Bir toplumun refah ve zenginlik düzeyini emek
üretkenliğinin yüksekliği belirler; emek üretkenliği ise son duruşmada, daha
büyük ve başka enerji kaynaklarının üretim sürecine katılması demektir.
İnsanlık tarihi ve insanlığın yaşadığı belli başlı toplum biçimleri, temel
enerji kaynaklarına göre de sınıflanabilir ve bu tamı tamına farklı üretim
biçimlerine de denk düşer.
Kabaca insanın kol ve kas enerjisine dayanan
üretim “Vahşet”; bitki ve hayvanların ehlileştirilmesiyle birlikte, adeta güneş
enerjisine dayanan organik robotlarla yapılan üretim “Barbarlık”; rüzgar ve su
gücü klasik tarıma dayanan tefeci ve bezirgan sermaye uygarlığı; fosil yakıtların
enerjisine dayanan üretim de modern kapitalist uygarlık demektir.
Homo Sapiens, ateşin çocuğudur. Ateş sayesinde
insan denen canlı türü, ilk giyinen, ilk mezarı olan canlı olmuştur. Ateş
sayesinde, o maymun benzeri, alet kullanan yaratık Afrika savanlarının ılıman
iklimini terk ederek tüm iklimlerde yaşayabilen ilk canlı, hasılı insan olabilmiştir.
Evet, bu günkü insan, yani Homo Sapiens,
ateşin bir ürünüdür, ama ateş kendi başına, insanın avcılık ve toplayıcılıktan,
yani esas olarak kol gücüne dayanarak üretim yapmaktan kurtulmasını
sağlayamamıştır. Ateşin emek üretkenliğini arttırmada kullanılışı, çok sınırlı
alanlar hariç, neredeyse sanayi devrimine kadar mümkün olmamıştır. Nasıl ateşi
kontrol altına almak için, canlının onunla doğrudan temasını ve yanmasını
engelleyen bir alet, dolayısıyla aleti kavrayan bir el ön koşul idiyse ve alet
denen cansız nesneyi aracı etmedikçe hiçbir canlı ateşi kullanamadıysa; ateşte
ortaya çıkan ısı enerjisini de mekanik enerjiye dönüştürebilmek ve onu işte
yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir
ihtiyaç hem de belli bir teknik gelişme düzeyini gerekiyordu. İhtiyacı ve
teknik düzeyi dünya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim binlerce yıl
sonra yaratabildi.
Bu nedenle, neredeyse modern sanayi devrimine
kadar ateş, üretim süreçlerinde, mekanik hareketlere dönüştürülerek emek
üretkenliğini arttıran bir enerji kaynağı olarak kullanılamamıştır. Kullanımı
doğrudan ısı ve ışık kaynağı olmakla ve madenlerin arıtılmasında veya kimi
yiyeceklerin hazırlanmasında olduğu gibi kimyasal dönüşümlerin aracı olmakla
veya onları hızlandırmakla sınırlı kalmıştır. Modern sanayi devrimine kadar
olan dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas
gücüne sadece hayvan, su ve rüzgar gücü eklenebilmiştir.
Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini
yani neolitik devrimi; su ve rüzgar gücünün kullanımı ise, büyük miktarda
ürünleri ve yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret
düzeyini, şehirleri, hasılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.
Homo Sapiens’in yuvarlak hesap yüz bin yıldır
var olduğunu ve Neolitik devrimin de yuvarlak hesap on bin yıl önce gerçekleştiğini düşünürsek,
modern insan türünün ortaya çıkışından, neolitik devrime kadar geçen zaman,
yani doksan bin yıl; yani homo sapiensin var oluşunun onda dokuzu; sadece kas
gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği düzeyinde; dolayısıyla
sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir.
İnsanın sadece kol gücüne, kaslarının gücüne
dayanarak yaptığı üretim, esas olarak avcılık ve toplayıcılığa denk gelir. Ok,
yay, mızrak, balta gibi bütün üretim araçları hep insanın kas gücüne dayanırlar
ve bu gücü biriktirerek kullanmak ve belli bir noktada yoğunlaştırmak işlevine
dönüktürler.
Böylece insan bir yandan ateş sayesinde ilk
mezarı olan, sanatı olan, bir toteme dayanan toplumsal üstyapısı ve
örgütlenmesi olan bir canlı haline gelirken dolayısıyla mezarı olan ilk canlı
olurken, yani ölüleri bile toplumun bir parçası olurken, aynı zamanda esas
olarak kendi kaslarının gücüne dayanarak üretim yaptığından, yani emek
üretkenliği son derece düşük olduğundan, sürekli bir kıtlık halinde yaşamıştır.
Ama kıtlık demek, canlının yaşayabilmek için
birbiriyle rekabeti demektir; insanın insana rekabeti demektir. Aç bir insanı,
diğer hemcinslerini, çocuklarını, yaşlılarını yemekten alıkoyacak bir
örgütlenme demektir. Hem kıtlıkta yaşamak, hem de birbirini, özellikle güçsüz
çocukları ve yaşlıları yemeyip dayanışabilmek. Dişinin soyun devamı için
gerekli analık içgüdüleri bunu bir ölçüde engellese bile, erkekler için nasıl
engellenecektir bu?
Totem, yani soy ve kardeşlik ve Kutsallık bu
çelişkiyi çözen bir üstyapı sağlamıştır. Bunun temeli ise, neredeyse bütün
dinlerin “nefsine hakimiyet” diye sonradan da ululayacağı ve sınıflı toplumun
eşitsizlikleri karşısında kişisel bir çıkış yolu olarak önereceği iç güdülere
hakimiyettir. İç güdüler toplum, yani “totem” ya da “tanrı” için kurban
edilebilmelidir ki toplum varlığını sürdürebilsin. Bu gün bizlere bir mazohizm
veya işkence gibi gelebilecek bütün “ilkel” toplumlarda görülen acılı
imtihanlar, hep parçanın bütüne; nefsin, iç güdülerin topluma tabi olması
eğitimine yöneliktirler.
Bu gün bizlerin yamyamlık ya da kanibalizm
dediğimiz şey, aydınlanmanın insan kavramına dayanır. Bu kıtlık döneminde
insanlar aynı kabile ya da soydan olanlardan ibaretti; onlar başka kabileleri
veya insanları öldürüp yediklerinde, başka insanları değil; başka canlıları
yiyorlardı. Ama buna karşılık hiçbir kandaş toplum kendi kandaşına, yani
insanlara dokunmazdı. Aksine, kandaşı ya da soyu ve kabilesi için kendini feda
toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturmuştur. Toplum için feda, iç güdülere
egemenlik, parçanın bütüne (toteme, soya) tabi olması, eşit haklı bir kandaş
olabilmek için acılı imtihanlar (ki sünnet vs. bunun bir kalıntısıdır) bütün bu
toplumların hepsinde ortak özellikler olagelmişlerdir.
Kıtlıkta çocukların özellikle aç erkeklerce
yenmesi bu mekanizmayla engellenmiştir ama kıtlık var olmaya ve çocuklar da bir
çok durumda ya açlığa mahkum olmaya (ama totemin soyundan gelenler arasında
dayanışma ve parçanın bütüne tabi olması esas olduğundan ve hiç kimse aç
bırakılamayacağından) doyurulduğu takdirde, kabilenin açlıktan ölmesine yol
açabilecek bir tehlike olmuştur.
Bu koşullarda insan, tek tek canlılar olarak
çocuk ve yaşlıları yememiş ama onları toplum adına “kurban” etmek ve böylece
hep parçanın bütüne tabi olması ilkesini yaşatmak hem de kabile olarak
varlığını sürdürmek olanağı bulabilmiştir.
Bu nedenle, kıtlığın, yani neolitik devrim
öncesinin bütün toplumları aynı zamanda çocuk kurban etmişlerdir. Denebilir ki,
bu günkü insan soyu istisnasız “çocuk katilleri”nin ahvadıdır.
Bu nedenle, insanlık var oluşunun onda dokuzu
boyunca, doksan bin yıl boyunca, çocukları da kurban etmiştir. Bu kıtlık
döneminin kalıntıları, uygarlığa ve daha yüksek bir emek üretkenliğine daha geç
geçen haklarda çok yakın zamanlara kadar yaşamıştır.
Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra bile Molok’a
çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği, ta Roma çağına,
Kartacalılara kadar devam etmiştir.
Bu gün Amerika’dan tekrar dünyaya yayılan
Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve
Keltlerdeki çocuk kurban etme adetinin, orta doğudaki Kurban Bayramı
benzeri bir şekilde bırakılışını ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar
yaşadığının kanıtını temsil eder.
Araplarda, daha İslamiyet’in doğuş döneminde
bile, kız çocuklarının kurban edilmesi adeti yaşıyordu. Ve nihayet bizzat
Kurban bayramı çocuk kurbanının bir kanıtıdır.
İnsanlığın, sürekli kıtlıktan kurtulması,
hayvanları ve bitkileri ehlileştirmesiyle mümkün olabilmiştir. Hayvanların ve
bitkilerin ehlileştirilmesi, yani özünde neolitik devrim, dünya tarihinde
gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bu günkü uygarlığın en büyük keşifleri bile
bu devrimin yanında birer cüce gibi kalır. Bu günkü bütün yaşamımız hala bu
devrimin kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar
ve bitkiler; giydiklerimiz (Dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve
yiyecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu devrimin
bulduklarıdır özünde.
Neolitik devrim bir bakıma, güneş enerjisiyle
çalışan organik robotların keşfi ve kullanımı gibi tanımlanırsa onun çapı ve
emek üretkenliğinde yaptığı muazzam sıçrama anlaşılabilir. Böylece insanın
çalışması esas olarak bu robotların bakımı, ürünlerinin toplanması gibi
eylemlerde yoğunlaşmıştır. Kol emeği artık ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlarda
biriken güneş enerjisinin kontrol altına alınmasına yönelik olarak işlev görür.
Dolayısıyla enerji kaynağındaki bu muazzam artış, aynı zamanda üretkenlikte
muazzam bir artış bu da sürekli kıtlık ve açlık tehlikesinden kurtuluş
demektir.
Böylece avcılık ve toplayıcılığın kıtlık
ekonomisinin yerini; hayvan yetiştirmenin ve gelgeç bahçeciliğin bolluk
ekonomisi almıştır. Bu durumda, kabilenin ya da toplumun yaşaması için
çocukları kurban etmek gereği kalmamıştır.
Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan
söylence, asılında, gerçek tarihin doğru bir tasvirinden başka bir şey
değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken,
hayvanların ehlileştirilmesine geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban
edilmesine geçişi; yani neolitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa
artışı; bu artışa paralel olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale
gelişini; insanların sürekli bir açlık ve kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu
sembolize eder. Bu muazzam devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir.
Daha sonra İslam bu Sami göçebeliğinin
geleneğini almış, onu uygarlığın sınıflı toplumunda; zenginlik ve yoksulluk
farklılıklarının bulunduğu toplumda, zenginlerin kurban kesmesi ve bunu
fakirlere dağıtması dolayımıyla, bu farklılıkları nispeten ılımlandırmanın bir
aracı yapmıştır.
Klasik uygarlıklar çağında, bunun da belli bir
işlevi vardı ve Kurban bayramları ne kadar kutlansa yeriydi.
Kurban bayramında bir bakıma böylece iki
bayram iç içe geçiyordu; neolitik devrimin bayramı ve İslam’ın uygarlığın sınıf
çelişkilerini nispeten yumuşatan; Hindistandaki Kastlaşma benzeri sınıf
fosilleşmelerine karşı, tüm Müslümanları soyu ya da gelir düzeyi ne olursa
olsun, aynı namaz safında eşitçe dizen, uygarlıktaki kastlaşmaya ve aşırı
zenginlik farklılıklarına karşı İslam devrimi veya reformunun bayramı.
Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş
çağlarında, toplum için ve toplum adına kurban edilen çocukları gibi, bir gelin
gibi süslenir; el bebek gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa hayatının
herkesinkinden daha güzel geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat
kurban ediliş eylemi bile, o unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın
öleceğini bilmemesi; öldürme işleminin olabildiğince seri ve acısız olması;
dualar, seremoniler vs. hepsi, kurbanın toplumun yaşaması için bir dayanışma
olduğunu vurgulamaya ve kanıtlamaya yöneliktir.
Ne var ki, bu gün geniş yeniden üretim
çağında, hayvanların bant usulüyle üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya
sürüldüğü çağda, bu kurban adeti ve bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş
Fenikelilerin çocuk kurban etmeye devam etmelerine veya Asteklerin uygarlık
sembolü piramitler üzerinde artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken
insan kurban etmeye devam etmesine
benzer. Gerçek anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir işlev
kazanmıştır. Azteklerde insan kurban etmenin devam etmesi, bu adetin diğer
kabileleri ya da kastları baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir
aracı olarak kullanılmasıyla ilgiliydi. Fenikelilerin çocuk kurban edişleri de
muhtemelen benzer bir işleve sahipti.
Bu günkü toplumda
da kurban, artık bir sosyal adalet ve toplumsal dayanışma aracı olmaktan çıkmış;
bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini bütün olduğunun
reklamını yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı haline gelmiştir.
“Sağ elinin
yaptığı iyiliği sol elin bilmeyecek”
diyen bir dünyanın ve değerler sisteminin değil; “bakın ben ne kadar iyilik
yapıyorum, ne kadar dindarım” diye bar bar bağıran; kapitalizm öncesinin
her türlü değerini yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik
değerlerinden bile zerrece nasibini almamış insan posalarının, lümpenlerin
değerlerini ifade etmektedir artık kurban kesmek.
On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan
insanları çocuklarını kurban ederken, bu günün kurban kesenlerinden, milyon kez
daha insani bir iş yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir cinayet değil, bir
ibadetti; bu gün ibadet diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil
cinayettir.
*
Modern toplumda, bu günkü geniş yeniden üretim
yordamında, tüm değerleri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün
fiyatı belirler. İş gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern
toplumu bir parça yaşanır kılan biricik ilaçtır.
Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar
edebilmesi için, işçilerin demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir
araya gelebilip çıkarlarını korumak için birlikler oluşturma; partiler kurma
özgürlüklerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik
garantisi ve sağlayıcısı, işçi sınıfı ve hareketidir.
Ama işçi hareketi de ancak demokrasi
mücadelesi içinde toplumdaki tüm ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip,
sadece işçiler için ekonomist bir hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve
demokratik bir karakter kazanabilir ve o zaman bu hakları elde edebilir.
Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi
değil, Türkiye’nin yakın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin
hem yükseldiği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir
dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de
devrimci ve demokratik talepler.
İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik
haklar elde ettiği takdirde, toplumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları azalır.
Çünkü ezilenler bu haklara dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık
güçlerini yükseltirler; vergiler aracılığıyla ulusal gelirin yeniden
dağıtımında ağırlıklarını koyarak, zenginlik ve yoksulluk farklarını nispeten
daha ılımlandırıcı tavizler koparabilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye
ve çözülmeye yol açan, korkunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır.
Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban
bayramını bekleyen yoksullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve
bunun yarattığı çürümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da
olmaz.
Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da
insanların hiçbir zaman hakları olmaz. Orada avane kliyen ilişkileri geçerli
olur. Zengin olan, üstün olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak”
yapar. Alttakiler de ona karşı sürekli gebe ve mahkum kalırlar.
Demokraside ise, insanların hakları olur.
Kimse bu hakları için kimseye minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir
toplumda, birbirinin elini öpen, yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip
güçlünün karşısında köpekleşen insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır.
Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini
yaratmakta ve üretmektedir. Bürokratik oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar
değil, hoşgörü veya görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır.
Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil,
aynı şekilde, avane, kliyan (klik) ilişkilerine dayanan bir sistemi
savunmaktadır. Kurban bayramlarının böylesine bir katliama, zenginlik ve hayır
severlik gösterilerine dönüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak
yoksunluğunun; avane kliyan ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir
yansıması ve sonucudur.
Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik
İslam’ı aslında aynı sistemi savunmaktadırlar. Demokratik haklara değil,
hoşgörüye, gebe bırakmaya dayanan sistemdir bu. AK Partili belediyelerin
yoksullara ekmek dağıtması da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan
katliamları da; “kapkaççılık” da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar
hepsi aynı sistemin ayrılmaz parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Politik İslam, ne
İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani politik olanı dinle
veya İslam’la tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Eğer sorun
Müslüman olmak ise, bu gün Müslüman olmak ancak tutarlı demokrat olmakla;
toplumda tüm değerleri yaratanların, çalışanların her türlü örgütlenme, fikir,
gösteri özgürlükleri için mücadele etmekle; toplumdaki hiçbir dilin, dinin,
etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmekle mümkündür.
Bu günün dünyasında, bir zamanlar kurban
kesmenin sağladığı sevabı; ancak demokratik haklar için hapiste yatmak;
sürgünlerde yaşamak; ezilen ve yoksulların demokratik hakları için mücadeleye
girmek sağlayabilir. Bu özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta
karşı olmak; sonra da yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya
gösterişsiz kurbanlar kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi
yoktur. Bunlar cehennemde yanmaya layık gühahkarlardır.
Türk devletinin Türk devleti olmasına,
Türkçe’nin resmi devlet dili olmasına; yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına
karşı çıkmadan; tüm dillerin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din,
dil etni ile bağlantısının olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da
olunamaz, demokrat da olunamaz.
Gerçek Müslüman, diyanet işlerinin lağvını,
Sünnilerin de tıpkı aleviler gibi, din görevlileri için kendi gönüllü
bağışlarıyla onlara bakmasını savunur.
Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın,
hatta bu günkü çürütücü ve gerici sistemi savunacaksın, diğer yandan da, haç,
kurban ya da İslamiyet’in faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban
kesip aç ve yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya
zenginlere minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır.
*
Bayram her şeyden önce çalışılmayan gün
demektir. Çalışılmayan bir gün ise, o çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan
kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir emek
üretkenliği düzeyini.
İnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle
ulaşmıştır. Dolayısıyla, Kurban bayramı, sadece çocuklar yerine hayvanların
kurbanına geçişin değil, aynı zamanda bayram denen, çalışmadan yaşanabilecek
günlerin ortaya çıkışını da sembolize eder.[1]
Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık
içinde yaşadıkları çağlarda da elbette rastlantısal iyi bir av sonucu, ya da
uygun bir mevsim dolayısıyla bol yiyecek bulunduğu zamanlar olabiliyordu[2].
Ama bunlar tamamen rastlantısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir
artı ürün olmadığından, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması
için gerekli ihtiyaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal
artı ürünler derhal tüketilmeliydi.
Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram
yoktur, rastlantısal artı ürünleri tüketmeye yarayan şölen vardır.
Neolitik aynı zamanda bayramın da keşfidir. Bir bakıma Kurban Bayramı, sürekli
ve düzenli bir artı ürünün varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramı
sayılabilir. İnsanlık tarihinin bütünü göz önüne alındığında, gerçekten bayram
olarak kutlanmayı hak eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim güçleri,
ilişkileri ve üstyapıdaki muazzam değişikliklere denk düşmektedirler bu ve
benzeri bayramlar.
Her sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları
kutlamalıdır, insanlık tarihindeki en büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama
bu bayramları kutlamak, bu gün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı
mücadelesiyle olabilir.
Semavi dinler de çok büyük toplumsal
devrimlere karşılık düşerler elbet. Bu dinler sonra gelişen uygarlık ve sınıflı
toplumlar içinde, nispeten eşitlikçi büyük reform ve devrimleri sembolize
ederler.
Örneğin İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele
alalım. Birbiri peşi sıra gelen uygarlıklar koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek
Pazar kılmış, bir tek uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi Roma’nın egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta
her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam
ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler artık üretici güçlerin
o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline gelmişlerdi. Tüm bunları
aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri, aynı
politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu. Hıristiyanlık Roma’nın
sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama bunu
yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde yarattı
yedinci gün dinlendi diyerek, haftada bir, yani yılda elli iki gün tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir
hareket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş
değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik iş
günü bile bunun yanında küçük kalır
Çürümüş Bizans ve Sasani, yani Çin ve Hint
yolundaki Uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu uygarlığının çıkmaza girmiş toprak
ilişkilerini yeniden düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam
da bir tür devrim idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile İsa’nın ya
da Muhammet’in doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak
kutlamış oluyorlardı.
Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların
yanında bayram adıyla anılmaya layık hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa.
İlk burjuva devrimleri, yani Amerikan ve Fransız devrimleri, daha ilk
adımlarında gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı,
insan haklarıyla tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun
eşittir diye tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin
kalıntılarıyla; yani insanın sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle;
hem de burjuvazinin yurttaşları (yani insanları), belli bir dil, etni veya
dinden olan veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarla
sınırlayan gerici milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer
gericilik insanlara karşı bir tehdit ve terör gösterisidir bu günün “modern”,
“ulusal” bayramları. Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine
dayanırlar ve bu anlamda birer karşı devrim bayramı, birer gericilik
ayinidirler.
Bu bayramların birer tatil günü olması,
işçilerin ve emekçilerin bundan biricik kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve
emekçilere verdiği bir rüşvettir.
Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler
olduğundan çok söz edilmiştir. Ama esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan
devrim”, burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin, “vatanım yer
yüzü, milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir
din, dil, etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa
çevrilmiştir.
Burjuva devriminin bu idealine,
enternasyonalizm adı altında işçi hareketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin
bayramı olan 1 Mayıs, aslında, sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü milletim
insanlık” diyen, ihanete uğramış ve unutulmuş burjuva devriminin
bayramıdır.
Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin
bu idealini terk etti. O da, bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin
yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıpkı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal
bayramları gibi, bürokrasinin sosyalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları;
yani karşı devrimlerin bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde
varlığını sürdüren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu.
Bu günün dünyasında, gerici milliyetçilikle
çizilmiş sınırlara karşı bir hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların
eşitliğine dayanan bir hareket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına
layık bir bayram oluşturabilir.
Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil,
modern burjuva uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun
bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabilmesi için,
bu günkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının yer yüzünden
silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumun ve uygarlığının bayramı işçiler
eliyle oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun değil, işçilerin,
yani burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürününün bayramı olduğunu
bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bayram yapma şansına sahip
olabilirler.
Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin
bayramı hiç olmayacaktır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf
ayrımları ve sömürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı
yabancılaşmalar olmayacaktır.
Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram
olur. Hayat bir bayram olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu anlamda sosyalizm için mücadele,
bayramları yok etme ve anlamsız kılma mücadelesidir.
[1] Oruç ve
şeker bayramı büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi kontrol
altına almaya yönelik kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yarayan
şölenlerin, neolitikten sonra varlığını sürdüren bir kalıntısı olabilir.
Neolitik öncesi dönemlerin bir hatırlatılması ve ondan kurtuluşun kutlanması
gibidir.
[2] Newroz
bayramı orta doğuda doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğundan, baharın
sağladığı nispeten daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhtemelen kökleri
neolitik devrim öncesinin bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder