23 Kasım 2013 Cumartesi

Göçmenler ve Ulusçuluk

Belki çok paradoksal gelebilir ama ulus ve ulusçuluk ile göçmenler arasında başından beri doğrudan bir ilişki olagelmiştir. Ulusları ve ulusçuluğu göçmenlerin keşfettiği söylenebilir.
Tarihteki ilk ulus ilkesine dayanan modern devlet olan Amerika Birleşik Devletleri'ni kuranlar, İngiltere'den bu ülkeye gelmiş göçmenlerdi.
Aynı eğilim, Güney Amerika'daki İspanyollar'da da görülür. Onlar da yine içinden geldikleri İspanyol egemenliğine karşı çıkarak ilk erken ulus devletleri kurmuşlardır Latin Amerika'da.
Daha sonra Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada da aynı yola girerler.
Uluslar bu ilk ve özgün biçimlerinde, uluslar olduğu için ulusçular değil ama ulusçular olduğu için uluslar olduğunu çok açık olarak gösterirler.
Bu ilk ve orijinal ulusların ortaya çıkışında ne “kan”, ne “dil”, ne “din”, ne de “kültür” bağlarının hiç bir önemi yoktur. Eğer bir önemi olsa, bu uluslar isimlerini, daha dün içinden çıktıkları aynı dilden, aynı soydan, aynı dinden, aynı kültürden insanların yaşadığı ana vatanlarına isyan ederek, bir "Ekvator" "Amerika Birleşik Devletleri" "Yeni Zelanda" ya da "Kanada" gibi ne bir kültürü, ne bir halkı, ne bir dili çağrıştıran, tamamen tesadüfi coğrafi adlandırmalardan almazlardı.

Eğer bir ulusun şekillenmesinde ulusçuların iddia ettiği gibi dil ya da soyun ya da kültürün bir anlamı olsaydı, Güney Amerika İspanya'nın; ABD de İngiltere'nin bir uzantısı olmaya devam ederdi.
Güney Amerika'daki Ulusları belirleyen, ne kültür, ne dil ne de soydaşlık olmuştu, İspanya'daki merkezi yönetimin yarattığı idari bölünmelere göre Güney Amerika ulusları ortaya çıkmıştı. Ulusun bu anlamda tamamen keyfi ve rastlantısal olduğu zaten en iyi böyle rastlantısal bölünmelerde ortaya çıkar. (Benzer şekilde Afrika'da ve Orta Asya'daki keyfi çizilmiş sınırlar bu gün ulus devletlerin sınırları olmuştur. Ulusların ulusçular tarafından yaratıldığının bundan daha açık bir örneği olamaz.)
*
Ne var ki, bu ilk göçmen dalgasının ulusçuluğu ile daha sonraki göçmen dalgalarının ulusçuluğu arasında çok köklü bir fark görülür. İlk göçmenler, geldikleri “ana vatan”dan ayrılarak uluslar yaratırken; daha sonraki göçmenler, yeni geldikleri ülkelerde, yeni ülke vatandaşlığının yanı sıra, içinden çıkıp geldikleri ülkenin en ateşli milliyetçisi olmaya devam ederler. En gevşek ulusçuların ulus tanımlarında ifade ettikleri “kader ve ortak yaşantı birliği” kriteri, içinden çıkıp geldikleri toplumla artık hiçbir geçerlilğii olmamasına rağmen; onlar, belki artık yurttaşlığını bile taşımadıkları, eski vatanlarında kurulmuş ulusların en ateşli ulusçuları olmaya devam ederler. Aynı zamanda “kader ve ortak yaşantı birliği” torilerini de  yerle yeksan ederler.
En ateşli İrlanda milliyetçileri İngiltere ve ABD'dedir. Avrupa'daki Türkler ve Kürtler; Avustralya'daki Tamiller; Londra'daki Jamaikalılar; New York'taki Yahudiler "ana vatan"larındaki ulusun en ateşli ulusçuları olurlar; onlarda bir kopma ve bağımsızlaşma değil; aksine abartık bir aşırı bağlanma ortaya çıkar.
Bu gün Avrupa'nın her hangi bir ülkesindeki herhengi bir büyük 1 Mayıs gösterisi bu durumu son derece çarpıcı biçimde gösterir. İşçilerin vatansızlığının bir ifadesi olması gereken ve bir zamanlar öyle de olan bu gösteriler, diyaspora milliyetçiliğinin bir karnavalı görünümündedir.
Neden böyledir?
İlk göçmenler, oluşmuş bir ulusa gelmiyorlar, adeta bir "tabula rasa"ya, "bakir topraklar"a kolonizatör ve geldikleri toplumun bir uzantısı olarak göçüyorlardı. Dolayısıyla geldikleri ülkede daha önceden var olan bir ulus içinde hukuki ya da fiili ikinci sınıf yurttaş olarak muamele edilme olasılıkları yoktu.  (Buraların yerlisi olan halkların varlığı ve imhası ayrı bir konudur ve ulusçulukla bağlantısı yoktur) Aksine içinden geldikleri ülkeler ve oradaki devletler onları dışlıyor ve genellikle ağır vergiler veya idari bir bürokrasiyle eziyordu.
Sonraki göçlerde ise, göçmenler artık kurulmuş bir ulusa ve ulus ilkesine göre örgütlenmiş bir ülkeye gitmekte ve genellikle oranın önceden gelen “yerlileri” veya eskileri tarafından hukuken olmasa bile fiilen aşağılanır veya dışlanırlar. Örneğin Katolik İrlandalı göçmenler,  BeyazAnglo-Sakson ve Protestanların (WASP) dışında ve altındadır, hukuken eşit yurttaş olmalarına rağmen.
Bu eşitsizlik veya dışlanma, diyaspora milliyetçiliğinin en önemli nedenlerinden biridir.
İlk göçmenlerde,  içinden geldikleri vatanla ilişkisinde benzer aşağılama, sömürü ve baskı ilişkisi, göçenlerin ayrı ulus devletler kurmalarının bir nedenidir. Yeni göçmenlikte ise, gelinen ülkede benzer bir ilişkiye maruz kalınmaktadır. Ama artık ne bakir topraklar ne de belli bir ülke vardır ne de buna uygun yoğunlaşmalar. Eski göçler "bakir topraklara" iken yeni göçler kapitalist topluma has her türlü rekabetin ve yabancılaşmanın en aşırı biçimde yaşandığı büyük şehirleredir. Bu dışlanmaya tepkiye, uzaktaki ana vatanın milliyetçiliği ikame olur. Bu anlamda “sınıfsal” bir yanı da vardır.
Bunlara ilaveten, günümüzdeki göçlerin hızlı ve kitlesel niteliği de göz önüne alınmalıdır. Bu hız ve kitlesellik, zamana yayılmış ve damla damla bir göçün olanaklı kılabileceği bir assimilasyonu adeta olanaksızlaştırmaktadır.
İçine yeni girilen ve kendisinden aynı zamanda dışlanılmış bulunulan toplumun bambaşka kültürünün bombardımanı karşısında, aynı dili ve günlük hayat kültürünü paylaşanların; bir tür soluk alma, tekrar yaşam gücü bulma ihtiyacı, gelenleri bir arada toplanmaya, kısmen dışa karşı duvar örmeye yol açmaktadır. Bir tür manevi bir gettolaşma yaşanmaktadır.  Ve bu da gerek doğa ve gerek toplum tarihinin gösterdiği gibi (Avustralya'nın diğer kıtalarla bağı koptuğundan bir yaşayan fosiller kıtası olması veya Hindistan'da Himalaya'ların yarattığı izolasyon nedeniyle toplumsal bölünmelerin kast sistemi biçiminde bir taşlaşmaya yol açması gibi), başkalarıyla etkileşimin yok olmasına ve giderek bir taşlaşma sonucu vermektedir.
Avrupa'ya gelen Türk ve Kürtlerin Türkiye'de ve Kürdistan'da artık unutulmuş ve aşılmış anlayış ve ilişkileri sürdürmesi ve adeta yaşayan bir fosil durumunda olmaları bu tür süreçlerin sonucudur. Benzerleri tüm dünyada görülür. Japonya’daki Koreliler gibi.
Bizzat bu hızlı ve kitlesel göçleri mümkün kılan ulaşım tekniğindeki muazzam gelişmeler de, "ana vatan" ile bağların korunmasına ve bu diyaspora milliyetçiliğinin güçlenmesine ek bir etkide bulunmaktadır. Artık uçaklarla birkaç saat içinde eski “ana vatan”a gidip gelmek mümkündür.
Bir diğer etki de özellikle haberleşme tekniğindeki gelişmelerdir. Özellikle uydu yayıncılığı ve televizyon; son on yıllarda İnternet ve yaygınlaşması, kullanımın basitleşmesi de bu diyaspora milliyetçiliğine bir taze kan vermiş sayılabilir.
Örneğin, bundan yirmi, otuz yıl önce Avrupa'daki Türk ve Kürtlerin geldikleri ülke ile ruhsal, dilsel bağları bu gün olduğundan çok daha zayıftı. Ama uydu yayınlarının başlaması ve yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkiye'deki sosyal politik ve kültürel yaşama dışardan katılma olanağı ortaya çıkmış, kaybolma eğilimi gösteren bağlar güçlenmiş; Avrupa'daki Türk ve Kürtler çok daha ateşli Türk ve Kürt milliyetçilerine dönüşmüş bulunuyorlar.
Diyaspora milliyetçiliği, ezilen bir ulusun diyasporasında da görülür. Ama bu milliyetçilik elbette haklı ve emansipe edici bir milliyetçiliğin hizmetinde de olacaktır. Avrupa'daki Kürtlerin Kürt Ulusal hareketinde gördüğü fonksiyon böyledir. Kürt ulusunu yaratan kurumları büyük ölçüde, diyasporadaki Kürtler oluşturmaktadır, örneğin Medya TV veya Kürt basını gibi.
Dile dayanan ulusların oluşumunda, bir lehçenin eğitim ve komünikasyon için standart hale gelmesinin ve yine bu bağlamda bir standart alfabenin oluşturulmasının büyük önemi vardır.
Bu da yakın zamana kadar bütün ulusal edebiyatın ve basının yazıldığı dil oluyordu. Örneğin, Luther'in İncil'i çevirdiği Aşağı Saksonya Lehçesi Yüksek Almanca olarak, standart Alman dilinin ve Alman ulusunun ve ulusçuluğunun temelini oluşturdu. İncil, modern tarihin kitlesel olarak üretilmiş ve tüketilmiş ilk ürünlerinden biridir.
Türkiye'de İstanbul Türkçe'si standart dili tanımlamakta kullanılır. Her ulusta bu tür bir lehçe standart olmaktadır. Bir yazılı edebiyatla birlikte oluşurlar.
 Ama örneğin Kürt uluslaşmasında televizyonun (belki de yeryüzünde televizyon denen yayına dayanarak şekillenen ilk ulusal dil ve uluslaşma süreci Kürtlerde görülüyor) öylesine önemi vardır ki, standart Kürtçe, şimdiden Kürtler tarafından "kürdi Med TV" olarak tanımlanmaktadır. Yani diyasporada benimsenmiş bir lehçe veya lehçeler Kürt ulusunun standart dillerine dönüşmektedir. İlk defa bir ulusun standart lehçesi, söylü ve görüntülü bir medyumun adını almaktadır. (Kürt uluslaşmasında Televizyonun rolü incelenmeyi bekleyen bir konudur ve onun en orijinal yanlarından birini oluşturmaktadır.)
*
Bu, uzaktan milliyetçilik ya da diyaspora milliyetçiliğinin bir özelliği de onun sonuçlarına katlanmadan ve sorumluluk duymadan milliyetçilik yapabilmesidir ve bu da onu aşırı biçimde yönlendirmelere açık hale getirmektedir, “Hayali Cemaatler” yazarı Benedict Anderson’un da dikkati çektiği gibi.
Bu en açık biçimde, son yıllarda özellikle Uydu televizyonların da etkisiyle yükselen Türk diyaspora milliyetçiliğinde görülebilir. Avrupa'daki Türkler çok ateşli Türk milliyetçileri haline gelmiş bulunuyor.
Bu durum onları Türk devletinin dış politikasının araçları olarak kullanma imkânlarını ortaya çıkarıyor. Bunun bilincinde olan Türkiye de bunu çeşitli Avrupa ülkeleriyle gerginliklerinde bir tür "beşinci kol" gibi kullanıyor. Öyle ki, bu durum Alman devletini bile ciddi olarak düşündürmekte, buna karşı ne gibi tedbirler geliştireceğinin arayışlarına girmiş bulunmaktaydı.
Ancak Almanya’nın refah ve özgürlük düzeyinin Türkiye’ye göre yüksekliği, Almanya’nın son yıllarda izlediği kendince daha akıllı politilalar ve uygulamalar, bu silahı giderek etkisiz kılma, hatta bu sefer Almanya’nın kullanması olasılığını da yaratmıştır. Örneğin Fatih Akın ve Mesut Özil gibilerin Alman futbol ve sinemasının sembollerinden olmaları göçmenlerin Türk devletinin dış politika ve diplomasisinin arçları olmaktan çıkıp; aksine Almanya’nın dış politika ve diplomasisinin kültürel araçları olma olasılığını yaratmaktadır.
Zaten bu gelişme sonucudur ki, Almanya yakında muhtemelen çifte vatandaşlığı kabul edecektir.
*
Diyasporadaki, sorumluluk almadan ve sonuçlarına katlanmadan yapılabilen milliyetçiliğinin yarattığı sorun, başka bir biçimde Kürtler arasında da görülmektedir. Gerilla savaşı varken ve Avrupa'daki Kürtler Kürdistan'daki mücadelenin maddi desteği ve rezervi ve Kürt Ulusal hareketinin Avrupa ülkelerindeki dış politika ve diplomasisinin araçları iken bir anlamda olumlu bir işlev görebilen bu özellik, Kürt hareketi içindeki sınıfsal ve programatik ayrışmalarda tersine çalışma eğilimi göstermektedir.
Örneğin Kürtlerin, Türkiye ve Kürdistan’da yaşayanları ile Avrupa'da yaşayanları Kürt Özgürlük Hareketini algılayışları bakımından ciddi bir farklılık göstermektedir.
Türkiye ve Kürdistan'da en azından kadınlar, gençler ve yoksullar arasında Öcalan’ın politikalarının doğruluğu konusunda bir şüphe bulunmamakta, sorun bu politikanın nasıl hayata geçirileceği noktasında toplanmaktadır.
Ama Avrupa'daki Kürtler açısından aynı ölçüde bir açıklık söz konusu değildir. Avrupa’dakiler PKK’nın kontrolündeki örgütlerde örgütlnmiş bile olsalar, büük ölçüde ruhça, daha arkaik e Barzani’ye hem politik olarak hem de ruhça daha yakındırlar. Ve bu nedenle de yeni politikaya karşı eleştiriler bunlarda daha fazla yankıya yol açmaktadır. Bu farklılık, Türkiye’de çıkan Özgür Gündem ve Avrupa’da  çıkan Özgür Politika’nın yayınlarında bile kolayca görülebilir.
Benzer eğilimler bütün diğer göçmenler gibi, Diyasporadaki Ermeniler ve Yahudiler ile “Ana Vatan”larındaki Ermeni ve Yahudiler arasında da görülmektedir.
Demir Küçükaydın
23 Kasım 2013 Cumartesi
(Bu yazı 3 Şubat 2000’de yazılmış ve Özgür Politika’da yayınlanmıştı. Bu, o yazının biraz düzeltilmiş ve aktüalize edilmiş bir versiyonudur.)


Hiç yorum yok: