul ettikleri takdirde din olarak tanımlanırlar. Ama bizzat
bu tanımın kendisi başka dinlerin din tanımları üzerinde bir diktatörlüktür.
Ama başka dinlerin din tanımları da diğerleri üzerinde bir diktatörlüktür.
İslam da demokrasi üzerinde bir diktatörlüktür. (İslam’ın biçimsel anlamıyla ve
yorumuyla. İslam’ın özüne ilerde geleceğiz.)
Ancak İslam’ın özüne
inildiğinde, İslam’ın Muhammet döneminde yaptığı ve yapmaya çalıştığı şey bugün
nasıl yapılabilir diye sorulduğunda, bunun bir tek cevabı vardır: İslam ancak
gerçekten demokrasi olduğu takdirde; en radikal demokrasiyi savunduğu takdirde gerçekten
İslam olabilir.
Neden ve nasıl?
Din konusunda bütün kavramlar karışmış bulunduğu için biraz
geriden başlayalım.
Nasıl “canlı” diye bir şey yoksa somut canlılar, hayvanlar,
bitkiler vs. varsa; “Toplum” diye somut bir şey de yoktur. Toplum bir soyutlamadır. Somut toplumlar vardır. Klanlar, Aşiretler, Kentler,
İmparatorluklar, Uluslar vs.
Dinin toplumsal olarak birbirinden ayrılmaz iki işlevi
vardır.
1)
O dinden olan somut topluluğun tüm hukuk, ahlak,
mülkiyet, miras, dağılım, tüketim, üretim, eğitim, sanat ilişkilerini düzenler.
2)
O dinin geçerli olduğu somut topluluğun sınırlarını belirler.
Yani örneğin, Müslüman olmak için Allah’ın varlığına ve
birliğine inanmak gibi. A klanından olmak için o soydan olmak veya bir ritüelle
o soya kabul edilmek gibi. Bir ulusun vatandaşlığına geçmek gibi.
İşte bu ilişkilerin ve
sınırların nasıl olacağını bizzat toplumun iktisadi ilişkileri belirler.
Avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan bir toplumda soyut bir tek tanrı olmaz. Henüz
uygarlaşmamış; sınıflı topluma geçmemiş, devletin, yazının, paranın ortaya çıkmadığı
bir toplumda, bir Allah’a ve Kitap’a ihtiyaç yoktur. Zaten mümkün de değildir.
Ve de böyle yerlere ve topluluklara ne Allah peygamberlerini yollamıştır ne de
bir kitap inmiştir. Bu nedenle Sibirya ya da Himalayalara, Avustralya’ya veya
Okyanusya adalarına peygamberler gelmemiştir.
O halde sosyolojik olarak dinin ne olduğunu tanımlamak
gerekirse, soyut Toplum kavramına
bağlı olarak yine bir soyutlama olan Üstyapı
kavramı ile kastettiğimizin, yani iktisadi
ilişkiler üzerinde yükselen tüm diğer toplumsal ilişkilerin somuttaki
karşılığıdır.
Şöyle bir şema açıklayıcı olabilir:
Soyut kavram
|
Somut karşılığı
|
Toplum
|
Topluluk veya somut toplum
|
Üstyapı
|
Din
|
Bu kavramsallaştırma ve Din’in bu sosyolojik tanımının
müthiş alt üst edici ve ezber bozucu sonuçları vardır.
Örneğin nasıl üstyapı kavramı, toplum kavramının kendisinde
var ise, din kavramı da onun somut biçiminde vardır. Üstyapısız bir toplum
olamayacağı gibi, Dinsiz bir toplum da
olamaz.
Ama bugünkü toplum kendini dinsiz kabul ediyor ve dinin
kişinin bir inanç sorunu olduğunu söylüyor. Bu bir çelişki değil mi? Değil ve
burada tarihin en büyük katakullisi var. Dinin ne olduğu tam da bu nedenle
anlaşılamıyor.
Dikkat edilirse, dini hukuki olarak tanımlar bugünkü toplum.
Dinin inanç (kişinin özel sorunu) olduğun söylemenin ve toplumun böyle
sınırlayıp ilişkileri düzenlemenin kendisi sosyolojik olarak bir dindir. Yani bizzat
bu ilke, özel ve politik ayrımının kendisi ve dinin özel olarak tanımlanması,
modern toplumun sınırlarını çizer ve ilişkilerini düzenler. Dini inanç olarak
tanımlamak, eski dinlerin toplumu düzenlemesine ve sınırlarını belirlemesine son
vermek, onları kişisel ilişkiler alanına sıkıştırmak; kendisinin basit bir
bileşeni olarak kullanmak demektir.
İşte bu tamı tamına Allah’a şirk koşmanın ta kendisidir.
Gerçekten tutarlı bir Müslüman’ın bugünkü toplumda var olma
şansı yoktur. Dinin bir inanç, yani kişisel bir sorun olduğunu kabul eden Müslüman
ancak var olabilir ama o da artık Müslüman değil, modern toplumun dininden bir
insandır; yani dinin özel bir sorun olduğunu kabul eden insandır; İslam’ın din
tanımına göre dini tanımlamayan bir insandır.
Peki, hem Müslüman olup hem Demokrat olunamaz mı?
Olunur ama İslam’ın lafzı
değil, ruhuyla.
Bu anlamda nasıl İbrahim İslam’dan çok önce yaşamış bir
Müslim ise; Muhammet de demokrasiden çok önce yaşamış bir Demokrat olarak
görülebilir.
Ama İslam’da gizli o ruhu ortaya çıkardığımızda veya o ruha
göre davrandığımızda, bizler farkına varmadan, kendimize ne dersek diyelim
Marksist olarak devranmış veya Marksizm’i yeniden keşfetmiş oluruz.
Peki, “İslam’ın ruhu”
nedir?
Bu ruh onun tarihsel anlamında, o tarihsel koşullarda
yaptığının özündedir.
İslam, totemlerin, aşiretlerin egemen olduğu bir dünyada,
her biri farklı bir hukuku, ilişki ve kardeşlik sistemini temsil eden totemlere,
yani somut kabilelere karşı; tek bir Allah diyerek, hem onları Allah’ın kabulü
aracılığıyla kardeşleştirip yeni bir topluluğun sınırlarını (Müslümanları)
belirliyor hem ilişkilerini düzenliyor, hem de onları eşitliyordu. Herkes hangi
kabileden gelirse gelsin, ne gibi bir toplumsal konumu bulunursa bulunsun
eşitlenmiş oluyordu Allah’ın kulları olarak. Namazda safa durmak bu eşitlemenin
ritüeli ve sembolik karşılığıdır. Bir sultan veya bir dilenci namazdaki safta,
yani Allah karşısında, hukuken eşittir. Allah bu eşitliği sağlar.
Allah aynı zamanda, Hindistan’daki gibi kastlaşmaya karşı da
bir sigortadır. Kastlar, kendi içlerinden evlendiğinden bir süre sonra su
geçirmez taşlaşmış fosillere dönmüş meslekler ve sınıflardır. Ve genellikle ve
kökeninde bu meslek ve sınıflar aynı zamanda kendi içlerinde farklı totemleri
olan komünlerdir. Hindistan’da kast sisteminin varlığı ile Hinduizm’in binlerce
tanrısının olması birbirinden ayrılmaz iki olgudur. İslam Hindistan’ı Alt
kastların desteği ve sempatisi ile fetih etmiş, ama Kast sistemi tarafından fetih
edilip, kendisi bir kasta dönüşmüştür adeta.
Yani İslam insanları biçimsel olarak, hukuken, Allah’ın
kulları olarak eşit haklarla donatır; kastlaşmalarını engeller. İslam’ın
Allah’ının sosyolojik anlamı budur.
Allah totemlere (putlara) dayanan bir toplumda ortaya çıktığından,
İslam’ın Allah’ı totemlere, yani komünlerin dinlerine, aşiretlere karşı
acımasızdır. “Allah’a şirk koşmak” yani bir totemi tanımak, mümkün değildir ve
en ağır cezayı gerektirir.
Ama aynı İslam, Uygarlık dinlerine (Kitaplı dinler, Hak
dinleri) karşı, paternalist bir düzenleme kurar. Onları kendisiyle eşit kabul
etmez, ama can ve mal emniyetini örneğin, cemaatin kendi iş işleyişini kabul
eder. Sümerlerin torunlarının dini Sabilikten, Hıristiyanlığa kadar bu
böyledir.
Uygarlığa ait olmayan dinlerden olanlara, yani komün
yaşayanlara karşı İslam çok kesin ve açık olarak karşıdır. Ama onlar da İslam’a
karşı İslam’ın içinde kendini ifade ederek, varlıklarını sürdürmeye
çalışmışlardır. Alevilik gibi bin bir biçim içinde aşiret ve köy komünü hukuku
varlığını sürdürmüştür.
O halde İslam’ın özü, en geniş ölçüde insanları aynı hukuk
altında birleştirmek, en azından biçimsel olarak eşitlemek olduğuna göre,
bugünün dünyasında bu nasıl sağlanabilir sorunu ortaya çıkar. İslam Dünyaya
düzen getirmek isteyen bir dindir.
Bunun iki yolu vardır.
Birincisi yeryüzündeki insanların hepsinin Müslüman
olmasıdır. Bu olanaksızdır ve yeryüzündeki insanların büyük çoğunluğunun
imhasını gerektirir. Çünkü ister dinsiz, ister Budist, ister Hıristiyan olsun
insanlığın büyük çoğunluğu bunu kabul etmeyecektir.
İkincisi, Müslümanlığın kendisinin diğer dinlerle eşit
olacağı, yani kişilerin özel sorunu, bir vicdan sorunu olacağı bir dünyayı
kabullenmek ve bunun için mücadele etmek. Hz. Muhammet’in çağrısının özü bu
değil mi idi? Tüm aşiretleri tek bir Allah ile eşitliyordu. Farklı dil ve
dinleri eşitlemenin tek yolu, dinlerin ve dillerin hiçbir politik anlamının
olmaması; hepsinin hukuk karşısında eşit olmasıdır.
Bu da tamı tamına Aydınlanma’nın hedefidir.
Aydınlanma da İslam’ın yaptığını yapmaya çalışmıştır
aslında. Aydınlanma ortaya çıktığında, dünyada artık her yere semavi dinler
egemendi, totemler değil. Ama Çin’in Konfüçyüs, Buda; Hindistan’ın Brahman;
İran ve Akdeniz’in İbrahimi dinlerinden milyonlarca insan nasıl aynı düzen
altında birleştirilebilir ve eşitlenebilirdi?
Bunun bir tek yolu vardı, dini politik alının dışına itmek
ve onu sadece bir düşünce ve vicdan sorunu olarak tanımlamak ve onun sınırları
içinde olduğu ve kaldığı takdirde din olarak tanımlamak.
İşte “düşünce ve inanç özgürlüğü” veya “inancı, soyu ne olursa
olsun insanların eşit olduğu” yönündeki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi
aslında bu yeni dinin, Aydınlanma dininin “Kelimei Şahadet”inden başka bir şey
değildir.
Müslümanlar, günümüzde, bunu en sonuna kadar savunduğunda
gerçekten İslam’ın özünü savunmuş olur. Yani İslam Aydınlanma ideallerinin en
tutarlı savunucusu olduğunda İslam’ın özünü savunmuş olur.
Ama sadece bu kadar da değil.
Nasıl İslam Muaviye ile bir karşı devrim yaşadıysa;
Aydınlanma dini de bir karşı devrim yaşadı. Aydınlanma’nın Muaviyeleri
Napolyon’lar, Stalinlerdir. Bu karşı devrime uğramış modern toplumun dini;
tasfiye edilmiş aydınlanma ulusçuluktur.
Uluslar insanların eşitliğinin yerine ulusların eşitliğini
geçirmiş ve insanları eşitsiz kılmıştır. Bir tür aşiretler çağına dönüştür. O
halde Aydınlanma’ya sahip çıman İslam’ın özünün, Aydınlanmanın devrimci
dönemine, ulusçu olmadığı dönemine sahip çıkıp onu geliştirerek, tüm ulusları yıkma
çağrısı yapması; uluslara karşı bir dünya cumhuriyeti çağrısı yapması gerekir.
İşte o zaman İslam’ın özü, bugünün dünyasında gerçekten
Muhammet’e layık olarak savunulabilir.
Ama bu savunma ancak karşı Devrime uğramış, biçimsel,
ritüellere dönüşmüş İslam’a karşı ciddi bir mücadele ile yürütülüp başarıya ulaştırılabilir.
Bu noktada bir gerçek Müslüman ile bir Marksist arasında
hiçbir fark olmaz.
Böyle bir İslam, demokrasiyi düşman olarak görmez; aksine
onun en gerçek savunucusu olur.
*
Peki, Politik İslam nedir?
Politik İslam, aydınlanmanın ideallerine bir dönüş değil, politik
olanı ya da ulusu İslam ile tanımlama girişimidir. Yani devrimci ve eşitleyici
değil; karşı devrimci ve baskıcıdır. Hatta faşizmin dinle tanımlanmış özel bir
türü bile olabilir. Ezilenlerin öfkesi olabilir ama ezilenlerin değil,
ezenlerin bir aracı olmaya mahkûmdur.
İslam ancak uluslara karşı bir mücadeleye girdiğinde ve
kendisini diğer dil, din, kültür, soylar vs. ile eşitlediğinde, yani kendinin
politik bir anlamı olmaması için politik mücadeleye girdiğinde gerçekten
devrimci ve eşitleyici bir işlev görebilir.
*
Buraya kadar biçimsel ve hukuki eşitlik alanında idik. Gelelim sosyal ve Ekonomik eşitlik alanına.
İslam bunun tüketim ve bölüşüm alanında görevlerle sağlamaya
çalışmıştır diğer dinler gibi. Ama sonuç her zaman başarısızlık olmuştur.
Marksizm bu başarısızlığın nedenini açıkladığı gibi başarının anahtarını da
verir: Eşitsizliğin üretim ilişkilerindeki temellerini değiştirmek.
Yani İslam’ın özünü savunan, gerçekten mantık sonuçlarına giderse,
biçimsel eşitlik mücadelesindeki tutarlılığını ekonomik eşitlik alanında
sürdürürse, Marksizm'in önerdiği noktaya varmak zorunda kalır.
Bunu bir kenara koyalım. İlerde geri ülkelerde radikalleşmiş
genç Müslümanların tam da burada ifade ettiğimiz yollar ve çıkarsamalarla
Demokratlara ve Sosyalistlere dönüşme olasılıkları vardır.
Türkiye’dekilere gelince. Henüz bu yolun çok başındalar.
Türkiye’de İslam içindeki antikapitalist Müslümanlar olarak
tanımlayanların nedense demokratik ve biçimsel eşitlik üzerinde pek
durmadıkları görülmektedir. Onların daha ziyade ekonomik eşitlik, sınıf
farkları üzerinde durdukları görülüyor. Eleştirilerini de tüketim ve bölüşüm
üzerinden ve ahlaki argümanlarla yapıyorlar.
Ama bu da onları manüplasyona ve askeri bürokratik oligarşi
tarafından kullanılmaya açık hale getiriyor.
Tıpkı ulusalcı Türk sosyalistlerinin durumuna düşüyorlar.
Zaten son yıllarda bu kadar popüler olabilmeleri biraz da bu özellikleri
nedeniyledir.
Demokrasi için ve uluslara karşı mücadeleyi ikinci plana
atıp, bütün vurguyu sınıfsal ve ekonomik eşitlik üzerinden yapmak, Türk
sosyalistleri gibi ileriye kaçıp, gerçek demokrasi mücadelesi konusunda askeri
bürokratik oligarşinin yedeği olmakla sonuçlanır.
Ancak şunu da gözden uzak tutmamalı. Türk solunun bütün
devrimci geleneklerini unutarak vardığı yer, henüz gençliğini soluyan politik
veya radikal İslam’ın doğduğu ve hareket geçtiği yerdir. O hala gençliğini
solumaktadır ve demokratik görevlerin savunulmasının önemine doğru bir evrim
geçirebilir.
İhsan Eliaçık’ın son zamanlarda giderek, diğer dinlerin,
dillerin, cinslerin eşitliğine vurgu yapması ve İslam’ın devrimci bir yorumuna;
yukarıdaki gibi bir yorumuna daha büyük ağırlık vermesi, bu yönde umutvar olunabileceğinin
ipuçlarını sunmaktadır. Ya da örneğin bir Hüda Kaya’nın günümüz dünyasında
İslam’ın ne olması gerektiği yolundaki soruları da aynı yönde bir arayış ve
eğilimin ifadesidir.
Ancak İhsan Eliaçık bu yorumlarında hala politik olmama
üzerinden eşitlik noktasına varabilmiş değildir. Ulusçuluk içinde benzeri bir
evrim geçiren Abdullah Öcalan’la yakınlık içinde bulunması bir rastlantı
değildir.
Her ikisi de, dinleri, dilleri, kültürleri politik birimler
olarak kabul edip bunların eşitliği üzerinden çıkarsamalar yapmakta; demokratik
özerklik bunu ifade etmektedir.
Biz ise, bunun belli konjonktürlerde başarılı olsa ve bir
çözüm gibi görünse de gerçekten eşitlikle ilgili olmadığı; bu yolla bir
eşitlemenin mümkün olmayacağı ve ilk krizde bir Lübnanlaşma ile sonuçlanacağını
söylüyoruz. Sorun diğer dillerin ve dinlerin tanınması değil, aksine tanınmamasıdır. Politik olanın, yani
devletin hiçbir dili ve dini olmaması; dinin ve dilin (kültürün, soyun, etninin
vs.) hiçbir politik anlamı olmamasıdır.
Kürt hareketi buraya gelebilmiş değildir. Ancak Türkiye’nin
batısında çıkabilecek radikal demokratik bir hareketin böyle tutarlı bir
demokrasiyi savunmasının etkisiyle bu noktaya doğru bir evrim geçirebilir. Bu
yollar da tıkalı değildir.
*
İşte Medine Varakası ya da anlaşması, hem bugünkü politik
konjonktüre; hem Öcalan’ın ve Kürt hareketinin programına; hem de Radikal
İslam’ın şimdi bulunduğu yere denk düşmektedir. Çünkü o tamı tamına farklılıkların
tanınması ve bunun temelinde bir uzlaşmanın ifadesi ve örneğidir.
Medine Anlaşması, İslam’ın henüz yeterince güçlü olmadığı; Medine’deki
bölünmelerin de uzun savaşlarla yorulup güçten düştüğü koşullarda, Muhammet ve
İslam’a bu dengeler üzerinde var olma imkânı sunduğu bir dönemde, farklı aşiret
ve dinler arasında bir ilişkiyi yansıtır. Daha sonra da zaten uygulanmasına son
verilmiş ve yüzyıllarca da hatırlanmamıştır.
Bugünün post modern, çok kültürlülük modasında, gerici
ulusal devletlerin, çok kültürlülük namı altında kendileri reforme etme; diğer
dil, din ve kültürleri tanımaları bağlamında tekrar unutulmuşluktan çıkmıştır
ve şimdi Kürt hareketinin programına cuk oturmaktadır.
“Seni oraya niye çağırmadılar, yıllardır din üzerine
yazıyorsun, Kürt hareketini de hep destekledin” diye soranların cevabı bu
noktadadır.
Orada Din veya İslam değil, Türkiye ve Ortadoğu’nun geleceği,
gelecek tasavvurları, programlar, stratejiler tartışılıyor.
Bizim programımız, dillerin ve dinlerin politik bir anlamı
olmamasıdır.
Onların programı ise dinlerin, dillerin tanınması ama eşit
olması veya pazarlık yapmasıdır. Yani politik anlamları olmasıdır. Politik
olanın onlara göre tanımlanmasıdır. Bu ikisi birbiriyle karşı karşıyadır.
Bizimki gerçekten Radikal bir demokrasidir; onlarınki reforme olmuş post modern
bir milliyetçilik.
Bu nedenle bizim savunduklarımıza orada yer verilmemesinin
anlaşılmayacak bir yanı yoktur.
Bize söz vermek, bizim programımızsın tartışılması ve
alternatif bir program olarak tanınması anlamına gelir.
Diğer programlar ise bizim programımızın yokluğunda veya
bilinmezliğinde var olabilirler.
Bu onlar için varlık ve yokluk sorunudur.
10 Mayıs 2014 Cumartesi
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder