Seçim sonuçları demokratik özlemlere dayanan ama demokratik
bir programdan yoksun demokratik olmayan bir muhalefet ve sosyal kazanımlara
dayanan ama sosyal olmayan bir iktidar tablosu çizmiş bulunuyor.
Bu tablo aynen Gezi’de de görülüyordu.
Demokrasi her şeyden önce Ulusun ya da Devletin ya
da Politik olanın sınırları ve
tanımıyla ilgilidir.
Demokrasi her şeyden önce eşit yurttaşları ve onların
haklarını varsayar.
Ama yurttaşlık, yani ulus, yani politik olan, yani devlet,
Türklükle ve Sünni Müslümanlık ile tanımlanmışsa, orada demokrasiden söz
edilemez; çünkü artık eşit yurttaşlardan süz edilemez.
Türk olmayan veya kendini öyle görmeyenlerden alınan
vergilerle Türkçe eğitim zorunlu olarak sürdürülüyorsa. Hele bu dille sınırlı
kalmayıp, ırkçı bir tarih anlayışıyla da destekleniyor ve her alanda fiili olarak
uygulanıyorsa, orada demokrasiden söz edilemez.
Müslüman olmayan veya kendini öyle hissetmeyenlerden alınan
vergiler ile her yerde zorunlu olarak Sünni Müslümanlık el üstünde tutuluyor ve
destekleniyorsa, hatta onun normları ile diğer yurttaşların davranışları belirleniyorsa
orada demokrasiden söz edilemez.
Demokratik bir parti veya hareket, her şeyden önce politik
olanın Türklükle ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmasına karşı çıkmak; devletin
dil ve din konusunda mutlak bir tarafsızlığını ve karışmazlığını; sadece
eşitliği sağlamakla görevli olmasını savunmak zorundadır.
Bu da teoride ve fiiliyatta, her şeyden önce, Türkçenin resmi
dil olmaktan çıkarılması; herkesin ana dilinde eğitim hakkı; bu hakkın yan
sıra, sosyal, ekonomik ve politik hayatı kolaylaştırmak için ortak bir dile
gerek olup olmadığına ve gerekiyorsa bunun ne olacağına tüm yurttaşların
özgürce tartışarak demokratik bir şekilde karar vermesi şeklinde olabilir.
İkinci olarak Türk tarihi değil, bütün dillerden, dinlerden
seçilmiş insanların ortaklaşa yazacağı; hiçbir dile, dine, soya, ırka hiçbir anlam
ve imtiyaz tanımayan bir tarihin yazılması ve herkesin ana dilinde bu tarihi
okumasıdır.
Bu fiilen dilin ya da Türklüğün (keza Kürtlüğün,
Süryaniliğin, Çerkezliğin, Lazlığın vs.) kişilerin özel sorunu olması; politik bir anlamı olmaması; ulusun tanımıyla
ilgisiz olması anlamına gelir.
Benzer şekilde bir demokratik hareket, Diyanetin kapatılması;
Din derslerinin kaldırılması; Camilerdeki ezan seslerinin Müslüman olmayanların
dikkatini çekmeyecek veya onları rahatsız etmeyecek dereceye düşürülmesi veya
ateistlere, Hıristiyanlara aynı sıklık, süre ve güçle kendi inançlarına uygun
olarak yayın hakkının olması, yani günde beş vakit ve aynı şiddetle Tanrı
yoktur, diye yayın yapabilmesi veya kilise çanlarının aynı şiddetle çalınması
gibi radikal değişiklikler anlamına gelir.
Demokratlık asgari olarak bu hedefleri ve bunlar için
mücadeleyi gerektirir.
Hemen görüleceği gibi bugün Türkiye’de ve Kürdistan’da veya
Ortadoğu’da, Rojava dâhil bunları açıkça ve net olarak savunan böyle bir
hareket veya parti bulunmamaktadır.
Kürtlüğün veya Aleviliğin tanınmasını veya Türklük veya
Sünni Müslümanlıkla aynı haklara sahip olmasını istemek demokratlık değildir.
Aynı gerici milliyetçiliğin ve anti demokratik ulus anlayışının aynadaki
aksidir.
Gezi’nin de, Seçimlerin de gösterdiği gibi, Muhalefeti
oluşturan üç temel damar, aslında ulusun Türklük ve Sünni Müslümanlıkla
tanımlanmasına birer direniş özelliği göstermektedir.
Kürt Hareketi (Yani BDP ve HDP) Türklükle tanımlanmış
olmaya; “Laik Hayat Tarzındakiler” ve
Aleviler, (yani CHP’ye oy verenler) Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış olmaya
karşı bir direnişi ifade etmektedirler.
Ancak bu direnişler yukarıda özetle ifade edilen, radikal
demokratik hedef ve partilerden yoksun oldukları için birbirlerine karşı
saflarda bulunurlar ve bir ortak demokrasi programı etrafında birleşemezler.
Yani dağınıklığın ve bölünmüşlüğün nedeni radikal
olmamaktır.
Bu yönde tek deneme ve girişim Gezi’nin en hızlı günlerinde
Gezi’nin demokratik karakterinin ortaya çıktığı günlerde görüldü (Lice
Yürüyüşleri ve Yeryüzü İftarları).
Ama bu mesaj ve hareket, teori ve entelektüel bir hazırlıktan
ve politik bir programdan yoksun olduğu için, fiilen buharlaşmış bulunmaktadır.
Seçim sonuçlarının gösterdiği şudur: Türkiye’de muhalefet demokratik bir programdan yoksun; demokratik özlem
ve tepkilere dayanan bir muhalefettir.
Kürtler, Aleviler ve “Laik Şehirliler”in toplamı yüzde kırk
civarındadır.
Ancak bunlar demokratik bir programdan yoksun oldukları
için; sadece bölünmüş değildir; aynı zamanda birbirlerine karşı konumlardadırlar.
Bu bölünüklük hem kültürel kotların farklılığından hem de iktisadi konumların
farklılığından da beslenmektedir. (Alevilerin Kürt hareketine kuşkusu;
Kürtlerin şehirlilerden tamamen farklı kültürel kotları, örneğin Gezi’de en
basit oylamayla seçilecek delegeler bile kuşkuyla karşılanırken; Kürt
hareketinin dokunulmaz ve tartışılmaz önderliği. Bunlar uyuşmaz kültürel
özelliklerdir.)
Ancak bu demokratik özlemlerden kaynaklanan hareketler
radikal bir demokratik program etrafında birleşmiş olsaydılar bile, yurttaşların
yüzde kırkını aşamayan bir azınlığıdırlar ve Türkiye gibi devletin çok güçlü olduğu
bir ülkede bırakalım iktidar olmayı; devletin yapısını değiştirme onu yıkıp;
seçilmiş organlara dayanan ve bunların gerçek iktidarı elinde bulundurduğu gerçekten
demokratik bir cumhuriyeti kurma şansları yoktur.
Bunun için Müslüman ve Türk Çoğunluğun yüzde doksanını
oluşturan ama Türk ve Müslüman olduğu veya kendini öyle hissettiği için
imtiyazlı olan ve dilinden, dininden dolayı kendini baskıya uğramış görmeyen
emekçileri kendi yanlarına çekmeleri gerekir.
Peki, bu nasıl olabilir?
Elbette bir iktisadi kriz ortaya çıkmadığı; bu kesimin gelir
ve yaşam düzeyinde bir gerileme olmadığı sürece bu kesimin bir arayışa girmesi;
memnuniyetsizleşmesi beklenemez.
Zaten son seçimlerde AKP’nin aldığı % 45 oy (hatta MHP’nin %
15’lik oyları) bunu göstermektedir.
Ancak ürettiğinden çoğunu tüketen; büyüyen dış ticaret
açıkları ile ekonomisini döndüren; son on yıldaki elverişli koşullarda bulduğu
ucuz ve bol dövizleri üretici olmayan tüketimle harcayan Türkiye gibi bir
ülkede bu krizler kaçınılmazdır.
İşte o zaman geniş Sünni ve Müslüman kesimler arayışa
girerler. Bu arayış ille de demokratik özlemler ve harekeler biçiminde ortaya
çıkmayabilir. Tarihin gösterdiği gibi, güçlü bir demokratik program ve hareket
yoksa faşist veya faşizme benzeyen hareketlere de yol açabilirler.
Bu kesimi demokratik bir programa kazanmanın bir tek yolu
vardır. Devletin pahalı, baskıcı, militer, bürokratik ve keyfi yapısına karşı
demokratik pahalı, baskıcı, bürokratik ve merkezi olmayan ucuz bir devleti
programlaştırmak ve bunun için mücadele etmek.
Bu devlet, keyfi, merkezi ve pahalı yapısıyla geniş Türk ve
Sünni veya kendini öyle gören kesimleri de ezmektedir.
Bu kesimler AKP’yi veya Özal’ı tam da devletin merkezi ve
keyfi yapısına karşı oldukları için desteklemişler ve iktidara taşımışlardı.
Onlar da bunu yapmamışlar sadece birtakım yüzeysel düzenlemelerle yetinmişler ama
dönemlerindeki ekonomik canlanma ve büyümelerle bu desteği stabilize edebilmişlerdi.
İşte bu keyfi, merkezi, pahalı, bürokratik, militer cihaza
karşı; bunu yıkıp parçalamayı apaçık ve net olarak koyan bir program gelecek
krizlerde ve arayışlara yönelmelerde bu geniş Türk ve Sünni Müslüman kesimlerin
desteğini alabilir.
Ayrıca Ucuz, bürokratik, merkezi, militer olmayan bir devlet
cihazı; çok geniş kaynakların, üretici olmayan tüketimden; yani askeri ve bürokratik
harcamalardan alınıp üretici tüketime (tarım ve sanayi yatırımları) ve halkın
refahına (hastaneler, okullar vs.) aktarılma olanağı yaratır.
Yani ekonomik büyüme ve zenginleşme dış kredi ve borçlarla
değil; askeri ve bürokratik harcamalardan tasarruf edilebilecek muazzam
fonlarla gerçekleştirilebilir. Unutmamalı ki, Kuzey ülkelerinin refahı veya savaş
sonrasının Almanya ve Japonya mucizeleri her şeyden önce askeri ve bürokratik
harcamaların küçüklüğü hatta olmayışı ile gerçekleşmişti.
Bu baskıcı, pahalı, bürokratik, merkezi, militer yapıyı
parçalamayı acil görev olarak ve somut tedbirlerle öne koyan, böyle programı
olan bir parti ya da hareket de yoktur.
Önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da sorun şudur:
Ulusun Türklük ve Müslümanlıkla tanımlanmasına son verecek;
pahalı ve baskıcı, militarist ve merkezi bürokratik devlet cihazını parçalamayı
ve tüm iktidarın seçilmiş organların elinde olduğu; isterse bir köyün bile
ayrılabileceği demokratik bir cumhuriyeti kurmayı açıkça savunan bir hareket;
bir parti nasıl oluşturulabilir?
Kürt hareketi buna yatkın ama Kürtlüğün tanınması sınırını
aşamıyor; hareketin “demokratik özerklik” sloganı bile merkezi bürokratik
cihazların parçalanmasından ziyade, Kürtlüğün kendi kaderini tayin hakkı
anlamına geliyor. Ve somut olmaktan çok uzak herkesin ne niyetine yerse onun
tadını alabileceği soyut bir slogan.
Dolayısıyla Kürt hareketinin kendi gücü ve birikimiyle
yukarıda söylenenler gibi bir programı ortaya koyabilme olasılığı görülmüyor.
Hata hem burjuvazinin etkisi giderek artıyor; hem de küçümsenmeyecek bir
bürokratikleşme de yaşıyor.
HDP ise Kürt hareketinin bu sınırlılıklarına küçük Türk sol
örgütlerin bürokratik ve dogmatik ruhunu ekleyip var olanı bile iğdiş etmekten
öteye gidebilmiş değil. Tüm seçim ve seçim öncesi davranışları bunun kanıtı.
Gezi, bu programın, bu özlemlerin ifadesi olduğunu gösterdi ama
teorik ve entelektüel bir hazırlık ve örgütlenmeden yoksun olduğu için örgütlü
biçimlere kavuşamadan buharlaştı.
Bu durumda ne yapılabilir?
Kimin ne önerisi var?
Bizim böyle bir programı tartışmaya sokmak; bunun için bir
yayın çıkarmak ve/veya var olan örgüt ve yapılarda bir dönüşüm veya tartışmayı
gündeme taşımak yönündeki tüm girişimlerimiz (Açılım, Köxüz, Radikal Demokrat
ve diğer dergi girişimleri; Çatı Partisi, Demokrasi İçin Birlik Hareketi,
halkların Demokratik kongresi, Sosyalist Yeniden Kuruluş örgütlenmelerindeki
girişimler) tam bir başarısızlıklar ve yenilgiler serisidir.
Yenilen pehlivan güreşe doymazmış diye de yorumlanabilir ama
yine de Seçimlerden sonra bu vesileyle BDP ve HDP’ye yine somut bir öneride
bulunalım:
Bu yukarıda sıralanan sorunları tüm düzeylerde, tüm kamuoyuna
açık, herkesin katılacağı tüm yayınlarda ve organlarda acık olarak sürdürülecek
bir tartışma açmak ilk adım olabilir?
Bizim önerimiz bu?
Tabii sonucu şimdiden söyleyelim.
Duyulmayacak, görülmeyecek ve yapılmayacak.
Başka önerisi olan var mı?
Hatta sorunu yukarıda koyulduğu gibi koyan var mı?
Demir Küçükaydın
01 Nisan 2014 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder