Mısır
ve Türkiye’deki gelişmelerin benzerlikleri görmezden gelinemez.
Mursi
yerine Erdoğan, Müslüman kardeşler yerine AKP, “laik muhalefet” yerine de “Gezi
Hareketi”; Mursi’nin taraftarı Müslüman Kardeşler yerine, Erdoğan’ın hızla
kemikleştirdiği ve sokağa hazırladığı taraftarları; Tahrir yerine Taksim, Kıptiler
yerine Aleviler; Nasırcılar yerine Kemalistler ve Ulusalcılar koyulabilir.
Akla
tabii hemen şu soru geliyor: O halde Türkiye’yi de bir darbe mi bekliyor?
Türkiye
ve Gezi Hareketi, Mısır’ı tartışırken aslında kendini ve geleceğini
tartışmaktadır. Gezi Hareketi, Mısır’ın aynasında kendi geleceğini görmeye
çalışmaktadır.
*
Marks,
Fransız Devrimin yapanların eski Roma Cumhuriyetinin vokabüleriyle konuşmalarına
gönderme yaparak, şöyle yazıyordu:
“İnsanlar kendi tarihlerini,
kendileri yaparlar, ama canları istediği gibi ve kendi seçtikleri koşullar
içinde yapmazlar, doğrudan içinde bulundukları ve geçmişten bugüne devrolunan
koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla
yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve tam kendilerini ve şeyleri
devrimcileştirmeye, yepyeni bir şey yaratmaya başlamış gibiyken bile, özellikle
böyle devrimci kriz dönemlerinde, aceleyle ve endişeyle geçmişin ruhlarını
yardıma çağırır, dünya tarihinin bu yeni sahnesini bu saygın görüntünün
arkasına gizleyerek sunmak için, bu ruhların isimlerini, sloganlarını,
kostümlerini alırlar.”
Ancak
artık “tarihin sonu”nun çoktan ilan
edildiği post modern zamanlarda, iletişim çağında yaşıyoruz. Kahramanlar hem “sonu”nu
gördükleri tarihi bilmezler hem de geçmişin diline ihtiyaçları yoktur, “gerçek zamanda” yaşanan bir devrimin
dili ve kahramanları daha elverişli bir araçtır. Türkiye Mısır’ın diliyle
konuşmaktadır.
*
Olayların
akışı da benzemektedir.
Gezi
direnişinin ilk günlerinde bundan bir ay önce Türkiye’deki muhtemel gelişmelere
ilişkin olarak yazdıklarımız, sanki Mısır’da olanların da bir tasviri gibidir.
“Elbet şu saatlerde
olayların nasıl gelişeceği bilinmezken olayların gelişimi üzerine bazı
tahminlerde bulunmak yanlış görünebilir. Ama yine de ayrıntılara ilişkin değil
ama genel gidiş üzerine bir tahminde bulunabiliriz. Güçler ve onların
karakterleri üzerinden.
Epeydir birçok kereler
yazdığımız bir benzetme vardı. “Şimdi DP iktidarının 1955 sonrasını yaşıyoruz.
Önümüzde 27 Mayıs var” diyorduk. Menderes ve Tayyip’in yaptıklarının
paralelliklerine dikkati çekiyorduk. Önümüzde, muhtemelen böyle bir süreç var.
Neden böyle olur?
Sosyolojik nedenleri vardır.
Sınıfların gücü, karakteri ve çıkarları ile ilgili.
Askeri bürokratik oligarşi
(CHP) ile burjuvazi (DP, AP, ANAP, AKP)
birbirlerinin varlığına meşruluk kazandırırlar.
Birincisi, Burjuvazi anti
demokratik olduğundan geniş bir demokratik reformlar manzumesiyle en geniş
kitleleri birleştirmez ve bu pahalı, baskıcı bürokratik devlet cihazını tasfiye
etmez, sadece var olan cihazı kontrolü altına almakla kendini sınırlandırır.
Ama bu cihaz aynı kalınca
Askeri Bürokratik Oligarşinin maddi temeli (Bu muazzam baskıcı, merkezi,
bürokratik, askeri, keyfi mekanizma) olduğu gibi kalır. Politik gücünü tekrar
ele geçirmek için karşı tarafın yıpranmasını ve akılsızlıklarını bekler.
Karşı taraf yine demokratik
olmadığından nüfusun bir yarısını karşıya itecek uygulamalara gider. Bu
memnuniyetsizlik geri teper. Nüfus içinde az da olsa şehirli ve modern toplumun
sinir uçları da şehirler olduğundan nüfus içindeki oranlarından çok daha etkili
bu güçler ayağa kalkar.
Karşı taraf da bunu ezmek ve
sindirmek için şiddete başvurur. Bu çıkmaz içinde ordu yine bir denge unsuru,
bir kurtarıcı olarak geri gelir.
İkincisi, Askeri bürokratik
oligarşi esnektir. Burjuvazi kadar hatta ondan daha esnektir. Bizans iken,
Osmanlı ile ittifak kurup, Kendini yenilemiştir. Osmanlı olunca, Tanzimat,
Meşrutiyet, Cumhuriyet, Çok Partili Rejim gibi dönüşümlerle muazzam bir
esneklik gösterir ve bu güne kadar gelir örneğin.
Bu sefer de aynı esnekliği gösterip
ömrünü bir elli yıl daha uzatabilir. Bunu yapacak esnekliği ve tazeliği bizzat
AKP iktidarı Ergenekon tevkifatlarıyla bu tabakaya sağladı. Zaten bu tabakanın
kendisi el ve bel vermeseydi Ergenekon tevkifatları, yani bürokrasinin bağırsak
temizliği gerçekleşmezdi.
Nasıl 28 Şubat Politik
İslam’a taze kan verdiyse, Ergenekon tevkifatları da askeri bürokratik
oligarşiye tekrar esneklik kazandırıp taze kan verdi.
Daha önce, Son birkaç yılda
cephenin döndüğünden, Erdoğan’ın artık otoriter ve anti demokratik bir görünüme
bürünüp muhalefetin demokrasi savunucusu ve mazlum duruma geçtiğinden söz
etmiştik. Şu an bu görünüm iyice pekişmiş bulunuyor.” (http://demirden-kapilar.blogspot.com/2013/06/neler-olabilir.html)
Bu
satırlar gerekli değişiklikler yapıldığında Mısır’daki gelişmeleri de
özetlerler.
*
Hatta
Askeri Bürokratik Oligarşi’nin esnekliği bile Mısır’da da aynıdır.
Mısır’da
Tahrir devrimi olurken, günü gününe hatta saati saatine El Cezire’nin Tahrir’i
gösteren yayınını izleyerek yaptığımız yorumlarda, devrimin ilk saatlerinde,
Ordu’nun tarafsızlığını ilan ederek, Devrim’e cesaret verdiğini, adeta ona
ebelik yaptığını şu sözlerle belirtiyorduk:
“Ordu başından beri, önce
ateş etmeyerek, sonra mitinge emniyet garantisi vererek, değişimin ebesi;
doğamayan çocuğun doğmasına sezaryenle yardım eden doktor işlevinin sürdürdü.”
(http://demirden-kapilar.blogspot.com/2011/02/msr-tahrire-uzaktan-yorumlar-ve.html)
Bunun sonucunun ne olacağını da o zaman şöyle ifade
etmiştik:
“Bu devrimin şimdiki bu
gücü, yani ordunun tarafsız ve hayırhah tavrı, bu devrimin en büyük zaafı
olacaktır. Tarih hiç bir şeyi karşılıksız vermez.”
Maalesef
olaylar bu öngörüyü doğrulamış bulunuyor.
Ordu
bu günkü gücünün ve eyleminin tohumlarını o zaman atmıştı ve şimdi meyvesini
topluyor. Radikal’in yazarı Mısır’dan yazıyor:
“Mısır dün ordunun
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye tanıdığı sürenin dolduğu saat 17.00’ye
kilitlenirken ülkenin Mübarek’i devirdikten 2,5 yıl sonra geldiği nokta trajik:
“Kitleler bastırdı, ‘kurtarıcı ordu’ işe el attı.” El Ezher şeyhi ve Kıpti
papazının desteğini de alan ordunun yaptığı düpe düz darbeydi ama Tahrir
Meydanı’nı hınca hınç dolduranlar Mursi’nin devrilişini görülmemiş bir coşkuyla
kutladı. Mursi’nin 1 yılda her şeyi batırdığını söyleyenlerin kafasında askerin
gözetiminde bir geçiş sağlanması dışında çözüm yoktu. Bunun demokratik olup
olmadığı da kimsenin umurunda değildi. Kitleler ‘İrhal’ (Terk et) sloganına
öyle kilitlenmişti ki, Mursi’nin ‘sandıktan aldığı meşruiyeti kanıyla
savunacağı’ çıkışları da iç savaş çağrısı olarak algılanmanın ötesinde bir şeye
yaramadı.”
(http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/misir_nasira_selam_durdu-1140334)
*
Neredeyse
bütün darbeleri, darbeci olmadığı düşünülerek ordunun başına getirilmiş
generaller yaparlar. Pinochet ya da Evren, darbeci generallere karşı, darbe
yapmazlar diye getirilmişlerdi. Mısır’da dün gece yapılan darbe bu kuralı
doğruladı. General Abdulfettah Sisi’yi de ordunun başına, darbe yapmaz diye Muhammed
Mursi getirmişti.
Mursi
sadece darbeciyi oraya getirmemişti, darbe koşullarını da kendisi bizzat
yaratmıştı, liberal muhalefeti, Hıristiyanları, seküler yaşamı olanları İslam’a
göre yaşamaya zorlayarak, zaten kollarını açmış ordunun kollarına iterek.
Bir
an için Mursi’nin iktidara geldiğinde, politik alanı kendi yorumu olan İslam’la
düzenlemeye kalkmadığını; bütün diğer dinler ve dinsizlerin de kendini özgür
hissedeceği gerçek bir demokrasi ve laikliğin savunucusu olarak davrandığını
var sayalım. Bu takdirde, ordunun başında en darbeci general bile olsa, nüfusun
neredeyse yüzde doksanını arkasına almış bu hükümete karşı hiçbir şey
yapamazdı.
Ve
nüfusun yüzde doksanını arkasına almış bir iktidar, Firavunlar çağından kalma,
binlerce yıllık pahalı, baskıcı, militer, bürokratik ve keyfi devleti
parçalayıp, en azından Kuzey Avrupa veya Amerika’daki kadar olsun, nispeten
daha az baskıcı, daha az merkezi, daha az bürokratik ve daha az keyfi bir
devlet cihazı örgütleyebilir; bir darbe olasılığını tamamen yok edebilirdi.
Bütün
bunlar olmadı? Neden? Çünkü bunun ardında kişilerin niyetlerinden öte, derin
sınıfsal çıkar ve eğilimler vardır?
Nasıl
darbe yapmaz diye ordunun başına getirilen Sisi darba yaparsa, Mursi de
demokratik davranamazdı. Çünkü burjuvazi karşı devrimcidir. Ezilenlerden,
dolayısıyla ezilenlerin örgütlenme imkânları bulduğu demokrasiden ölüyü görmüşçesine
korkar. Bugünkü “batı demokrasisi” bile, burjuvazinin değil, İşçilerin
mücadelelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Binlerce
yıllık, Firavunlar çağından kalma devlet ve bugünkü modern Firavunlar,
burjuvazinin bu korkaklığı ve karşı devrimciliği temelinde varlığını ve gücünü
koruyabilmektedir.
Burjuvazi
bir parça devrimci olsa, hedeflerini İslam söylemi içinde ifade etse bile; teorik
ve ideolojik hazırlık yaptığı dönemlerde, örneğin İslam tarihini Mekke
eşrafının, daha Muhammet’in sağlığında başlayan ve Emeviler ve Muaviye ile
kesin başarıya ulaşan bir karşı devrim olarak yazar; bütün resmi İslam’ı ret ve
mahkûm eder; demokratik ve devrimci bir İslam yorumu üzerinden teorik ve
politik hazırlıklarını yapardı. Böyle bir İslam ile teorik hazırlığını yapmış
bir devrim ise, yukarda söylenen aslında Aydınlanma’nın idealinden başka bir
şey olmayan değişiklikleri tamamen İslam’ın özüne dönüş söylemiyle bile
gerçekleştirebilirdi. Örneğin şöyle diyebilirdi.
“İlk camiler topluluğun
sorunlarının tartışıldığı demokratik meclislerdi ve oralara giden Müslümanların
üzerinde yükselen bir ordu yoktu, bütün Müslümanlar silahlıydı” diyerek düzenli orduyu
kaldırıp, İsviçre’deki gibi silahlı halktan oluşan bir milis sistemi kurmanın
ideolojik veya teolojik veya fikri hazırlığını yapabilirdi örneğin. Silahlı bir
halk ise kendi kendine karşı darbe yapmaz ve yapamaz.
“İslam tüm dünyaya bir düzen getirmek üzere
bir dindir, doğduğu Mekke’de putlar, yani aşiretler egemen olduğu için onlara
karşı ifade edilmiştir, ama bu günün aşiretleri uluslar; bu günü putları ulusal
bayraklardır; bu gün gerçek Müslüman olmak kimseyi inancından, dininden dolayı
baskı altına almamaktır” diye bir İslam yorumu geliştirerek de ideolojik hazırlığını
yapabilirdi. O zaman, Hıristiyan ve “laik yaşam tarzı”ndakileri baskı altına
almaz, onları ordunu kucağına itmez; aksine onlar, böyle İslam’a bile imtiyaz tanımayan bir İslam
için gereğinde ölmeyi göze alırlardı.
Bütün
bunlar olmadı. Bu yöndeki eğilimler daha doğarken tohum halindeyken küfr olarak
görüldü ve öldürüldüler. (Örneğin “İslam’da
Kayıp Gerçek” kitabını yazan Ferec El Fuda gibiler[1])
Bunun
nedeni, modern burjuvazinin de gerici bir azınlık olmasıdır. Bu temel sınıfsal
çıkar ve eğilim bu yöndeki hazırlıkların yapılmasını engeller.
Hâlbuki
devrimler uzun hazırlıklar; “Zihniyet
devrimleri” gerektirir. Evrenin özünü su veya atomda arayan İyonya filozofları;
iyi, doğru, güzel, adil olan nedir sorusuna cevap arayan Yunan filozofları
kavramsal düşünceye geçişleri ve bu sorularıyla, soyut bir Allah fikrinin, bir tek
tanrılı dinin oluşumu için fikri hazırlıktan başka bir şey yapmıyorlardı.
“Düşünüyorum öyleyse varım” diyen
Descartes’ten, Kant’ın “Salt aklın Eleştirisi”ne
kadar bütün modern felsefe, Aydınlanma’nın “fikri Hazırlığı”ndan başka bir şey
değildi.
Ne
Mısır’da ne de Türkiye’de (veya başka bir yerde) böylesine radikal teorik hazırlıkların
izi tozu görülmedi.
Burjuva
muhalefet, “laik” olduğunda, bu Aydınlanmanın
devrimci ve eşitleyici geleneğini inkâr üzerin kurulmuş bir pozitivizmden ve
gerici bir milliyetçilikten öteye gidemedi. Hep milliyetçiliğin, bir dil ve/veya
din ile temellenmiş en gerici biçimlerine teşne oldu.
Politik
İslam’ın kendisi ulusu bir dinle ve dinin de en reaksiyoner yorumlarından
biriyle tanımlama olmaktan öteye gitmedi.
Ama
aynı sırada İşçi Sınıfı, Aydınlanma’nın Din ve İslam tanımlarının eleştirisine
geçiyor; İslam tarihini yeniden yazarak onun özüne ve devrimci geleneklerine
sahip çıkıyor; kendi hataları önünde gerileyerek sıçramak için hız almaya
çalışıyordu[2].
Elbet
bugün ortalıkta İşçiler adına görülenlerin İşçi Sınıfı ile bir ilgileri yoktur.
Ama bu türden bir teorik hazırlık sadece ve sadece İşçi Sınıfında ve Marksizm’de
vardır.
*
Türkiye’de sorun şudur: Gezi Direnişi ile başlayan devrimci
hareket, Mısır’daki gibi bir gelişmenin mi aracı olacaktır, yoksa yepyeni bir
devrimin mi?
Modern
tarih birbiri ardınca hep şu sonucu göstermiştir: ya sonuna kadar giden kararlı ve radikal
demokrasiyi savunan bir güç devrime önderlik eder ve devrim başarıya ulaşır ya
da karşı devrim olur. Bunun en son örneğini Mısır’da görüyoruz.
Mısır’da
ne liberaller ne de Müslüman Kardeşler bu radikal demokratik ve kararlı tavra
sahip değillerdi.
Binlerce
yıllık Şark Devleti ve Devletçiliği ise tam da bu her biri tutarlı demokrat
olmaktan yoksun güçleri birbirine karşı oynayarak kendi Bonapartist rejimini sürdürebilmektedir.
Bu
tehlikeye Gezi Hareketi’nin daha ilk günlerinde, tam bir ay önce, 3 Haziran’da şu satırlarda dikkati çekmiştik:
“Bu gidişle bir darbe gelir.
Hem de Erdoğan’ın en güvendiği generalleri yapar. Allende de bir takım
güvenilir generaller getirmişti ve onlar onu yıkmıştı onu.
O zaman ne olur?
Bu kurtarıcı, bir denge
rejimi olur. Tekrar prestiji ve gücü elinde bulunduracağından hükümeti kısa
zamanda parlamentoya iade eder. Muhtemelen Kürtleri de sisteme entegre edecek
bir anayasa yapar. Yani 27 Mayıs’ın ikinci bir versiyonu. Hatta Öcalan başbakan
bile olabilir.
Nasıl Bizans Osmanlı
aşısıyla ömrünü bir dört yüz yıl daha uzattıysa Kürt aşısıyla en azından bir
kırk yıl daha uzatır.
Tıpkı Roma-Bizans’ın aldığı
Osmanlı aşısıyla Doğuda hızla gelişmesi ve iki yüz yıl önce Selçuk aşısı alarak
kendisini Ege sahillerine kadar kovalayan İran’ı ta bugünkü sınırlara kadar
sürmesi gibi. Kürt aşası almış, parlamentoyu da ayıbını örten bir asma yaprağı
olarak ayıp yerinin üstüne koymuş Türk-Kürt askeri bürokratik oligarşisi de,
mezhep ve aşiret çatışmaları içinde bunalmış Suriye ve Irak halkına da bir
kurtarıcı gibi görünüp, Bağdat ve Şam’a kadar yayılabilir.
Tarih bu işlerin genellikle
böyle yürüdüğünü gösteriyor.
Bir mucize olur da İşçi
Sınıfı tarihsel uykusundan uyanır ve unuttuğu demokratik ideallerini yeniden
kazanırsa. Orta doğunun Prusya tarzı birliğinin yerini, Devrimci Demokratik bir
Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti alabilir.
Ama şu an bu olasılık
nerdeyse sıfır.”
Ancak o zaman “mucize”
dediğimiz ve “neredeyse sıfır” olasılık
verdiğimiz yönün bugün biraz daha büyük bir şans olduğunu düşünüyoruz.
Türkiye’de Mısır’da olmayan ya da Mısır’da çok daha zayıf
bir katman olarak bulunduğundan etkisini hissettiremeyen, Gezi Hareketi’ne damgasını
vuran, Türkiye’nin bütünü içinde oldukça ince bir katman olmakla birlikte,
toplumsal ağırlığı (kültür ve eğitim durumu, şehirliliği vs.) nicel gücünden
çok daha fazla olan, tutarlı demokratik eğilimler gösteren bir toplumsal güç
var.
Bu güç, ücretlilerden oluşuyor. Eğitim düzeyi yüksek, gelir
ve yaşam düzeyi bakımından orta sınıf denebilecek durumda, kültürel olarak kendisi
şehirli ve “seküler bir yaşam tarzı”nda bir güç.
Bu güç, İslam’ı dışlamadı ve onların özgürlüklerinin
savunucusu oldu. Onların da istedikleri gibi giyinme ve ibadet etme haklarını
savundu. Kürtlere de aynı şekilde Türklük değil, demokrasi ve destek mesajı
verdi.
Özetle bu güç, işçi sınıfının radikal demokratik ideallerini
yeniden keşfedip bayrağına yazma eğilimi gösteriyor. Bu yönde kısa zamanda
büyük adımlar attı.
Bu devrimci demokratik eğilimini güçlendirir, netleştirir ve
bayrağı yapabilirse; bunun yanı sıra hızla yayılabilir, mahallileşebilir ve
aynı zamanda Türkiye ölçüsünde merkezileşebilirse bir devrim olur.
Radikalleştiği ölçüde dayandığı güçleri genişletebilir.
Bunun için Mısır’da bulunmayan iki büyük şansı var:
1)
PKK’nın temsil ettiği Kürt Hareketi’nin öncü ve
özgürlükçü plebiyen kanadı.
2)
Anti Kapitalist Müslümanların genel başlığı
altında toplanabilecek, giderek daha demokratik ve radikal ve demokrasi
hedefini ve duruşunu içselleştiren ve netleştiren henüz küçük ve güçsüz ama
nitelik bakımından çok önemli şehirli eğilim.
Yani İstanbul’un Kadıköy ve Beşiktaş’ı, Gazi (Aleviler),
Fatih (Müslümanlar) ve Diyarbakır’la (Kürtler) birleşebilecek, ulusu ne bir
dinle, ne bir dille tanımlamayan, böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir programla
ortaya çıkabilirse, bir devrim olur.
Ve bu devrim Türkiye ile sınırlı kalamaz, hızla Ortadoğu
çapında bir devrime dönüşme eğilimi gösterir.
Bunu yapamaz ise, Türkiye’deki devrimci kabarışı da 27 Mayıs
gibi veya Mısır’dakinin benzeri bir akıbet beklemektedir.
Öyle görülüyor ki, Ortadoğu’nun kaderi şimdi gezi
hareketinin çekildiği ve düşünüp taşınıp örgütlenmeye çalıştığı parklarda
yazılacaktır.
04 Temmuz 2013 Perşembe
[1]
İslam’da Kayıp Gerçek şu adreste bulunabilir. http://ebookbrowse.com/islamda-kayip-gercek-farac-el-fuda-pdf-d316515316
[2]
Bizim Marksizm'in Marksist Eleştirisi kitabımıza yazdığımız, Tarihsel
maddeciliğin trişine Katkı başlıklı Önsözümüz, bu kendi hataları üzerinde
gerileme, onlarla hesaplaşma ve tekrar ileri atılmak için hız almanın kısa bir
özeti olarak okunabilir. Kitap şuradan indirilebilir: http://issuu.com/demir/docs/demir_kucukaydin_-_marksizmin_marks
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder