24 Aralık 2013 Salı

Anlaşılmayan Temel Konu: Yapı

Türkiye’nin Sosyalistinin de, Liberalinin de, İslamcısının da, Demokratının da anlamadığı temel sorun şudur: insanların dürüst olacağı veya olması gerektiği varsayımı üzerinden herhangi bir toplumsal yapı oluşturmaya kalkmak yanlıştır. Yapıyı değiştirme, köklü temel değişiklikler yapma; sonuçlarla değil nedenlerle mücadele gibi bir derdi olmayanlar; aksine bunu tehlike olarak görenler, tartışmayı ve gündemi ahlak ve namusa çekerler; insanları, partileri, örgütleri vs. dürüst ve ahlaklı olmadıkları açısından eleştirirler.
Marksizm ise, insanların düşüncesini belirleyen varlıklarıdır der. Yani yapıyı değiştirmeden, insanlara ahlaklı ve dürüst olmayı vaaz etmek hiçbir sonuç almaz ve yenilgiye mahkûmdur der.
Bütün dinler ve uygarlıklar tarihi Marksizm'in bu önermesinin bir doğrulanmasından başka bir şey değildir. Ne Hıristiyanlığın ne de İslam’ın insanları ahlaklı ve adil olmaya çağıran özü, insanların adaletsiz, ahlaksız ve namussuz olmalarını engellememiştir.

Marksizm, tam da bu nedenle, ahlaki vaazların yerine en ahlaksızları bile ahlaklı davranmaya zorlayacak yapısal değişiklikler önerir. Yani gerçek nedene yönelir, o nedeni ortadan kaldırmaya çalışır.
Zenginlere fakirleri de düşünün demez. Zenginlik ve fakirliği yaratan ekonomik ilişkileri değiştirmeye çağırır. Zenginliklerin belli ellerde yoğunlaşmasına karşı iktisadi ilişkileri düzenler. Yani zenginliği ve fakirliği yaratan koşulları değiştirmeye, toplumsal yapıyı değiştirmeye yönelir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet yoksa dünyanın en ahlaksız ve namussuz insanları bile, ekmeğini namusuyla çalışarak kazanabilir. Ama üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin var olduğu bir toplumsal yapıda ise, dünyanın en namuslu ve ahlaklı insanları bile, başkalarının emeğini sömürmek ve zenginleşmek; diğer insanlar da sömürülmek ve yoksullaşmak zorundadır.
Ve yine tam da bu nedenle, Marksizm ekonomik yapıya ilişkin olarak söylediklerini, tutarlı olarak politik yapıya (devlete) ilişkin olarak da söyler.
Devlet sınıf mücadelesi aracıdır der. Devletin yok olması için, önce sınıfları yok etmek gerekir der. Sınıfları yok etmek için de, sınıfları yaratan ekonomik ilişkileri ortadan kaldırmak ve bunun için de alt yapıyı (iktisadi ilişkileri) değiştirmek gerekir der. Bunun da en baş koşulu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır; kar yerine ihtiyaçlara göre bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi kurmaktır der.
Ama burada da kalmaz.
Çünkü özel mülkiyetin olmaması, bizzat devletin kendisinin bir egemen olarak var oluşunu engellemez. Aslında Şark demek, son duruşmada, özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda devletin egemenliği demektir. Marks-Engels’in dediği gibi, Doğu’nun sırrı buradadır. Devletin kendisi bizzat egemen bir sınıf gibidir. Ve tam da bu nedenle, somut tarihte, devlet sınıflardan önce ortaya çıkıp, sınıfları ortaya çıkarmıştır.
Aslında bütün İbrahimi dinler ve peygamberlerin gerçek tarihsel işlevi bu mutlak devlete karşı direnmek ve onun gücüne ve yetkisini sınırlamaktır. İbrahim’in Nemut’a, Musa’nın Firavun’a isyanı; biri Mezopotamya’nın; öbürü Nil vadisinin mutlak devletine, tanrı krallara karşı bir direniş ve onun gücünü sınırlama çabasından başka bir şey değildir.
Allah, tanrı kralları tekrar diğer ölümlülerle aynı hizaya getirir; onların gücü ve keyfiliğini sınırlar. Allah aslında üretmeler yığınıdır, halktır. Halk ancak Allah olarak Firavunların, Nemrutların tabi olacakları bir takım kurallar koyabilir.
Ama o her şeylere kadir Allah’ın gücü ve korkusu bile, Firavunların ve Nemrutların bu sefer bizzat Allah’ı kendi keyfilik ve güçlerinin aracı yapmalarını engelleyememiş; Allah onların kulları üzerindeki mutlak iktidarlarının bir aracı olmaktan kurtulamamıştır. Onlar Allah’ın kullarını, kendi kulları yapmayı her zaman bilmişlerdir.
Ancak gerçek tarihte, ne zaman uygarlık içinden çöküp, komün geleneklerinin henüz güçlü olduğu; henüz devleti tanımamış ve devletleşmemiş ve aynı zamanda köleleşmemiş topluluklar uygarlığı ve devleti yıkarlar, o zamanlar bu fiili yapısal değişiklik, en büyük Allah korkularından daha fazla mutlak egemenliğin sınırlandığı; daha adil, daha az zulümlü zamanlar olur.
Çünkü uygarlığı yıkanlar henüz eşit kandaşlardır. Uygarlığı fetih eden, hiçbir aşiretin ya da kabilenin gücü, henüz diğerini ezmeye uygun değildir. Dolayısıyla hemen bir Nemrutlaşmaya ve Firavunlaşmaya pek bir imkân tanımaz.
Ancak, “o eşitler arasında birinci” olan, bir süre sonra, kendine kölelerden (örneğin Osmanlı’da devşirmelerden) bir ordu yaratarak, diğer eşitlerden kurtulduğunda, bu sefer kendisi Firavun veya Nemrut, yani Mutlak Doğu Despotu olarak ortaya çıkar. Doğu’nun bütün tarihi bu çevrimlerden ibarettir. İbni Haldun ve Kıvılcımlı gibi büyük Marksistler bu tarihin yasalarını gayet güzel açıklamışlardır.
İşte Marks, sadece ekonomik yapıyla ilgilenmemiş; sadece onu değiştirmek gerektiğini söylememiştir. Marks aynı zamanda politik yapının da benzer biçimde değiştirilmesi gerektiğini de söylemiştir.
Marks, bu güne kadar bütün devletlerin, hep küçük bir azınlığın büyük çoğunluk üzerinde baskı kurmasının araçları olduğunu; her gelenin bunu daha mükemmelleştirdiğini; böyle bir yapının, ezilen çoğunluk tarafından kullanılamayacağını; bu nedenle işçilerin var olan devlet mekanizmasını parçalayıp, yerine azınlık tarafından kullanılamayacak; çoğunluğun kendi kendisini yönetmesinin bir aracı olacak bir mekanizma örgütlemeleri gerektiğini söyledi.
Bu mekanizmanın ne olacağını da, oturup bir teorisyen olarak kafasında önceden bir ütopik araç olarak şekillendirmeye kalkmadı. Tarihsel deneylere baktı. Fransa’da işçilerin Paris Komünü’nü kurduklarında, nasıl bir yapı inşa ettiklerine baktı ve oradan böyle bir yapının taşıması gereken özellikleri belirlemeye çalıştı.
Bu belirlemelere bakıldığında, bütün özelliklerin, toplumun kendini yönetmek üzere görevlendirdiklerinin kendini seçenlerden bağımsızlaşmasını engellemeye yönelik oldukları görülüyordu. Bunun ilk koşulu, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında tüm görevlilerin seçilmesiydi. Yani yukardan atama ile görevli belirlenemez böyle bir aracın şekillenmesine izin verilemezdi. Ama bunlar da yetmezdi. Seçilenler kendisini seçenlerin direktiflerine ve beklentilerine uygun davranmıyor veya sözlerini tutmuyorlarsa geri alınabilmeliydiler. Yaşam ve ilişkileri kendilerini seçenlerin dünyasından farklılaşmamalıydı, yani ortalama bir işçi maaşından fazla bir gelirleri olmamalıydı. Merkezi idare ancak komünlerin bağımsızca karar alışları ve belli işlevleri gönüllü olarak merkezi idareye bırakmalarıyla olabilmeliydi. Her komün isterse ayrılabilirdi. Yani istediği an pratik bir ihtiyaç nedeniyle devrettiği yetkileri geri alabilirdi. Yani merkezi devletten farklı olarak, merkez, mahalli idareleri değil; mahalli birimler merkezi belirliyordu.
En başlıcaları bunlar olan bu özellikler ise, sadece Paris Komünü’nde yoktu. Fransız Devrimi’nden sonraki ilk zamanlarda (Birinci Paris Komünü döneminde 1791-94); Amerika Birleşik Devletleri’nde de benzer yapılar vardı. Bu demokratik cumhuriyetlerin de ezilenlerin aracı olarak kullanabilecekleri; onlardan bağımsızlaşamayacak yapılar olduğundan hareketle, bu Demokratik Cumhuriyetleri de, işçi sınıfının iktidarının özgül biçimleri olarak tanımladılar. Örneğin Engels, Erfurt Programı’nı eleştirirken şöyle yazıyordu:
“Mutlak olarak kesin olan bir şey varsa, o da, partimizin ve işçi sınıfının, egemen duruma, ancak demokratik cumhuriyet şekli altında gelebilecekleridir. Hatta demokratik cumhuriyet, Büyük Fransız Devrimi örneğinin gösterdiği gibi, proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir de.”
*
Özetle Marksistler yapıyla uğraşıyorlardı, ekonomik yapı nasıl olmalı, politik yapı nasıl olmalı sorularına kafa yoruyorlardı; insanların namusuyla, ahlakıyla değil.
Demokrat devletin yapısını esas sorun edendir. Sosyalist ekonominin yapısını da.
Demokrat biçimsel ve hukuki eşitliği hedefler; sosyalist bunan yanı sıra ekonomik eşitliği de.
Demokrat son duruşmada kapitalizm için en idealler koşullar için mücadele etmiş olur. Ama bu koşullar sosyalist mücadeleyi gündeme alabilmek için de en ideal koşullardır aynı zamanda. Bu nedenle sosyalistler aynı zamanda en tutarlı demokratlar da olur veya olmalıdır.  
Yani önce biçimsel ve hukuki bir eşitlik olmalıdır ki, sosyal eşitlik gündeme gelsin ve uygulanabilir olsun.
Bu hayati önemdedir. Çünkü fiilen hukuki ve biçimsel bir eşitliğin olmadığı yerde, bu eşitlik varmışçasına, sadece sosyal eşitliği sorun etmek; fiilen biçimsel ve hukuki eşitsizliğin bir aracı olmakla sonuçlanır. Hatta bu eşitsizlikleri sürdürmenin ve savunmanın aracı olur. Yani sosyalistler demokrat bile olamaz, Şark Firavunluğunun, Nemrutluğunun araçları olurlar. (Türkiye’de durum budur. Özellikle ulusalcılarda bu çok açıktır.)
O halde bugünkü Türkiye’de pratik ve politik olarak öncelikli sorun şudur:
Hangi yapı, nasıl bir yapı en ahlaksızları bile ahlaklı olmaya; en Nemrut ve Firavun ruhluları bile hakları ve görevleri belli yurttaşlar olarak davranmaya zorlar?
Bir sosyalist ve demokratı bütün diğer politikalardan ve politikacılardan ayıran bu soruyu sürekli gündemde tutması ve buna doğru bir cevap vermesidir.
Şimdi birkaç örnekle, Türkiye’de sözde demokrat ve sosyalistlerin nasıl bu alfabetik gerçekleri unuttuklarını ve nesnel olarak var olan Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma devletin destekçisi olduklarını görelim. Yani hastalığın ta kaynağına, metodolojik köklerine yönelelim.
Biliniyor büyük umutlarla kurulmuş bir HDK ve bir de HDP var.
Bu iki yapı da, insanların umutlarını, heyecanlarını, enerjilerini tüketmek için ellerinden geleni yapan kabız örgütler. Coşkunun zirvelerini ve sabrın derinliklerini harekete geçirmekten çok uzaklar. Aksine bunları tüketmenin birer aracı durumundalar.
Bu yapı, bir takım örgütler ve kişileri birleştirdiği iddiasıyla bir araya geliyor ve yapısını örgütlerle ilişki temelinde şekillendiriyor. Bu ise örgütlerin kendi yapılarına öncülük vererek bunu kendilerinin bir aracı olarak görmeleri sonucunu doğruyor. Örgütler, bu örgütlenmenin araçları olacakken, bu örgütlenme diğer örgütlerin aracı olmaktan kurtulamıyor. Burada temel sorun bu yapıda. Ama kimsenin yapıyı sorun ettiği görülmüyor. Çünkü ancak bu yapı örgütlerin bir aracı olabilir. Kaldı ki, örgütlerden olmayanlar bile farkına varmadan bu yapıyı savunuyorlar.
Her hangi bir HDK veya HDP’li ile konuştuğunuzda, neden böyle ruhsuz ve başarısız olduğunu sorduğunuzda hep şöyle sözler işitirsiniz: “Örgütler kendi kimliklerini bir kenara bırakıp gelmeli. Bu olmadan bir şey olmaz. Örgütler HDK (veya HDP) için değil kendi örgütsel etki ve çıkarları için mücadele ediyorlar.”
Bunun cemaat devleti ele geçirmesin, yetkisi olanlar bunu kullanmasın, insanlar namuslu olsun demekten farkı yoktur. En gerici ve başağı fikirler sosyalistlerin ağzında bilgeliğin son perdesi gibi tekrarlanırlar.
Bunu diyenler nedense, (bizim yıllardır önerdiğimiz, bırakılan tartıştırmayı gündeme aldırmayı bile başaramadığımız) HDK ve HDP’nin örgütsel temsile son verip, ancak bireyler olarak üye olmaya imkân tanıması. Örgütlerin ancak HDK ve HDP’nin üyeleri üzerindeki etkileri aracılığıyla etki sağlayabilmesi şeklindeki yapısal kökten dönüşüm önerimize ne destek verirler ne de gündeme gelmesi için parmaklarını kımıldatırlar.
Bizim önerimiz ile bu eleştiriyi yapanların temel farkı nedir?
Bizim önerimiz yapıyı yıkmakta ve başka bir yapı kurmaktadır. Diğerleri yapıyı sorun etmemekte, ahlakı sorun etmektedir. Örgütleri ahlaksızlıkla suçlamaktadır.
Somut olarak görelim.
Biz örgütlerden veya örgüt üyelerinden, ne kimliklerini bir kenara bırakmalarını, ne örgütlerinin etkisi için çalışmamalarını istemiyoruz. Aksine bunu onların en doğal ve meşru hakkı olarak görüyoruz. Ancak, bunun yolu olarak, tepede örgütler düzeyinde bir ilişkiyi reddeden bir yapıyı öneriyoruz. Yani bir örgüt HDK veya HDP içinde bir etki mi sağlamak; onun politikasını mı belirlemek istiyor. Bizim önerdiğimiz yapıda, bunun tek yolu, HDK ve HDP’nin üyelerinin çoğunluğunu kazanmasıdır. Bunun için de öncelikle üyeleri HDK ve HDP’nin üyeleri olmalıdır. Ama üye olmak için de HDK ve HDP’nin programını kabul etmelidirler. Biz ise HDK ve HDP’nin programının da yanlış olduğunu, bunun da demokratik bir cumhuriyeti somut olarak şekillendirmesi gerektiğini söylüyor ve somut bir program öneriyoruz. Yani demokratik bir cumhuriyeti somut olarak şekillendiren bir programı kabul etmeden HDK veya HDP’nin üyesi olunamaz. Bunu kabul ettiğini söyleyip de içinden kabul etmeyenler, gerçek görüşleri içlerinde kaldığı sürece bizleri ilgilendirmez. Dışlarına vururlarsa bu tüzük ve programla çelişeceğinden HDK ve HDP’nin içinde kalamazlar.
Mekanizma böyle olunca, her hangi bir örgütün niyeti ne olursa olsun, HDK veya HDP’yi ele geçirmek için, o gizli veya açık örgütün üyeleri çalışmalarıyla, teorik ve politik seviyeleriyle, söz ve eylemleriyle, diğer üyelerin sevgi, saygı ve güvenini kazanmalı, onları kendi görüşlerine kazanmalıdır.
Ne var ki, kendi görüşlerini ancak kabul ettiklerini söyledikleri HDK ve HDP’nin programı çerçevesinde, tüzük kuralları içinde savunabilirler.
Yani ne kadar kötü niyetli ve gizli amaçlı olurlarsa olsunlar, örgütler fiilen nesnel olarak ele geçirmeye çalıştıklarında ele geçirilmiş olurlar. Bizim önerdiğimiz yapının özü budur.
İşte iki farklı yol. Biz programla ve yapıyla uğraşıyoruz. Biz insanları veya örgütleri namuslu olmaya, kendi görüşlerini ve amaçlarını kapının dışında bırakmaya çağırmıyoruz. İsterseniz namussuz olun, yeter ki gelin ve program ve tüzüğe uyun diyoruz. Bütün dikkati bu alanda tartışmaya çekmeye çalışıyoruz
Ama diğerleri aslında ahlaki vaazlar veriyorlar. Kendi örgütünüzü düşünmeyin diyorlar. Biz ise, kendi örgütünüzü düşünebilirsiniz. Bu sizin elbette hakkınız ve göreviniz. Ama bunu, bu örgütün program ve tüzüğü çerçevesinde yapmak zorundasınız diyoruz.
Elbet sizin programınız ve hedefleriniz ile burada kabul ettiğiniz hedefler arasında bir çelişki olabilir. Ama bu sizin kendi çelişkiniz olur. Bizi ilgilendirmez. Örgütsel görevlerinizi yapıyor ve bu örgütün programını savunuyorsanız, sizin aklınızda veya kalbinizde neyin olduğu bizi ilgilendirmez diyoruz.
*
Şimdi bu HDP veya HDK’lıların, solcuların, “cemaat devleti ele geçiriyor” diye dün bağıran CHP’liden veya bugün bağıran AKP’liden ne farkı var?
Aynı kafa, aynı metodoloji.
Hepsi ahlaki vaazların peşinde, sonuçlarla mücadeleye enerji harcıyorlar ve ezilenlerinin gözüne kül atıyorlar.
Biz ise Türkiye’de de; HDK ve HDP’de de aynı yöntemi izliyoruz.
Diyoruz ki, cemaat devleti ele geçiriyormuş. AKP adamlarını yerleştiriyormuş. Bunu istememek saçmadır. Biz öyle bir devlet cihazı kurmalıyız ki, ele geçirmek isteyen ister istemez demokrasinin bir aracı olarak çalışır.
Merkezi bir yapıda ise, en demokratlar ve idealistler bile bir süre sonra bu merkezi yapı tarafından ele geçirilirler. Çok uzağa da gitmeye gerek yok. Kürdistan’da her gün görülüyor.
Örneğin BDP belediyeleri ele geçiriyor. Ama bir süre sonra duyuyoruz ki Belediyeler BDP’yi ele geçiriyor. Bir süre sonra o idealist insanların bir takım yolsuzluk ve kayırmalara adının karıştığını görüyoruz. Yukarıdan atamalarla işler yürüyünce böyle olur. Ama görevliler seçimle geldiğinde, ele geçirmek ancak çoğunluğu kazanmakla olur.
Tersinden örnek. Mesela şöyle sözler duyuyoruz: “Cemaat sivil toplum kuruluşudur. Politikayla uğraşmamalı devleti ele geçirmeye çalışmamalı.” (“Sivil Toplum”un da anlam kayması ayrı bir konu. Sivil toplum kuruluşu, politikayla uğraşır ve devletle mücadele için kurulur. Devlete karşı savaşmayan kuruluş kendine ne derse desin sivil toplum kuruluşu olmaz.)
Bu tıpkı, HDP veya HDK için söylenen “örgütler kimliklerini bir tarafa koymalı” isteğinden farksızdır. Yani aslında bir CHP’li, bir AKP’li ile bir HDP’li aynı kafadadır.
Diyelim ki cemaat Polis’i ele geçirmeye çalışıyor. Bu devlette nasıl ele geçirdiği ve geçireceği belli. Okullarda sabırla elemenler yetiştirilir. Bunlar yavaş yavaş kritik mevkilere gelir ve kendileri gibi olanları kayırarak, tayın ve terfi ettirerek bir Mason örgütü dayanışması içinde ele geçirirler. Aslında Cemaat veya “Hizmet Hareketi” denen şey bir Müslüman burjuvazinin Mason örgütünden başka bir şey değildir ve Fethullah Gülen de Masonların Üstadı Azamı gibi bir şeydir.
Peki, Demokratik bir Cumhuriyette nasıl ele geçirebilir? Bir kere Demokratik bir Cumhuriyette merkezi hükümet görevlileri atayamaz. Tüm düzeylerde görevliler seçilirler. Yani bir ilin emniyet müdürü öyle atamayla olunmaz. Her ilde, ilçede, komünde bunlar seçimle gelir. Tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi. Bir köyü bile ele geçirmesi için cemaatin o köyün çoğunluğunu kazanması gerekir. Eh zaten çoğunluk onu istiyorsa demokratik olarak istemiş olur. Bununla bizim sorunumuz olmaz. Çoğunluğun istek ve ihtiyaçlarına uygun davranırsa elinde tutmaya devam eder. Ama ona uyun davranmazsa da çoğunluk onu her zaman geri alabilir veya normal seçim süresinde bir daha seçmeyebilir.
Biz yapıyı değiştiririz, cemaatten devleti ele geçirmemesini istemeyiz. Seçimler aracılığıyla devleti ele geçirmeye kalkmanın hakları hatta görevleri olduğunu söyleriz.
İşte iki farklı dünya.
*
Başka bir örnek basından.
AKP’nin basını kontrol alına almasından söz ediliyor ve şikâyet ediliyor.
Biz ise yine yapı ile uğraşırız. HDP’ye önerdiğimiz programda bu talepler çok açıktır.
Bütün basın ve yalın araçlarının kamulaştırılmasını ve bütün siyasi parti, cins, dil, kültür, bölge, yaş, meslek, sınıf vs. göre bölünerek, bunların nüfus içindeki oranlarına ve/veya üyelerinin sayılarına göre kullanılmasını; bu dağılımın da, düzenli aralıklara gerçek oranları yansıtacak şekilde tekrarlanmasını savunuyoruz.
Böyle bir durumda, bütün basın ve yayın birbirinden farklı grupların ve onların örgütlerinin kontrolünde olur. Hiçbir bilginin gizlenmesi mümkün olmaz. Çünkü birbirine zıt grupların hepsinin bir imkânı ve organı olacak demektir.
Gelsin de bir hükümet böyle bir basını kontrol etsin bakalım. Bunum bir tek yolu vardır. Tüm yaşlar, diller, dinler, cinsler, meslekler, sınıflar vs. deki insanların ve dolayısıyla da örgütlerin çoğunluğunu kazanmak. Ama bu da zaten demokratik bir işleyişten başka bir şey olmaz.
Şimdi açın en demokrat gazeteciye bakın. Hiç birisinin böyle bir yapıyı savunduğunu görüyor musunuz? Hayır. AKP basını ele geçirmiş, geçirmemeliymiş. Bu ahlaki bir vaazdan başka bir şey değildir. Yapıyla değil, sonuçlarla ve ahlaki vaazlarla mücadele.
Bilim adamları farklı mı?
Yıllar önce İsmail Beşikçi’yi eleştirirken göstermiştik. Gerçek bir sosyal bilimci, devletin dili, dini, etnisi, soyu, sopu olmasını eleştirmelidir. Buna karşı mücadele etmelidir. Bunu eleştirmeyip normal karşılayıp da kimi akademisyenlerin niye cesur ve namuslu Kürtlerin varlığını inkâr ettiklerini eleştirmek ahlaki vaazcılığın ve yapıyla bir sorunu olmamanın başka bir örneğidir.
Toparlarsak. Bir yanda bizim duruşumuz ve savunduğumuz program var. Diğer yanda sosyalistinden AKP’lisine, bilim adamından gazetecisine; CHP’li veya ulusalcısından liberaline kadar tüm Türkiye’yi kaplamış olanların programı ve gündemi var.
Birinden olmayan diğerindendir.
Yapıyla mı uğraşacaksınız, sonuçlarla mı?
Namussuzları bile namuslu olmaya zorlayan bir yapı m;ı namusluları ve idealistleri bile namussuz yapan bir yapı mı?
Sorun budur.
24 Aralık 2013 Salı

Demir Küçükaydın

Hiç yorum yok: