Birbirinden özden farklı iki azınlıklar sorunu vardır.
Matematik azınlıklar
ile politik veya hukuki azınlıklar.
Bunlar ayrı azınlıklar sorunlardır ve ayrı çözümler gerektirirler. Bu farkı
biraz açıklayalım.
Matematik azınlıkların hukuki ve politik durumları
çoğunluktan farklı değildir. Ortada matematik olarak azınlık olmaktan doğan,
fiili yaşamda doğan sorunlar vardır.
Bu sorunların çözümünde, toplumun gücü ve zenginliği
ölçüsünde bu azınlıkların fiili eşitsizliklerini dengeleyecek düzenlemeler
yapması beklenir.
Kelimenin gerçek anlamıyla, demokratik bir ülkede azınlıklar
tartışması bu düzeyde olur.
Şöyle bir örnek verelim. İdeal demokratik bir ülke
düşünelim. Tüm yurttaşlar hiçbir dinsel, dilsel, kültürel vs. ayrımcılığa
uğramıyorlar. Böyle bir ülkede bile, örneğin yollar, merdivenler, kapılar,
tuvaletler vs. sağlam yurttaşları gözetilerek yapıldığından; özürlü yurttaşlar,
diğer yurttaşlarla aynı haklara sahip olmalarına rağmen, fiili olarak bu
hakları kullanamama durumunda olacaklardır. Örneğin herkesin istediği yere
gitme, yerleşme, seyahat hakkı vardır. Ama yollar uygun değilse, felçli ve
tekerlekli sandalyeye bağımlı bir yurttaş; bu hakkı hiçbir zaman kullanamayacak
demektir.
O ülkede insanların çok büyük bir bölümünün felçli ve
bacaksız olması durumunda, yollar vs. buna göre yapılırdı. O zaman felçliler
dezavantajlı bir durumda olmayabilirlerdi. Ama azınlıkta olduklarından dolayı haklarını
kullanamaz veya dezavantajlı durumda olurlar.
Bu durumda toplum bu azınlıklar karşısında iki türlü
davranabilir.
Birincisi Türklerin çoğunluğu veya faşistler gibi , “evinde otursana, ne sokağa çıkıyorsun,
sakatsan sakatlığını bil, kendini sağlam mı sanıyorsun, sağlamları
engelliyorsun” diyebilir. (Bu yakıştırma değil, aynen böyle davranılıyor.)
Ya da vicdan sahibi ve demokrat ama azınlıktaki yurttaşlar
gibi, “bizler insanız, bu durum hepimizin
başına gelebilir; bir insan kardeşimiz bu durumdaysa ona destek olmak, onun da
bizler gibi yaşayabilmesi için elimizden geleni yapmak zorundayız; toplumsal hâsılamızın
bir bölümünü bu kardeşlerimiz için, özel eğimli yollar, tuvaletler, arabalar
yapmakta kullanmalıyız. Bu kardeşlerimizin yaşamlarını hayatta bir parça olsun
kolaylaştırmak için onlara ekstra imtiyazlar tanımalı, örneğin iş hayatında
öncelikler ve kotalar uygulamalıyız.” diyebilir.
Birincisi matematik azınlıklar sorununun faşist “çözüm”üdür;
ikincisi demokratik, vicdanlı ve insancıl çözümü.
Her iki çözüm de hukuki
değil fiziki veya idari uygulamalarla gerçekleştirilebilir.
*
Ancak bir de matematik olmayan, devletin ve toplumun
tanımlanmasına bağlı olarak, politik (veya hukuki) olarak yaratılmış azınlıklar
vardır.
Bu azınlıklar yasalar tarafından yaratılırlar, politik
azınlıklardır.
Bunlar insan haklarının alanının daraltılması veya insan
(yurttaş) tanımının sınırlandırılmasıyla ortaya çıkarlar.
Örneğin çoğunluğun dili Türkçedir diye, Türkçeyi resmi dil yapıp herkesin Türkçe
öğrenmesini zorunlu kıldığınızda; okullarda “Türk Tarihi” okuttuğunuzda, ana
dili başka olanları, Türk olmayan veya kendini Türk kabul etmeyenleri baskı
altına almış; eşitsiz kılmış; bir azınlık durumuna düşürmüş olursunuz.
Örneğin nüfusun “yüzde doksan dokuzu Müslüman” deyip, sadece
Müslümanlara hizmet eden binlerce memurluk diyanet işleri kurar ve herkesten
alınan vergilerle bunu finanse ederseniz; okullarda din ve ahlak dersi diye,
Sünni İslam’ı ve onun ahlakını anlatırsanız; Sizin İslam yorumunuza göre bir
hayat tarzını başkalarına dayatırsanız, Müslüman olmayanları veya sizim İslam
anlayışınıza katılmayanları baskı altına almış; eşitsiz kılmış ve politik
olarak azınlık durumuna düşürmüş olursunuz.
Bu azınlıklar sorunu politik ve hukuki olarak yaratılmış
olduğundan; yani ulusun, devletin, politik olanın nasıl tanımlandığına bağlı
olarak ortaya çıktığından hukuken çözülebilirler ama hukuken çözülebilmeleri
için önce o başka hukuku geçerli kılacak politik iktidar değişimini
gerektirirler.
*
Bu “azınlıklar sorunu” da iki türlü çözülebilir.
Birinci “çözüm” anti
demokratik ve bölücü çözümdür. Bu, azınlıkları politik olarak tanımaktır. Emperyalist ülkelerin
önerdiği ve anti demokratik bütün rejimlerin istediği ve dayandığı bu
“çözüm”dür.
İkinci çözüm demokratik
ve birleştirici çözümdür. Bu, çoğunluğu
yok ederek azınlıkları da yok etmektir. İşçilerin, ezilenlerin,
demokratların istediği ve dayanabileceği çözüm budur.
*
Birinci “çözüm” azınlıkları “tanır”. Yani ulusun Türklükle
veya Sünni Müslümanlıkla tanımlanmasını aynen korur, ama azınlık olanı, örneğin
Kürtleri veya Alevileri veya Hıristiyanları “tanır”. Tanımanın derecesi,
bireysel hak olarak tanımaktan kolektif ve eşit bir partner olarak tanımaya
kadar güç ilişkilerine göre değişir (ve aslında sürekli bir çatışma konusu
olarak kalır).
Örneğin son günlerde, Mahkemenin Kürdistan isminin çocuğa
verilmesini kabul etmesi tipik azınlıkları tanımaya yönelik, anti demokratik,
bölücü “çözüm”ün bir örneğidir.
Demokratik, çoğunluğu yok ederek azınlığı kok eden;
çoğunluğu da tanımayan çözümde ise, mahkemelerin veya her hangi bir kimsenin
çocuğuna istediği adı verme hakkı vardır. Mahkemelerin bu konuda konuşma hakkı
yoktur. Mahkemeler ancak bu hakkın ihlaline karşı onu savunmak için vardırlar.
Kürtlere mahkemede Kürtçe savunma hakkı verilmesinden; Kürdistan’ın
Kürtlerin yaşadığı bölge olarak tanınması ve orada Kürtçenin çoğunluk dili
olduğundan resmi dil olduğu; okullarda çocuklara Kürt tarihi okutulmasına;
Kürtlerin kendi otonom idarelerini oluşturmalarına; hatta ayrı bir devlet olarak
tanınmalarına kadar geniş bir yelpaze bu “tanıma” çerçevesinde çözümlerdir.
Bunların hepsi anti demokratik ve gerici çözümlerdir. Bu
çözümde mücadele hep bu tanınacak şeyin sınırları üzerinde olur ve hiçbir zaman
da bitmez.
Örneğin şimdi Türkiye’de “Kürt Sorunu”nda olduğu gibi,
devlet, Ulusun Türklükle tanımlanmasını koruyarak, “bireysel haklar” bağlamında
bir çözümden, Kürtlerin çoğunluğu da Kürtlerin otonom idaresi veya ayrı devlet
“çözüm”lerinden yanadırlar. Hangi biçimde çözülürse çözülsün, bu çözümlerin
hepsi anti demokratik ve ezilenleri bölücüdürler. Özellikle son yüz elli yılın
tarihi gösterdiği gibi, hepsi ilk büyük krizde kanlı çatışmalara evrilmeye,
yani “Lübnanlaşma”ya eğilimlidirler.
*
Ama bur de demokratik ve birleştirici; ezilenlerin savunduğu
çözümde çoğunluk yok edilerek azınlık yok edilir. Yani sorun Kürtlüğü tanıyarak
değil, Türklüğü de tanımayarak çözülür.
Örneğin, herkesin ana dilinde eğitimi temel bir insan hakkı
olur. Bu durumda hiçbir dil, imtiyazlı olmaz. Tüm diller eşit olur. Yani Diller
politik olanın tanımlanmasından dışlanırlar; dilin politik bir anlamı olmaz.
Tıpkı, göz veya kaş rengi veya ayak numarası gibi apolitik, hiçbir imtiyaz veya
ezilmeye yol açmayan bir özellik olur.
Aynı şekilde, okullarda ne Türk, ne de Kürt tarihi okutulur.
Örneğin her dilden, dinden, kültürden eşit sayıda tarihçinin yazdığı ortak tarih
okutulur. Bu tarihi elbet herkes kendi ana dilinde okur.
Ama okuldan çıkınca isteyen istediği tarihi okuyabilir,
böyle tarihler yazacak dernekler kurabilir. Ama bunlar kişilerin özel
tercihleri olur. Tıpkı bir takım taraftarlığından farksız olurlar.
Böyle bir rejimde ve ülkede hukuki olarak çoğunluk diye bir
şey olmadığından azınlık da olmaz. Türkler diyelim ki, ülkenin bütününde
çoğunluk olabilirler ama bu çoğunluk olmaları onlara hiçbir hukuki veya siyasi
imtiyaz bahşetmez, herkesle aynı durumda olurlar. Aynı şekilde Kürtler de
diyelim ki Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde aynı durumda olurlar. Kürtlük
veya Türklüğün politik bir anlamı olmaz. Politik anlamı olan tek şey:
insanların ana dillerinde eğitim hakkı olur. (Elbet yukarıda değinilen
matematik azınlıklar sorunu bu durumda da ortaya çıkabilir. Diyelim ki, İstanbul’da
ana dili Ladino olan 500 ailenin çocukları için matematik azınlık olmaktan
doğan bir sorun olacaktır.)
Yani Türklük ve Kürtlük kişilerin özel sorunu olur; politik
anlamını yitirir. Kürtlüğün ve Türklüğün kişilerin özel sorunu olması; politik
olanı Kürtlük veya Türklükle tanımlama karşısında elbette politik bir
farklılıktır ve bölünmedir. O zaman toplum Kürtler ve Türkler olarak değil;
Kürtlüğü ve Türklüğü politik olarak tanımlayanlarla; böyle tanımlamayı
reddedenler olarak bölünmüş olur. Bu bölünme, ezilenleri birleştirir ve kimsenin
dilinden dolayı ezilmemesine yol açmaz. Dolayısıyla nüfusun ezici çoğunluğunun
çıkarınadır.
Aynı mantık din alanına da aktarılabilir.
*
Dikkat edilirse, bu çözüm aynı zamanda haklar sorunuyla
ilgilidir. Haklar konusu politik olanın (ulusun) nasıl tanımlanacağına
ilişkindir.
Haklar, azınlık ve çoğunluk ilişkisinin dışındadır.
Çoğunluk, haklar konusunda, “ben
çoğunluğum o halde azınlık bana uymak zorundadır; demokrasi de azınlığın
çoğunluğa uymasını kabul eden rejimdir; bunu istemek ve azınlığı çoğunluğa
uymaya zorlamak son derece demokratiktir” diyemez.
Eğer bunu diyorsa, sorun demokrasi sorunu değil; demokrasi
sorununu tartışıyormuş gibi yapıp, ulusun nasıl tanımlanacağını belirliyor
demektir.
Ülkenin çoğunluğu Müslüman, o halde Müslüman olmayanlar da Müslümanlar
gibi yaşamalıdır dendiğinde (ki burada aslında İslam de değil, kendi İslam
anlayışıdır dayatılan) sorunu azınlık çoğunluk ilişkisi olarak tartışmak
yanlıştır.
Burada, Ulusun nasıl tanımlanacağı; haklar tartışılmaktadır.
Rejim tartışması ile ulusun nasıl tanımlanacağı ve haklar
tartışması tamamen farklı tartışmalardır.
Rejim tartışması aynı ulusta yaşamayı kabullenmiş; aynı ulus
tanımında anlaşmış insanların yürütebileceği bir tartışmadır.
Ulusun nasıl tanımlanacağına ilişkin tartışma ise, ayını
ulusta yaşayamayacakların birbirine iradelerini zorla dayatacakları ve birinin
diğerini tasfiye etmek zorunda olduğu bir tartışmadır.
Hem Allah’a inanıp hem putlara tapamazsınız. Bunlar
birbirini dışlarlar. Hem ulusu Türklükle tanımlayıp; hem Türklükle tanımlamaya
karşı tanımlayamazsınız. Bunlar da birbirini dışlarlar ve aslında İslam’ın
“Allah’a şirk koşmak” dediğinden farksızdır.
Yani hangi dinden olunacağı tartışmasıdır.
Ancak aynı dinden olanlar, hangi rejimde yaşayacaklarını
tartışabilirler. Hangi dinden olunacağı ise, çok temel, kimlerin hangi dinde
rejim tartışması yapabileceğine ilişkin bir tartışmadır. Birincisi farklı iken
ortada böyle bir fark yokmuş gibi tartışmak aslında o dini zımnen olumlamak, ondan
yana tavır almaktır.
Bu tartışmayı azınlık ve çoğunluk tartışması olarak;
demokrasi veya darbe tartışması veya rejim tartışması olarak koymak,
ezilenlerin gözüne kül atmak; onları egemen sınıfların problematiklerine
hapsetmek demektir.
(Örneğin Doğan Tarkan Mısırdaki Darbe üzerine yazdığı
yazıların hepsinde, aslında kendisinin ve partisinin bütün tavırlarında, ulusun
nasıl tanımlanacağı sorununu gündemden düşürerek ver olan statükoyu yeniden
üretmektedir. Yanlış sorulara doru cevaplar verilemez.)
Bir toplumun çoğunluğu anti demokratik ise, o anti
demokratik çoğunluğa demokrasiyi savunan azınlığın her şeyle direnmesi haktır.
Ortadaki sorun, aynı bütünün kendini yönetmesi değil; bütünün nasıl ve neyle tanımlanacağıdır.
Örneğin, Nazi Almanya'sında Hitler nüfusun çoğunluğunun
kararı, desteği ve görmezden gelmesiyle Yahudileri öldürme kararı alıyorsa,
yapılacak şey, çoğunluğa saygı göstermek değildir. O çoğunluğa karşı savaşmak,
direnmektir.
Türkler biz çoğunluğuz, herkes Türkçe öğrenmeli, Türk tarihi
okumalı diyorsa, bu karara karşı direnmek hak ve görevdir.
Nasıl direnileceği hangisinin başarı şansı sunduğu burada
taktik bir sorun olur. Pek ala bu direnişi legal biçimler içinde yapma; seçim
olanağını kullanma kararı alabilir direnenler. Ama bu direnme hakkını ortadan
kaldırmaz, bu noktada sorun, bu hakkın nasıl kullanılacağı sorunudur.
*
Mısır’a gelince ki tartışılan Türkiye’dir, “Çoğunluk Müslüman’dır,
eh Müslümanlar da çoğunluksa, kendi yaşam tarzını ve felsefesini azınlığa
dayatabilir” mi yoksa istediği gibi giyinmek veya giyinmemenin bir hak olduğu;
devletin tek görevinin de bu hakkı savunmak olduğu mudur?
Türkiye’nin Laikçileri de, AKP ve Erdoğan da bu hakkı
tanımamaktadır. İkisi de demokrat olmadığından tanımaz ama ayrılıkları bu
hakkın nasıl sınırlandırılacağı noktasındadır.
Birisi ilerleme, çağdaşlık diyerek; diğeri çoğunluk
demokrasi diyerek bu anti demokratik sınırlamasını meşru göstermeye
çalışmaktadır.
Mısır’daki Darbe miydi değil miydi tartışmaları, aynı gerici
kayıkçı dövüşünün yeni bir versiyonudur.
Sorun darbe mi değil mi değildir? Örneğin, insanların
istedikleri gibi giyinmek temel hakları mıdır değil midir sorunudur? Çoğunluğun
bu hakkı sınırlamaya hakkı var mıdır sorunudur. Sorun hak değil güç sorunudur.
Tartışma hukuki değil siyasidir.
Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Gezi hareketi, bu ikisine de karşı insanların istediği gibi
giyinme veya giyinmeme haklarını savunmalıdır. Şimdiye kadar bu mesajı
başarıyla verdi.
Ama aynı şeyi, diller ve ulusun tanımında da yapmalıdır.
Türklükle veya Kürtlükle tanımlanmış bir ulusa ve ulusçuluğa
karşı Türklük veya Kürtlükle tanımlamayı reddeden demokratik bir ulusçuluğu ve
ulusu savunmalıdır.
Bayrağı Türk bayrağı veya Kürt bayrağı; Atatürk veya Öcalan
olamaz, ama örneğin bunların kişilerin özel tercihi olarak bir alt köşesinde
kendine yer bulabileceği beyaz bir bayrak olabilir.
Bayrağın ne olacağı bu hareketin kaderini belirleyecektir.
Çoğunluğu yok ederek azınlıkları da yok eden bir ulus mu,
Azınlıkları da tanıyan bir ulus mu?
Demokratik bir ulus mu? Yoksa bur Türk ve/veya Kürt ulusu
mu?
15 Temmuz 2013 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder