Bu
hafta sonu, Sosyalizmin Sorunları Üzerine önce 20 yıl ve sonra da 10 yıl önce
yazılmış iki yazıyı peşpeşe yayınlayalım.
Bakalım
o sorunları doğru tanımlamış mıyız? Bir kontrolden geçirelim.
Önce
20 yıl önce yazılmış bir yazı.
Bu
yazı “Sosyalizmin Sorunları” Dergisi’nin ilk sayısında çıkmıştı.
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sere Serpe Düşünceler ya
da Bilimsel Sosyalizm'den Ütopik Sosyalizm'e
Giriş
Frankfurt'ta yapılan toplantıda, "Sosyalizmin
Sorunları"nı tartışma niyetiyle çıkacak bu derginin ilk sayısının ağırlıklı
konusunun bizzat bu sorunların neler olduğunun bir dökümü olması gerektiğinde
bir görüş birliği oluşmuştu. Herkes "Sosyalizmin Sorunları"ndan ne
anladığını; neleri sorun olarak gördüğünü yazar; böylece hem sorunların bir
dökümü; bir bilançosu çıkarılmış, hem de yayının bundan sonraki sayılarının
gündemi de az çok belirmiş olur diye düşünülmüştü.
Sorunun böylece düşünülüp
belirlenmesinin ardında, bizlerin, Sosyalizmin Sorunları’nı ortaya koyma
yeteneğinde olduğumuz varsayımı vardır. "Sosyalizmin Sorunları"nı
çözmenin pek kolay olmadığı yönünde, ifade edilmemiş de olsa bir
“konsensus” olduğu söylenebilir. Buna karşılık “Sosyalizmin Sorunları”nın
ortaya koyulması; bir tür dökümünün yapılması noktasında bir zorluk
olabileceğine dair en küçük bir kuşku bile yoktur.
Kanımca, ilk sorgulanması gereken bu
gizli varsayımdır. Ve en son söylenecek olanı en başta söylemek gerekirse; "Sosyalizmin
Sorunları"nı tartışıp bir ölçüde de olsa çözümü yönünde yol kat
edebileceğimizi düşünen bizler, "Sosyalizmin Sorunları"nı ortaya
koyabilmenin önündeki en büyük engel; dolayısıyla büyük ölçüde sorunun
kendisiyiz.
Burada kısa bir açıklama yapmak
gerekiyor. Bizler derken, ister ister İkinci Dünya Savaşı, ister 68 kuşağından
olsun; ister Anarşist, ister Komünist, ister Feminist olsun Duvar’ın yıkılışına
kadar olan dönemde sol politik kültür içinde yetişmiş herkesi kastediyorum. Daha
sonraki kuşaklardan katılanlar için de durum değişmez. Bugün solcu olan tek tük
insanlar da ister istemez bizim politik kültürümüzün mirası tarafından
şekillenmektedir. Özetle bugünün dünyasındaki sosyalist tipini kastediyorum. Yani
bizleri. Diğerleri ise, henüz yok. Bir gün olacak mı? Umut edilir.
Bunun için, "Sosyalizmin
sorunları" üzerine bir şeyler karalamaya geçmeden önce; bizlerin sosyalizmin
sorunları üzerine tartışma yürütebilmesinin zorluklarından ve sorunlarından; ama
bundan da önce, sosyalizmin sorunları üzerine yazı yazmakta kendi karşılaştığım
zorluklardan söz etmek istiyorum.
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir yazı Yazabilmenin Sorunları
Sosyalizmin sorunları üzerine bir
yazı yazmak istiyorum. Peki bu yazının muhatabı kim olabilir? İnsan bir yazıyı
yazarken kafasında, soyut da olsa, bir okuyucu tipi vardır. Onun belli şeyleri
bildiği, belli sorunlar ve perspektifleri olduğu var sayılır. Aksi takdirde
yazmak olanaksızdır.
Eskiden, (aslında çok eski de değil
beş yıl önce, ama şu an öyle uzak bir geçmişe ait görünüyor ki) örneğin şu
"Birlik mi Rekompozisyon mu? " başlıklı derleme kitaptaki
yazıları yazarken zaten o toplantılarda gördüğüm, tartıştığım ve yıllardır
tanıdığım ortalama bir Türkiyeli sosyalist tipinin varlığına göre yazardım.
Ne kolaymış o zamanlar yazı yazmak! Muhatap
belli, Türkiyeli Sosyalistler! Ve onlarla yine onların yani Türkiye Sosyalist
Hareketi'nin sorunları. .
Ama bu gün, Sosyalizmin Sorunları
(Sosyalist hareketin bile değil, ki artık böyle bir şey yok; hele Türkiye
sosyalist hareketinin hiç değil, böyle bir şey de hiç yok) söz konusu olunca ne
kadar zor. Kafamda soyut ya da somut hiç bir muhatap yok.
Kimler olabilir bu muhataplar diye
düşünüyorum. Siperin öte tarafındakilerle işimiz yok (ve zıt anlamda onlarla
işimiz çok. ). Kuşağımın sosyalistlerinin büyük çoğunluğu şimdi oradalar. Bu
tarafta kalanlara bakıyorum. Bunların içinde hala radikal konumları
savunabilenlerin bir kısmı bir örgütsel çalışma içindeler. Ama bu politik
radikallik, sosyalizmin sorunları söz konusu olduğunda müthiş bir tutuculuğa
dönüşüyor. Çünkü onlar için sosyalizmin sorunları değil, çoğu kez kendi
örgütleri ve kısmen de yakın gördükleri örgütlerin sorunları söz konusu ya da
sosyalizmin sorunları onlar için bunlardan ibaret.
Bu bakımdan sosyalizmin sorunları, kaybedecek
bir şeyi, örneğin bir örgütü, hareketi, derneği olanlarla tartışılamaz. Bunlar
özgürleştirici araçlar değillerdir sosyalizmin sorunlarını tartışabilmek için, prangalardır.
Böyle olunca, onları onore etmek için onların sevdiği kavramlarla ifade edersek:
sosyalizmin sorunları "sırtında yumurta küfesi olanlar"la tartışılamaz. Tartışmak
istesen onlar tartışmazlar, böyle moral bozucu sorunlarla kaybedecek zamanları
yoktur. Onlar iş yaparlar ve moral bozucu entelektüeller değildirler.
*
Sonra bu bir örgüte angaje, sosyalizmin
sorunlarının umut kırıcılığını, ciddiyetini görmeyen arkadaşlara durumun ne
keder umutsuz ve ciddi olduğunu niye göstermeye çalışayım? Çalışsan zaten kimse
görmez, ama görse daha mı iyi olacak? Hayır. Hiç olmazsa illüzyonlarla da olsa
bir umudu var; bir şeyler için çabalıyor ve bu çaba ve umut onların hayatına
bir anlam veriyor. Aslında yaptıkları kötü de değil: kimisi reformist bir kitle
partisi aracılığıyla bir manivela yakalamaya çalışıyor; kimisi Başkan
Gonzales'i hapisten çıkarmak için uğraşıyor. Ne güzel ezilenlerden yanalar ve
umut içindeler. Bu iğrenç dünyada, iğrençliklere dayanabilmek için daha fazla
şansları var. Belki de tam bu nedenle onlar sosyalizmin sorunlarının
ciddiyetini kavramaktan tartışmaktan uzak duruyorlar. Bir tür kendini koruma iç
güdüsü belki. Bunu yıkmaya ne hakkım var. Anamın Allah’a inancını yitirmesini
istemem. Ne dayanılmaz olundu onun için yaşam. Bu arkadaşların dini de bu. Onların
da yitirmesini istemem. Ne güzel hiç olmazsa kendilerini kandırabiliyorlar.
Biz mi? Biz, şeytanın aklına uyup o
günah meyvesini yemiş ve cennetten kovulmuşuz bir kere. Geri dönüş yok. İnsanlık
gibi, onun trajedisini içimizde yaşayarak sonuna kadar, gidebildiğimiz kadar
gideceğiz. Onlar ise hiç olmazsa öyle yaşasınlar, bizler gibi hayatı bir yük
olarak sırtlarında taşımak zorunda kalmadan. Durumun gerçekten umutsuzluğunu
görüp ayakta kalabilmek çok zor. Bu ancak, sinizm ile ermişlik sınırlarının
birbirine karıştığı bir bıçak sırtında başarılabilir. Kimsenin bu işkenceyi
yaşamasını istemeye hakkım yok. Evet, aslında yazdıklarımı inanmışların okumasını
veya ikna olmasını da istemiyorum.
*
Peki, o halde niye yazıyorum? Bu
rezil dünyayı değiştirebilmenin, onun ne kadar rezil, durumun ne kadar umutsuz
olduğunu bilmekten başka yolu olmadığını düşündüğüm için. Gelecekte bir
sosyalizmin canlanışının, ancak, gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmaktan
geçtiğine inandığım için. "Gerçek devrimcidir" diye düşündüğüm için. Aslında
bizlerden sonra, eğer olursa, bir sosyalizm idealinin canlanışını yaşayacaklar
için. Yani hiç tanımadığım, nasıl bir şey olacağını tasavvur bile edemediğim
bir muhatap için. Bu ise öylesine zor ve olanaksız ki...
Eskiden, kapitalizm öncesinde, tekniğin
bir kaplumbağa hızıyla değiştiği o "eski güzel günler"de yaşlılar
toplumun tecrübelerinin yoğunlaşmış ifadesiymişler. Kapitalizm ise onları alıp
değersiz yükler olarak yaşlılar gettolarına kapatıyor. Yaşlılığın bu
değersizleşmesi, sadece kapitalist ekonominin yasalarından, üretken işgücü
ötesindekinin bir yük olarak görülmesinden doğmuyor. Aynı zamanda tekniğin
olağanüstü hızlı değişiminden de kaynaklanıyor.
Bu hızlı değişim ve değişimin de
medya aracılığıyla, moda deyimiyle "gerçek zamanda" hızla
yaygınlaşabilmesi sonucu kültür ve politika ilişkisi tersine dönmüş durumda. Eskiden
politika kültürün önünde giderdi. Kültürel değişmeler için önce politik
değişmeler yapmak gerekirdi. Şimdi ise kültürel değişmeler öyle hızlı yaşanıyor
ki, politika onları izlemekte zorlanıyor. (Hatta kültürel değişimler, politikayı
bir araç olarak kullanıyor. 68 politik hareketi modern kapitalizme uygun kültürde
tipler yaratmaktan başka bir iş görmedi). Kültürel değişmeler öylesine hızlı ve
yeni yetişen kuşakları öylesine kavrıyor ki, arasında 10 yaş bulunanlar, eskinin
birkaç yüzyıllık farklılıklarını yaşıyorlar. İnsanların, örgütlerin, değerlerin
çok hızlı bir moral yıpranması karşısındayız. Artık sadece makineler hızlı bir
moral yıpranma yaşamıyor, insanlar, alışkanlıklar, düşünceler, taktikler, örgütler
de.
Bir örnek belki açıcı olur. Lenin'in
Iskra'sı ve bir gazete aracılığıyla bir örgüt yaratma girişimi, 1960'ların
bizleri için bile hala bir anlam taşıyor ve bir örnek oluşturabiliyordu. Bizler,
hala, okuma kültürünün insanlarıydık. Saatlerce bir konu üzerine tartışmalar
yapabilirdik.
Ama bugünün ve yarının kuşakları için
beş saniyeden fazla bir resmin can sıkıcı bulunduğu; CNN veya Müzik TV'nin
seyircisi olarak büyümüş gösteri toplumunun çocukları veya geleceğin
sosyalistleri için bunlar hiç bir şey ifade etmeyecektir. Onlar belki
örgütlerini Cyberspace'da kuracaklar: onların okuma alışkanlığı
olmayacak vs.
Bu nedenle yazacaklarım, geleceğin
kuşaklarının sosyalizminin değil, ancak benim sosyalizmimin sorunları olabilir.
Onların karşılaşacakları problemler hakkında tecrübelerimi aktarmam olanaksız. Bizler
belki iyi nalbant olduk. Daha doğrusu tam nalbantlığı öğrenmiştik ki, yeryüzünde
nallayacak beygir kalmadı. Traktör ortalığı kapladı. Gelecek kuşaklar için
yazmaya kalkmam, traktör tamircilerine nalbantlık tecrübelerini ve nalbantlığın
sorunlarını anlatmaya kalkmaktan başka anlama gelmeyecektir. Muaviye ile Ali
taraftarları arasındaki savaşta; Ali taraftarı hareketin sorunları beni ne
ölçüde ilgilendirdi ki? Geleceğin sosyalisti için de, eğer öyle bir şey olursa
tabii, bizlerin sosyalizm sorunlarımızın benzer bir durumu olacaktır.
Hadi diyelim ki, onlar nalbantlığın
sorunlarına da bir ilgi duydular. Muhtemelen yazdıklarımızı hiç
anlayamayacaklar. Örneğin nalbantlıktan söz ettim, bu benzetme onlara bir şey
ifade etmeyecektir. Çünkü nalbandın ne olduğunu bilmeyecekler. Ya da sınıflar
savaşı ordular savaşı eğretilemesinden hareketle stratejiden, taktikten söz
ettim, bunları okuyunca "militarist kafalı herifler" diye
düşünecekler.
Hâsılı gelecek kuşaklarla bir diyalog
olanağı da yok.
Ama ben bir sosyal hayvanım, birilerini
düşünerek yazmam gerekiyor. Ya da yazabilmek için öyle düşünmem gerekiyor. Muhatabını
bilmeden, bilebildiklerinin ise okumasını istemeden nasıl yazılabilir? Sanki
bir muhatap varmış gibi yazmak gerekiyor. Geriye tek yol kalıyor: kendimle
konuşur gibi yazmak. Kendiyle konuşana deli derler. Öyleyse, sosyalizmin
sorunları üzerine aşağıdaki satırlar bir delinin kendisiyle konuşmalarından
başka bir şey değildir.
Durum umutsuzdur ama ciddi değildir.
Sosyalizmin Sorunlarını Tartışabilmenin Sorunları
Bizler sosyalizmin sorunlarını ortaya
koyabilir; ona yeni bir soluk verecek sorular sorabilir cevaplar verebilir
miyiz?
Bırakalım sorunlara cevap vermeyi, acaba
bu sorunlardan bir kaç tanesini, bundan on yıl sonra da "evet bu
sosyalizmin bir sorunudur" denebilecek tarzda, başlıklar halinde olsun
sıralayabilir miyiz?
Bazı arkadaşlar "ömrü billah
sosyalizmin sorunlarını tartışacak değiliz ya, bir süre tartışır ama belli bazı
geçici sonuçlara eriştikten sonra, bir yandan geri kalanları da tartışırken, diğer
yandan politik faaliyete, eyleme, örgütlenmeye girmemiz gerekir" anlamında
düşüncelere sahipler.
Sanılanın aksine, bugün dünyadaki en
zor işlerden biri sosyalizmin sorunlarını ortaya koyabilmek ve tartışabilmek. Burada
eklemek gerekiyor: “bir sosyalist için” diye. Sosyalizm diye bir derdi
olmayanlar ya da sosyalizme düşman olanlar için ise dünyanın en kolay ve
herhalde en zevkli işi sosyalizmin sorunlarından söz etmek. En kolay iş, çünkü
bir toplumsal hareket, bir düşünce akımı, bir ideal olarak sosyalizm bir sorun
olmaktan çıkmış bulunuyor. Görünürde böyle bir "tehlike" de yok.
Peki bizler, sosyalizm idealine bağlı
insanlar için sosyalizmin sorunlarını tartışabilmenin ne gibi güçlükleri var?
Birinci ve en büyük güçlük: nesnel
olarak insanlığın sosyalizme hiç bir zaman olmadığı ölçüde acil ihtiyaç içinde
bulunmasına rağmen insanların bunun bilincinde olmaması; bunun için düşünmemesi
ve bir mücadeleye girmemesidir. Yani bu ideale yönelik ne bir toplumsal hareket
ne de bir entelektüel canlanma var.
Bu toplumsal ve tarihsel koşullar
altında sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışma, yaygın; dünyadaki aydınları
kapsayan; canlı bir toplumsal hareketle bin bir görünmez bağ içinde bir
tartışma olmayacaktır. Bu demektir ki, bu tartışma, fiilen sosyalistlerin küçük
gettosunda yapılabilir. Bunun da ne ölçüde verimli; ufuk açıcı olabileceği
herhalde en iyi ortaçağ manastırları ya da Yahudi gettolarındaki düşünsel
akımların tarihinde görülebilir. Tek sonuç; ilerde geniş yığınları değil ama
kimi belli bir alanda uzmanlaşmış tarihçileri, semiyotikçileri
ilgilendirebilecek bir kireçlenme ve fosilleşmedir.
Öncelikle bu tehlikenin bilincinde
olmak; bu tartışmadan fazla umutlu olmamak, mütevazı beklentiler içinde olmak
gerekiyor. Böyle olunca belki bir iki küçük sağlıklı soru sorulabilir.
Bütün zorluk sadece bu koşullardan
doğan zorluk olsaydı gene iyiydi. Bir de bizlerden gelen; bu tartışmayı bu
dergi sayfalarında yürütmeye kalkanlardan gelen zorluklar var.
Bu dergiye yazanlara; toplantılara
katılanlara bakınca şu görülür. Kadın, Aydın, Genç (30 yaşın altında insan)
yoktur. (iki kadın arkadaşın ve bir aydının yazıları bu gerçeği gizlememeli). Bir
iki istisna haricinde katılanlar dünyanın altmışlı yıllarının ya da Türkiye’nin
yetmişli yıllarının radikalleşmeleriyle sosyalizm idealine bağlanmış ve hala bu
ideale bağlılığını sürdürmeye çalışan erkek Türk Sosyalistleridir. Ve bunların
hemen tamama yakını Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde exil yaşamı sürdürmektedir.
Kadın yoktur, çünkü bizlerin geleceği
yoktur. Ezilen bir cins olarak kadınların kendilerine daha fazla olanaklar
sağlayacak; ezeli baskıyı biraz olsun hafifletecek gelecek vadeden oluşumları
sezip onlara eğilim gösterme yetenekleri vardır.
Bu dergi sayfalarından yeni bir fikir
çıkması olanağı hemen hemen sıfırdır. Çünkü 30 hatta 35 yaşının altında kimse
yoktur. Tarih boyunca bütün büyük düşünceler; devrimci fikirler hep 30 yaşın
altındaki, hatta 25 yaşın altındaki insanlarca yazılmış, ortaya koyulmuştur.
Aydın yoktur. Gerçi yazanların çoğu
üniversitelerdeki yükselen radikalleşmeden geldiği için yüksek okul mezunu
olduğundan kelimenin geniş anlamında aydın sayılabilirler ama bu aydın yokluğu
gerçeğini gizlememeli. Daha ziyade militan, kadro tipi söz konusudur. 1960’ların
Türkiye’sini yaşayan bilir. Her aydın kendini sosyalist addederdi. Bu, 70’lerin
sosyalizme yığınsal akışının habercisiydi. Tarih boyunca hep öyle olmuştur
zaten, aydınlar yığınlardan 10 - 20 yıl önce eğilimi görüp fikirsel planda yolu
açarlar; on, on beş yıl sonra da yığınlar aydınların dediklerine ayaklarıyla oy
verirler. Geçen yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başında Avrupalı aydınların
sosyalizme akışı savaş sonrası gelişmelerin ön habercisiydi. Tersinden bir
örnek de 60’lar sonrasındaki doğu Avrupa’dır. 1968’e kadar doğu Avrupa’da
aydınlar rejimi soldan eleştirirlerdi. 1968 Çekoslovakya işgalinden sonra doğu
Avrupalı aydınların kitlesel bir sağa kayışı; Avrupa Kültürü’ne bağlılıklarını
bir ideoloji haline getirmeleri 1980’lerin sonu ve 90’ların başındaki doğu
Avrupalı yığınların eylemlerinin habercisiydi. Sonuç olarak, sosyalizmin en
azından kısa vadede geleceği yoktur ve bu aydın yokluğu canlı ve yaratıcı bir
tartışmanın en büyük engellerinden biridir.
Ve nihayet bu dergiye yazanların
hemen tamamı Avrupa’da yaşamasına ve bulundukları ülkelerde ırkçı baskılara
maruz kalan bir Türkiyeli topluluğu bulunmasına rağmen, çıkaranlar arasında
göçmen hareketin sosyalistleri yoktur. Yazarlar exil Türklerdir. Getto içinde
getto. Türk gettolarının içinde bile değildirler. Türk sosyalistidirler. Avrupalı
değildirler; Avrupa’daki göçmen de değildirler. Türkiye’de de yaşamayan Türk
sosyalistidirler, ruhsal durumları; politik kültürleri; problematikleri; eğretilemeleriyle.
Tabii bu da durumu iyice umutsuzlaştırıyor.
Sonuç olarak orta yaşlı; erkek, exil
(sürgün), Türk sosyalistleri Dünya, Türkiye’de sosyalist bir hareket ve düşünce
canlılığının olmadığı koşullarda, üç katlı bir getto içinde ne ölçüde
sosyalizmin sorunlarını tartışıp, bu sorunların en azından bir bilançosunu
çıkarıp; bazı sorunları çözmek bir yana; hiç olmazsa bir iki sorunu formüle
edebilirler, okuyucu takdir etsin.
Zorluklar bu kadar olsaydı gene de
iyiydi. Bir de öznel zorluklar var.
Bunların biri bizlerin yaşından
geliyor. Max Planck bir yerde, yeni bir teorinin fizikçiler arasında egemen
olmasının, yeni teorinin eski teori taraftarlarını kazanması ve ikna etmesiyle
olmadığını; eski fizikçiler kuşağının biyolojik ömürlerini tamamlayarak ve
onların yerini yeni bir kuşağın almasıyla gerçekleştiğini yazar. Fizik gibi bir
alanda böyle olan toplum bilimleri ve ideolojiler alanında çok daha böyledir. Bizler,
her ne kadar söz düzeyinde sık sık yenileşmek gerektiğinden söz etsek de, yeni
durumları ve onları açıklayabilen teorileri kavrama ve kabul yeteneğinde
değiliz artık. Yani bizlerden yeni durumun bir kavranışı ve yeni bir yaklaşım
beklemek bir yana, böyle bir yaklaşım varsa onu kabullenmemiz, anlamamız bile
çok zor.
Zorluklar bu kadar olsaydı gene de
iyiydi. Bizlerin sosyalizm anlayışlarından; bizim politik kültürümüzden ve
ideolojik formasyonumuzdan gelen zorluklar da var.
Birincisi, bizlerin sosyalizmle
Marksizm’i özdeş görme alışkanlığımızdır. 60'lı ve 70'li yılların Türkiye’sinde
sosyalistlikle Marksistlik aşağı yukarı fiili bir özdeşlik içinde bulunduğundan,
sosyalizm ve Marksizm gibi kavramları birbiri yerine kullanmak pratikte pek bir
sorun yaratmıyordu. Doğru değildi ama pek bir probleme yol açmıyordu.
Bugün hala bu alışkanlıkla
sosyalizmin sorunlarını tartışmaya çalışmak, Marksizm’in sorunlarını tartışmak
biçiminde ortaya çıkıyor. Marksizm ise sosyalist akımlardan sadece biridir. Sosyalizm
adı altında sadece Marksizm’in sorunlarını tartışmak ise, ütopik, liberter, feminist
vs. Sosyalistlerle ortak bir tartışmanın, diyalogun yollarını kapamakta; tartışmayı
Marksistlerin gettosuna ve özel dilinin içine hapsetmektedir. Marksizm ise hiç
bir zaman olmadığı kadar, bugün, diğer eşitlikçi ve dayanışmacı, yani sosyalist
öğretilerden gelen eleştiriler karşısında güçsüzdür ve onlar tarafından
eleştirilmeye müthiş bir gereksinimi vardır.
Marksizm’i sosyalizmin yerine koymak
yanlışıyla sorun bitmiyor. Bir de Marksizm diye bildiklerimizin Marksizm’le
ilgili yanlış bilgilerle donanmış olması var. Bizler 60'lı ve 70'li yılların
radikalleşmeleriyle sosyalist olup Marksizm’i tanıyanlar onu hiç bir zaman
kaynağından içmedik. Suyunun suyuyla tanımaya başladık; zaman içinde kaynağına
doğru yaklaşma eğilimi gösterdik. Diğer yandan kültürel birikimimiz de büyük
ölçüde onu kaynağından içip hazmetmeye uygun değildi. Dolayısıyla Marksizm diye
bildiklerimizin büyük bir çoğu, onun revize edilmiş; işçi bürokrasisinin ya da
köylülüğün yada burjuva sosyalizminin çıkarlarına uydurulmuş; bayağılaşmış
versiyonlarından ve bunlarla ilgili yanlış anlamalardan oluşmaktadır. Bunun
sonucu olarak da, sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışmanın; yanlış
anlaşılmış bir Marksizm’in sorunları üzerine tartışmaya dönüşmesi; ya da
sorunların bu yanlış anlaşılmış Marksizm’e göre tanımlanması muhakkaktır.
Bir örnek vereyim. Frankfurt'taki
hazırlık toplantısında herkesin kafasındaki soruları şöyle kısa başlıklar
altında sıralaması istendi. Bir arkadaş, artık emperyalist kuşatma altında
sosyalizmin nasıl kurulabileceği gibi eskiden üzerine hiç düşünülmemiş yepyeni
bir sorun ortaya çıkmıştır gibilerden bir sorun saydı. Hem de bunu söyleyen
arkadaş okuyup yazanlardandı. "Tek ülkede sosyalizm olur mu? " gibi
yeryüzünde en çok sosyalistin canına mal olmuş bir tartışmanın, hiç
anlaşılamadan ve yok sayılarak böyle sorun formülasyonları; sosyalizmin
sorunları üzerine bir tartışmanın, biz Türkiyeli sosyalistler arasında ne gibi
muazzam engellerle karşı karşıya bulunduğu konusunda bir fikir verir herhalde.
Ama bizler sadece yanlış anlamaların
ve bilgilerin kurbanı değiliz, bizler metodik düşünme alışkanlığından da
yoksunuz. Yine aynı toplantıda, sosyalizmin sorunları diye sıralananlar, sosyalist
mücadelenin örgüt, taktikler ve mücadele biçimleri alanlarına ilişkin, hatta
esas olarak her derde deva bir örgüt yapısı ve demokrasisine ilişkin sorunlardı.
Sanki sosyalizmin olanaklılığı, gerekliliği, onu gerçekleştirebilecek güçler, bir
programımızın olup olmadığı gibi sorunlar yokmuşçasına; sanki bunlar
halledilmişçesine, sıralananlar hep örgüt sorunuyla sınırlıydı.
Sorunları tartışmanın zorlukları
sadece bizlerin yanlış anlamalarından da kaynaklanmıyor. Bizler bir de insanız.
Unutkanlıklar ve hatalar karmaşası insanlarız. Dolayısıyla sosyalizmin
sorunlarını tartışırken geçmiş ve geleceğimizin yüküyle bunları yaparız. Durumun
ciddiyetini ve umutsuzluğunu kendimize bile itiraf etmekten kaçınırız; illüzyonlar
yaratırız. Örneğin geçenlerde sosyalizmin sorunlarını bir grup arasında
tartışırken, Çekya'da eski komünistlerin biraz fazla oy alması bir sürü
arkadaşı müthiş umutlandırmıştı.
Elbet bunlar anlaşılabilir; insani
durumlardır; ama o insani durumlar sosyalizmin sorunlarının tartışılmasının
önündeki en büyük engellerden biridir. Orada artık sosyalizmin değil; bu
dünyada hala sosyalist olarak kalmaya çalışan sosyalistlerin psikolojik
sorunları söz konusudur.
Bütün bu psikolojik; Marksizm’i
yanlış anlamalarla; sosyalizmin yerine koymalarla; yeni teorilere karşı
dirençle malul; Türk-Erkek-Orta Yaşlı-Exil sosyalistlerin, sosyalizm yönünde ne
bir entellektüel canlanmanın ne de bir toplumsal hareketin bulunmadığı tarihsel
koşullar içinde sosyalizmin sorunlarını ufuk açıcı bir şekilde tartışmasını ya
da bu sorunları formüle edebilmesini beklemek herhalde ölü gözünden yaş
ummaktan farksızdır.
Ama yine de denemeye değer can
çıkmadan umut çıkmaz. Ya da can çıkmadan huy çıkmaz: bu dünyada yapabileceğimiz
başka bir iş yok.
Sosyalizmin Sorunları ya da Zorlukları
Sosyalizm, eşitlikçi ve dayanışmacı
bir toplum, böyle bir toplum ideali, bu hedefe yönelik toplumsal hareketleri
kapsar. Bu anlamda anarşizm ve anarşist hareketler, feminizm, ütopik sosyalizm
gibi akım ve hareketlerin hepsini kapsar bu kavram.
Sosyalizmi, eşitlikçi ve dayanışmacı
bir toplum olarak, en genel özellikleriyle tanımladığımızda ise
"Sosyalizmin Sorunları": eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplumun
kurulabilmesinin sorunları demektir.
İlk soru ve sorun şöyle formüle
edilebilir: sosyalizm, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum gerekli ve
mümkün müdür?
Mümkün olup olmadığından önce gerekli
olup olmadığına bakalım.
Sosyalizmin gerçekleşebilmesi her
şeyden önce onu gerekli bulan ve onun için mücadeleye hazır bir toplumsal
kesimi var sayar. Ezenler için sosyalizm hiç de gerekli değildir. Gereklilikten
ancak bu anlamda söz edilebilir.
Ezilenler açısından tarih boyunca; yani
sınıflı toplumlar tarihi boyunca, Orpheus'çuluktan, Batıni tarikatlara ve
modern sosyalist parti ve hareketlere kadar hep gerekli olmuştur. Daha doğrusu
onlar tarafından, sezgi düzeyinde bile olsa bir gereklilik olarak kabul
görülmüştür.
Tarih boyunca böyle olması, bundan
sonra da öyle olacağını garantilemez ama. Ezilenlerin sosyalizmi bir gereklilik
olarak gelecekte görmemesi olasılığı ne yazık ki ortaya çıkmış bulunuyor. Elbette
ezilenlerin ve yoksulların kendi konumlarına bir tepkileri daima vardır ve
olacaktır. Ama bu tepki otomatik olarak eşitlikçi bir toplum idealine ve ona
dayanan hareketlere yol açmaz; çoğu kez baskı ve sömürüye uğrayanın baskı ve
sömürüyü yapanlar arasına katılma çabasına yol açar. Son yılların bütün önemli
toplumsal hareketleri bu özellikle donanmıştır. Bütün doğu Avrupa ulusları
zenginler arasına, Avrupalılar arasına katılmak için duvarları yıktılar. Bu
hareketlerin hiç birinden, kendi iç dinamiğiyle olsun eşitlikçi bir toplum
idealine yönelik bir hareket doğmadı. Doğmaması bir yana, böyle eğilimleri de
gelişimi içinde boğdu geçti. Marks, Engels, Lenin zamanında devrimler, yığınların
sokağa çıkması onları eğitiyordu, bugün sersemleştiriyor. Bu doğu Avrupa'daki
bürokratik diktatörlükler nedeniyle sosyalizmin diskredide olmasının yol açtığı
geçici bir durum mudur? Yoksa kökleri derinde bulunan daha genel bir eğilimin
bu çakışma nedeniyle pekişmesi midir? Henüz kesin bir şey söylenemez.
Ancak şu görmezlikten gelinemez. Kapitalizm,
bütün diğer üretim yordamlarından farklı olarak bir geniş yeniden üretim
yordamı. Sürekli değişiklikler, teknik yenilikler aracılığıyla emek üretkenliği
ve toplumun zenginliği muazzam ölçülerde artıyor. Öyle ki bu artış, hayatın var
oluş koşullarını bile tehdit edebiliyor. Bu artış sonucu ortaya çıkan toplumsal
zenginliğin çok büyük bir bölümü küçük bir azınlığın elinde kalsa da, geri
kalanı, en alt tabakaların bile hayat seviyesinde belli bir değişmeye yol
açabiliyor. Bu durumda yeryüzündeki milyonlarca yoksul ve baskıya uğrayan
insanın şöyle düşünme olasılığı gelişiyor:
"Evet sosyalizm güzel bir şey
ama hiç bir başarı şansı yok. Şimdi onun için mücadeleye başlasak, bir sürü
zulüm ve baskıyla karşılaşacağız. Hadi diyelim ki, bir ülkede olsun
sömürücüleri başımızdan attık. Bu ülke kapitalist ülkeler denizinde tecrit
olacak. Kapitalist Ülkeler onu tıpkı dün Irak'a, Somali'ye, Panama'ya
yaptıkları gibi muazzam güçleriyle ezip geçerler. Diyelim ki onların
çelişkilerinden yararlanıp bir süre ayakta kalabildi. Onların tehditlerine
göğüs gerebilmek için ulusal hasılasının büyük bölümlerini savunma gibi harcamalara
ayıracak. Bu onun gelişmesini refaha kavuşmasını engelleyecek. Yoksullukla
birlikte rüşvetten bürokrasiye kadar bütün problemler teker teker bizi feth
edecek. Biz belki bir iki nesil, bir gün bütün bunların son bulacağı umuduyla
en büyük fedakarlıkları yapacağız. Ama bütün bunlar karşı tarafın zenginliği
karşısında hiç bir işe yaramayacak. Muhtemelen çocuk ve torunlarımız bizler
gibi umutsuz bir dava için hayatlarını feda etmektense kısacık ömürlerinde
belki konfor içinde yaşama umuduyla tekrar kapitalizmi seçecekler. Eh madem
dönüp dolaşıp aynı yere geleceğiz, onca acıya ve çabaya ne gerek var. Hikayede
olduğu gibi biz bu boku niye yiyelim? *
"
Bunun geçici bir ruh hali olduğu umut
edilir, ancak geçici olmama olasılığı çok güçlüdür. Benzeri durumlar aslında
Tarih'te de vardır. Herhangi bir uygarlığa karşı devrimci, eşitlikçi baş
kaldırılar genellikle o uygarlığın doğuş ve gelişme aşamalarında ortaya çıkıyor.
Ancak o uygarlık bir kere kendini pekiştirdikten sonra, zenginliği ve gücüyle
ezilenlerin değiştirebilme umutlarını tümüyle kırınca, ihtilalcı ve savaşçı
partiler ortadan kaybolup onların yerini sufilik biçiminde kişinin kendi ruhunu
kurtarmaya yönelik eğilimler ortalığı kaplıyor.
Bizler kapitalizmin ömrünü doldurduğu
gerekçesiyle de hareket ediyorduk. Marks-Engels 1848'lerde böyle olduğunu
düşünmüşlerdi; 48 yenilgisinden sonra onun dinamizmine ve yayılışına bakarak bu
öngörülerinin yanlış olduğunu söylemişlerdi. Sonra emperyalizm aşamasına
girince; evet o zaman değildi ama şimdi öyle oldu dendi. 1917 devrimi, 1929
buhranı, İkinci Dünya savaşı ve savaş sonrası kimi gelişmeler bu öngörüyü
doğrular gibiydi, ama şimdi görüyoruz ki, Ekim Devrimi, 2. Savaş sonrası
devrimler onun ömrünü doldurmasından ziyade gençliğinden; henüz gücünü
pekiştirememesinden dolayı ortaya çıkmışlar. Aslında tam da artık gençliğini
yitirdiği dönemde ona meyden okuyacak güç yok.
Bu durumu açıklayabilmek için İslam
tarihi bir örnek olabilir. İslam uygarlığı doğduktan sonra, Abbasiler dönemine,
hatta onun ortalarına kadar, sürekli silahlı partilerin direnişinin tehdidi
altında kalmıştır. Tıpkı kapitalizmin son iki yüzyıl boyunca yaşadığı gibi. Hatta
Karamıtalar, Sovyetler Birliği benzeri eşitlikçi bir devlet bile kurmuşlardır. Ancak
bütün bunların hepsi teker teker ezilmiştir. Sonunda tıpkı bugünkü kapitalizm
gibi İslam Uygarlığının gerçekten çürümeye başladığı dönemde artık ona karşı
hiç bir devrimci güç kalmamıştır. Sonraki Batıni ayaklanmalar da, aslında bu
kuralı doğrular. Onlar İslam Uygarlığının yeni girdiği bölgelerde; henüz
yeterince oturamadığı bölgelerde, örneğin Anadolu'da ortaya çıkarlar. İhtilalcı
hareketlerin yerini ise Sufilik almıştır; tasavvuf almıştır. Ta kapitalizmin
doğuşuna ve modern sınıfların ortaya çıkışına kadar da bu durum süregelmiştir. Bugün
de benzer Sufilik eğilimleri son derece yaygın.
Eğer böyle ise, kapitalizme karşı
güçlü direnişlerin çağı bitti ise; bugün gözlenen baskı, sömürü ve yoksulluğa
karşı tepkinin içe kapanma ya da ezen ve sömürenler arasına katılmaya çalışma
biçimine dönmesi geçici değil de tarihte görülen türden bir eğilimin ifadesi
ise, sosyalizmin en büyük sorunu bir sorun olmaktan çıkması olacaktır. Onu
gerekli gören toplumsal gruplar, hareketler, sektler değil ama yığınsal
partiler olmadıkça, ortada ne sosyalizm ne de onun sorunları olabilir.
Bu tehlike, sosyalizmi gerekli
addeden, onun için mücadeleye hazır bir sınıf, tabaka veya hareketin olmaması, sadece
yukarıda sözü edilen tarihsel eğilimle de ilgili değil. Muhtemelen başka
süreçler de, şu "gösteri Toplumu" gibi kavramlarla ifade edilen
süreçler de pek uğurlu olmayan eğilimlere yol açıyor.
Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sına
doğru bir gidiş var. Kapitalist uygarlığın bu kitapta anlatılan bir topluma
giderek daha çok benzediğini görüyoruz. Öyle bir dünyada Gammalar hiç bir zaman
Alfaların egemenliğine son vermeyi düşünmüyordu. Bugünkü gösteri toplumu giderek
öyle bir topluma benziyor. Saraybosna'da üzerlerine bomba yağarken Müzik TV'den
Michael Jackson dinleyerek dans eden gençler imgesi, böyle bir toplumun
şimdiden gerçek olduğunu kafalara balyozla vuruyor. Eskiden imgeler, hayaller
gerçekliğe benzerdi. Artık gerçek hayallere benziyor. Hayalleri insanlar değil,
insanları hayaller oluşturuyor. Sonra bu hayallere göre oluşmuş insanlar yeni
hayaller yaratıyor.
Son yıllarda felsefi, ya da
sosyolojik en çarpıcı düşünce ve kitapların medyaya ilişkin olması ve bunların
son derece kötümser sonuçlara ulaşmaları bir rastlantı olmasa gerek. Bu gidişin
sonuçlarının ne olacağı şimdiden bilinemez, ama yığınlar arasında eşitlikçi bir
toplum fikri ve hareketinin oluşması bakımından pek de hayırlı olmadığı ortada.
Sosyalizmin gerekliliği sorusu
böylesine problemlerle yüklü. Ama sosyalizmin sorunlarını tartışabilmek için, bu
problemlerin olmadığını var sayarak, mümkün olup olmadığı sorusuna geçelim.
Sosyalizm mümkün mü? Büyük bir olasılıkla artık değil
Sosyalizmin olanaklılığı her şeyden
önce insanlığın devamını var sayar. Ama insanlığın var olabilmesi pek zayıf bir
olasılıktır artık. Kapitalist geniş yeniden üretim, bulunduğu ortamı
dönüştürerek sonunda dönüştürecek bir şey kalmayınca kendisi de yok olan
bakteriler gibi o müthiş üretim gücüyle hayatın ve insan toplumunun var oluş
koşullarını ortadan kaldırıyor. Ve belki de çoktan kaldırdı bile. Bu geri
dönüşü olmayan süreçlerde muhtemelen kritik değerler çoktan aşıldı bile. Tarihsel
iyimserlikle malul biz sosyalistler bu sorunun önemini görmeme ve küçümseme
eğilimindeyizdir daima. Ancak Amerikanvari bir benzetmeyle ifade edilirse: bir
gök delenin tepesinden aşağıya hızla düşen bir adama, düşme olayının sonuna
kadar hiç bir şey olmaz. Bugün insanlık da bir gökdelenin tepesinden hızla
aşağı düşüyor ve muhtemelen bütün zorluklara rağmen sosyalizm paraşütünü açsa
bile çok geç kalmış olacak.
Tarih yitirilmiş fırsatlar
mezarlığıdır, tıpkı insan hayatı gibi. İnsan varlığının sürdürülmesi muhtemelen
yitirilmiş bir fırsat artık. İnsanlığın var oluşu mümkün değilse, sosyalizm de
mümkün değildir.
Diyelim ki, abartıyoruz, yanılıyoruz,
insanlığın önünde daha birkaç on ya da yüzyıllık zaman var bu hayatın maddi
koşullarının tahribi gidişini durdurabilmek için. Yine mümkün mü? Burada da
başka bir sorun ortaya çıkıyor:
Marks-Engels'in bütün teorisinin, yani
bilimsel sosyalizmin özü, sosyalizmin kapitalizm aracılığıyla mümkün hale
geldiği varsayımına dayanıyordu. Kapitalizm bir yandan emek üretkenliğini
dolayısıyla da zenginliği, refah olanağını; diğer yandan da işçi sınıfı
aracılığıyla bu refahı topluma eşit olarak dağıtacak özneyi yaratıyordu. Onlar
yoksulluk; üretici güçlerin az gelişmişliği düzeyinde sosyalizm olamayacağı
varsayımından hareket ediyorlardı. Yoksulluk temelinde sosyalizm kurmaya
kalkmak, bütün eski pisliklerin yeniden ortaya çıkmasına yol açar; bir kışla
sosyalizminden başka bir sonuç vermez diyorlardı. Tarih bu görüşün doğruluğunu
da kanıtladı. Troçki de Sovyetlerin yozlaşmasını bütünüyle Marks'ın bu görüşüne
dayandırmıştı. Yoksulluk temelinde bir sosyalizm, bütün eski pisliklerin
yeniden ortaya çıkmasına yol açacaksa, kışla sosyalizminden başka bir şey
olmayacaksa, sosyalizm insanlık için yitirilmiş bir olasılık demektir.
Şu an yer yüzünde hiç bir sosyalist
hareket yok. Sosyalist bir devrim ve bunun bütün dünyayı kaplaması, şöyle
iyimser bir tahminle yarım yüz yıl alsın. 50 yıl sonra yeryüzündeki insan
sayısı, herhalde bugünkünün bir kaç katı olacak. Emek üretkenliğinin azlığı ya
da teknik gerilik nedeniyle değil, yeryüzünün maddi kaynaklarının sınırlılığı
nedeniyle yeryüzündeki o kadar insanın temel ihtiyaçları bile
karşılanamayacaktır. Bu sınırlı kaynaklar üzerine, insanlar, uluslar, nesiller,
çeşitli gruplaşmalar arasında muazzam çatışmalara yol açacaktır. Demokrasi
belli bir refah düzeyini var sayar. Böylesine bir kıtlık temelinde ise, toplumsal
eşitliği, tüm topluma iradesini bilek gücüyle dayatan bir otorite sağlayabilir.
Ama bu otoritenin ortaya çıkması ise, kışla sosyalizmine geri dönüşten başka
bir şey olamaz. Az ekmeği eşit dağıtmak için, insanlar ekmek kuyruğuna
gireceklerdir, ekmek kuyruğuna girenlerin başında bir bekçi olacaktır ve ilk ve
çok ekmeği de muhtemelen o bekçi alacaktır. Böylece bütün pislikler tekrar geri
dönecektir.
Denebilir ki, abartıyoruz, durum o
kadar vahim değil, yeryüzünün kaynakları o kadar sınırlı değil. Bir an için
bunu kabul edelim. Ama bu durumda da, en azından, "zenginliklerin gürül
gürül aktığı", demokrasinin ötesindeki özgürlükler alemi, yani komünist
toplum yitirilmiş bir fırsattır. Yeryüzünün kaynakları bugün bile, yeryüzündeki
tün insanlara zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumu bahşetmeye yetmez. Çin
ve Hindistan'daki iki milyar insanın sıradan bir Avrupalı ya da Amerikalı'nın
yarısı kadar su, yakıt, çelik, elektrik tüketimini hesaplayın. Yeryüzü birkaç
haftada yaşanmaz olur.
Bunun bir tek yolu var, insanlığın
büyük bir bölümünün yok olması. Yeryüzü bir kaç milyar insana böyle bir toplumu
bahşedebilir. Komünizm ancak insanlığın büyük bölümünün yok olmasıyla tekrar
bir tarihsel olanak olarak ortaya çıkabilir. Varoluşu insanların çoğunun yok
oluşuna bağlı bir komünizm ise sosyalist bir düşünce ve hareketin hedefi olamaz.
Komünizmi istemek, yeryüzünde bir katliam istemekle özdeştir. Bu, Ispartalılarınki
gibi, köleleri kılıçtan geçiren bir düzen istemektir. Komünizm artık
yoksulların ideali olamaz, yitirilmiş bir olanak olarak. Bu nedenle
sosyalistlerin kendilerini komünist olarak tanımlamamaları da gerekiyor. Komünizm
ideali artık bundan sonra muhtemelen, kapitalizmden canı yanan zengin ulusların
ve bunların emekçilerinin bir ideali olabilir.
Burada gereklilik ve mümkünlük
bölümüne bir nokta koyalım. Bu alanda sosyalizmin nasıl aşılmaz sorunlarla
malul olduğu ortada. Şimdi hem gerekli hem de mümkün olduğunu var sayalım. Yani
insanlar sosyalizmi gerekli görecek; onun için savaşma gücünü kendinde bulacak
ve ne teknik gelişme ne de yeryüzünün kaynakları eşitlikçi ve dayanışmacı refah
toplumunun kuruluşu için bir engel teşkil etmeyecek. Burada özne
sorununa geçelim. Bunu hangi özne gerçekleştirebilir?
Cevap, en azından klasik biçimiyle
İşçi Sınıfı'dır. Gerçekten de kapitalizmin yeryüzünde büyüttüğü tek toplumsal
grup işgücünü satarak yaşayabilenler kitlesidir. Ancak, ekonomi politik
bakımından aynı konumda olmak otomatikman aynı sosyolojik ve politik
özelliklere yol açmaz. Bu sadece bir olanağın yolunu açar o kadar. Evet
kapitalizm insanları ücretliler haline getiriyor ama aynı zamanda onları
bölüyor da.
Biz sosyalistler, biraz da
özlemlerimizin ifadesi olarak, kapitalizmin işçileri çoğaltma ve birleştirme
eğilimi üzerine vurgu yaptık hep; onun bölücü eğilimlerini ise daha ziyade
yanlış bilince, bilinçsizliğe, burjuvazinin propagandasının etkisine, eski
üretim biçimlerinin kalıntılarına vs. dayanarak ya da bu noktalara vurguyu
yaparak açıklamaya çalıştık. Aslında, kapitalizmin işçileri birleştirme eğilimi
aynı zamanda bölme eğilimiyle birlikte var olmaktadır. Tıpkı artı değerin düşme
eğilimi gibi. Kapitalizmde bu eğilim vardır ama, bu eğilim aynı zamanda kendine
zıt eğilimleri de yaratır ve kendine zıt eğilimlerle birlikte bulunur.
Evet, kapitalizm bugün dünya çapında,
tarihte hiç görülmemiş bir güç, iktisadi bakımdan türdeş konumda bir toplumsal
grup yaratmıştır ve bunu her gün yaratmaktadır da. Ne var ki, bu güç şimdi
tarihindeki en büyük bölünmeyle maluldur.
19 yüzyılda, en azından batı Avrupa
ve kuzey Amerika'daki toplumsal olayları açıklamak için, işçi sınıfı, burjuvazi,
büyük toprak sahipleri, küçük burjuvazi; burjuvazi içinde de finans, sanayi, ticaret
burjuvazisi gibi alt bölünmeleri açıklayan kavramlar yetiyordu. Bu kavramlarla
Amerikan İç Savaşı'ndan, Bonapartizme, Çartist hareketten 1848 devrimlerine
kadar bütün önemli tarihsel olayları esas olarak açıklamak mümkündü. Tersinden
ifade edersek: bu kavramlar olmadan 19 yüzyıl batı Avrupa tarihini anlamak
mümkün değildir.
Yirminci yüzyılın tarihini ise, sadece
bu kavramlarla açıklamak olanaksızdır. 20 Yüzyılın tarihini anlamak için
sosyalist (sosyal demokrat) ve komünist partilerin ve "sosyalist" denmiş
devletlerin toplumsal yapısını açıklayan bir teoriniz olması gerekir. Böyle bir
teoriniz olmadan, ne faşizmi, ne Stalinizmi, ne savaş sonrası refah döneminin
reformist "sosyal devlet" politikalarını yani tarihe yön veren temel
güçleri açıklayamazsınız. Bu da işçi Sınıfı içi bürokrasi (sendika ve devlet
bürokrasisi, aşağı yukarı sosyal demokratlarla komünistlere ve Sovyetler, Çin, Doğu
Avrupa'ya denk düşer) kavramı olmadan olanaksızdır.
Ama günümüzün tarihini anlamak için
bu kavramlar yetmez artık. Daha doğrusu bundan sonrasının yaşayacağımız tarihi.
Dünya işçi sınıfı, zengin ve fakir ülkeler arasında muazzam bir bölünmeye
uğramıştır. Bu lanetli bölünmeyi kavramadan, bu yönde kavramlarımız olmadan en
azından Sovyetlerin ve doğu Avrupa'nın çöküşünden beri yaşanan olayları; hatta
bizzat bu çöküşün izlediği yolu anlamak olanaksızdır. Körfez savaşından, Somali'ye;
Berlin Duvarı'ndan Eski Yugoslavya’daki savaşa; AİDS'ten Dünya Nüfus
Konferansı'na; İslamiyet’in yükselişinden Brezilya Ormanları'na kadar bir çok
olayı bu bölünme ile biraz olsun kavramak mümkündür ama.
Bu bölünmenin lanetli sonuçlarının ne
olacağını biraz kavramak için; işçilerin zengin-fakir ya da siyah-beyaz olarak
bölünmesinin en canlı örneği Güney Afrika'ya bakmak gerekir. Beyaz işçiler hiç
bir zaman, siyah işçilerin hakkı için savaşmadılar hata aksine, onların
kendilerine rakip olmaması için, kendi zümre çıkarlarını korumak için, burjuvazinin
üretim tekniklerine bağlı ihtiyaçlarından doğan kimi ayrımcılığı hafifletici
tedbirlere bile en sert biçimde karşı koydular. Bugün Avrupa'da veya zengin
herhangi bir ülkede yeryüzünde işgücünün serbest dolaşımını savunan, (küçük
devrimci, çoğunlukla da anarşist ve troçkist, gruplar dışında) hiç bir beyaz
işçi örgütü yoktur. Bir de geçen yüzyılda, beğenmediğimiz 2. Enternasyonal için
böyle bir talebin olmamasının bile düşünülemeyeceğini göz önüne getirelim, aradaki
fark daha iyi görülür. Bırakalım serbest işgücü dolaşımını talep etmeyi, beyaz
işçiler, toplumun en ırkçı ve ayrımcı kesimlerinden birini oluştururlar.
Bu durum yanlış bilinçle, ırkçı
propagandayla filan açıklanamaz. Ortada tıpkı Güney Afrika'daki türünden ama bu
sefer dünya ölçüsünde bir bölünme vardır. Ortada yanlış bilinç değil beyaz
işçiler zümresinin kendi zümre çıkarlarını savunması vardır.
Bu durumda, yeryüzünün beyaz
işçilerinin, yani şu zengin ülkelerin işçilerinin sosyalizm için mücadele
etmesi, ölü gözünden yaş beklemek olur. Onlar elbette kendi hakları için, burjuvaziye
karşı mücadele ediyorlar ve bunu oldukça iyi da yapıyorlar, ama bu kendi zümre
çıkarları için mücadeleden başka bir anlama gelmiyor. Bu zümre çıkarı uğruna
mücadelelerin ise, dünya işçi sınıfının genel çıkarı mücadelesine dönüşmesi
olanaksız gibi. Bu kendi imtiyazlarından fedakarlık etmek anlamına gelir. Yeryüzünde
tarih boyunca hiç bir toplumsal grup kendi imtiyazlarından genelin çıkarı için
vaz geçmemiştir, aksine bu yöndeki girişimlere en kanlı direnişleri
göstermiştir. Beyaz işçinin, yeryüzünde eşitlikçe bir düzen için mücadele
etmesi demek, bugünkü iki üç odalı evinin bir odasını Bombaylı ya da Somalili
bir aileyle paylaşması demektir. Hiç bir işçi bunun için devrim falan yapmaya
kalkmaz. Ama o evinin bir odasını, mademki hepimiz insanız ve bütün insanlar
eşittir diyerek paylaşmak isteyen, mülteci ya da Emigreye (Göçmene) karşı her
şeyi yapmaya hazırdır.
Beyaz işçiler belki sosyalizm de
isteyebilirler. Ama bu onların yeryüzündeki imtiyazlarını koruyan ve aynı
zamanda meta üretimine değil de planlı bir ekonomiye dayanan ama ırkçı bir
sosyalizm olabilir. Bunun için önceki bölümde bir refah ve bolluk toplumu
olarak sosyalizmin ya da kısa adıyla komünizmin artık dünyanın yoksulları
tarafından istenemeyeceğini söyledik.
Ama zengin ülkelerin işçileri; yani
şu en modern ve kültive olmuş; varolan kapitalizmden daha ötede bir toplumu
örgütlemeye yetenekli tek toplumsal güç artık nesnel olarak yeryüzünde bir
sosyalizmi istememe eğilimindeyse, şu soru ortaya çıkıyor: sosyalizmi hangi güç
gerçekleştirebilir. Yeryüzünün siyah işçileri mi? Onlar ise yüzden fazla ulusa
ve onun içinde ayrıca zümrelere bölünmüş durumda. Bütün yeryüzünün geri
ülkelerinde senkronize bir devrim olanaksızdır. Birinde yada bir kaçındaki
devrim ise hemen hemen hiç ayakta kalma şansına sahip değildir. Tüm kapitalist
dünyanın boykotu ve askeri tehdidi karşısında yaşayamaz.
Marks, Engels, Lenin, Troçki, Lüxemburg
gibi klasik sosyalistlerin hiç birisi, ileri ve zengin ülkelerde bir sosyalist
devrim olmaması, bunun olanaksızlığı üzerine düşünmediler bile, onlar için
Rusya gibi geri ülkelerde bir sosyalist devrim, bu ülkelerdeki sosyalist
devrime bir itilim verebilecek fazladan gelmiş bir olanaktı adeta. Bu devrimi
yapanlar da, ileri ülkelerde bir devrimin olanaksızlığını düşünmemişlerdi. Onlar
bütün stratejilerini, ileri ülkelerin işçisi devrim yapıncaya kadar zaman
kazanmaya, ayakta kalabilmeye dayandırıyorlardı. Hatta Lenin, Rusya'da bir
demokratik devrimin Avrupa'da bir sosyalist devrimi kışkırtacağını, bırakalım
sosyalist bir devrimi bir yana Rusya'da bir demokratik iktidarın bile ancak bu
olasılıkla ayakta kalabileceğini düşünüyordu 1905'lerde.
Şimdi aynı mantığa bağlı kalarak
soruyu şöyle sormak gerekiyor: Geri bir ülkedeki bir sosyalist devrim ileri
ülkelerdeki sosyalist bir devrimi kışkırtamayacağına göre ne yapmak gerekir? (Hatta
devrimi kışkırtmak bir yana ancak kendine karşı saldırıyı kışkırtabilir. Böyle
bir devrim ayakta kalabilmek için dünyanın diğer yoksul işçilerini kazanmak, dolayısıyla
dünya çapında bir düzen önermek ve de beyaz işçilerin varolan imtiyazlarını
tehdit etmek zorundadır. ) Böyle bir soruya Marks, Engels, Troçki, Lenin, Lüxemburg,
hepsi normal olarak, "bu umutsuz bir durumdur, yapacak bir şey yoktur. İnsanlık
tarihinin zengin ve sanayileşmiş ülkelerin işçilerinin yeniden devrim
yapabilecekleri bir dönemini beklemek gerekir" bir cevap verebilirlerdi.
Yeryüzünde sosyalizmi istemeye
istekli tek güç, dünya işçi sınıfının siyah işçiler zümresidir. Yeryüzü
işçilerinin büyük çoğunluğunu oluşturan bu zümre sosyalizmi nesnel olarak
isteyebilir ama bunu kurmaya gücü yetmez. Bunu yapabilecek beyaz işçiler ise
istemez. Çıkmaz buradadır.
Aslında bu çıkmazı biz sosyalistler
hariç, yeryüzündeki milyonlarca insan, günlük pratik hayattaki deneyleriyle
görüyor, hissediyor, seziyor. Bu nedenle de yeryüzünde eşitlikçi bir toplum
uğruna mücadeledense, kişisel olarak ya da Doğu Almanlarda olduğu gibi uluslar
halinde, gemisini kurtaran kaptandır deyip, zenginlerin arasına katılmaya
çalışıyor. Katılamazsa da "dertsiz başına" bir de sosyalizm deyip
"dert açmak" istemiyor.
*
Hadi diyelim ki, beyaz işçiler
hakkında yanıldık ya da dünyanın işçilerinin bölünmesi öyle önemli değil, ya da
siyah işçiler bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede.
Ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır.
Önce bir programımız yok. Eskiden vardı, ama artık yok. Nasıl burjuva devleti
ezilenler tarafından sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamaz ise, aynı
şekilde bugünkü uygarlığın maddi araçları da sınıfsız bir topluma gidişte bir
araç olarak kullanılamaz. Otobanlarıyla; turizmiyle; televizyonuyla bugünkü
uygarlık sınıfsız bir toplumun oluşumuna hizmet edemez.
Bu ders bir çok sorunları beraberinde
getiriyor: sınıfsız bir topluma, yani sosyalizme geçiş dönemi sadece
burjuvazinin egemenliğini kırmaya yönelik bir geçiş dönemiyle (proletarya
diktatörlüğü) sınırlı kalamaz; aynı zamanda bütün bu maddi uygarlığın
dönüştürülmesini içeren bir geçiş dönemi de gereklidir. Hatta bugün gelişmiş
olan ülkeler böyle bir dönüşümün en zor olacağı yerlerdir.
Ama bu aynı zamanda bizim programımız
olmadığını da ortaya çıkarır. Başka bir uygarlığı programlaştırmamız gerekiyor.
Bir anlamda mutfak reçeteleri yazmak gerekiyor. Marks geleceğin mutfağı için
reçeteler yazmam diyordu. Ama biz gelecekte yaşıyoruz. Meşhur deyimiyle gelecek
çoktan başladı. Ama bu da, yeniden dairenin kapanması ve ütopizme geri dönüş
olmuyor mu?
*
Bir diğer zorluk, tarihten geliyor. Tarihsel
maddeciliğe göre, yeni olan var olan üretim ilişkileriyle çelişkiye düşünce
doğar. Ama soyut bir kavram olarak TOPLUM'un tarihinde böyledir bu. Somut
tarihte ise Toplum diye bir şey yoktur. Uygarlıklar, Uluslar, İmparatorluklar
vs. Vardır. Ve o somut tarihte, bir düzeni yıkan gücün onun içinden çıktığı hiç
görülmemiştir. Kapitalizm ya da Burjuva uygarlığı antik uygarlıkların bağrında,
onu yıkarak çıkmadı. O tabiri caizse dünyanın kenarlarında ayrı biçimde, o güne
kadar oluşmuş uygarlıkların yarattıkları koşulardan yararlanarak; onların
üzerinde ama aynı zamanda dışında; batı Avrupa'da -o zamanlar Avrupa Dünya'nın
"kenarı"ydı- ortaya çıktı. Aslında bütün insanlık tarihi öyledir. Bir
üretim biçimi; kendine uygun üretim ilişkilerini ortaya çıkarınca tutuculaşır, bir
denge kazanır; kendi içinden kendini yıkacak unsurlar çıkamaz. İnsanlık ilk
bahçeciliği Anadolu, Kafkaslar'da keşfetmiştir. Ama bu bahçecilikten, tarım
uygarlığına geçiş, Mezopotamya'da gerçekleşmiştir. Tarım uygarlıkları Nil, İndus,
Dicle, Frat, Ganj, Sarı Nehir kenarlarında gelişmiş ama büyük ticari ve demire
dayalı uygarlıklar; Anadolu, İran, Akdeniz kıyılarında ortaya çıkmıştır. Kapitalizm
Akdeniz değil Atlas Okyanusu kenarında otaya çıkmıştır. Bütün bunlar eşitsiz
gelişim ile özetlenebilir. Ama bu özet bir sorunu gizlememeli. Eğer böyle ise, kapitalizmin
yerini alabilecek bir uygarlık da ABD, Japonya ya da Avrupa'da değil, başka bir
yerde; onun bağrında değil, onun dışında ortaya çıkabilir.
Bu durumda şöyle bir soru da ortaya
çıkıyor: eskiden dünya büyüktü ve kenarlarda bir yerlerde yeni bir şeylerin
doğabilmesi için hala bir olanak vardı. Bugünkü küçücük dünyada; Coca Cola'nın
girmediği bir köy bile kalmamış dünyada bu olanak yitirilmiş değil midir?
Yani kapitalizmin kendi içinden
değişimi mümkün görülmediği gibi; dışından bir şeyin oluşup onun yerini alması
olasılığı da ortalıkta görülmüyor.
*
İşte sosyalizmin problemleri bunlar. Bunlar
ki, aslında problemler kataloğunun çok küçük bir bölümü. Ama "barut
yoktu" gibilerden temel bir bölümü.
Durum böylesine umutsuz?
Peki bu durumda ne yapmak gerekir?
Önce kendimize, insanlığa ve
ezilenlere karşı dürüst olmak gerekiyor. Yani aman insanlar umutlarını
yitirirler; moralleri bozulur bu da mücadele azimlerini azaltır gibilerden
gerekçelerle kaçamaklar yapmadan durumun, umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, rezaletini
açıkça ortaya koymak gerekiyor. Bunu başarmadan bir tek adım bile atmak mümkün
değildir.
Peki bu umutsuzluktan; sosyalizmin, adeta
olanaksızlığından hiç bir şey yapmamak gibi bir sonuç çıkar mı? Eğer bir
"bilimsel sosyalist" iseniz evet, ama bir ütopik ya da ahlaki
sosyalist iseniz hayır.
Bilimsel Sosyalizmin kurucuları
Marks-Engels'in günahını almayalım. Onlar bilimsel olarak dünya tarihi
sosyalizme doğru bir gidiş içinde olduğu kanıtlandığı için sosyalist değillerdi;
onlar bu bilimsel kanıtlar olmadan da sosyalisttiler; inançlarına bir de
bilimsel kanıtlar bulmuşlardı. Bilimsellik sosyalist olmanın bir nedeni değil, o
uğurda mücadelenin bir aracıydı. Sonra bu ikisi yer değiştirdi. İnsanlar, bilimsel
olarak sosyalizm tarihin gidiş yönünde bulunduğu için sosyalist olmaya, ya da
sosyalistliklerini böyle ifadelerle gerekçelendirmeye başladılar. Bizler de
politik kültürümüzü böyle edindik.
Peki, bilimsel olarak, sosyalizmin
mümkün olmadığı kanıtlansa, sosyalist olmamak mı gerekiyor? "Bilimsel
Sosyalist" iseniz, tabii bizlerin politik kültüründen bir "bilimsel
sosyalist" iseniz öyle.
Ama sorunu şöyle de koyabilirsiniz? Ezen
var ezilen var. Ben ezilenden yanayım. Bu dünya rezil, iğrenç bir dünya, bu
iğrençliğe karşı, dayanışmacı, eşitlikçi; kara değil insanların ihtiyaçlarına, hatta
yeryüzündeki tün canlıların ve yaşam koşullarının dengelerine göre üretim yapan
bir düzen gereklidir. Bilimsel olarak mümkün olup olmadığı beni ilgilendirmiyor.
Ben tercihimi siperin bu tarafında yapıyorum. Bu ahlaki bir seçimdir ve ütopik
bir sosyalizmdir; yani zorunluluğu ya da olanaklılığı bilimsel olarak
kanıtlanmamış ve böyle bir kanıtlamaya ihtiyaç duymayan bir sosyalizmdir.
Ezilenlerin artık gerekçesini ahlaki
bir seçimde bulan bir sosyalizme ihtiyaçları var ve ancak böyle bir sosyalizm
onların mücadelelerine hizmet edebilir. Bundan sonra Bilimsel Sosyalizm
muhtemelen, sosyalizme karşı güçlerin sosyalizmin olanaksızlığını
kanıtlamalarının ve ezilenleri bu uğurda mücadeleden vaz geçmeye çağırmalarının
aracı olacaktır. Böyle bir silahı onların elinden alabilmek için, bizler, onlardan
önce, yine bilimsel sosyalizmle durumun umutsuzluğunu açıkça söylemeli, ve tam
da bu umutsuz durum nedeniyle, mücadele etmekten başka yapacak hiç bir şey
olmadığı için insanları sosyalizm için mücadeleye çağırmalıyız.
Elbette bilimsel sosyalizmin teorik
araçları, yöntemleri, kavramları bu uğurdaki mücadelede durumu daha iyi
kavrayabilmek; güçleri daha iyi belirleyebilmek, hatta bizzat ahlaki
sosyalizmimize neden olan koşulları açıklayabilmek için kullanılabilir ama
artık gerekçemiz bilimsel değil, ahlaki bir seçimdir. Bunun içindir ki bu
yazının başlığı bilimsel sosyalizmden ütopik sosyalizme.
*
İşgale uğramış bir ülke düşünün; o
ülkenin bütün ahalisi işgalcilerle işbirliği içinde ya da ona can atıyor. Bu
işgale direnmek gerekir diyenleri bir kaşık suda boğmaya hazırlar.
O işgale direnmek isteyenler ise; işgalciyi
kovmak için ne yapacaklarını; kovmaya güçlerinin yetip yetmeyeceğini; kovsalar
yerine ne koyacaklarını, hasılı hiç bir şeyi bilmiyorlar.
Ne yapılabilir?
İnsanları tam da bu umutsuzluktan
dolayı savaşa çağırmak gerekiyor. Evet bizim durumumuz umutsuz; ama işbirliğine
devam ederseniz o zaman hiç mi hiç umut yok demek gerekiyor.
Daha zengin bir hayat için değil; yok
olmamak için mücadeleye çağırmak gerekiyor.
Sorun sosyalizmi daha kabul
edilebilir; daha ehli hale getirmek değildir. Örneğin "biz fakirlikte
değil; refahta eşitlik istiyoruz gibilerden" ehlileştirmelere açıktan
karşı çıkmak gerekiyor. Sosyalizmi vahşileştirmeliyiz; daha az kabul edilebilir
hale getirmeliyiz; "yoksullukta eşitlik" önermeliyiz.
Zaten sorunların açıkça ortaya konuluşu
başka bir öneriye olanak tanımaz.
Bütün bildiğimiz her şeyi unutmamız
gerekiyor. Sosyalist bir hareketin doğup doğmayacağını; doğarsa hangi güçlere
hangi örgüt ve mücadele biçimlerine dayanacağını; hiç bir şey bilmiyoruz. Her
şeyi bir öğrenci olarak; içinde yaşayarak, yeniden öğrenmeyi öğrenmeliyiz.
Ömer Seyfettin bir hikayesinde
"vatan bayrağın dalgalandığı yer değil midir" diye bir söz söyletir
ihtiyar forsaya. Bizler de nerede bir baskı ve sömürü ve ona karşı en cılız da
olsa insani bir direniş varsa orada yer almalı; onun içinde yaşayarak o yeni
doğan biçimleri tanımaya anlamaya çalışmalıyız. Örgütler kurmaya falan
kalkmamalıyız. Artık hattı müdafaa yok sathı müdafaa vardır. Bugün yapılacak iş
ordulaşmaya kalkmak değildir. Olamaz da zaten böyle bir şey. Çeteleşmektir
yapılacak iş. Nerede bir direniş varsa; hatta bu direnişi yapanlar eşkiyalar
bile olsa onların yanında yer almaktır.
Kendi problematiklerimizle o küçük
direniş tohumlarını boğmaktan kaçınmalı; aksine onların problematiklerini öğrenmeye,
kavramaya çalışmalıyız.
Kapitalist toplumun gözeneklerinde
onun zayıf anını kollayan virüsler gibi, mikroplar gibi yaşamalıyız. Sivrisinekler
gibi onu sürekli vızıltılarımızla rahatsız etmeli; fareler gibi kemirmeliyiz.
Gerekçesini insanlığın umutsuz
durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir sosyalizm tohumu; belki bir
olasılık olarak sosyalist bir hareketin kristalizasyonunda bir maya rolü
görebilir.
Unutmayalım, en son kaos teorilerinin
kullandığı bir metaforla ifade etmek gerekirse, Çin'deki bir kelebeğin kanat
çırpışı Amerika’da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil, açabilir, bu küçücük
de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir: Çin'deki bir kelebeğin
kanat çırpışı olmak. Kim bilir belki Amerika'da bir kasırga kopar!
* Bu hikaye
şöyledir. Bir köylü traktör alır ve pazara kasabaya giderken bir başka
köylüsüne gel seni de götüreyim der. Giderlerken yolda kocaman bir manda boku
görürler. Traktörü olan diğerine "Ye şu boku vereyim sana bu traktörü
der". Öbürü de Traktörü alabilmek için oturup boku yer. Akşam dönerlerken
ikisi de durumdan hoşnutsuzdur. Bu sefer başka bir bok gördüklerinde, traktörün
yeni sahibi olan, eski sahibine "ye şu boku vereyim sana traktörünü
geri" der. Bu sefer de o boku yer ve traktörü geri alır. Artık köye
gelirlerken traktörün sahibi, "yahu sabahleyin traktör benimdi, şimdi gene
benim; sen yanımda oturuyordun, şimdi gene ordasın. Peki biz bu boku niye yedik?" der.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder