20 Ekim 2013 Pazar

“Ciguli’nin Kardeşi” Altonalı Hemşehrim Marin Vasilev’in Anısına

“Ciguli’nin Kardeşi”nin öldüğünü evvelki gün bir toplantıda öğrendim. Adının Marin Vasilev olduğunu da. O bizler için hep “Ciguli’nin Kardeşi” idi. Almanlar için adı Marin Vasilev’miş. Muhtemelen gerçek adı ise, bir Müslüman adıydı ve herkes için bilinmez kalacak.

“Ciguli’nin Kardeşi”, Ciguli’nin kardeşi değildi ama çok yakın bir akrabasıydı. Bir keresinde söylemişti ama unuttum. Zaten fiziği bu yakınlığın en büyük kanıtıydı.

Adı da muhtemelen Marin Vasilev değildi. Marin Vasilev, muhtemelen Bulgar hükümetinin Bulgar isimleri verme ve zorla Bulgarlaştırma döneminde verdiği isimdi. Çünkü Ciguli, yıllar önce kendisiyle yapılmış bir söyleşide şöyle diyor:

“Yok hocam, Roman ne demek? Ben burada duydum bu sözleri. Gerçekleri konuşalım, ben Roman değilim. Romanca iki laf bilmiyorum. Annem babam Müslüman Türk. Adları, yerleri belli Haskova'da. Biz beş kardeşiz, ağabeyim İbrahim kalpten rahmetli oldu. Babam Hüseyin rahmetli Haskova'da hamaldı. Annem de fabrikalarda süpürgecilik yapardı, ağır işlerde çalışırdı. Ben küçükten beri düğünlerde kazandığım paralarla kardeşlerimi okuttum, çok yardım ettim onlara. Bulgarlar zorla adımızı değiştirdiklerinde bana Ahmet yerine Angel  Yordanov  Popov  adını verdiler. Ama artık yok böyle şey, herkes istediği adı alır. Haskova'da beni Ahmet diye kimse bilmez, Ciguli dersen bebek bile benim eve getirir seni.”

Marin Vasilev adı da “Ciguli’nin Kardeşi”ne böyle sonradan, devlet zoruyla verilmiş bir ad olabilir. O da Almanlar için daha kabul edilebilir ve bildik olduğundan onlar için bu adı kullanmış da olabilir. Çünkü Marin Vasilev Türkçe konuşurdu.

Bütün balkan ülkelerinde Çingeneler Türkçe bilir ve aralarında genellikle Türkçe konuşurlar. Sorulduğunda da Türk (veya Müslüman) olduklarını söylerler. Bu onlara belli bir korunma da sağlar. Zaten bu nedenle öyle derler. Ne de olsa Türkiye bir devlettir. Eskiden oralara egemen olmuş bir devletin devamcısı olduğu iddiasındaki bir devlet. İsimsiz ve kimliksiz bir “Roman” veya “Çingene” olmaktan daha iyidir. Ya da en azından böyle olması umulur. Ezilen “azınlık”ların, binlerce savunma mekanizmasından biridir bu.

Ciguli’nin Angel Yordanov Popov mu, Ahmet mi olduğunu nasıl kimse bilmiyorduysa ve bu bu kimseyi nasıl ilgilendirmediyse, “Ciguli’nin Kardeşi”nin bilmediğimiz Müslüman ismini veya Marin Vasilev olduğunu neredeyse kimse bilmiyordu ve  bu kimseyi ilgilendirmiyordu. O Altona’nın Türkiyelileri için “Ciguli’nin Kardeşi”; Almanlar için o Altona’nın adeta maskotu ve akordeonunun sesiyle Altona resminin ayrılmaz bir parçası olmuş “Akordeon Çalan Adam”ıydı.

O resim artık sesini kaybetti.

Resimlerin sesi olur mu? Olur.

Bir yerden geçerken hep aynı sesi duyarsanız, artık o ses ile o yerin görüntüsü arasında kopmaz bir bağ oluşur.

Hatta koku ile de böyledir bu. Resimlerin sesi gibi kokusu da olur eğer orada hep o koku varsa.

O Altonalıların tanışmak isteyip de bir türlü tanışamadıkları, her sabah gün doğmadan süt şişelerini kapıya bırakan sütçüydü.

Bir Altonalı anne, Paula C yazmış “Spritzen Meydanı’nın Akordeoncusu” adlı içten ve güzel yazısında:

“Akordeoncu yıllarca günlük hayatıma eşlik etti. O her geçip giden günde ve soğuk veya sıcak her havada Spritzen Meydanı’nda ya da Mercado’nun önünde çalıyordu. Dikkati çekecek kadar küçük bir adamdı, takriben 1,55 boyundaydı. Bu küçük adam, her zaman siyahlar giyinmiş ve kafasında bir şapka ve büyük bir vakarla dururdu. Güldüğünde eksik dişlerinin boşlukları görülürdü. Birisi bana onan Bulgaristanlı bir Roman olduğunu, akordeon çalarak tamamı Bulgaristan’da yaşayan ailesini geçindirdiğini anlatmıştı. Benim gibi müzikten anlamayan bir insan bile onun akordeonunu ustaca çaldığını anlayabiliyordu. Günlük hayatın koşuşturmacası ve stresi içinde o benim için sakinleştirici bir değişmezdi ve müziğiyle her zaman benim hüzünlü yanlarıma dostça dokunuyordu. Yaz akşamlarında oturma odamın penceresini açtığımda uzaklardan sesi gelirdi. Bazen yanında başka müzisyenler de olurdu, bir klarnet, bir gitar veya ikinci bir akordeonla ona eşlik eden. Bu bileşimler de onun yalnız çalışı kadar harika çalarlardı.

Başlangıçta küçük kızımı onun kutusuna para koyması için yollardım. Zamanla uzaktan selamlaşmaya başladık. Burada olmadığı ve çalmadığı zamanlarda nerede yaşıyor acaba diye sorardım kendi kendine. Ama tanımadığım insanlarla konuşmaktan çekindiğim için soramazdım. Hergün yolumuz kesişirdi ama hiçbir zaman birbirimizle konuşmadık. Kendimi Peter Bichsels’in, her gün sabah karanlığında sütü kapının önüne bırakan sütçüye tanışmayı çok isteyen ama buna cesaret edemeyen  ve beni çocukluğunda epey düşündüren bayan Blum’u gibi hissediyordum.

Sonra birgün akordeoncu yok oldu. Diğer Romalar gibi sürülmüş olabileceğini düşünüp dertleniyordum. O zamanlar Hamburg Senatosunun Doğu Avrupalı Romanların sürülmesine katılmak gerektiğini söylediği zamanlardı. Birkaç hafta geçti. Sonra tekrar gördüm. Bu sefer tüm cesaretimi toplayarak onunla konuştum. Ne de olsa akibetimin Bayan Blum gibi olmasını istemiyordum. Ama şunu anladım ki birkaç kelime dışında Almanca bilmiyordu bu konuşmadan görülmediği dönem boyunca nerede olduğunu bile çıkaramamıştım. (…)

Bu yaz tatilden geldiğimizde yine ortalıkta görünmüyordu. Onun bu sefer de birgün yine ortaya çıkacağını düşünüyordum. Sonra mahalleden bir tanıdığım Kalp krizinden öldüğünü söyledi. Sonra Hinz und Kuntz’da hikayesini ve adının Marin Vasilev olduğunu öğrendim. (…)

Gelecek hafta 17.00-19.00 arasında her zaman çaldığı yerde, Spritzen alanında açık ve müzikli bir anma toplantısı yapılacak Marin Vasilev için. Dostları, arkadaşları ve komşuları ona veda edecekler diye yazıyor davet metninde. Çok güzel bir fikir. Hergün Spritzen Alanı’nından geçerken Akordeonun sesinin yokluğunu hissediyor ve sesini özlüyorum.” (Paula C, “Spritzen Alanı’nın Akordeoncusu”)

Benim de “Ciguli’nin Kardeşi”yle ilişkim ve duygularım aşağı yukarı aynıydı.

Ama farklı olarak aynı dili oknuştuğumuzdan anlaşır ve sık sık hal hatır sorardık. Bir kere bir arkadaşım hem onlara destek olmak hem de onların harika müziğini dinleyip dinletmek için bir doğum gününe çağırmıştı ama gelen Türkiyeli misafirlerin çoğu, Marin ve arkadaşının da değerini bilip anlamamışlar, birkaç şarkı çaldıktan sonra susturmuşlar ve bizi nefis bir müzik ziyafetinden mahrum bırakmışlardı. Onların gözünde o bir sokak çalgıcısı, belki dilenciden biraz daha üstte bir yerlerde alt tabakadan bir insandı.

Marin harika bir akordeon virtüözüydü. Her türlü müziği çalardı. Caz, Bles, Tango, Doğu Avrupa, Yunan, Türk. Bilmediğini de çalması için iki kez dinlemesi yeterdi.

Çok güzel ve yanık, çok geniş bir aralığı olan çok güzel bir sesi de vardı. Çok söylemezdi ama bazan, kimbilir belki de memleketini özler, efkarlanır, Balkan havaları söylerdi. Gizlice böyle söylediği anlara denk gelmeyi beklerdim. Rastladım mı da hiç belli etmeden, ne kadar acele işim olursa olsun durur dinlerdim. Kimbilir belki köklerim Balkanlarda olduğundan, küçücük bir çocukken babaannemden duyduğum seslerin tınısını hatırlattığınıdan, çok etkilenirdim.

Çok isterdim onu çalarken kaydetmeyi. Bir keresinde uzaktan bir grupla çalarken utanarak gizlice kaydetmiştim. Ama bunu yapmak için izin istemeye bile cesaret edememiştim. Acaba kırılır mı diyerek? Bu seslerin, bu tınıların uzayın sağır boşluklarında bir daha hiç duyulmadan kaybolmasına gönlüm razı olmazdı. Keşke bu işlerden anlayan birileri bunu yapsa diye düşünürdüm. (Maalesef o gizli yaptığım kayıtlar artık yok. Silinmiş)

Ölmeden önce en son bir kalp krizi geçirmiş. Hastahaneye kaldırılmış. Doktor hastahanede kalmasını söylemiş. Sigortasız olduğu için masraf çıkar ödeyemem diye hastahanede kalmamış. Bir süre sonra da yolda giderken yeni bir kriz geçirince bu sefer hasahaneye bile yetiştirilemeden, düştüğü yerde bütün müdahalelere rağmen kurtarılamamış.

Altonalılar müzikten anlarlar. İyi bir müzik grubu gelip de çarşıda çalmaya başlayınca, hemen etrafı dolar, küçük bir konser salonuna dönüşür sokak. Genç anneler veya babalar, çocuklarının eline para verip, müzisyenin kutusuna atmaya yollarlar. Böylece küçücük tay tay yürüyen çocuklarını bile müzik ve ona değer verme konusunda eğitirler. O küçük çocuklar bazan hiç kimseye aldırmadan, orta boşlukta müziğin ritmine uyup oynamaya çalışırlar. Çok güzel, sıcak, sevgi ve müzik dolu bir ortam oluşur.

Altona büyük bir şehrin ortasında bir köy gibidir. Herşey tanıdıktır, herkesin bir şekilde birbirine göz aşinalığı vardır. bilinmez, yabancı, anomim bir ortamda değil; bildik bir ortamda, mahallesinde, köyünde hisseder insan kendini. Ama insanlar, eğer başka vesilelerle tanışmamışlarsa, birbirlerine bir yabancıya gösterilen mesafe ve saygıyla davranmaya, rahatsız etmemeye özen gösterirler.

Geçenlerde bir yazar, uygarlık (ya da buna şehirlilik de diyebiliriz) üçüncü şahsın ya da tanımadığının tanımadığının hakkına saygıdır diye yazmıştı. Altona’da birbirine aşina olanların birbirine yabancı gibi davrandığı, bir köydeki sehir havası vardır, ilginç bir alaşımdır; İstanbul’daki gibi şehirdeki bir köy değildir. Bu alaşımın benzeri eski İstanbul’un Hıristiyan ve Müslüman karışık mahallelerinde olurdu.

Sanırım Marin’i Altona’ya bağlayan buydu.

Marin çalarken bir konser salonuna dönüşmüyordu etrafı. Bu onun müziğine değer verilmediğinden değil. Aksine herkez gizlice onun müziğinin bildik sesleriniyle karşılacağından emin olduğu için, artık Altona’nın bir parçası, “bizden biri” olduğu için, aşina olunduğu için, özel alkışların muhatabı değildi. Ama Altonalıların sesiz ve görünmez koruyuculuğunu hissediyor olmalıydı. Çünkü bunca yıl içinde Altona’dan birçok müzisyen geldi geçti ama o hep kaldı. Marin biraz da sağlık gibi değeri yokluğunda anlaşılanlardandı.

İstanbul ve Kadıköy; İzmir ve Karşıyaka ne ise biraz da Hamburg ve Altona da öyledir. Artık Hamburg’un bir parçasıdır. Ama hala kendi kişiliğini ve kimliğini koruyan, başka bir ruhu olan bir parçası.

Hamburg su seviyesinde suyun yanındadır. Altona yüksektedir. Hamburg daha kapitalizm öncesi çağlarda Yahudileri koğuşturup ve sürerken, o sürülen Yahudiler Altona’ya yerleşmişlerdir. Hamburg’tan Altona’ya geçiş olan yolun adı Büyük Özgürlük’tür. Altona’ya geçiş bir özgürlüğe geçiş sayılmıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte Altona bir işçi ve fabrika semtine dönüşür. Sosyal Demokrat ve Komünist partilerin geleneği yerleşir. Sigara fabrikalarında, işin yeknesaklığı nedeniyle işçiler aralarından birinin işini yaparlar ve onu kitap ve gazete okumakla görevlendirirler. Bir zamanların bu sigara fabrikalarının entelektüel işçilerinin bile bir geleneği hissedilir sanki havada. Faşizm hiçbir zaman tam ele geçirememiştir Altona’yı, en geç ve güç düşen yerlerden biridir. Savaş sonrasında yabancı işçiler doldurur Altona’nın fabrikalarını ve evlerini. 68’le birlikte öğrenciler, aydınlar da. Böylece eski özgürlükçü ve kozmopolit gelenek sürer. Son yıllarda geliri iyi medya çalışanları akın ettilerse de bütün dünyada olduğu gibi, Altona onların saldırısına karşı kendini savundu ve onları da yavaş yavaş özümsedi ve özümsüyor.

Fatih Akın, Altonalıdır. Onun filimlerine yansır Altona’nın bütün bu ruhu. Altona üzerine bir film yapmaktan Altona’nın atmosferini bozar, birden onu ilgi merkezi haline getirip ticarileşmesine yol açar diye korktuğunu duymuştum. Ne derece doğrudur bilmiyorum ama gerçek olabilir; Altona’nın sessiz ve koruyucu dayanışmasıdır bu.

İşte Altonalılar için Marin de bir parça Altona’ydı. Sessizce benimsenmişti. Bu küçük adam da orada belli ki kendini daha korunmuş ve rahat hissediyordu.

Ve Altonalılar, öldüğünde, onu yine bir sokak konseriyle, Evsiz Barksızların gazetesindeki yazı ve denemeleriyle andılar.

(Veda Konserinden bir bölüm şurada izlenebilir:

 https://youtu.be/_K8YZG3Y8rs

Bu da yine flamengo ile veda:
https://youtu.be/AxuLglMebSE

 

Altona’da alışveriş caddesinde çalarken:

https://youtu.be/0iwayx0RubU

Bu da başka bir kayıt:
https://youtu.be/Jb0V0uyWs0A

 *

“Ciguli’nin Kardeşi”ni ilk nasıl tanıdım?

Avrupa’ya sürgüne geldiğim yıllarda sokaklarda genellikle Latin Amerikalılar çalardı. İnti İllimani’nin veya benzerlerinin parçaları. Tabii genellikle de El condor pasa. Sanırım Şili’deki darbeden kaçıp burada ekmek parası peşine düşenlerdi çoğu. Tabii Alman Sokak müzisyenleri veya bazan geçici olarak bir araya gelen gruplar. O zamanlar yabancı gençler arasında robot dansı yaygındı. Bir de sık sık bu görülürdü.

Sonra Sovyetler ve Doğu Avrupa’nın çöküşü geldi. Senfoni orkestralarının veya operaların birinci sınıf sanatçıları batı Avrupa’nın sehirlerinin sokaklarını doldurmaya başladılar üç kuruş kazanıp ekmek paralaını çıkarabilmek ve ailelerine üç beş kuruş götürebilmek için. Kimi akıllı girişimciler bu “sokağa düşmüş” çok değerli sanatçıları alıp ucuza çalıştırıp, birinci sınıf programlar yaparak epey karlar ettiler.

Ama yavaş yavaş o “sokağa düşmüş” sanatçılar da ilişkileri ve insanları tanıyıp biraz toparlanarak sokaklardan kurtuldular. Daha sonra daha kenar bölgelerin sanatçıları onların boşalttığı yerleri oldurmaya başladı. Balkanların çingeleri gelmeye başladı. Bunlardan Koçani gibi gruplar oluşturanlar da sık sık konserler vermeye geliyorlardı. Onları Moğollar izledi.

En son, Moğolistan’dan gelen, aynı anda birkaç sesin gırtlaktan çıkarıldığı, Tibet’teki budist rahiplerin de kullandığı bambaşka bir müzik türünü yapanlar görülüyordu. Bu müzik türüyle ilk kez Cengiz Blues diye bir filmde karşılaşmıştım. “Allah Allah, Cengiz ile Bules’un ne ilişkisi olabilir” diye meraktan gitmişim. Nefis bir yarı belgesel film görmüştüm. Sovyetlerdeki Tuva bölgesinde yaygın bir müzik türü ve bu alandaki bir büyük sanatçı ile New York’lu siyah bir Blues şarkıcısını anlatıyordu. Çok sonra Moğolistan ya da yakın bölgelerden benzer müzikleri yapan gruplar Avrupa sokaklarına gelmeye başlamıştı.

O aralar CD’de kapladığı yerden on misli küçük bir alana sıkıştırılabilen ve insan kulağı hissetmediği için işitilen müzikte bir kalite kaybı da olmayan mp3 denen yöntemle müziği sıkıştırma yöntemleri geliştirildi. Yine aynı sıralar internet ve kitlesel kullanımı yaygınlaşmaya başlamıştı. Ve bu arada Napster diye bir program yayılmış, eldeki müzikleri dijitalize edip sıkıştırıp mp3 yaparak başkalarıyla paylaşma ve başkalarının müziklerini indirme olanağı ortaya çıkmıştı.

O açlıkla yirmidört saat müzik indiriyor, çoğaltıp arkadaşlara veriyor, indirdiklerimi de geceleri takside çalışırken sürekli dinliyordum. Önümde yapyani ufuklar açıldığı için de sürekli müzik indiriyor, indirdiğim herşeyi dinlemek hiç bilmediğim lezzetleri tatmak istiyordum. Dünyanın dört bir yanından hiç bilmediğimiz, duymadığımız müzikleri istediğimiz zamanda ve yerde istediğimiz kadar dinleme olanağı ortaya çıkmıştı.

İşte internetin, mp3’lerin yaygınlaştığı; birinci kuşak Rus veya Doğu Avrupalı sanatçıların yavaş yavaş sokaklardan çekilip, yerlerini yeni gelenlere bırakmaya başladığı zamanlarda, sanırım doksanların sonu ve iki binlerin başı olmalı, “Ciguli’nin Kardeşi” (ki o zamanlar bu adı da yoktu ve kimse onun varlığına dikkat etmiyordu muhtemelen) önce bir kemancı ile birlikte ara sıra Altona’da çalmaya başladı.

Tabii hasta bir dinleyici olarak müzik, hele balkanların müziği olunca hemen dikkatimi çekti. O dönemde bir de bir başka kemancı daha vardı daha sık Altona’da gördüğüm. Chagall’ın resimlerinden çıkmış gibiydi: O kadar benziyordu. Bir parmağı eksik bir kemancıydı.

Bir süre sonra küçük akordeoncu adam ve birlikte çaldığı kemancı partneri daha sık görülmeye başlandı. Sonra sanırım ayrıldılar ve ayrı ayrı çalmaya başladılar. Arada zaman zaman birlikte çaldıkları da oluyordu. Sonra kemancı olan hiç görülmez oldu. Belki vefat etti, belki memleketine gitti, belki başka yerlerde çalmaya.

Bizim küçü akordeoncu giderek daha fazla Altona’da görülmeye başlandı. Bir süre sonra Altona’dan başka yerde çalmıyordu artık.

Bir yerde yarım saatten fazla çalmak yasak olduğundan, yarım saat çalar, sonra ara verir bir sigara yakar başka bir yere geçer, sigarasını içtikten sonra yeni yerinde çalmaya başlardı. Ama bütün bunlar hepsi Altona’nın küçük alışveriş alanında olurdu.

Yıllar böyle geçti ve bir süre sonra dükkanlar da, yoldan gelip geçen altonalılar da bu kendi küçük ama müziği büyük sanatçıyı benimsediler.

O sıralar yavaş yavaş aramızda onun “Ciguli’nin Kardeşi” olduğuna dair sözler duyulmaya başlandı. O zamanlar Türkiye’ye gidemediğimden Ciguli’yi bilmiyordum. Adını duymuştum ama o piyasayı doldurmuş,  pespaye beşpara etmez sözde müzisyenlerden; özel savaş döneminin o korkunç çürüyüşünün bir ifadesi müzisyenlerden biri olmalı diye düşünüyordum.

Ciguli’nin kardeşi olduğunu duyunca, içimden, “eğer kardeş iseler herhaldei Ciguli de bizim küçük ve şapkalı Altonalı akordeoncumuz gibi harika bir müzisyendir,  Adam ne yapsın? Ekmek parası için oralarda şaklabanlık yapıyordur, milletin istediği şarkıları bu arsız ve görgüsüzlere söylüyordur” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Pek de yanılmamışım. Şimdi Marin için İnternet’te araştırma yaptığımda, Ciguli’nin müziğini keşfettim, mithiş bir müzisyen ve hele sesi. Bazı söyleşilerini okudum. Çürümenin bir kurbanı olmuş belli ki. Ciguli’nin değerini zerrece anlamamışlar.

Marin, “Ciguli’nin Kardeşi” Altona’da çalarken belki dil bilmediği için Almanlarla konuşup onlara derdini anlatamıyordu ama Altonalılar onun müziğinin dilini anlıyorlardı.

Türkiyedekiler ise belki Ciguli’nin dilini anlıyorlardı ama onun müziğinin ve kalbinin dilini anlamaktan uzak kendilerine hayran budalalardı.

Güle güle Marin, güle güle “Ciguli’nin Kardeşi”, isimsiz Çingene. Altona’nın fötr şapkalı küçük akordeoncusu, hemşehrim. Küçük Dev Müzisyen.

Selamını, akordeonun sesini özlüyorum.

Sanki hep çıkıp gelecek ve tekrar çalmaya başlayacakmışsın gibi bir duyguyla geçiyorum her gün çaldığın yerlerden.

Demir Küçükaydın

20 Ekim 2013 Pazar

 

Ek not: Ayrıca Bir ara Bealkan Karavan diye bir grup kurmuşlar kendi aralarında. Ama sürdürememişler. Çünkü provaya zaman ayıramıyormuş çalmaktan. Bu grubun birkaç parçası şurada dinlenebilir:

https://myspace.com/balkancaravan/music/songs

Hiç yorum yok: