Türkiye’nin Sosyalistinin de, Liberalinin de, İslamcısının
da, Demokratının da anlamadığı temel sorun şudur: insanların dürüst olacağı
veya olması gerektiği varsayımı üzerinden herhangi bir toplumsal yapı
oluşturmaya kalkmak yanlıştır. Yapıyı değiştirme, köklü temel değişiklikler
yapma; sonuçlarla değil nedenlerle mücadele gibi bir derdi olmayanlar; aksine
bunu tehlike olarak görenler, tartışmayı ve gündemi ahlak ve namusa çekerler; insanları,
partileri, örgütleri vs. dürüst ve ahlaklı olmadıkları açısından eleştirirler.
Marksizm ise, insanların düşüncesini belirleyen
varlıklarıdır der. Yani yapıyı değiştirmeden, insanlara ahlaklı ve dürüst
olmayı vaaz etmek hiçbir sonuç almaz ve yenilgiye mahkûmdur der.
Bütün dinler ve uygarlıklar tarihi Marksizm'in bu
önermesinin bir doğrulanmasından başka bir şey değildir. Ne Hıristiyanlığın ne
de İslam’ın insanları ahlaklı ve adil olmaya çağıran özü, insanların adaletsiz,
ahlaksız ve namussuz olmalarını engellememiştir.
Marksizm, tam da bu nedenle, ahlaki vaazların yerine en
ahlaksızları bile ahlaklı davranmaya zorlayacak yapısal değişiklikler önerir.
Yani gerçek nedene yönelir, o nedeni ortadan kaldırmaya çalışır.
Zenginlere fakirleri de düşünün demez. Zenginlik ve
fakirliği yaratan ekonomik ilişkileri değiştirmeye çağırır. Zenginliklerin
belli ellerde yoğunlaşmasına karşı iktisadi ilişkileri düzenler. Yani
zenginliği ve fakirliği yaratan koşulları değiştirmeye, toplumsal yapıyı
değiştirmeye yönelir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet yoksa dünyanın en
ahlaksız ve namussuz insanları bile, ekmeğini namusuyla çalışarak kazanabilir.
Ama üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin var olduğu bir toplumsal yapıda
ise, dünyanın en namuslu ve ahlaklı insanları bile, başkalarının emeğini
sömürmek ve zenginleşmek; diğer insanlar da sömürülmek ve yoksullaşmak
zorundadır.
Ve yine tam da bu nedenle, Marksizm ekonomik yapıya ilişkin
olarak söylediklerini, tutarlı olarak politik yapıya (devlete) ilişkin olarak
da söyler.
Devlet sınıf mücadelesi aracıdır der. Devletin yok olması
için, önce sınıfları yok etmek gerekir der. Sınıfları yok etmek için de,
sınıfları yaratan ekonomik ilişkileri ortadan kaldırmak ve bunun için de alt
yapıyı (iktisadi ilişkileri) değiştirmek gerekir der. Bunun da en baş koşulu,
üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır; kar yerine
ihtiyaçlara göre bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi kurmaktır der.
Ama burada da kalmaz.
Çünkü özel mülkiyetin olmaması, bizzat devletin kendisinin
bir egemen olarak var oluşunu engellemez. Aslında Şark demek, son duruşmada,
özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda devletin egemenliği demektir. Marks-Engels’in
dediği gibi, Doğu’nun sırrı buradadır. Devletin kendisi bizzat egemen bir sınıf
gibidir. Ve tam da bu nedenle, somut tarihte, devlet sınıflardan önce ortaya
çıkıp, sınıfları ortaya çıkarmıştır.
Aslında bütün İbrahimi dinler ve peygamberlerin gerçek
tarihsel işlevi bu mutlak devlete karşı direnmek ve onun gücüne ve yetkisini
sınırlamaktır. İbrahim’in Nemut’a, Musa’nın Firavun’a isyanı; biri
Mezopotamya’nın; öbürü Nil vadisinin mutlak devletine, tanrı krallara karşı bir
direniş ve onun gücünü sınırlama çabasından başka bir şey değildir.
Allah, tanrı kralları tekrar diğer ölümlülerle aynı hizaya
getirir; onların gücü ve keyfiliğini sınırlar. Allah aslında üretmeler
yığınıdır, halktır. Halk ancak Allah olarak Firavunların, Nemrutların tabi
olacakları bir takım kurallar koyabilir.
Ama o her şeylere kadir Allah’ın gücü ve korkusu bile,
Firavunların ve Nemrutların bu sefer bizzat Allah’ı kendi keyfilik ve
güçlerinin aracı yapmalarını engelleyememiş; Allah onların kulları üzerindeki
mutlak iktidarlarının bir aracı olmaktan kurtulamamıştır. Onlar Allah’ın
kullarını, kendi kulları yapmayı her zaman bilmişlerdir.
Ancak gerçek tarihte, ne zaman uygarlık içinden çöküp, komün
geleneklerinin henüz güçlü olduğu; henüz devleti tanımamış ve devletleşmemiş ve
aynı zamanda köleleşmemiş topluluklar uygarlığı ve devleti yıkarlar, o zamanlar
bu fiili yapısal değişiklik, en büyük Allah korkularından daha fazla mutlak
egemenliğin sınırlandığı; daha adil, daha az zulümlü zamanlar olur.
Çünkü uygarlığı yıkanlar henüz eşit kandaşlardır. Uygarlığı fetih
eden, hiçbir aşiretin ya da kabilenin gücü, henüz diğerini ezmeye uygun
değildir. Dolayısıyla hemen bir Nemrutlaşmaya ve Firavunlaşmaya pek bir imkân
tanımaz.
Ancak, “o eşitler arasında birinci” olan, bir süre sonra, kendine
kölelerden (örneğin Osmanlı’da devşirmelerden) bir ordu yaratarak, diğer
eşitlerden kurtulduğunda, bu sefer kendisi Firavun veya Nemrut, yani Mutlak
Doğu Despotu olarak ortaya çıkar. Doğu’nun bütün tarihi bu çevrimlerden
ibarettir. İbni Haldun ve Kıvılcımlı gibi büyük Marksistler bu tarihin
yasalarını gayet güzel açıklamışlardır.
İşte Marks, sadece ekonomik yapıyla ilgilenmemiş; sadece onu
değiştirmek gerektiğini söylememiştir. Marks aynı zamanda politik yapının da
benzer biçimde değiştirilmesi gerektiğini de söylemiştir.
Marks, bu güne kadar bütün devletlerin, hep küçük bir
azınlığın büyük çoğunluk üzerinde baskı kurmasının araçları olduğunu; her
gelenin bunu daha mükemmelleştirdiğini; böyle bir yapının, ezilen çoğunluk
tarafından kullanılamayacağını; bu nedenle işçilerin var olan devlet
mekanizmasını parçalayıp, yerine azınlık tarafından kullanılamayacak;
çoğunluğun kendi kendisini yönetmesinin bir aracı olacak bir mekanizma
örgütlemeleri gerektiğini söyledi.
Bu mekanizmanın ne olacağını da, oturup bir teorisyen olarak
kafasında önceden bir ütopik araç olarak şekillendirmeye kalkmadı. Tarihsel
deneylere baktı. Fransa’da işçilerin Paris Komünü’nü kurduklarında, nasıl bir
yapı inşa ettiklerine baktı ve oradan böyle bir yapının taşıması gereken
özellikleri belirlemeye çalıştı.
Bu belirlemelere bakıldığında, bütün özelliklerin, toplumun
kendini yönetmek üzere görevlendirdiklerinin kendini seçenlerden bağımsızlaşmasını
engellemeye yönelik oldukları görülüyordu. Bunun ilk koşulu, tam bir fikir ve
örgütlenme özgürlüğü ortamında tüm görevlilerin seçilmesiydi. Yani yukardan
atama ile görevli belirlenemez böyle bir aracın şekillenmesine izin
verilemezdi. Ama bunlar da yetmezdi. Seçilenler kendisini seçenlerin
direktiflerine ve beklentilerine uygun davranmıyor veya sözlerini tutmuyorlarsa
geri alınabilmeliydiler. Yaşam ve ilişkileri kendilerini seçenlerin dünyasından
farklılaşmamalıydı, yani ortalama bir işçi maaşından fazla bir gelirleri
olmamalıydı. Merkezi idare ancak komünlerin bağımsızca karar alışları ve belli
işlevleri gönüllü olarak merkezi idareye bırakmalarıyla olabilmeliydi. Her
komün isterse ayrılabilirdi. Yani istediği an pratik bir ihtiyaç nedeniyle
devrettiği yetkileri geri alabilirdi. Yani merkezi devletten farklı olarak,
merkez, mahalli idareleri değil; mahalli birimler merkezi belirliyordu.
En başlıcaları bunlar olan bu özellikler ise, sadece Paris
Komünü’nde yoktu. Fransız Devrimi’nden sonraki ilk zamanlarda (Birinci Paris
Komünü döneminde 1791-94); Amerika Birleşik Devletleri’nde de benzer yapılar
vardı. Bu demokratik cumhuriyetlerin de ezilenlerin aracı olarak kullanabilecekleri;
onlardan bağımsızlaşamayacak yapılar olduğundan hareketle, bu Demokratik
Cumhuriyetleri de, işçi sınıfının iktidarının özgül biçimleri olarak
tanımladılar. Örneğin Engels, Erfurt Programı’nı eleştirirken şöyle yazıyordu:
“Mutlak olarak kesin olan
bir şey varsa, o da, partimizin ve işçi sınıfının, egemen duruma, ancak
demokratik cumhuriyet şekli altında gelebilecekleridir. Hatta demokratik
cumhuriyet, Büyük Fransız Devrimi örneğinin gösterdiği gibi, proletarya
diktatörlüğünün özgül biçimidir de.”
*
Özetle Marksistler yapıyla uğraşıyorlardı, ekonomik yapı
nasıl olmalı, politik yapı nasıl olmalı sorularına kafa yoruyorlardı; insanların
namusuyla, ahlakıyla değil.
Demokrat devletin yapısını esas sorun edendir. Sosyalist
ekonominin yapısını da.
Demokrat biçimsel ve hukuki eşitliği hedefler; sosyalist
bunan yanı sıra ekonomik eşitliği de.
Demokrat son duruşmada kapitalizm için en idealler koşullar
için mücadele etmiş olur. Ama bu koşullar sosyalist mücadeleyi gündeme
alabilmek için de en ideal koşullardır aynı zamanda. Bu nedenle sosyalistler
aynı zamanda en tutarlı demokratlar da olur veya olmalıdır.
Yani önce biçimsel ve hukuki bir eşitlik olmalıdır ki,
sosyal eşitlik gündeme gelsin ve uygulanabilir olsun.
Bu hayati önemdedir. Çünkü fiilen hukuki ve biçimsel bir
eşitliğin olmadığı yerde, bu eşitlik varmışçasına, sadece sosyal eşitliği sorun
etmek; fiilen biçimsel ve hukuki eşitsizliğin bir aracı olmakla sonuçlanır.
Hatta bu eşitsizlikleri sürdürmenin ve savunmanın aracı olur. Yani sosyalistler
demokrat bile olamaz, Şark Firavunluğunun, Nemrutluğunun araçları olurlar.
(Türkiye’de durum budur. Özellikle ulusalcılarda bu çok açıktır.)
O halde bugünkü Türkiye’de pratik ve politik olarak öncelikli
sorun şudur:
Hangi yapı, nasıl bir yapı en ahlaksızları bile ahlaklı
olmaya; en Nemrut ve Firavun ruhluları bile hakları ve görevleri belli
yurttaşlar olarak davranmaya zorlar?
Bir sosyalist ve demokratı bütün diğer politikalardan ve
politikacılardan ayıran bu soruyu sürekli gündemde tutması ve buna doğru bir cevap
vermesidir.
Şimdi birkaç örnekle, Türkiye’de sözde demokrat ve
sosyalistlerin nasıl bu alfabetik gerçekleri unuttuklarını ve nesnel olarak var
olan Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma devletin destekçisi olduklarını
görelim. Yani hastalığın ta kaynağına, metodolojik köklerine yönelelim.
Biliniyor büyük umutlarla kurulmuş bir HDK ve bir de HDP
var.
Bu iki yapı da, insanların umutlarını, heyecanlarını,
enerjilerini tüketmek için ellerinden geleni yapan kabız örgütler. Coşkunun
zirvelerini ve sabrın derinliklerini harekete geçirmekten çok uzaklar. Aksine
bunları tüketmenin birer aracı durumundalar.
Bu yapı, bir takım örgütler ve kişileri birleştirdiği
iddiasıyla bir araya geliyor ve yapısını örgütlerle ilişki temelinde
şekillendiriyor. Bu ise örgütlerin kendi yapılarına öncülük vererek bunu
kendilerinin bir aracı olarak görmeleri sonucunu doğruyor. Örgütler, bu
örgütlenmenin araçları olacakken, bu örgütlenme diğer örgütlerin aracı olmaktan
kurtulamıyor. Burada temel sorun bu yapıda. Ama kimsenin yapıyı sorun ettiği
görülmüyor. Çünkü ancak bu yapı örgütlerin bir aracı olabilir. Kaldı ki,
örgütlerden olmayanlar bile farkına varmadan bu yapıyı savunuyorlar.
Her hangi bir HDK veya HDP’li ile konuştuğunuzda, neden
böyle ruhsuz ve başarısız olduğunu sorduğunuzda hep şöyle sözler işitirsiniz:
“Örgütler kendi kimliklerini bir kenara bırakıp gelmeli. Bu olmadan bir şey
olmaz. Örgütler HDK (veya HDP) için değil kendi örgütsel etki ve çıkarları için
mücadele ediyorlar.”
Bunun cemaat devleti ele geçirmesin, yetkisi olanlar bunu
kullanmasın, insanlar namuslu olsun demekten farkı yoktur. En gerici ve başağı
fikirler sosyalistlerin ağzında bilgeliğin son perdesi gibi tekrarlanırlar.
Bunu diyenler nedense, (bizim yıllardır önerdiğimiz,
bırakılan tartıştırmayı gündeme aldırmayı bile başaramadığımız) HDK ve HDP’nin
örgütsel temsile son verip, ancak bireyler olarak üye olmaya imkân tanıması.
Örgütlerin ancak HDK ve HDP’nin üyeleri üzerindeki etkileri aracılığıyla etki
sağlayabilmesi şeklindeki yapısal kökten dönüşüm önerimize ne destek verirler
ne de gündeme gelmesi için parmaklarını kımıldatırlar.
Bizim önerimiz ile bu eleştiriyi yapanların temel farkı
nedir?
Bizim önerimiz yapıyı yıkmakta ve başka bir yapı
kurmaktadır. Diğerleri yapıyı sorun etmemekte, ahlakı sorun etmektedir.
Örgütleri ahlaksızlıkla suçlamaktadır.
Somut olarak görelim.
Biz örgütlerden veya örgüt üyelerinden, ne kimliklerini bir
kenara bırakmalarını, ne örgütlerinin etkisi için çalışmamalarını istemiyoruz.
Aksine bunu onların en doğal ve meşru hakkı olarak görüyoruz. Ancak, bunun yolu
olarak, tepede örgütler düzeyinde bir ilişkiyi reddeden bir yapıyı öneriyoruz.
Yani bir örgüt HDK veya HDP içinde bir etki mi sağlamak; onun politikasını mı
belirlemek istiyor. Bizim önerdiğimiz yapıda, bunun tek yolu, HDK ve HDP’nin
üyelerinin çoğunluğunu kazanmasıdır. Bunun için de öncelikle üyeleri HDK ve
HDP’nin üyeleri olmalıdır. Ama üye olmak için de HDK ve HDP’nin programını
kabul etmelidirler. Biz ise HDK ve HDP’nin programının da yanlış olduğunu,
bunun da demokratik bir cumhuriyeti somut olarak şekillendirmesi gerektiğini
söylüyor ve somut bir program öneriyoruz. Yani demokratik bir cumhuriyeti somut
olarak şekillendiren bir programı kabul etmeden HDK veya HDP’nin üyesi
olunamaz. Bunu kabul ettiğini söyleyip de içinden kabul etmeyenler, gerçek
görüşleri içlerinde kaldığı sürece bizleri ilgilendirmez. Dışlarına vururlarsa
bu tüzük ve programla çelişeceğinden HDK ve HDP’nin içinde kalamazlar.
Mekanizma böyle olunca, her hangi bir örgütün niyeti ne
olursa olsun, HDK veya HDP’yi ele geçirmek için, o gizli veya açık örgütün
üyeleri çalışmalarıyla, teorik ve politik seviyeleriyle, söz ve eylemleriyle,
diğer üyelerin sevgi, saygı ve güvenini kazanmalı, onları kendi görüşlerine
kazanmalıdır.
Ne var ki, kendi görüşlerini ancak kabul ettiklerini
söyledikleri HDK ve HDP’nin programı çerçevesinde, tüzük kuralları içinde
savunabilirler.
Yani ne kadar kötü niyetli ve gizli amaçlı olurlarsa
olsunlar, örgütler fiilen nesnel olarak ele geçirmeye çalıştıklarında ele
geçirilmiş olurlar. Bizim önerdiğimiz yapının özü budur.
İşte iki farklı yol. Biz programla ve yapıyla uğraşıyoruz. Biz
insanları veya örgütleri namuslu olmaya, kendi görüşlerini ve amaçlarını
kapının dışında bırakmaya çağırmıyoruz. İsterseniz namussuz olun, yeter ki
gelin ve program ve tüzüğe uyun diyoruz. Bütün dikkati bu alanda tartışmaya
çekmeye çalışıyoruz
Ama diğerleri aslında ahlaki vaazlar veriyorlar. Kendi
örgütünüzü düşünmeyin diyorlar. Biz ise, kendi örgütünüzü düşünebilirsiniz. Bu
sizin elbette hakkınız ve göreviniz. Ama bunu, bu örgütün program ve tüzüğü
çerçevesinde yapmak zorundasınız diyoruz.
Elbet sizin programınız ve hedefleriniz ile burada kabul
ettiğiniz hedefler arasında bir çelişki olabilir. Ama bu sizin kendi çelişkiniz
olur. Bizi ilgilendirmez. Örgütsel görevlerinizi yapıyor ve bu örgütün
programını savunuyorsanız, sizin aklınızda veya kalbinizde neyin olduğu bizi
ilgilendirmez diyoruz.
*
Şimdi bu HDP veya HDK’lıların, solcuların, “cemaat devleti
ele geçiriyor” diye dün bağıran CHP’liden veya bugün bağıran AKP’liden ne farkı
var?
Aynı kafa, aynı metodoloji.
Hepsi ahlaki vaazların peşinde, sonuçlarla mücadeleye enerji
harcıyorlar ve ezilenlerinin gözüne kül atıyorlar.
Biz ise Türkiye’de de; HDK ve HDP’de de aynı yöntemi
izliyoruz.
Diyoruz ki, cemaat devleti ele geçiriyormuş. AKP adamlarını
yerleştiriyormuş. Bunu istememek saçmadır. Biz öyle bir devlet cihazı
kurmalıyız ki, ele geçirmek isteyen ister istemez demokrasinin bir aracı olarak
çalışır.
Merkezi bir yapıda ise, en demokratlar ve idealistler bile
bir süre sonra bu merkezi yapı tarafından ele geçirilirler. Çok uzağa da
gitmeye gerek yok. Kürdistan’da her gün görülüyor.
Örneğin BDP belediyeleri ele geçiriyor. Ama bir süre sonra
duyuyoruz ki Belediyeler BDP’yi ele geçiriyor. Bir süre sonra o idealist
insanların bir takım yolsuzluk ve kayırmalara adının karıştığını görüyoruz.
Yukarıdan atamalarla işler yürüyünce böyle olur. Ama görevliler seçimle
geldiğinde, ele geçirmek ancak çoğunluğu kazanmakla olur.
Tersinden örnek. Mesela şöyle sözler duyuyoruz: “Cemaat sivil
toplum kuruluşudur. Politikayla uğraşmamalı devleti ele geçirmeye çalışmamalı.”
(“Sivil Toplum”un da anlam kayması ayrı bir konu. Sivil toplum kuruluşu,
politikayla uğraşır ve devletle mücadele için kurulur. Devlete karşı savaşmayan
kuruluş kendine ne derse desin sivil toplum kuruluşu olmaz.)
Bu tıpkı, HDP veya HDK için söylenen “örgütler kimliklerini
bir tarafa koymalı” isteğinden farksızdır. Yani aslında bir CHP’li, bir AKP’li
ile bir HDP’li aynı kafadadır.
Diyelim ki cemaat Polis’i ele geçirmeye çalışıyor. Bu
devlette nasıl ele geçirdiği ve geçireceği belli. Okullarda sabırla elemenler
yetiştirilir. Bunlar yavaş yavaş kritik mevkilere gelir ve kendileri gibi
olanları kayırarak, tayın ve terfi ettirerek bir Mason örgütü dayanışması
içinde ele geçirirler. Aslında Cemaat veya “Hizmet Hareketi” denen şey bir Müslüman
burjuvazinin Mason örgütünden başka bir şey değildir ve Fethullah Gülen de
Masonların Üstadı Azamı gibi bir şeydir.
Peki, Demokratik bir Cumhuriyette nasıl ele geçirebilir? Bir
kere Demokratik bir Cumhuriyette merkezi hükümet görevlileri atayamaz. Tüm
düzeylerde görevliler seçilirler. Yani bir ilin emniyet müdürü öyle atamayla
olunmaz. Her ilde, ilçede, komünde bunlar seçimle gelir. Tıpkı Amerikan filmlerindeki
gibi. Bir köyü bile ele geçirmesi için cemaatin o köyün çoğunluğunu kazanması
gerekir. Eh zaten çoğunluk onu istiyorsa demokratik olarak istemiş olur.
Bununla bizim sorunumuz olmaz. Çoğunluğun istek ve ihtiyaçlarına uygun davranırsa
elinde tutmaya devam eder. Ama ona uyun davranmazsa da çoğunluk onu her zaman
geri alabilir veya normal seçim süresinde bir daha seçmeyebilir.
Biz yapıyı değiştiririz, cemaatten devleti ele geçirmemesini
istemeyiz. Seçimler aracılığıyla devleti ele geçirmeye kalkmanın hakları hatta görevleri
olduğunu söyleriz.
İşte iki farklı dünya.
*
Başka bir örnek basından.
AKP’nin basını kontrol alına almasından söz ediliyor ve şikâyet
ediliyor.
Biz ise yine yapı ile uğraşırız. HDP’ye önerdiğimiz
programda bu talepler çok açıktır.
Bütün basın ve yalın araçlarının kamulaştırılmasını ve bütün
siyasi parti, cins, dil, kültür, bölge, yaş, meslek, sınıf vs. göre bölünerek,
bunların nüfus içindeki oranlarına ve/veya üyelerinin sayılarına göre kullanılmasını;
bu dağılımın da, düzenli aralıklara gerçek oranları yansıtacak şekilde
tekrarlanmasını savunuyoruz.
Böyle bir durumda, bütün basın ve yayın birbirinden farklı grupların
ve onların örgütlerinin kontrolünde olur. Hiçbir bilginin gizlenmesi mümkün
olmaz. Çünkü birbirine zıt grupların hepsinin bir imkânı ve organı olacak
demektir.
Gelsin de bir hükümet böyle bir basını kontrol etsin
bakalım. Bunum bir tek yolu vardır. Tüm yaşlar, diller, dinler, cinsler,
meslekler, sınıflar vs. deki insanların ve dolayısıyla da örgütlerin
çoğunluğunu kazanmak. Ama bu da zaten demokratik bir işleyişten başka bir şey
olmaz.
Şimdi açın en demokrat gazeteciye bakın. Hiç birisinin böyle
bir yapıyı savunduğunu görüyor musunuz? Hayır. AKP basını ele geçirmiş,
geçirmemeliymiş. Bu ahlaki bir vaazdan başka bir şey değildir. Yapıyla değil,
sonuçlarla ve ahlaki vaazlarla mücadele.
Bilim adamları farklı mı?
Yıllar önce İsmail Beşikçi’yi eleştirirken göstermiştik.
Gerçek bir sosyal bilimci, devletin dili, dini, etnisi, soyu, sopu olmasını
eleştirmelidir. Buna karşı mücadele etmelidir. Bunu eleştirmeyip normal karşılayıp
da kimi akademisyenlerin niye cesur ve namuslu Kürtlerin varlığını inkâr
ettiklerini eleştirmek ahlaki vaazcılığın ve yapıyla bir sorunu olmamanın başka
bir örneğidir.
Toparlarsak. Bir yanda bizim duruşumuz ve savunduğumuz
program var. Diğer yanda sosyalistinden AKP’lisine, bilim adamından gazetecisine;
CHP’li veya ulusalcısından liberaline kadar tüm Türkiye’yi kaplamış olanların
programı ve gündemi var.
Birinden olmayan diğerindendir.
Yapıyla mı uğraşacaksınız, sonuçlarla mı?
Namussuzları bile namuslu olmaya zorlayan bir yapı m;ı namusluları
ve idealistleri bile namussuz yapan bir yapı mı?
Sorun budur.
24 Aralık 2013 Salı
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder