“Ciguli’nin
Kardeşi”nin öldüğünü evvelki gün bir toplantıda öğrendim. Adının Marin Vasilev
olduğunu da. O bizler için hep “Ciguli’nin Kardeşi” idi. Almanlar için adı
Marin Vasilev’miş. Muhtemelen gerçek adı ise, bir Müslüman adıydı ve herkes
için bilinmez kalacak.
“Ciguli’nin
Kardeşi”, Ciguli’nin kardeşi değildi ama çok yakın bir akrabasıydı. Bir
keresinde söylemişti ama unuttum. Zaten fiziği bu yakınlığın en büyük
kanıtıydı.
Adı da
muhtemelen Marin Vasilev değildi. Marin Vasilev, muhtemelen Bulgar hükümetinin
Bulgar isimleri verme ve zorla Bulgarlaştırma döneminde verdiği isimdi. Çünkü Ciguli,
yıllar önce kendisiyle yapılmış bir söyleşide şöyle diyor:
“Yok hocam, Roman ne demek? Ben burada duydum bu sözleri. Gerçekleri konuşalım, ben Roman değilim. Romanca iki laf bilmiyorum. Annem babam Müslüman Türk. Adları, yerleri belli Haskova'da. Biz beş kardeşiz, ağabeyim İbrahim kalpten rahmetli oldu. Babam Hüseyin rahmetli Haskova'da hamaldı. Annem de fabrikalarda süpürgecilik yapardı, ağır işlerde çalışırdı. Ben küçükten beri düğünlerde kazandığım paralarla kardeşlerimi okuttum, çok yardım ettim onlara. Bulgarlar zorla adımızı değiştirdiklerinde bana Ahmet yerine Angel Yordanov Popov adını verdiler. Ama artık yok böyle şey, herkes istediği adı alır. Haskova'da beni Ahmet diye kimse bilmez, Ciguli dersen bebek bile benim eve getirir seni.”
Marin Vasilev
adı da “Ciguli’nin Kardeşi”ne böyle sonradan, devlet zoruyla verilmiş bir ad
olabilir. O da Almanlar için daha kabul edilebilir ve bildik olduğundan onlar
için bu adı kullanmış da olabilir. Çünkü Marin Vasilev Türkçe konuşurdu.
Bütün balkan
ülkelerinde Çingeneler Türkçe bilir ve aralarında genellikle Türkçe konuşurlar.
Sorulduğunda da Türk (veya Müslüman) olduklarını söylerler. Bu onlara belli bir
korunma da sağlar. Zaten bu nedenle öyle derler. Ne de olsa Türkiye bir
devlettir. Eskiden oralara egemen olmuş bir devletin devamcısı olduğu
iddiasındaki bir devlet. İsimsiz ve kimliksiz bir “Roman” veya “Çingene”
olmaktan daha iyidir. Ya da en azından böyle olması umulur. Ezilen
“azınlık”ların, binlerce savunma mekanizmasından biridir bu.
Ciguli’nin
Angel Yordanov Popov mu, Ahmet mi olduğunu nasıl kimse bilmiyorduysa ve bu bu
kimseyi nasıl ilgilendirmediyse, “Ciguli’nin Kardeşi”nin bilmediğimiz Müslüman
ismini veya Marin Vasilev olduğunu neredeyse kimse bilmiyordu ve bu kimseyi ilgilendirmiyordu. O Altona’nın Türkiyelileri
için “Ciguli’nin Kardeşi”; Almanlar
için o Altona’nın adeta maskotu ve akordeonunun sesiyle Altona resminin
ayrılmaz bir parçası olmuş “Akordeon
Çalan Adam”ıydı.
O resim
artık sesini kaybetti.
Resimlerin
sesi olur mu? Olur.
Bir yerden
geçerken hep aynı sesi duyarsanız, artık o ses ile o yerin görüntüsü arasında
kopmaz bir bağ oluşur.
Hatta koku
ile de böyledir bu. Resimlerin sesi gibi kokusu da olur eğer orada hep o koku varsa.
O
Altonalıların tanışmak isteyip de bir türlü tanışamadıkları, her sabah gün
doğmadan süt şişelerini kapıya bırakan sütçüydü.
Bir Altonalı
anne, Paula C yazmış “Spritzen
Meydanı’nın Akordeoncusu” adlı içten ve güzel yazısında:
“Akordeoncu yıllarca
günlük hayatıma eşlik etti. O her geçip giden günde ve soğuk veya sıcak her
havada Spritzen Meydanı’nda ya da Mercado’nun önünde çalıyordu. Dikkati çekecek
kadar küçük bir adamdı, takriben 1,55 boyundaydı. Bu küçük adam, her zaman
siyahlar giyinmiş ve kafasında bir şapka ve büyük bir vakarla dururdu.
Güldüğünde eksik dişlerinin boşlukları görülürdü. Birisi bana onan
Bulgaristanlı bir Roman olduğunu, akordeon çalarak tamamı Bulgaristan’da yaşayan
ailesini geçindirdiğini anlatmıştı. Benim gibi müzikten anlamayan bir insan bile
onun akordeonunu ustaca çaldığını anlayabiliyordu. Günlük hayatın
koşuşturmacası ve stresi içinde o benim için sakinleştirici bir değişmezdi ve müziğiyle
her zaman benim hüzünlü yanlarıma dostça dokunuyordu. Yaz akşamlarında oturma
odamın penceresini açtığımda uzaklardan sesi gelirdi. Bazen yanında başka
müzisyenler de olurdu, bir klarnet, bir gitar veya ikinci bir akordeonla ona
eşlik eden. Bu bileşimler de onun yalnız çalışı kadar harika çalarlardı.
Başlangıçta küçük kızımı onun
kutusuna para koyması için yollardım. Zamanla uzaktan selamlaşmaya başladık.
Burada olmadığı ve çalmadığı zamanlarda nerede yaşıyor acaba diye sorardım
kendi kendine. Ama tanımadığım insanlarla konuşmaktan çekindiğim için
soramazdım. Hergün yolumuz kesişirdi ama hiçbir zaman birbirimizle konuşmadık.
Kendimi Peter Bichsels’in, her gün sabah karanlığında sütü kapının önüne
bırakan sütçüye tanışmayı çok isteyen ama buna cesaret edemeyen ve beni çocukluğunda epey düşündüren bayan
Blum’u gibi hissediyordum.
Sonra birgün akordeoncu yok oldu.
Diğer Romalar gibi sürülmüş olabileceğini düşünüp dertleniyordum. O zamanlar
Hamburg Senatosunun Doğu Avrupalı Romanların sürülmesine katılmak gerektiğini
söylediği zamanlardı. Birkaç hafta geçti. Sonra tekrar gördüm. Bu sefer tüm
cesaretimi toplayarak onunla konuştum. Ne de olsa akibetimin Bayan Blum gibi
olmasını istemiyordum. Ama şunu anladım ki birkaç kelime dışında Almanca
bilmiyordu bu konuşmadan görülmediği dönem boyunca nerede olduğunu bile çıkaramamıştım.
(…)
Bu yaz tatilden geldiğimizde yine
ortalıkta görünmüyordu. Onun bu sefer de birgün yine ortaya çıkacağını
düşünüyordum. Sonra mahalleden bir tanıdığım Kalp krizinden öldüğünü söyledi.
Sonra Hinz und Kuntz’da hikayesini ve adının Marin Vasilev olduğunu öğrendim.
(…)
Gelecek hafta
17.00-19.00 arasında her zaman çaldığı yerde, Spritzen alanında açık ve müzikli
bir anma toplantısı yapılacak Marin Vasilev için. Dostları, arkadaşları ve
komşuları ona veda edecekler diye yazıyor davet metninde. Çok güzel bir fikir.
Hergün Spritzen Alanı’nından geçerken Akordeonun sesinin yokluğunu hissediyor
ve sesini özlüyorum.”
(Paula C, “Spritzen Alanı’nın
Akordeoncusu”)
Benim de “Ciguli’nin
Kardeşi”yle ilişkim ve duygularım aşağı yukarı aynıydı.
Ama farklı
olarak aynı dili oknuştuğumuzdan anlaşır ve sık sık hal hatır sorardık. Bir
kere bir arkadaşım hem onlara destek olmak hem de onların harika müziğini
dinleyip dinletmek için bir doğum gününe çağırmıştı ama gelen Türkiyeli
misafirlerin çoğu, Marin ve arkadaşının da değerini bilip anlamamışlar, birkaç
şarkı çaldıktan sonra susturmuşlar ve bizi nefis bir müzik ziyafetinden mahrum
bırakmışlardı. Onların gözünde o bir sokak çalgıcısı, belki dilenciden biraz
daha üstte bir yerlerde alt tabakadan bir insandı.
Marin harika
bir akordeon virtüözüydü. Her türlü müziği çalardı. Caz, Bles, Tango, Doğu
Avrupa, Yunan, Türk. Bilmediğini de çalması için iki kez dinlemesi yeterdi.
Çok güzel ve
yanık, çok geniş bir aralığı olan çok güzel bir sesi de vardı. Çok söylemezdi ama
bazan, kimbilir belki de memleketini özler, efkarlanır, Balkan havaları
söylerdi. Gizlice böyle söylediği anlara denk gelmeyi beklerdim. Rastladım mı
da hiç belli etmeden, ne kadar acele işim olursa olsun durur dinlerdim.
Kimbilir belki köklerim Balkanlarda olduğundan, küçücük bir çocukken
babaannemden duyduğum seslerin tınısını hatırlattığınıdan, çok etkilenirdim.
Çok isterdim
onu çalarken kaydetmeyi. Bir keresinde uzaktan bir grupla çalarken utanarak gizlice
kaydetmiştim. Ama bunu yapmak için izin istemeye bile cesaret edememiştim.
Acaba kırılır mı diyerek? Bu seslerin, bu tınıların uzayın sağır boşluklarında
bir daha hiç duyulmadan kaybolmasına gönlüm razı olmazdı. Keşke bu işlerden
anlayan birileri bunu yapsa diye düşünürdüm. (Maalesef o gizli yaptığım
kayıtlar artık yok. Silinmiş)
Ölmeden önce
en son bir kalp krizi geçirmiş. Hastahaneye kaldırılmış. Doktor hastahanede
kalmasını söylemiş. Sigortasız olduğu için masraf çıkar ödeyemem diye
hastahanede kalmamış. Bir süre sonra da yolda giderken yeni bir kriz geçirince
bu sefer hasahaneye bile yetiştirilemeden, düştüğü yerde bütün müdahalelere
rağmen kurtarılamamış.
Altonalılar
müzikten anlarlar. İyi bir müzik grubu gelip de çarşıda çalmaya başlayınca, hemen
etrafı dolar, küçük bir konser salonuna dönüşür sokak. Genç anneler veya
babalar, çocuklarının eline para verip, müzisyenin kutusuna atmaya yollarlar.
Böylece küçücük tay tay yürüyen çocuklarını bile müzik ve ona değer verme
konusunda eğitirler. O küçük çocuklar bazan hiç kimseye aldırmadan, orta
boşlukta müziğin ritmine uyup oynamaya çalışırlar. Çok güzel, sıcak, sevgi ve
müzik dolu bir ortam oluşur.
Altona büyük
bir şehrin ortasında bir köy gibidir. Herşey tanıdıktır, herkesin bir şekilde
birbirine göz aşinalığı vardır. bilinmez, yabancı, anomim bir ortamda değil;
bildik bir ortamda, mahallesinde, köyünde hisseder insan kendini. Ama insanlar,
eğer başka vesilelerle tanışmamışlarsa, birbirlerine bir yabancıya gösterilen
mesafe ve saygıyla davranmaya, rahatsız etmemeye özen gösterirler.
Geçenlerde
bir yazar, uygarlık (ya da buna şehirlilik de diyebiliriz) üçüncü şahsın ya da
tanımadığının tanımadığının hakkına saygıdır diye yazmıştı. Altona’da birbirine
aşina olanların birbirine yabancı gibi davrandığı, bir köydeki sehir havası
vardır, ilginç bir alaşımdır; İstanbul’daki gibi şehirdeki bir köy değildir. Bu
alaşımın benzeri eski İstanbul’un Hıristiyan ve Müslüman karışık mahallelerinde
olurdu.
Sanırım
Marin’i Altona’ya bağlayan buydu.
Marin
çalarken bir konser salonuna dönüşmüyordu etrafı. Bu onun müziğine değer
verilmediğinden değil. Aksine herkez gizlice onun müziğinin bildik sesleriniyle
karşılacağından emin olduğu için, artık Altona’nın bir parçası, “bizden biri”
olduğu için, aşina olunduğu için, özel alkışların muhatabı değildi. Ama
Altonalıların sesiz ve görünmez koruyuculuğunu hissediyor olmalıydı. Çünkü
bunca yıl içinde Altona’dan birçok müzisyen geldi geçti ama o hep kaldı. Marin
biraz da sağlık gibi değeri yokluğunda anlaşılanlardandı.
İstanbul ve
Kadıköy; İzmir ve Karşıyaka ne ise biraz da Hamburg ve Altona da öyledir. Artık
Hamburg’un bir parçasıdır. Ama hala kendi kişiliğini ve kimliğini koruyan,
başka bir ruhu olan bir parçası.
Hamburg su
seviyesinde suyun yanındadır. Altona yüksektedir. Hamburg daha kapitalizm
öncesi çağlarda Yahudileri koğuşturup ve sürerken, o sürülen Yahudiler
Altona’ya yerleşmişlerdir. Hamburg’tan Altona’ya geçiş olan yolun adı Büyük
Özgürlük’tür. Altona’ya geçiş bir özgürlüğe geçiş sayılmıştır. Sanayi Devrimi
ile birlikte Altona bir işçi ve fabrika semtine dönüşür. Sosyal Demokrat ve
Komünist partilerin geleneği yerleşir. Sigara fabrikalarında, işin yeknesaklığı
nedeniyle işçiler aralarından birinin işini yaparlar ve onu kitap ve gazete
okumakla görevlendirirler. Bir zamanların bu sigara fabrikalarının entelektüel
işçilerinin bile bir geleneği hissedilir sanki havada. Faşizm hiçbir zaman tam
ele geçirememiştir Altona’yı, en geç ve güç düşen yerlerden biridir. Savaş
sonrasında yabancı işçiler doldurur Altona’nın fabrikalarını ve evlerini. 68’le
birlikte öğrenciler, aydınlar da. Böylece eski özgürlükçü ve kozmopolit gelenek
sürer. Son yıllarda geliri iyi medya çalışanları akın ettilerse de bütün
dünyada olduğu gibi, Altona onların saldırısına karşı kendini savundu ve onları
da yavaş yavaş özümsedi ve özümsüyor.
Fatih Akın, Altonalıdır.
Onun filimlerine yansır Altona’nın bütün bu ruhu. Altona üzerine bir film
yapmaktan Altona’nın atmosferini bozar, birden onu ilgi merkezi haline getirip
ticarileşmesine yol açar diye korktuğunu duymuştum. Ne derece doğrudur
bilmiyorum ama gerçek olabilir; Altona’nın sessiz ve koruyucu dayanışmasıdır bu.
İşte
Altonalılar için Marin de bir parça Altona’ydı. Sessizce benimsenmişti. Bu
küçük adam da orada belli ki kendini daha korunmuş ve rahat hissediyordu.
Ve
Altonalılar, öldüğünde, onu yine bir sokak konseriyle, Evsiz Barksızların
gazetesindeki yazı ve denemeleriyle andılar.
(Veda Konserinden
bir bölüm şurada izlenebilir:
Bu da yine
flamengo ile veda:
https://youtu.be/AxuLglMebSE
Altona’da alışveriş
caddesinde çalarken:
Bu da başka
bir kayıt:
https://youtu.be/Jb0V0uyWs0A
*
“Ciguli’nin
Kardeşi”ni ilk nasıl tanıdım?
Avrupa’ya
sürgüne geldiğim yıllarda sokaklarda genellikle Latin Amerikalılar çalardı.
İnti İllimani’nin veya benzerlerinin parçaları. Tabii genellikle de El condor pasa. Sanırım Şili’deki
darbeden kaçıp burada ekmek parası peşine düşenlerdi çoğu. Tabii Alman Sokak
müzisyenleri veya bazan geçici olarak bir araya gelen gruplar. O zamanlar
yabancı gençler arasında robot dansı yaygındı. Bir de sık sık bu görülürdü.
Sonra
Sovyetler ve Doğu Avrupa’nın çöküşü geldi. Senfoni orkestralarının veya operaların
birinci sınıf sanatçıları batı Avrupa’nın sehirlerinin sokaklarını doldurmaya
başladılar üç kuruş kazanıp ekmek paralaını çıkarabilmek ve ailelerine üç beş
kuruş götürebilmek için. Kimi akıllı girişimciler bu “sokağa düşmüş” çok
değerli sanatçıları alıp ucuza çalıştırıp, birinci sınıf programlar yaparak
epey karlar ettiler.
Ama yavaş
yavaş o “sokağa düşmüş” sanatçılar da ilişkileri ve insanları tanıyıp biraz
toparlanarak sokaklardan kurtuldular. Daha sonra daha kenar bölgelerin
sanatçıları onların boşalttığı yerleri oldurmaya başladı. Balkanların çingeleri
gelmeye başladı. Bunlardan Koçani
gibi gruplar oluşturanlar da sık sık konserler vermeye geliyorlardı. Onları
Moğollar izledi.
En son,
Moğolistan’dan gelen, aynı anda birkaç sesin gırtlaktan çıkarıldığı, Tibet’teki
budist rahiplerin de kullandığı bambaşka bir müzik türünü yapanlar görülüyordu.
Bu müzik türüyle ilk kez Cengiz Blues
diye bir filmde karşılaşmıştım. “Allah Allah, Cengiz ile Bules’un ne ilişkisi
olabilir” diye meraktan gitmişim. Nefis bir yarı belgesel film görmüştüm.
Sovyetlerdeki Tuva bölgesinde yaygın bir müzik türü ve bu alandaki bir büyük
sanatçı ile New York’lu siyah bir Blues şarkıcısını anlatıyordu. Çok sonra
Moğolistan ya da yakın bölgelerden benzer müzikleri yapan gruplar Avrupa
sokaklarına gelmeye başlamıştı.
O aralar
CD’de kapladığı yerden on misli küçük bir alana sıkıştırılabilen ve insan
kulağı hissetmediği için işitilen müzikte bir kalite kaybı da olmayan mp3 denen
yöntemle müziği sıkıştırma yöntemleri geliştirildi. Yine aynı sıralar internet
ve kitlesel kullanımı yaygınlaşmaya başlamıştı. Ve bu arada Napster diye bir program yayılmış,
eldeki müzikleri dijitalize edip sıkıştırıp mp3 yaparak başkalarıyla paylaşma
ve başkalarının müziklerini indirme olanağı ortaya çıkmıştı.
O açlıkla
yirmidört saat müzik indiriyor, çoğaltıp arkadaşlara veriyor, indirdiklerimi de
geceleri takside çalışırken sürekli dinliyordum. Önümde yapyani ufuklar
açıldığı için de sürekli müzik indiriyor, indirdiğim herşeyi dinlemek hiç
bilmediğim lezzetleri tatmak istiyordum. Dünyanın dört bir yanından hiç
bilmediğimiz, duymadığımız müzikleri istediğimiz zamanda ve yerde istediğimiz
kadar dinleme olanağı ortaya çıkmıştı.
İşte internetin,
mp3’lerin yaygınlaştığı; birinci kuşak Rus veya Doğu Avrupalı sanatçıların
yavaş yavaş sokaklardan çekilip, yerlerini yeni gelenlere bırakmaya başladığı
zamanlarda, sanırım doksanların sonu ve iki binlerin başı olmalı, “Ciguli’nin
Kardeşi” (ki o zamanlar bu adı da yoktu ve kimse onun varlığına dikkat
etmiyordu muhtemelen) önce bir kemancı ile birlikte ara sıra Altona’da çalmaya
başladı.
Tabii hasta bir
dinleyici olarak müzik, hele balkanların müziği olunca hemen dikkatimi çekti. O
dönemde bir de bir başka kemancı daha vardı daha sık Altona’da gördüğüm.
Chagall’ın resimlerinden çıkmış gibiydi: O kadar benziyordu. Bir parmağı eksik
bir kemancıydı.
Bir süre
sonra küçük akordeoncu adam ve birlikte çaldığı kemancı partneri daha sık
görülmeye başlandı. Sonra sanırım ayrıldılar ve ayrı ayrı çalmaya başladılar.
Arada zaman zaman birlikte çaldıkları da oluyordu. Sonra kemancı olan hiç
görülmez oldu. Belki vefat etti, belki memleketine gitti, belki başka yerlerde
çalmaya.
Bizim küçü
akordeoncu giderek daha fazla Altona’da görülmeye başlandı. Bir süre sonra
Altona’dan başka yerde çalmıyordu artık.
Bir yerde
yarım saatten fazla çalmak yasak olduğundan, yarım saat çalar, sonra ara verir
bir sigara yakar başka bir yere geçer, sigarasını içtikten sonra yeni yerinde çalmaya
başlardı. Ama bütün bunlar hepsi Altona’nın küçük alışveriş alanında olurdu.
Yıllar böyle
geçti ve bir süre sonra dükkanlar da, yoldan gelip geçen altonalılar da bu kendi
küçük ama müziği büyük sanatçıyı benimsediler.
O sıralar
yavaş yavaş aramızda onun “Ciguli’nin Kardeşi” olduğuna dair sözler duyulmaya
başlandı. O zamanlar Türkiye’ye gidemediğimden Ciguli’yi bilmiyordum. Adını
duymuştum ama o piyasayı doldurmuş,
pespaye beşpara etmez sözde müzisyenlerden; özel savaş döneminin o
korkunç çürüyüşünün bir ifadesi müzisyenlerden biri olmalı diye düşünüyordum.
Ciguli’nin
kardeşi olduğunu duyunca, içimden, “eğer kardeş iseler herhaldei Ciguli de
bizim küçük ve şapkalı Altonalı akordeoncumuz gibi harika bir müzisyendir, Adam ne yapsın? Ekmek parası için oralarda
şaklabanlık yapıyordur, milletin istediği şarkıları bu arsız ve görgüsüzlere
söylüyordur” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Pek de
yanılmamışım. Şimdi Marin için İnternet’te araştırma yaptığımda, Ciguli’nin
müziğini keşfettim, mithiş bir müzisyen ve hele sesi. Bazı söyleşilerini
okudum. Çürümenin bir kurbanı olmuş belli ki. Ciguli’nin değerini zerrece
anlamamışlar.
Marin,
“Ciguli’nin Kardeşi” Altona’da çalarken belki dil bilmediği için Almanlarla
konuşup onlara derdini anlatamıyordu ama Altonalılar onun müziğinin dilini
anlıyorlardı.
Türkiyedekiler
ise belki Ciguli’nin dilini anlıyorlardı ama onun müziğinin ve kalbinin dilini
anlamaktan uzak kendilerine hayran budalalardı.
Güle güle
Marin, güle güle “Ciguli’nin Kardeşi”, isimsiz Çingene. Altona’nın fötr şapkalı
küçük akordeoncusu, hemşehrim. Küçük Dev Müzisyen.
Selamını,
akordeonun sesini özlüyorum.
Sanki hep
çıkıp gelecek ve tekrar çalmaya başlayacakmışsın gibi bir duyguyla geçiyorum
her gün çaldığın yerlerden.
Demir
Küçükaydın
20 Ekim 2013
Pazar
Ek not:
Ayrıca Bir ara Bealkan Karavan diye bir grup kurmuşlar kendi aralarında. Ama
sürdürememişler. Çünkü provaya zaman ayıramıyormuş çalmaktan. Bu grubun birkaç
parçası şurada dinlenebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder