Belki çok paradoksal gelebilir ama ulus ve ulusçuluk ile
göçmenler arasında başından beri doğrudan bir ilişki olagelmiştir. Ulusları ve
ulusçuluğu göçmenlerin keşfettiği söylenebilir.
Tarihteki ilk ulus ilkesine dayanan modern devlet olan
Amerika Birleşik Devletleri'ni kuranlar, İngiltere'den bu ülkeye gelmiş
göçmenlerdi.
Aynı eğilim, Güney Amerika'daki İspanyollar'da da görülür. Onlar
da yine içinden geldikleri İspanyol egemenliğine karşı çıkarak ilk erken ulus
devletleri kurmuşlardır Latin Amerika'da.
Daha sonra Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada da aynı yola
girerler.
Uluslar bu ilk ve özgün biçimlerinde, uluslar olduğu için
ulusçular değil ama ulusçular olduğu için uluslar olduğunu çok açık olarak
gösterirler.
Bu ilk ve orijinal ulusların ortaya çıkışında ne “kan”, ne “dil”,
ne “din”, ne de “kültür” bağlarının hiç bir önemi yoktur. Eğer bir önemi olsa,
bu uluslar isimlerini, daha dün içinden çıktıkları aynı dilden, aynı soydan, aynı
dinden, aynı kültürden insanların yaşadığı ana vatanlarına isyan ederek, bir
"Ekvator" "Amerika Birleşik Devletleri" "Yeni Zelanda" ya da "Kanada" gibi ne bir kültürü, ne bir
halkı, ne bir dili çağrıştıran, tamamen tesadüfi coğrafi adlandırmalardan almazlardı.
Eğer bir ulusun şekillenmesinde ulusçuların iddia ettiği
gibi dil ya da soyun ya da kültürün bir anlamı olsaydı, Güney Amerika
İspanya'nın; ABD de İngiltere'nin bir uzantısı olmaya devam ederdi.
Güney Amerika'daki Ulusları belirleyen, ne kültür, ne dil ne
de soydaşlık olmuştu, İspanya'daki merkezi yönetimin yarattığı idari
bölünmelere göre Güney Amerika ulusları ortaya çıkmıştı. Ulusun bu anlamda
tamamen keyfi ve rastlantısal olduğu zaten en iyi böyle rastlantısal
bölünmelerde ortaya çıkar. (Benzer şekilde Afrika'da ve Orta Asya'daki keyfi
çizilmiş sınırlar bu gün ulus devletlerin sınırları olmuştur. Ulusların
ulusçular tarafından yaratıldığının bundan daha açık bir örneği olamaz.)
*
Ne var ki, bu ilk göçmen dalgasının ulusçuluğu ile daha
sonraki göçmen dalgalarının ulusçuluğu arasında çok köklü bir fark görülür. İlk
göçmenler, geldikleri “ana vatan”dan ayrılarak uluslar yaratırken; daha sonraki
göçmenler, yeni geldikleri ülkelerde, yeni ülke vatandaşlığının yanı sıra,
içinden çıkıp geldikleri ülkenin en ateşli milliyetçisi olmaya devam ederler.
En gevşek ulusçuların ulus tanımlarında ifade ettikleri “kader ve ortak yaşantı
birliği” kriteri, içinden çıkıp geldikleri toplumla artık hiçbir geçerlilğii olmamasına
rağmen; onlar, belki artık yurttaşlığını bile taşımadıkları, eski vatanlarında
kurulmuş ulusların en ateşli ulusçuları olmaya devam ederler. Aynı zamanda “kader
ve ortak yaşantı birliği” torilerini de yerle yeksan ederler.
En ateşli İrlanda milliyetçileri İngiltere ve ABD'dedir.
Avrupa'daki Türkler ve Kürtler; Avustralya'daki Tamiller; Londra'daki
Jamaikalılar; New York'taki Yahudiler "ana vatan"larındaki ulusun en
ateşli ulusçuları olurlar; onlarda bir kopma ve bağımsızlaşma değil; aksine
abartık bir aşırı bağlanma ortaya çıkar.
Bu gün Avrupa'nın her hangi bir ülkesindeki herhengi bir
büyük 1 Mayıs gösterisi bu durumu son derece çarpıcı biçimde gösterir.
İşçilerin vatansızlığının bir ifadesi olması gereken ve bir zamanlar öyle de
olan bu gösteriler, diyaspora milliyetçiliğinin bir karnavalı görünümündedir.
Neden böyledir?
İlk göçmenler, oluşmuş bir ulusa gelmiyorlar, adeta bir
"tabula rasa"ya, "bakir topraklar"a kolonizatör ve
geldikleri toplumun bir uzantısı olarak göçüyorlardı. Dolayısıyla geldikleri
ülkede daha önceden var olan bir ulus içinde hukuki ya da fiili ikinci sınıf yurttaş
olarak muamele edilme olasılıkları yoktu. (Buraların yerlisi olan halkların varlığı ve
imhası ayrı bir konudur ve ulusçulukla bağlantısı yoktur) Aksine içinden
geldikleri ülkeler ve oradaki devletler onları dışlıyor ve genellikle ağır
vergiler veya idari bir bürokrasiyle eziyordu.
Sonraki göçlerde ise, göçmenler artık kurulmuş bir ulusa ve
ulus ilkesine göre örgütlenmiş bir ülkeye gitmekte ve genellikle oranın önceden
gelen “yerlileri” veya eskileri tarafından hukuken olmasa bile fiilen
aşağılanır veya dışlanırlar. Örneğin Katolik İrlandalı göçmenler, BeyazAnglo-Sakson ve Protestanların (WASP) dışında
ve altındadır, hukuken eşit yurttaş olmalarına rağmen.
Bu eşitsizlik veya dışlanma, diyaspora milliyetçiliğinin en
önemli nedenlerinden biridir.
İlk göçmenlerde, içinden geldikleri vatanla ilişkisinde benzer
aşağılama, sömürü ve baskı ilişkisi, göçenlerin ayrı ulus devletler
kurmalarının bir nedenidir. Yeni göçmenlikte ise, gelinen ülkede benzer bir
ilişkiye maruz kalınmaktadır. Ama artık ne bakir topraklar ne de belli bir ülke
vardır ne de buna uygun yoğunlaşmalar. Eski göçler "bakir topraklara"
iken yeni göçler kapitalist topluma has her türlü rekabetin ve yabancılaşmanın
en aşırı biçimde yaşandığı büyük şehirleredir. Bu dışlanmaya tepkiye, uzaktaki
ana vatanın milliyetçiliği ikame olur. Bu anlamda “sınıfsal” bir yanı da
vardır.
Bunlara ilaveten, günümüzdeki göçlerin hızlı ve kitlesel niteliği
de göz önüne alınmalıdır. Bu hız ve kitlesellik, zamana yayılmış ve damla damla
bir göçün olanaklı kılabileceği bir assimilasyonu adeta
olanaksızlaştırmaktadır.
İçine yeni girilen ve kendisinden aynı zamanda dışlanılmış
bulunulan toplumun bambaşka kültürünün bombardımanı karşısında, aynı dili ve
günlük hayat kültürünü paylaşanların; bir tür soluk alma, tekrar yaşam gücü
bulma ihtiyacı, gelenleri bir arada toplanmaya, kısmen dışa karşı duvar örmeye
yol açmaktadır. Bir tür manevi bir gettolaşma yaşanmaktadır. Ve bu da gerek doğa ve gerek toplum tarihinin
gösterdiği gibi (Avustralya'nın diğer kıtalarla bağı koptuğundan bir yaşayan
fosiller kıtası olması veya Hindistan'da Himalaya'ların yarattığı izolasyon
nedeniyle toplumsal bölünmelerin kast sistemi biçiminde bir taşlaşmaya yol
açması gibi), başkalarıyla etkileşimin yok olmasına ve giderek bir taşlaşma
sonucu vermektedir.
Avrupa'ya gelen Türk ve Kürtlerin Türkiye'de ve Kürdistan'da
artık unutulmuş ve aşılmış anlayış ve ilişkileri sürdürmesi ve adeta yaşayan
bir fosil durumunda olmaları bu tür süreçlerin sonucudur. Benzerleri tüm
dünyada görülür. Japonya’daki Koreliler gibi.
Bizzat bu hızlı ve kitlesel göçleri mümkün kılan ulaşım
tekniğindeki muazzam gelişmeler de, "ana vatan" ile bağların
korunmasına ve bu diyaspora milliyetçiliğinin güçlenmesine ek bir etkide
bulunmaktadır. Artık uçaklarla birkaç saat içinde eski “ana vatan”a gidip
gelmek mümkündür.
Bir diğer etki de özellikle haberleşme tekniğindeki gelişmelerdir.
Özellikle uydu yayıncılığı ve televizyon; son on yıllarda İnternet ve
yaygınlaşması, kullanımın basitleşmesi de bu diyaspora milliyetçiliğine bir
taze kan vermiş sayılabilir.
Örneğin, bundan yirmi, otuz yıl önce Avrupa'daki Türk ve
Kürtlerin geldikleri ülke ile ruhsal, dilsel bağları bu gün olduğundan çok daha
zayıftı. Ama uydu yayınlarının başlaması ve yaygınlaşmasıyla birlikte,
Türkiye'deki sosyal politik ve kültürel yaşama dışardan katılma olanağı ortaya
çıkmış, kaybolma eğilimi gösteren bağlar güçlenmiş; Avrupa'daki Türk ve Kürtler
çok daha ateşli Türk ve Kürt milliyetçilerine dönüşmüş bulunuyorlar.
Diyaspora milliyetçiliği, ezilen bir ulusun diyasporasında
da görülür. Ama bu milliyetçilik elbette haklı ve emansipe edici bir
milliyetçiliğin hizmetinde de olacaktır. Avrupa'daki Kürtlerin Kürt Ulusal
hareketinde gördüğü fonksiyon böyledir. Kürt ulusunu yaratan kurumları büyük
ölçüde, diyasporadaki Kürtler oluşturmaktadır, örneğin Medya TV veya Kürt
basını gibi.
Dile dayanan ulusların oluşumunda, bir lehçenin eğitim ve
komünikasyon için standart hale gelmesinin ve yine bu bağlamda bir standart alfabenin
oluşturulmasının büyük önemi vardır.
Bu da yakın zamana kadar bütün ulusal edebiyatın ve basının
yazıldığı dil oluyordu. Örneğin, Luther'in İncil'i çevirdiği Aşağı Saksonya Lehçesi
Yüksek Almanca olarak, standart Alman
dilinin ve Alman ulusunun ve ulusçuluğunun temelini oluşturdu. İncil, modern
tarihin kitlesel olarak üretilmiş ve tüketilmiş ilk ürünlerinden biridir.
Türkiye'de İstanbul Türkçe'si standart dili tanımlamakta
kullanılır. Her ulusta bu tür bir lehçe standart olmaktadır. Bir yazılı
edebiyatla birlikte oluşurlar.
Ama örneğin Kürt
uluslaşmasında televizyonun (belki de yeryüzünde televizyon denen yayına
dayanarak şekillenen ilk ulusal dil ve uluslaşma süreci Kürtlerde görülüyor)
öylesine önemi vardır ki, standart Kürtçe, şimdiden Kürtler tarafından "kürdi Med TV" olarak
tanımlanmaktadır. Yani diyasporada benimsenmiş bir lehçe veya lehçeler Kürt
ulusunun standart dillerine dönüşmektedir. İlk defa bir ulusun standart
lehçesi, söylü ve görüntülü bir medyumun adını almaktadır. (Kürt uluslaşmasında
Televizyonun rolü incelenmeyi bekleyen bir konudur ve onun en orijinal
yanlarından birini oluşturmaktadır.)
*
Bu, uzaktan milliyetçilik ya da diyaspora milliyetçiliğinin
bir özelliği de onun sonuçlarına katlanmadan ve sorumluluk duymadan
milliyetçilik yapabilmesidir ve bu da onu aşırı biçimde yönlendirmelere açık
hale getirmektedir, “Hayali Cemaatler”
yazarı Benedict Anderson’un da dikkati çektiği gibi.
Bu en açık biçimde, son yıllarda özellikle Uydu
televizyonların da etkisiyle yükselen Türk diyaspora milliyetçiliğinde
görülebilir. Avrupa'daki Türkler çok ateşli Türk milliyetçileri haline gelmiş
bulunuyor.
Bu durum onları Türk devletinin dış politikasının araçları
olarak kullanma imkânlarını ortaya çıkarıyor. Bunun bilincinde olan Türkiye de
bunu çeşitli Avrupa ülkeleriyle gerginliklerinde bir tür "beşinci kol" gibi kullanıyor. Öyle
ki, bu durum Alman devletini bile ciddi olarak düşündürmekte, buna karşı ne
gibi tedbirler geliştireceğinin arayışlarına girmiş bulunmaktaydı.
Ancak Almanya’nın refah ve özgürlük düzeyinin Türkiye’ye
göre yüksekliği, Almanya’nın son yıllarda izlediği kendince daha akıllı
politilalar ve uygulamalar, bu silahı giderek etkisiz kılma, hatta bu sefer
Almanya’nın kullanması olasılığını da yaratmıştır. Örneğin Fatih Akın ve Mesut Özil
gibilerin Alman futbol ve sinemasının sembollerinden olmaları göçmenlerin Türk
devletinin dış politika ve diplomasisinin arçları olmaktan çıkıp; aksine
Almanya’nın dış politika ve diplomasisinin kültürel araçları olma olasılığını
yaratmaktadır.
Zaten bu gelişme sonucudur ki, Almanya yakında muhtemelen
çifte vatandaşlığı kabul edecektir.
*
Diyasporadaki, sorumluluk almadan ve sonuçlarına katlanmadan
yapılabilen milliyetçiliğinin yarattığı sorun, başka bir biçimde Kürtler
arasında da görülmektedir. Gerilla savaşı varken ve Avrupa'daki Kürtler
Kürdistan'daki mücadelenin maddi desteği ve rezervi ve Kürt Ulusal hareketinin
Avrupa ülkelerindeki dış politika ve diplomasisinin araçları iken bir anlamda olumlu
bir işlev görebilen bu özellik, Kürt hareketi içindeki sınıfsal ve programatik ayrışmalarda
tersine çalışma eğilimi göstermektedir.
Örneğin Kürtlerin, Türkiye ve Kürdistan’da yaşayanları ile
Avrupa'da yaşayanları Kürt Özgürlük Hareketini algılayışları bakımından ciddi
bir farklılık göstermektedir.
Türkiye ve Kürdistan'da en azından kadınlar, gençler ve
yoksullar arasında Öcalan’ın politikalarının doğruluğu konusunda bir şüphe
bulunmamakta, sorun bu politikanın nasıl hayata geçirileceği noktasında
toplanmaktadır.
Ama Avrupa'daki Kürtler açısından aynı ölçüde bir açıklık
söz konusu değildir. Avrupa’dakiler PKK’nın kontrolündeki örgütlerde örgütlnmiş
bile olsalar, büük ölçüde ruhça, daha arkaik e Barzani’ye hem politik olarak
hem de ruhça daha yakındırlar. Ve bu nedenle de yeni politikaya karşı
eleştiriler bunlarda daha fazla yankıya yol açmaktadır. Bu farklılık, Türkiye’de
çıkan Özgür Gündem ve Avrupa’da çıkan Özgür
Politika’nın yayınlarında bile kolayca görülebilir.
Benzer eğilimler bütün diğer göçmenler gibi, Diyasporadaki
Ermeniler ve Yahudiler ile “Ana Vatan”larındaki Ermeni ve Yahudiler arasında da
görülmektedir.
Demir Küçükaydın
23 Kasım 2013 Cumartesi
(Bu yazı 3 Şubat 2000’de yazılmış ve Özgür Politika’da yayınlanmıştı. Bu, o yazının biraz düzeltilmiş ve
aktüalize edilmiş bir versiyonudur.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder