Evet, Gezi Hareketi de tıpkı Kürt Hareketi gibi ulusal
baskıya karşı bir harekettir.
Gezi Hareketini “Ulusal Hareket” tanımlamak ilk bakışta
herkese çok garip ve saçma gelebilir.
Ulusal hareket denince herkesin aklına Kürt Hareketi gibi
bir hareket gelmektedir.
Ne var ki “Ulus nedir? Ulusçuluk nedir?” gibi sorular
sorulup üzerine düşünüldüğünde, bu hareketin bir ulusal hareket olduğu
görülmektedir. Sorun bizlerin ulus kavramının ulusçuların ulus kavramı
olmasındadır. Olguda değil, olgunun tanımlandığı kavramlardadır sorun.
Aşağıda görüleceği gibi, Gezi hareketini “yaşam tarzı”na yönelik baskılara direniş
olarak betimlemeyici olarak tanımlamak
aslında onu analitik olarak ulusal
baskıya karşı bir hareket olarak tanımlamaktan başka bir anlama gelmemektedir.
*
Ulusçuların ulus tanımından hareketle ulusun ne olduğu
anlaşılamaz.
Ulusçular ulusun bir dil, bir din, bir ortak yaşantı, bir
kader ve ülkü birliği vs. olduğu yönünde, bunların birine veya farklı
kombinasyonlarına dayanan bir yığın tanımlar yaparlar.
Ancak bu tanımların hiç biri, ulusun ne olduğunu sosyolojik
olarak tanımlamazlar. Bunlar, ulus olmanın koşullarını belirleyen normatif
tanımlardır. Yani bunlar varsa ortada bir ulustan söz edilebilir demiş olurlar.
Ama ulusçular bunların sosyolojik kriterler olduklarını iddia ederler.
Bilimsel tanımlar ise, niçin ulusun ulusçular tarafından
böyle tanımlandığını açıklayacak kavramsal araçları sunarlar.
Yani niçin dinin, dilin, ortak yaşantının, ülkünün ulusun
tanımının olmazsa olması olarak belirlendiğini; bunun neden, nasıl ve hangi tarihsel
koşullarda gerekli ve mümkün olduğunu açıklar sosyolojik analiz.
*
Öncelikle ulus nasıl bir var oluştur diye sorar sosyoloji.
Ulusçular, ulusların, tıpkı sınıflar gibi, insanların
kabullerine bağlı olmayan bir var oluş olduğu iddiasındadırlar. (Örneğin siz ne
kadar işçi olmadığınızı iddia etseniz de işgücünü satarak yaşayan bir ücretli
iseniz işçisinizdir. Sizin kendi kabulünüze bağlı değildir işçi veya tersinden
bir kapitalist olmamak.)
Sosyoloji ise uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular
olduğu için uluslar olduğunu, yani ulusların da tıpkı bir din gibi, insanların
kabulleriyle var olabilen bir toplumsal olgu olduğunu söyler. Yani nasıl
insanlar Allaha inanmasalar ortada İslam diye bir din kalmaz ise, insanlar Türk
(veya başka bir ulus) olarak kendilerini tanımlamadığında Türk Ulusu diye de
bir ulus kalmaz. Ulus, insanların kabullerine bağlı bir var oluştur der. Ve
dinler gibi ancak insanlar onları kabul ettiğinde ortaya çıkarlar.
Örneğin Hıristiyanlık veya İslam, insanlar onu kabul
ettiklerinden sonra var olmuşlardır. Uluslar da böyledir.
Örneğin Dinler karşısında soru şudur sosyolojik olarak: Niye
tarihin belli bir döneminde belli bir yerde şu veya bu din, kendini şöyle veya
böyle tanımlayarak ortaya çıkmıştır? Niye insanlar avcılık ve toplayıcılık ile
yaşarken tek tanrılı dinler ortaya çıkmamıştır? Niye Bütün tek tanrılı din
peygamberleri Orta Doğuya gelmiştir ve orada bu dinler ortaya çıkmıştır? Niye
avcı ve toplayıcı toplumlarda hep bir totem ve soy aynı dini ve topluluğu
belirlerken, niye uygarlıkla birlikte soyun yerini “inanç” (kabul) almıştır.
Hindistan’da Hinduizm niçin binlerce tanrıya sahiptir? Çin’deki dinler niye
tanrısızdır?
Bütün bunları elbette sosyoloji açıklamalıdır ve bunları
açıklayacak araçları özellikle Marksizm geliştirmiştir. Bütün bunları
açıklayacak anahtar insanların geçim ve yaşam araçlarındadır. Şehirler gibi
Allah da (İbrahimi dinler) ticaret yolları üzerinde ortaya çıkar örneğin.
Hindistan’ın Himalayalar’ın oluşturduğu doğal set nedeniyle “barbar” kavimlerin
yaratıcı yıkıcılığına pek uğramaması; buna bağlı olarak sınıfların taşlaşıp
kastlaşması ile binlerce tanrının varlığı; Çin’deki dinlerin tanrısızlığı Çin
yazısıyla açıklanabilir.
Aynı yöntem ve sorularla Ulus da açıklanabilir. Ulus ne
zaman ortaya çıkmıştır? Son iki yüz yılda.
Niçin önce ulus diye bir topluluk yoktur? Nasıl mümkün
olmuştur ulus diye bir şeyin ortay çıkması?
Bunu “iç pazar” “kapitalizm” olarak izah etmeye çalışan
şimdiye kadar ki teoriler sadece bir zamandaşlık ilişkisine dikkati çekerler
ama içsel bir bağlantı kuramazlar. Yani Sermayenin vatanı yoktur dendiğine
göre, niye bir vatan ihtiyacı duymuştur da ulusları ortaya çıkarmıştır
sorusunun cevabı yoktur örneğin. “İç Pazar” derken niye bu “İç” böyle
tanımlanmıştır da şöyle tanımlanmamıştır sorusunun cevabı yoktur? Ayrıca “iç”in
kapitalist üretimle bir ilişkisi yoktur. Çünkü kapitalizm dünya pazarının
varlığı koşulunda doğmuştur, ulusun doğuşu ile kapitalizmin varlığı arsında
hiçbir mantıki bağ yoktur? Uzak dış ticaret kapitalizmin doğuş koşullarından
biridir.
Sermayenin mantığı açısından dünyada uluslar ve ulusal
devletler olmaması gerekir. Ticaretin lüks mallarla sınırlı olduğu kapitalizm
öncesinde bile devletler büyük imparatorluklar iken ve ticaret yollarının
egemenliğini ancak imparatorluklar sağlarken, neden üretim ve ticaretin
globalleştiği modern kapitalizmde birimler küçük uluslar olmaktadır? Bunun
sermayenin ihtiyaçlarıyla açıklaması yapılamaz.
Zaten modern kapitalizmin ve dünya ticaretinin dini olan
Aydınlanma da ulusçu değil, kozmopolit ve hümanisttir kökeninde ve idealinde.
Aydınlanma’nın evrenselci ve hümanist ideallerini taşıyan Hürriyet Eşitlik Adalet hiçbir ulusa gönderme yapmaz. Amerika Birleşik
Devletleri veya Sovyetler Birliği gibi yine aynı ideallerden kaynaklanmış
devlet adları da kendilerini bir dünya cumhuriyetinin parçası olarak
tanımlamışlardır, “devlet” ya da “Sovyet” sadece bir idari ve teknik anlama sahiptir
bu isimlerde.
Niye 18. Yüzyılın Aydınlanma ve Evrenselciliğinden ve buna
tam düşen ve bunu gerektiren dünya pazarı ve ona yönelik üretimden, böyle dar
insanlığı boğan küçük ulusal devletlere geri dönüş olmuştur?
Dünya savaşları da tam bu üretimin evrenselliği ile
ulusların ve ulusal sınırların bunlarla çelişmesinden çıkmaktadır. Nasıl olup
da böyle bir çelişkili durum ortaya çıkmıştır?
Bunu ancak Burjuvazinin, egemenliğini sürdürme kaygısı,
karşı devrimci karakteri açıklar. Sermaye sınıfları ve Burjuvazi hep böyle
davranmıştır.
Tipik bir örnek verelim. Örneğin, kapitalist sömürü için
pahalı, baskıcı ve bürokratik bir devlete ihtiyaç yoktur. Kapitalizm öncesinde
güçlü bir devlet, ekonomi dışı cebir, artı ürüne el koymanın, sömürünün olmazsa
olmazıdır. Şark devletçiliğinin nedeni de budur? Ama kapitalizmde sömürü üretim
sürecinin kendinde gerçekleşir, devlet olmadan da kapitalizm olabilir. Marks’ın
Kapital’inde Devlet diye bir bölüm yoktur örneğin? Kapitalist üretim ve
sömürüyü açıklamak için devlet kavramına ihtiyaç duymamıştır Marks.
Ama burjuvazi, ezilen sınıfların direncini bastırmak için,
onlardan korkusundan, devraldığı devleti korumakla kalmaz; onu daha da baskıcı,
bürokratik, militer bir aygıta dönüştürüp, ezilenlerin bin bir mücadeleyle elde
ettiği kimi haklarını bile budamaya çalışır.
Sermayenin mantığı ile burjuvazinin egemen ve gerici bir
sınıf olarak çıkarları arasındaki çelişkiye bir başka örnek. Teorik olarak,
sermayenin toprakta özel mülkiyete ihtiyacı yoktur. Topraklar da tıpkı hava
gibi, su gibi, kamunun olmalıdır. Yani toprakların kamulaştırılması talebi
sanılanın aksine sosyalist değil, kapitalizme uygun bir taleptir.
Ama burjuvazi hiçbir yerde bunu savunmamış ve uygulamamıştır?
Neden? Çünkü, toprakta özel mülkiyetin ilgası ezilen sınıfları üretim araçlarında
özel mülkiyetin ilgası fikrine de kolayca getirir diye. Keza eski toprak
sahipleriyle ezilenlere karşı ittifak yapabilmek için. Yani sınıf mücadelesinin
ihtiyaçlarının ürünü olarak burjuvazi, ekonomik olarak hiç de gerek olmamasına
rağmen, toprak sahiplerine rant (toprak geliri, iradı) denen haracı ödemeye
razı olmuş ve onlarla ittifaka girmiştir.
İşte ulusçuluğun varlığı da böyledir. Sermayenin mantığı
değil; Burjuvazinin egemen sınıf olarak çıkarları ve korkularıdır onu mümkün ve
gerekli kılan.
Aydınlanma, kapitalizm öncesi toplum hayatını düzenleyen
dinleri, toplumsal hayatın örgütlenmesinin dışına atabilmek için, insanların
dini, soyu, inancı ne olursa olsun eşittir derken, dinin ve soyun ve inancın
(ki bunlar dinlerdi kapitalizm öncesinde) bunların topluluğu belirlemeyeceğini
belirtmiş oluyordu. Ama bunu yapabilmek için, politik olan ve olmayan
(Özel-İnanç) ayrımını yapmıştı. Bu ayrım (özel (inanç ve politik ayrımı), tıpkı
İslam’ın Allah’ının totemlerin ayırdığı insanları birleştirip eşitlemesi gibi,
farklı inanç ve soylardan insanları birleştirip eşitleme işlevini görüyordu.
Ama nasıl İslam içinde daha doğarken Mekke’nin egemen
sınıfları ve binlerce yıllık Ortadoğu devletçiliği kendini feth eden İslam’ı
feth edip bir karşı devrim yaptı ise, aynısı Aydınlanma devriminde de oldu. İnsanları eşitlemenin aracı olan özel-politik
ayrımı, politik olanı ulusal olanla tanımlayarak, insanları bölmenin ve
burjuvazinin egemenliğini sürdürmesinin, karşı devrimin aracı oldu.
Yani özel politik ayrımı devrimci ve eşitleşici iken,
politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesi, yani ulusçuluk karşı
devrimcidir. Bu tamamen burjuvazinin egemen bir sınıf olarak çıkarlarıyla
ilgilidir.
Ancak bu karşı devrim başlangıçta, ulusu bir toprak
parçasında yaşayanlarla sınırlıyordu. Bu bile sonraki ikinci karşı devrime göre
nispeten daha demokratik kalıyormuş. Daha sonra ulusu bir ırkla (Güney Afrika,
İsrail, Amerika’nın iç savaş öncesi güney eyaletleri, sömürgecilik), bir dille,
bir dinle (Pakistan, Bosna, İsrail), bir soyla (İsrail), bir tarihle, bir
kültürle (Avrupa ulusçuluğu) veya bunların çeşitli kombinasyonlarıyla (Türk
milliyetçiliği örneğin, çeşitli dozlarda, dille, dinle, soyla, ırkla ve
kültürle tanımlar ulusu) tanımlayan
çifte kavrulmuş bir karşı devrimci ulusçuluk oluştu.
İşte Türk ulusçuluğu, Anadolu’nun Müslüman ahalisinden
yaratılmış böyle çifte kavrulmuş karşı devrimci, dil, ırk, tarih, soy ve dinle
tanımlanmış bir ulusçuluktur. Türk ulusu da böyle bir çifte kavrulmuş karşı
devrimin niteliğini verdiği böyle bir ulustur.
Ulusu sadece bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan
bir ulusçuluk örneğin pek ala din, dil, ırk, soy körü olur. Yani o topraklarda
yaşayanların dili, dini, etnisi, ırkı onları hukuki, idari, ekonomik, siyasi
bakımdan hiçbir şekilde farklı kılmaz.
Ama diyelim ulus bir dille tanımlanmış ise bu her şeyden
önce iki anlama gelir.
a)
Dil politize edilmiş, politik alana sokulmuş, politik
bir olgu olarak tanımlanmış olur.
b)
O dili konuşmayanlar ve anadili o dil olmayanlar
otomatikman dezavantajlı, politik olarak ezilen duruma geçmiş olur.
Ceza suçun cinsindendir, ulus dille tanımlanıp politik alana
sokulunca ya da daha doğrusu politik olan dile kadar genişletilince, buna
direniş de örneğin dile dayanan bir ulusal hareketi yaratır.
Yani okullarda Türk Tarihi okutulunca, Türklük de Soyla ve
Irkla tanımlanınca buna dahil olmayanların direnişi başlamış olur.
Örneğin Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bu Türk ulusunu
yaratmak için bir Türk Dili ve Türk Tarihi oluşturmak amacıyla kurulmuşlardır.
Ancak Türkiye’deki ulus aynı zamanda Dinle de
tanımlanmıştır. Bu din İslam ve onun Hanefi mezhebidir.
Yani politik olan (ulusal olan) tıpkı dil gibi dine de
yayılmıştır. Diyanet işleri vardır bütçesi bir çok bakanlıktan daha büyük ve
binlerce maaşlısı olan. Azınlıklar dinle tanımlanmıştır. Askerdeki yemek
duasından, din derslerine kadar her şey İslam’la ve dinle tanımlanmıştır.
Ancak bu din, laiklik peçesi örtülerek, özel bir yorumdan
geçirilmiş, politik dengeleri gözeten bir İslam’dır. Hıristiyan halklar
katledildiği için, kalan Aleviler ve Devlet sınıflarının şehirli yaşamını da
koruyan; resmi bir Sünni İslam’dır bu.
Yani Hem Sünni İslam’a dayanır, hem de Sünni İslam’ın başka
yorumlarını; hem de başka yorumların günlük yaşamı işgal etmesini zorla
engelleyen bir Sünni İslam’dır.
Tipik bonapartist, dengelere göre değişen, politik olarak
denge aracı olarak kullanılan özel bir yorumudur bu İslam’ın. Bir yandan
herkesten aldığı vergilerle, binlerce maaşlısıyla muazzam bir Sünni İslam
aygıtı yaratır. Diğer yandan onu başına türban takıyor diye okula sokmaz.
Ulusun Türklükle ve Türklüğün de dille, soyla, ırkla,
tarihle tanımlanmasına karşı oluşmuş Kürt hareketini zayıflatmak için Ulusu
İslam’la tanır, bu yöndeki politik akımlara destek verir. Ama bu güçlenen
eğilim karşısında paniğe kapılan şehirlileri ve Alevileri koruyucu maskesi
takınır.
Bunun karşısında burjuvazi, dinin, dilin, tarihin, soyun,
sopun, kültürün, politik alanın dışına çıkarılması; ulusun bunlarla tanımlamaya
karşı tanımlanması gibi nispeten demokratik bir ulusçuluğu kendi gerici özü
gereği hiçbir zaman savunmadı.
Bu oyun hem burjuvazinin hem de Askeri Bürokratik
oligarşi’nin işin geliyor ve böylece kayıkçı dövüşünü sürdürüyorlardı. Kürt Hareketinin
varlığı bu oyunu bozdu.
Egemen ulusun aynadaki aksi olan bir Kürt ulusçuluğu Kürt
burjuvazisinin ulusçuluğu oldu. PKK’nın temsil ettiği plebiyen ulusçuluk bundan
uzak durmaya çalıştıysa da Türkler arasında paraleli bir demokratik hareket bulunmadığından,
tecrit olmamak için bu ulusçulukla her zaman dirsek temasını ve dayanışmayı
korumak zorunda kaldı.
Buna karşılık, Türk burjuvazisi (ve Kürt burjuvazisinin bir
kısmı) Askeri Bürokratik Oligarşinin ulusal olanı aynı zamanda Sünni İslam’la
tanımlanmasına hiçbir zaman karşı çıkmadı, sadece bunun yorumuna ve somut
uygulanışına karşı çıktı.
Bunların karşısında askeri bürokratik oligarşi ve Alevi
Burjuvazisi de hiçbir zaman gerçek bir laikliği, yani ulusun dinle de
tanımlanmasına karşı çıkmadı.
AKP ilk yıllarında, yaşam alanlarına fazla bir müdahalede
bulunmayarak, yani politik olanı yaşam alanlarına ve İslam’a yaymaktan uzak
durarak bir ölçüde direnişi belli bir dozun altında tutmayı başarmıştı.
Ancak son yıllarda fiili uygulamalarıyla ve aldığı kararlarla,
“yaşam tarzını” kendi İslam yorumuyla düzenlemeye ve fiili bir baskı
oluşturmaya kalkınca, bu baskıya karşı Şehirli ve Alevi nüfus direnmeye
başladı.
Yani bu direniş, ulusal olanın yaşam tarzına da yayılmasına
ve bunun İslam’la tanımlanmasına karşı bir direniştir.
“Yaşam tarzı” (neyi giyeceğin, neyi, nerde, nasıl yiyip
içeceğin vs.) daha önce Askeri Bürokratik Oligarşi tarafından zaten
politikleştirilmişti, kıyafet yasaklarıyla. Bu yasaklar Alevileri ve Şehir orta
sınıflarını koruduğu için, onları Politik İslam karşısında yedeğe almanın bir
aracıydı. AK Parti zaten politikleşmiş olanı Sünni İslam ile tanımlamaya
kalkınca bu sefer “Yaşam Tarzı”nı İslam'la tanımlamaya karşı bir direnişin
fitilini yakmış oldu.
Kabaca, Kürt hareketi, dilin politikleşmesine ve politik
olanın da Türklükle tanımlanmasına karşı bir direniş ise; Gezi hareketi “yaşam tazı”nın politikleşmesine ve
politik olanın da İslam’la tanımlanmasına bir direniştir.
Bu nedenle Gezi Hareketi, özünde politik (veya ulusal)
olanın nasıl tanımlandığına bağlı olarak ortaya çıkan bir direniş olduğundan
Kürt hareketiyle aynı özdedir. Bu nedenle görünümü ne kadar farklı olursa olsun
ulusal baskıya karşı bir harekettir diyoruz. Ancak buradaki ulusal tanımı ulusçuların
ulusal tanımı değil, sosyolojik bir ulusal tanımıdır.
*
Ancak bu direniş, hiç kimsenin beklemediği bir hızlı evrim
geçirmiştir ve geçirmektedir. Klasik biçimiyle yaşam tarzının politikleşmesini
reddetmeyen, ama onu “laiklik” denen batılı biçimlerle tanımlayan gerici
milliyetçi biçimini hızla terk etmiştir. Türbanlılardan korkan ve kendi
özgürlüklerine karşı saldırmaya hazır feodal bir gericilik gören sarı saçlı
annelerinin aksine, Gezi Hareketinin neredeyse yarısını oluşturan genç
kadınlar, onları müttefikleri olarak görmekte, korumakta, onlara ulaşmaya
çalışmaktadırlar
Anaları babalarından farklı olarak, Müslümanların kıyafetine
karışmamış, aksine onları da içine almak için çabalayan, kandil kutlamalarını
savunan, Müslümanların Cuma namazı kılma hakkı için onların etrafına koruyucu
duvar ören bir harekettir.
Hareket, işçi sınıfının modern tabakalarının eğilimlerini
göstermekte ve Kürt hareketinin otuz yılda kat edemediği yolu birkaç haftada
kat etmiş bulunmaktadır.
Yani politik olanın İslam’la tanımlanmasına karşı değildir
sadece, laiklik denen dinle de tanımlanmasına karşıdır. Demokratik bir
ulusçuluğa evrilmektedir.
İlk günlerin hem Kürt hareketine karşı ulusu Türklükle
tanımlayan; hem de Politik İslam karşısında Askeri Bürokratik Oligarşinin
direncini sembolize eden Türk bayrakları ve Atatürk resimleri artık yok
olmuştur. Bayraksız bir harekettir. Bayrağı bayraksızlıktır. Biz beyaz bayrağı
önerirken tam da bunu öneriyorduk. Hareket kendisi el yordamıyla aynı anlama
gelen bayraksızlığı çözüm olarak buldu.
Hareket politik olanın ya da ulusun bir dinle tanımlanmasına
karşı açık mesajını verdi. Ama ikinci mesaj henüz net değil.
Aslında Kürt hareketinin Apocu kanadı başından beri
yeterince uyanık ve hızlı davranıp, hareketin içinde Radikal İslamcılar gibi
yer alsaydı, Gezi Hareketi aynı güçle şimdi ulusun Türklükle tanımlanmasına
karşı da açık mesajını vermiş olurdu.
(Hareket aniden bastırdı. Herkes gibi Kürt hareketini de
hazırlıksız yakaladı. Aslında altın bir fırsattı. Ancak yine de her şey bitmiş
değil ve telafi edilebilir.
Kim bilir belki bu da hayırlı olmuş olabilir. Hareket Kürt
sorunuyla yüzleşmek için biraz yol kat etmek zorundaydı belki de. Belki erken
bir karşılaşma da olabilir ve bu ağırlığın altında da ezilebilirdi.)
Şimdi bu hareketin karşısında, ulusal sorunu da aynı
yöntemle çözme ve kendi programını koyma görevi bulunmaktadır.
Gezi Hareketi, Ulusun Türklükle de tanımlamasına karşı
çıkıp, Kürtlüğün ve Türklüğün hiçbir politik anlamının olmadığı; dilin ve
tarihin de politik ya da ulusal olanın işgalinden kurtulduğu demokratik bir ulusçuluğa;
ulusu bir dille, dinle, etniyle tanımlamaya karşı tanımlamaya geçebilirse, Türkiye
ve Kürdistan denen topraklarda demokratik bir devrim başlar.
Bu devrim eğer başarıya ulaşırsa, sürekli bir devrim olarak
hızla tüm Orta Doğu’yu kaplar.
Bu adımı atamaz ise yenilmeye mahkumdur.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin plebiyen kanadı, yani Apocular,
böyle bir evrimde yıllardır aradıkları partneri bulacaklardır.
Yıllardır Öcalan’ın geliştirmeye çalıştığı görüşlere dayanan
Özgürlük Hareketi, Gezi hareketiyle uyumlu davranmaya en yatkın ve hazırlıklı
biricik harekettir.
Bu ikisinin buluşması, Gezi Hareketinin Türk, Kürt
hareketinin Kürt milliyetçileriyle kopuşmasıyla mümkün olabilecektir.
Her ikisi de bunu başarıp, ulusun bir dille, dinle, soyla,
tarihle tanımlanmasına karşı bir demokratik ulus anlayışında birleştiklerinde,
21 Mart 2013 tarihinde Öcalan’ın Newroz’daki nutkuyla başlayan; 31 Mayıs’ta
İstanbul’da Gezi Direnişiyle ilk adımlarını atan devrim hızla tüm bölgeye bir
saman yangını gibi yayılabilir.
Gezi Direnişi ve Devrimci Kabarışı, Yaşam Alanlarının işgaline, metalaşmasına ve ticarileşmesine karşı
bir direniş olarak başladı; “Yaşam Tarzı”nın
savunusu olarak, yani ulusun Ak Parti’nin İslam’ıyla tanımlanmasına karşı bir
direniş olarak kitleselleşti; ulusun her hangi bir dil, soy, ırk, tarih ile
tanımlanmasına karşı olduğunu bayrağına yazdığında da başarıya ulaşacaktır.
Başarıya ulaştığı an, o hızla tüm orta doğuya yayılır.
Başarıya ulaştığında, doğduğu yere, yaşam alanının
ticarileşmesine ve metalaşmasına direnme ve bunun için dünya ölçüsünde çözümler
arama noktasına dönecektir.
Orada da artık, ulusun nasıl tanımlanacağı değil, nasıl
tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanla politik olanın çakışmasına karşı
çıkmaktan, yani ulusal sınırları yıkıp bir dünya cumhuriyeti kurmaktan başka
bir yol olmadığını görecektir.
Demir Küçükaydın
28 Haziran 2013 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder