1 Temmuz 2013 Pazartesi

Kürt Hareketi ve Gezi Hareketi

Gezi Hareketi ve Kürt Hareketi birleşmeden ikisinin de bir başarı, yani Türkiye ve Orta Doğu’nun, demokratikleşme şansı yoktur.
Ama birleşebilmeleri için önce kendi içlerinde bölünmeleri gerekmektedir.
Sınıflar mücadelesinde ve onun yoğunlaşmış ifadesi olan politikada, birilerini kaybetmeden birilerini kazanamazsınız, birileriyle bölünmeden birileriyle birleşemezsiniz.
Kanarya sevenleri birleştirmek istiyorsanız, kanarya sevmeyenlerle bölünmek zorundasınızdır.  “Yok, ben kanarya sevenleri ve sevmeyenleri de birleştireceğim, kimseyi ötekileştirmeyeceğim” diyorsanız, kanarya seven ve sevmeyenlerin birleşemeyeceğini, kanarya sevenlerin ancak kanarya sevmeyenlerle bölünerek birleşebileceğini savunanlarla bölünürsünüz, onları “ötekileştirirsiniz.  Sorun hiçbir zaman bir birleşme veya bölünme sorunu değildir. Çünkü her birleşme bir bölünmedir. Soru, kiminle birleşildiği, kiminle bölünüldüğüdür; kimin ve neyin “ötekileştirildiği”dir, “ötekileştirmemek” mümkün değildir.
Türkiye’nin, Kürdistan’ın ve daha doğrusu Orta Doğu’nun kaderini bu iki hareketin birleşip birleşemeyeceği belirleyecektir. Ama birleşebilmek için, Gezi Hareketi Türk Milliyetçileriyle, Kürt Hareketi de Kürt Milliyetçileriyle bölünmek zorundadır.
Her iki hareket de birbirinden bağımsızca birbirleriyle birleşme, Kürt ve Türk milliyetçileriyle bölünme eğilimi ve potansiyeli taşıdığını göstermiştir, ancak bu potansiyelin ve eğilimin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, bunun için yeterince cesur ve kararlı adımlar atıp atamayacakları, onların içindeki mücadeleye bağlıdır.
İkisi de bu eğilimi göstermiştir ama ikisi de bunun için gerekli teorik ve politik donanımdan yoksundur.
Uluslar ve ulusçuluk hakkında teorik hazırlıktan yoksun oldukları için demokratik bir tarih yazamamışlardır ve demokratik bir ulus programları yoktur.
Teorik donanım ve hazırlıktan yoksunluk, uluslar ve ulusçuluk konusunda tamamen gerici ulusçuluğun kavramlarıyla düşünmeye böyle bir tarih ve program yazmaya yol açmaktadır.
Örneğin, bu konuda epey bir çaba harcayan, demokratik bir ulusçuluğu savunduğunu söyleyen Öcalan’ın bile demokratik bir ulusçuluğun kavramlarından yoksun olduğu için, Newroz mesajında Kürt ve Türk kardeşliğinden; İslam kardeşliğinden söz etmesi, Ermenileri, Rumları, Süryanileri, Alevileri, Hıristiyanları yaralamış; “barış süreci”ne mesafe koymalarına, “barış süreci”ni coşku değil kuşku ile karşılamalarına yol açmıştır.
Pers ve Anadolu-Mezopotamya uygarlıklarının aralarındaki mücadelelerinde, Anadolu'nun neolitik köy komünü ve göçebe Kürt komününü yedekleme çabalarını Türk-Kürt veya İslam kardeşliği olarak tanımlamak, tarihi uluslar tarihi olarak görmek ve gerici ulusçuluğun ulus tanımlarıyla düşünmenin acı sonuçlarını ortaya çıkarmıştır.
Her iki hareket de, Kürtlüğün ve Türklüğün hiçbir politik anlamının olmadığı bir demokratik ulusçuluğu programlaştırmaktan çok uzaktırlar. Yani teorik hazırlıksızlık, demokratik bir programdan yoksunlukla sonuçlanmaktadır.
Bu yoksunluğu içine girildiği görülen büyük kitlesel mücadelelerin okulunda hızla öğrenip giderebilirler mi? Bu sorunun cevabı ortadadır.
Ama bunun için bizim yazdıklarımızla ve geliştirdiğimiz Marksist ulus tanımıyla tanışmaları gerekmektedir. El yordamıyla teorik bir hazırlık olmadan da zayıf bir ihtimal olsa da benzer sonuçlara da ulaşabilirler.
Diğer yandan, bu hareketlerin karşılıklı etkileşimleri de çok önemlidir. Çünkü birinin gösterdiği kararsızlık diğerindeki kararsızlığı; birinin gösterdiği kararlılık, diğerindeki kararlılığı besleyecektir.
Diğerinin kararsızlık ve yalpalamalarını anlayışla karşılayarak, bıkmadan, sabırla ikna etmeye çalışacak esnekliği ve direngenliği gösterip gösteremeyecekleri de henüz belirsizdir.
*
Bu belirsizliğin çapı için somut bir örnek verelim. Kürt Özgürlük Hareketi 30 yıldır (1983-2013) Türkleri kendi yürüttüğü mücadelenin ayrılmak değil, gereğinde ayrılma veya ayrılmamaya karar verecekleri demokratik bir ülke olduğuna ve demokratik bir ülkede yaşıyorlarsa ayrılmalarına da gerek olmayacağına ikna etmeye çalıştı. Hiçbir zaman Türk düşmanlığı yapmadı. Derneklerinde, yayınlarında her zaman sistemli olarak Türk devrimcilerin resimleri ve yaptıkları övüldü ve hareket kendini aynı zamanda onların devamcısı olarak gördü. Türk sosyalistlerini meclislere taşıdı. Kendi içinde birçok Türk gerilla ve komutanlar bulundu. Bunlar çoğaltılabilir.
Ve bu 30 yıl boyunca neredeyse bu çabalar çok küçük bir sosyalist ve demokrat kesim dışında yankısız kaldı ve Türk ezilenlerine ulaşamadı.
Ancak şimdi tam da Türklerin yavaş yavaş hareketlendiği, yavaş yavaş Kürtlere gözlerini ve kulaklarını dikmeye başladığı şu son birkaç ay içinde Kürt hareketi bu son 30 yılda bütün yaptıklarını, kendi eliyle yıkar gibi bir görünüm sergiliyor.
Kürt Özgürlük Hareketi adeta okyanusu aşıp derede boğulma tehlikesiyle yüz yüze bir görünüm sergilemektedir.
Örneğin Cuma akşamı ve Cumartesi ve Pazar, Gezi hareketinin Kürt Hareketinin yıllardır boşta kalmış eline elini uzattığı en kritik iki gündü. Bunun için kendi içindeki ulusalcılarla kopuşmayı, destekçilerinin önemli bir kısmının desteğini yitirmeyi göze almıştı. Böylesine önemli bir olay, yıllarca bunun için çaba sarf etmiş Kürt medyası ve hareketince adeta görmezden gelindi.
Kürt hareketinin yıllardır izlediği çizgiyle uyumlu bir davranışı şu olabilirdi. Bu olayı tüm Kürt hareketinin gündemine taşımak, önemini belirtmek, yıllardır izlenen ve hareket içindeki sağcılarca hep hor görülmüş Apocu çizginin doğruluğunun bir kanıtı olduğunu göstermek.
Peki, Cumartesi ve Pazar günü Özgür Gündem veya diğer medyaya baktığınızda böyle bir mesaj var mı? Yok. Aksine bütün bunlar görmezden geliniyor, Sırrı Sakık’ın Gezi Hareketine AKP ve Erdoğan’dan yana onunla aynı telden çalan konuşmaları ise buna tüy dikiyor.
Normal zamanlar olsa bu tür yalpalamalar, kararsızlıklar, gecikmeler bir ölçüye kadar anlaşılabilir, ama hızlı zamanlarda yaşanıyor. Otuz yılların otuz günlerde yaşandığı zamanlardayız. Kürt hareketinin otuz yolda kat ettiği yolu Gezi Hareketi otuz günde aştı. Hem de bunu bu otuz günde, kendi içindeki ulusalcılara karşı mücadelesinde Kürt hareketinden hiçbir destek görmeden yaptı denebilir. Kürtler daha başından bu harekette yer alsalardı, hareket ulusalcılara daha erken ve daha açık tavır alabilir, bir ayda aldığı yolu bir haftada aşabilir ve şimdi çok daha ileride olabilirdi
*
Peki, neden böyle?
Bunun sınıfsal, politik nedenleri var. Elbet başka nedenler de var ama biz kısaca bunlara değinelim.
Birincisi, Kürt Hareketi içinde plebiyen (yoksullara dayanan) diyebileceğimiz, Öcalan, PKK, Kandil’in ve BDP içinde de çok küçük bir genç ve sosyalist milletvekilleri tarafından temsil edilen bir kanat vardır. Hareketi başlatan ve en örgütlü güç budur. Kürt burjuvazisinin olağanüstü korkaklığı ve zayıflığı çok özel tarihsel koşullar, böyle tanımlanabilecek bir gücün önderliği ele geçirmesine olanak sunmuştur. Plebiyen diyoruz. Neden?
Modern toplumda iki modern sınıf dışında bağımsız program geliştirme ve önderlik etme yeteneğinde olan sınıf yoktur. Burjuvazi ve İşçiler.
PKK burjuvaziye dayanmaz. Ama ne tam köylüdür, ne de tam işçidir. Ruhça köylü, toplumsal konumca işçi bir özellik taşır. Bunu en iyi ifade edebilecek kavram plebiyen olabilir.
Ancak ulusal baskı, sadece ezilen sınıfları değil, tüm sınıfları kapsar. Dolayısıyla ulusal harekette bütün sınıflar yer alır. Normal olarak, ulusal hareketlere burjuvazi önderlik eder ve PKK gibi örgütlerin radikalizmini, Bask’ta ya da Filistin’de olduğu gibi, kendi politikalarının bir aracı olarak kullanır.
Kürt hareketinin özgünlüğü ve gözleyenleri şaşırtan yanı, durumun tam tersi olmasıdır. Kürt hareketini bu plebler yönetmektedir ama burjuvaziyi, kendi politikalarının bir aracı olarak kullanmaktadır.
Ve tam da bu plebiyen (yarı köylü) tabanı ve yapısı nedeniyle PKK genellikle şehirleşen ve Türkiye’nin batısına giden Kürtleri ve işçileri örgütlemekte başarısızdır. Köylülük şehrin kapılarında kültürel sınırlarına dayanır.
Bunu şu örnekte görmek mümkündür. Feodal baskıya karşı gerillaya giden kadın için, cinsel yasaklar ve perhiz bir koruma sağlar. Ama Modern şehre gelmiş fabrikada çalışacak, şehir hayatına karışacak kadın için, bunlar işlevsizdir. Hareketin ona dağa çık demekten başka söyleyeceği bir şey yoktur. Ama AKP, türbanla ona şehir hayatına karışması için cinsel yasağın sağladığı korumayı sağlar. Başına türbanı takan, İstanbul veya Berlin’e gelmiş Kürt kızı,  kendisine fahişe denme korkusu olmadan sevgilisiyle el ele dolaşıp tenhalarda öpüşebilir. Elbet laik bir hareket olarak, PKK’nın türban kompleksi yoktur ama laiklik bir bayrak olarak bu aracı kullanmasının da önünde bir engeldir örneğin. Bu silaha ve bayrağa politik İslam sahiptir. Bu nedenle AKP Kürt işçilerin oylarını verdiği esas parti olarak kalır.
Bu plebiyen yapı onu AKP karşısında zayıf düşürdüğü gibi, Kürt burjuvazisi karşısında da zayıf düşürür. Burjuvazi, modern, eğitimli bir sınıftır. Neredeyse bütün legal platformlar Kürt burjuvazisinin kontrolündedir. Belediyeler, legal partiler, dernekler, hukuki ve diplomatik organlar vs.. Dağlarda burjuvaziyi bulmak zordur ama derneklerde, belediyelerde, medyada, legal Kürt partilerinde esas bütün kritik noktalarda bulunan ve tonu belirleyen burjuvazidir.
Kürt plepleri ya da PKK veya Apocular, burjuvaziyi bir yandan kendi bayrağı altında tutup onun gücünden yararlanmak; diğer yandan onlara ipleri kaptırmamak gibi çelişkili bir iş yapmak zorundadır. Bu sorunu çözmek için son derece sıkı, Apocu ideolojiyle donanmış, dikkatlice ayıklanmış, bir örgüt yapısını korumak; burjuvaziyi olabildiğince atomlarına ayrılmış ve örgütsüz bırakmak; diğer yandan onları arkadan komiserlerle kontrol etmek;  başlarından sopayı eksik etmemek zorundadır.
Fransız ve Rus devrimlerinde çok ince bir katman olan devrimin öncüsü işçiler, sınıfsal konumlarıyla karşı devrimci saflarda yer alabilecek uzmanların bilgilerinden yararlanmak için “Komiser” mekanizmasını bulmuştur. Teknik bilgi, komiser’in siyasi denetimi altında kontrol edilerek devrimin hizmetinde kullanılmaya çalışılmıştır.
PKK’nın durumu da benzerdir: Burjuvazinin ilişkilerini, bilgisini vs. komiser benzeri bir mekanizmayla kontrol altında tutmak. KCK aslında bu pleblerin burjuvazinin başında duran demokles kılıcı komiserlerinden başka bir şey değildir.
Ancak kullanalar her zaman aynı zamanda kullanılırlar. Kürt burjuvazisi de adım adım, sistemli bir şekilde ele geçirdiği bu legal alanlarda kendi mesajını daha güçlü olarak verir. Politikada neyi söylüyorsanız onu söylemiş olursunuz. Kürt hareketinin kitlesi üzeninde, belki örgütsüz ama derinden derine yerleşen, Öcalan’ın etkisini sürekli kemiren burjuvazinin artan etkisi vardır.
Bir yanda Apo’nun cilt cilt eserlerini ve onun okuduğu kitapları okuyan pleblere dayanan bir örgüt yapısı; diğer yanda tüm medyayı ve legal dernekleri ele geçirmiş aslında Apoculuğun düşmanı ama bunu hiçbir zaman açıkça ifade etmeyen, hatta bu düşmanlığını Apo bayrağıyla yapan geniş bir Kürt hareketi.
Apocuların bin bir yoldan kendilerini kemiren, saptıran, sabotaj yapan bu etkilere karşı ne kadar direnebileceği ortadadır. Ve sonuç büyük ölçüde gezi hareketine bağlıdır.
*
Apocu hareketin burjuvaziye karşı iki dengesi vardı. Biri kadınlar, diğeri Kürtlerle dayanışan Türk sosyalistleri.
Türk sosyalistleri uzun yıllar genellikle geçmişin, 12 Mart ve sonrası kahramanlarının anısı; PKK’nın kurucuları arasında da bulunan Türk kökenli kahramanlarının anısı öne çıkarılarak bir denge olarak korunmaya çalışıldı.
Bu nedenle, burjuvazi, uzun yıllar Apo’ya, Apoculara doğrudan saldıramadığı için onun çizgisine saldırısını Türk sosyalistlerine saldırı üzerinden veya Kemal Pirlerin, Deniz Gezmişlerin yerine Şeyh Sait ve benzerlerini öne çıkararak sürdürmeye çalıştı. Kat edilen yol terminoloji ve bu ikonografinin medyadaki yoğunluğu üzerinden izlenebilir.
En tipik örnek Kürdistan ve Kürt sözcükleridir. Eskiden, Kürt hareketi, hep Kürdistan derdi, hedefinin demokratik ve tüm halkları kapsayıcı özelliğini vurgulamak için; son yıllarda ise Kürt, Kürdistan’ın yerini almış durumda. Bu değişim bile, PKK’nın burjuvazinin bu karşı durulmaz ilerlemesi karşısında PKK’nın kaybettiği alanları çarpıcı biçimde gösterir. Bunun sonuçları da görülmektedir.  PKK’ya yıllardır pek az başka kökenlerden insan katılmaktadır örneğin. Özgür bir Kürdistan veya Ortadoğu için bir Asurî, bir Türkmen de savaşabilir ama “Kürtler’in statüsü” için bunu desteklese bile içinde yer almaz.
Burjuvazinin bu sabırlı ve sistematik saldırısı, PKK’nın çağrısının uzun yıllar da yankısız kalması ve ABD’nin Barzani’ye sunduğu koruma ile çok etkili oldu ve Apocular geniş alanları terk etmek zorunda kaldılar.
Şimdi ilk kez, yıllardır yapılan çağrıya yankı geldiğinde, birdenbire Öcalan’ın çizgisi doğruluğunu kanıtladığında, burjuvazi bugüne kadar elde ettiği mevzileri kaybetme korkusuyla, bütün güçlerini öne sürdü. Türkiye tarihinin bu en önemli olayını ve kitle hareketini önemsiz hatta ulusalcı göstermeye girişildi ve hükümete arka çıkan beyanatlar yapıldı.  
Öcalan’ın Gezi’yi selamlaması, Karayılan ve Karasu’nun mesaj ve yazıları, Delil Karakoçan’ın yazıları sanki kızgın bir demirin üzerine dökülmüş bir su gibi buharlaşıverdiler ve pratik hiçbir karşılık bulmadılar. Aksine sanki alay ederce, şu son üç gün içinde de görüldüğü gibi en kritik günler ve mesajlar görmezden geldi, Kürtlerden gizlendi ve önemsizleştirildi.
Bu sadece bir anda işlevsizleşme ve sağlanmış etkinin kaybedilmesi korkusu değildir, aynı zamanda açık bir savaş ilanıdır. Apocular ise sanki böyle bir şey yokmuş gibi davranmaktadırlar şimdiye kadar; bunu görmezden gelmektedirler.
Bu yanlış bir bilgilenme ile mi ilgilidir yoksa artık tam da yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişken gücün bitmesiyle mi ilgilidir bilmiyoruz. Ama ortada garip bir durum da var.
Bu gerip durum şu verilerde gözlemlenebiliyor.
Öcalan ilk görüşmede Gezi’yi selamladı, ancak sonrakilerde bu konuda nedense bir tek söz bile etmedi. Öcalan, en küçük bir gücü bile dikkate alan ciddi bir stratejidir. Ortada “barış Süreci”nin aslında bir pazarlık olmadığını, mücadelenin sadece biçim değiştirdiğini bizzat kendisi söylemiş bulunuyordu. Bunu söyleyen Öcalan’ın, biraz da başlattığı “barış süreci”nin sonucu olarak Türkiye’nin batısında yüz binler sokaklara dökülmüşken ve böylesine devasa adımlar atarken bu harekete böylesine sessiz kalması anlaşılabilir bir durum değildir. Ya Öcalan'ın haber kaynakları sınırlıdır ve gidenler ona gerçeği anlatmamaktadır ya da onun söylediklerini doğru yansıtmamaktadırlar. Sırrı Süreyya’nın hükümet tarafından engellenmesi bu olasılığı güçlü kılmaktadır. Sırrı Süreyya’nın anlatacağı bir Türkiye tablosu Öcalan’ın başka şeyler söylemesine yol açar. Keza eğer Öcalan bir şeyler söylemişse, onu dışarıya yansıtmasına da.
(Elbet ortada bir ikinci olasılık daha vardır: Öcalan’ın da bu hareketi ve kotlarını kavrayamamış olması. Bu çok küçük bir olasılık değildir. Bu modern ve şehirli hareketin kotlarıyla Kürt hareketinin kotları çok farklıdır; arada kültürel bir uçurum da vardır. Bu nedenle Öcalan da eski dünyaya ve onun kavramlarına bağlı olarak, bu kültürel uçurumları aşıp politik anlamını kavrayamayabilir.)
Öcalanınkine benzer bir durum Murat Karayılan’da da görüldü. Karayılan önce hareket soğuk duranlara karşı bir mesaj vermişti. Ancak Selahattin Demirtaş’ın ziyaretinden sonra, hareketin taktik hatalar yaptığından söz eden bir beyanat verdi.
Hâlbuki hareket taktik ya da stratejik bir hata yapmadı ve yapamazdı da. Çünkü karar alma olanağı ve olasılığı yoktu. Kararın olmadığı yerde hata mümkün değildir (Bu da hareketin kavranamamasının bir göstergesi olabilir. Karar almayan ve alamayan bir hareket tasavvurun ötesinde kalabilir.)
Kaldı ki, Karayılan’a düşen, Kürt hareketinin bu kendiliğinden patlayan hareket karşısında neredeyse stratejik hata yaptığına vurgu yapmaktır. İçinde yer alıp, onu daha radikal demokratik bir çizgiye çekip, mücadele içinde bu güçlerin birbirini tanımasını sağlayacak yerde, “biz Kürtler” diyerek ayrı durmanın gerici niteliğine dikkati çekmesi beklenirdi. Yani Demirtaş’la görüşmeden önce Karayılan daha iyi bir çizgideyken görüştükten sonra pozisyonda bir gerileme görülmektedir.
Demirtaş ise, son aylarda, Kürt hareketi içinde burjuvazinin çizgisinin sadık bir izleyicisi olduğunu, en kritik noktalarda verdiği demeçlerle açıkça göstermiş bulunuyor. Dolayısıyla Kandil’e yanıltıcı bilgiler vermiş olabilir. Öcalan’la görüşen ve Kandil’e gidenlerin ikisi de Kürt burjuvazisinin eğilimlerini yansıtmaktadırlar.
Ve nihayet, burada konjonktürel bir duruma değinmek gerekiyor. KCK’nın tutuklamaları boşuna değildir. Bu tutuklamalar, Kürt harakati içindeki burjuvazinin etkisini arttırmak;  önünü açmak; pleplerin burjuvazinin sırtındaki sopasını kırmaktan başka bir anlama gelmemektedir. KCK tevkifatı, Erdoğan’ın Kürt burjuvazisine veya Barzanicilere verdiği bir destektir. Bu büyük tutuklama dalgası ve hareket yeteneğini kısan baskılar, PKK’nın kontrolünü azaltmış olabilir. Bu nedenle doğru dürüst bir tepki gösterilemiyor olabilir.
*
Peki, bu durum karşısında Gezi Hareketi ne yapmalıdır?
Yıllarca Kürt hareketine uzak durmuş Türk sosyalistleri ve ulusalcılar, Kürt hareketin bu durumunu fırsat bilip, bakın Kürtler bizi sattı, Erdoğan’a destek verdi diyerekten, yıllardır birikmiş kin ve nefretlerini kusarak, Gezi Hareketi’ni tekrar ulusalcı ve AKP karşıtlığıyla sınırlı, soyut bir antikapitalizm ve anti-emperyalizm çizgisine çekmek istemektedirler.
Bir kere bunlara karşı kesin tavır gösterilmeli. Hareketin Kürtleri ve Müslümanları kazanmadan hiç bir başarı kazanamayacağı, ancak daha radikal ve demokrat olduğu takdirde bunları kazanabileceği; onları kazanabilmek için ulusalcıları kaybetmek veya onlar tarafından kaybedilmek zorunda olduğu bıkmaksızın anlatılmalı.
Nasıl PKK otuz yıl boyunca Türkleri kazanmaya çalıştı ise, şimdi de Gezi Hareketinin benzer bir görevle karşı karşıya olduğu ve koşulların binlerce kar daha elverişli olduğu söylenmeli.
Gezi hareketi böyle davranabilirse, Kürt özgürlük hareketinin burjuvazinin rehini olmaktan kurtulabilmesi, hızlı ve radikal bir biçimde gerçekleşebilir.
Keza tersinden, Kürt hareketi Burjuvazinin bu sabotajına kesin tavır alıp Kürt hareketinin mesajını netleştirirse, Gezi hareketinin ulusalcılarla kesin kopuşu hızlı ve radikal bir biçim alabilir.
Mesela gezi hareketine binlerce Kürt gelse, Ulusulcılar bir süre sonra kendileri çekilmek sorunda kalabilir.
Ancak her ikisini birleştirecek bir program hala ortada yok.
Her ikisini birleştirecek program, “Kürt sorunu”nun değil, Türk sorununun çözümüdür.
Bu program ulusun Kürtlükle veya Türklükle tanımlanmasını reddeder; Kürtlüğü ve Türklüğü kişilerin özel sorunu yapar; dil ve tarih politik alanın dışına itilir tıpkı din gibi, tıpkı bir takım taraftarlığı gibi.
Bu programın somut ifadesi ise, herkese istediği dili anadil olarak seçme hakkı ve ana dilinde eğitim hakkıdır. (Ana dil eğitimi değil, ana dilinde eğitim.)
Ama herkes ana dilinde aynı tarihi okumalıdır, nasıl aynı fiziği, biyolojiyi, matematiği okuyorlarsa.
Herkesin ana dilinde tüm dillerden, dinlerden, kültürlerden bir heyetin yazdığı aynı tarih kitabını okur.
Böyle bir ülkede, mahalli en kesin özerklik bile bölünme korkusu yaratmaz.
Bu ise, ulusun Türklükle tanımlanmasının sonudur.
Böyle bir Cumhuriyetin adının şu veya bu olması, bütünüyle bir biçim ve ayrıntı sorunu olarak kalır ve zaten o zaman tüm Ortadoğu halklarını birleştirebilecek, hiçbir din, dil, kültür vurgusu taşımayan bir isim bulunur.
Demir Küçükaydın
01 Temmuz 2013 Pazartesi



Hiç yorum yok: