“Aramızda kalsın... Latife’nin anılarını basıyorum... arka kapak icin 6
satırı gecmeyen kısa bir şey yazar mısın?”
Ben de şu cevabı vermiştim:
“(…) Fakat ben Latife'nin anılarını okumadım. Sadece bazı konuşmalarımız
olmuştu ve bir de ilk taslağını yazmaya başladığında biraz okumuştum. Sonra
değiştirmiş olmalı. Çünkü iyi bulmamış ve bunu kendisine belirtmiştim.
Dolayısıyla yazacağım kısa yazı biraz körleme atış olur.”
Bunun üzerine Ragıp da:
“Senden o zaman kitap çıktıktan sonra yazı bekliyorum.” diye yazmıştı.
Ben de yazma sözü
vermiştim.
Latife Fegan’ın “Yazmasaydım Olmazdı” başlıklı anıları bundan bir ay kadar sonra
Ekim 2020’de yayınlandı.
Şimdi 2021 Ocak ayı
Bu yazı ile Ragıp’a borcumu
ödemeye çalışacağım.
*
Ama zaten Ragıp’a borcum
olmasaydı da yazardım ve yazacaktım.
Çünkü yıllardır bu anıların
yazılmasını bekliyenlerdendim ve yazılmasının teşvikçilerindendim.
Latife Fegan’ın anılarını
bir “suç” gibi görenler olacaktır.
Ben de onu bu “suçu” işlemeye teşvik
ederlerden biriydim. Dolayısıyla “suç işlemeye
teşvik”ten suçlu sayılırım. Bu nedenle de suç olarak göreceklere birkaç
notum olacak elbette.
Ayrıca Latife Fegan’ın anılarında anlattığı dönemin önemli bir bölümünü ve olayları ya yakından veya uzaktan izlemiştim ya da anlattığı olaylar ve hayatlarla zaman zaman yolum kesişmişti.
*
Latife Fegan’ın bana okumam
ve fikrimi söylemem için yolladığı taslak versiyonun ilk kısımları için ise
kendisine şunları yazmıştım:
“(…) çok kuru yazmışsın ve okuyucunun çok şeyi bildiğini var sayıyorsun.
Sanırım kendini çok zorlamışsın, rahat olmamışsın. Ben böyle bir izlenim
edindim.”
Latife Fegan de bana
okuyucunun çok şeyi bildiğini varsaydığının farkında olduğunu ve üzerinde
çalıştığını yazmıştı.
Şimdi basılı kitabı
okuduğumda ve önceden okuduğum basılanın baş bölümlerini içeren versiyonla
karşılaştırdığımda, Latife Fegan’ın gerek anlatım gerek anlatılanlar bağlamında
fazla bir değişiklik yapmadığını gördüm.
Dolayısıyla o zamanki
fikrimin pek değiştiğini söyleyemeyeceğim.
Kanımca Latife Fegan bu
anıları çok daha kanlı canlı bir uslupla, dönemi yansıtan ve ona hayat veren
ayrıntılarla yazabilir, olaylar arasındaki bağlantıları daha iyi anlatabilirdi.
Ne demek istediğimi şöyle
açıklamayı deneyeyim. Örneğin onca yıl Kıvılcımlı’ların evlerine gidiyorlar. O
ev nasıl döşenmişti? Ne gibi eşyalar vardı? Dikkati çeken neler vardı? Neler
nelerin ifadesi olabilirdi? Ne gibi konular konşulurdu? Kim neler söylerdi?
Böyle yığınla küçük gibi görünen ayrıntı.
Ama bu ayrıntılar bir
dönemin insanlarının, hele Kıvılcımlı gibi birinin, nasıl bir ortamda, ne tür
bir fiziksel, sosyal ve düşünsel bir ortamda bulunduğunu anlayabilmek için çok
değerli ipuçları verebilirdi.
Ya da 1960 sonrasında takıldığı
o entelektüel çevreler. Oralardan küçük anektodlar.
Kanımca “ayrıntılar
önemlidir”.
Hegel’in dediği gibi “Eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür.”
Hayatın nabzı ayrıntılarda atar. Ve de tam bu nedenle “Şeytan ayrıntılarda gizlenir”.
Tabii bunlar benim öznel
yargılarım ya da ölçütlerim ya da beklentilerim.
Kimisi de böylesinden
hoşlanır.
Kimbilir belki de böylesi
daha iyi olmuştur.
Ben olayların içinde
geçtiği dünyayı anlamak için, onlara daha geniş bir perspektiften, kuşbakışı ve
çağlar ötesinden bakmaya olanak veren, basit, önemsiz, gibi görünen ayrıntılı anlatıları
severim. Tam da o ayrıntılardan hareketle büyük genellemeler yapılabilir diye
düşünürüm ve öyle yaparım.
*
Anıların biçimsel yanıyla
ilgili bu öznel yargılarım sarfı nazar edilirse, elbette Latife Fegan’ın bu
anıları yazmasının kendisi bile başlı başına çok önemli ve değerli.
Hatta başlı başına politik
bir eylemdir.
*
Yalçın Küçük bir zamanlar,
eğer yanlış hatırlamıyorsam, 1930’ların ikinci yarısında doğanların “romanesk bir kuşak” olduğundan söz
ederdi.
Burada, kendisi de 1938
doğumlu olduğundan, belki bir tür “kuşak mesiyanizmi”nden
veya “kuşak merkezcilik”ten de söz
edilebilir. Kuzguna yavrusu, her kuşağa da kendisi güzel veya romanesk
görünebilir.
Ama yine de Yalçın Küçük’ün
yargısında bir hakikat payı olduğundan söz edilebilir kanımca.
Bunu bizim kuşakla, yani şu
Firuzan’ın “47’liler” diye
adlandırdığı, muhtemelen ortalaması da öyle olan, 68’liler kuşağıyla kıyaslama
içinde açıklamayı deneyeyim.
Latife Fegan 40’ların hemen
başında doğmuş (1941) ama şekillenmesi ve entelektüel bakımdan takıldığı
çevreler ve de eşi Fuat Fegan da 1937 doğumlu olduğundan o “romanesk kuşak”tan sayılabilir, yani
romanı yazılabileceklerden.
Bunlara gençlikleri 27
Mayıs öncesi 28 Nisan olaylarına rastlayan kuşak ta denebilir. 27 Mayıs
sonrasının o dünyaya açılan, sosyalizm fikirleriyle karşılaşan kuşağı da
denebilir.
Vedat Türkali “Bir Gün Tek Başına” romanında bir bakıma
bu kuşağı anlatmaya çalışmıştı.
“Romanesk” olduklarından
olsa gerek, bu kuşaktan epeyce romancı ve hikayeci çıktığını söylemek mümkün.
Demir Özlü (1935), Sevgi Soysal (1936), Ayla Kutlu (1938), Yılmaz Güney (1937),
Ferit Edgü (1936), Oya Baydar (1940) ilk akla gelenler. Kanımca romancı Adalet
Ağaoğlu (1929) bile, bu kuşaktan sayılabilir.
Bizim kuşağın (45-50
arasında doğanlar, daha doğrusu içlerinden okuyabilenleri, 68’i gençliklerinde,
üniversitede karşılayanlar) romanının yazılabileceğini ve bizlerden iyi
romancılar (ya da sanatçılar) çıkabileceğini düşünmüyorum. Çünkü bizler
“romanesk” değildik.
Roman kahramanı bireylerin
dramları olur. Zaten roman türü, kapitalizm gibi modern, kapitalizm öncesinin bağlarından
“özgür” bireyin ortaya çıkışıyla, onun çelişkilerini ve gerilimlerini anlatabilmek
için bir tür olarak ortaya çıkmıştır denebilir. Bireyler ve onların dramından
önce roman yoktu. Edebiyat özünde lirik veya epikti. Kapitalizmin ortaya
çıkardığı modern, her türlü kapitalizm öncesi bağlardan kopmuş bireyin, yine o
toplum tarafından belirlenmiş hayalleri ve beklentileriyle, yine o bireyi
ortaya çıkarmış olan gerçek toplumsal ilişkiler arasındaki çelişkiyi, bunun
ortaya çıkardığı gerilimleri anlatır roman türü.
Çeşitli ülkelerde roman
türünün ortya çıkışı ile, kapitalizmin ya da modern ilişkilerin ortaya çıkışı, “moderniteye
giriş” neredeyse paralel bir yol izler.
Ama o kapitalizm ve ortaya
çıkardığı tüm toplumsal ilişkiler, aynı zamanda Marksizmi ortaya çıkararak ve
onun aracılığıyla, bütün bu dramların varoluş koşullarını anlama ve açıklamanın, dolayısıyla onlara karşı mücadele etmenin de bilgisini ortaya
çıkarmıştır.
Bu bilgi ve kavrayış, suyun
içinde yaşayıp da suyun içinde olduğunu bilmeyen balıklar gibi, kapitalist
toplumun yarattığı sorunları yaşayan ama bunun neden ve niçin var olduğunu
bilemeyenlerin yaşadığı dramları
yaşamamayı mümkün kılar.
Bizler belki kaderin, yani toplumun
gidiş yasalarının ve toplumsal koşulların bilincinde olarak, o kadere, o gidişe
bir yandan karşı koyarken, karşı koyuşlarımızın bile o kaderin gerçekleşmesinin,
yani o yasaların geçerliliğinin bir aracı olacağımızı görebiliriz. Ve görenler
çoktur Troçki gibi, Lenin gibi.
Ama bu “dram değil”,
trajedidir.
Yani bizler veya
Marksistler için “dram” değil, “trajedi” söz konusu olabilir. “Romanesk” değil,
“Trajik” bir kuşak olabiliriz belki.
Ama trajedi
yaşayabilecekler de bundan sonra muhtemelen çok az olacaktır. Çünkü yaşadığımız
muazzam yenilgi ve gerilemeler, toplumun gidişini anlayabilediğimize ilişkin
varsayım ve öngörüleri de yok etti. Herşeyi yeniden kurmak gerekiyor. Gerekiyor
ki trajediler yaşayabilecek birileri çıkabilsin.
Bu gibi nedenlerle biz 68
kuşağından olanlar dramlar yaşamadık.
Dram yaşamadığımız gibi
yaşadıklarımızı dramatize etmeyi de sevmezdik. Ne yaptığımızı biliyorduk,
sonuçlarını biliyorduk ve kendimizin değil, toplumun dramını yok etmeyi misyon
edilmiş insanlar olarak “birey”in çelişki, gerilim ve dramlarının bizlerin iç
dünyasında faza bir yeri yoktu. Birer bireydik ama birer birey olarak birey
olarak kalmayı aşmak, birey olmanın ve bireyciliğin (yani kapitalizmin) ötesine
geçmek için bireyler olarak sadece devlet ve sistemle değil, kendimizle de mücadele
ediyorduk. Bütün çabamız, “küçükburjuva alışkanlıklardan ve kalıntılardan”
kurtulmaya yönelikti, İslam’ın “savaşların en kutsalı, insanın kendi nefsine
karşı savaştır” demesi gibi.
Eylem insanları idik. Ahmet
Kaya’nın meşhur şarkısında söylediği gibi, fikirlerini hiç sevmediğim ama
imgeleri güzel Attila İlhan’ın hoş sözleriyle “sert adamlardık, ışık yontardık, gülüşlerimiz hoyrattı”.
Bir kitle hareketi ve bir
radikalleşme dalgasının üzerinde surf yaparken bulmuştuk kendimizi. Entelektüel
olarak da Hristiyanların katli ve Osmanlı’nın yıkılışıyla içine kapanmış ve
taşralı, entelektüeli köy öğretmeni Mahmut Makal veya Fakir Baykurt olmuş bir
ülkenin adeta bir rönesans veya aydınlanma yaşadığı bir ortam da buna eşlik
ediyordu.
Az bulunur bir çakışmaydı
bu.
Sonradan, ölenlerimizin
ardından anlatılanlara, yazılanlara bakıldığında “romanesk” olmayan bu karakterimiz
açıkça görülebilir.
Bizler psikolojik gerilim
ve dramlarımızla değil, teorik, politik, ideolojik fikir ayrılıklarımızla,
onların eyleme yansıyışlarıyla yaşadığımız için, anlatıcıların en zorlandığı
nokta, hiç de dramatik olmayan bu hayatlara bir dram katabilmektir.
Ve bu hayatları romanesk
yapma, onlara dramatik gerilimler katma çabaları her zaman suni ve yapmacık
kalmıştır.
Genellikle bu “dramı” sağlamak
için de devletin şiddetine uğramışlığımızdan hareketle bizlere, “ah gençliklerini yaşayamadan öldüler”, “ne zeki, iyi, vicdanlı insanlardı bu devlet
onların kıymetini bilmedi” gibi yaklaşımlarla olaylara en ucuzundan bir bir
masumiyet ve acındırma katmaya çalışırlar.
Tabii bunu yaparken
bizlerin o devleti düşman olarak gördüğümüzü, o düşmanımızın bunları yapmasını
normal karşıladığımızı es geçer veya unuturlar ve tam da bu nedenle son derece
yüzeysel ve suni kalırlar.
Bizlerin bir “dramından”
söz edilecekse eğer, o imgelerde değil ve imgelerle anlatılabilecek psikolojik
gerilimlerde ve dramlarda değil, teorik ve ideolojik metinlerde, polemiklerde
bulunabilir.
Psikolojik değil, teorik,
programatik, politik, stratejik, taktik, “dramlar” söz konusudur. Bunların
dramı yazılamaz. Her şey dramatize edilemeyecek kadar açık, şeffaf ve nettir.
Bizim kuşağın romanını yazma denemeleri başarısız kalmaya mahkumdur.
Evet “romanesk bir kuşak” değilizdir, ama sadece bu kadar da değil,
bizden romancı da çıkmamıştır, artık her gün birer ikişer tükendiğimize, böylece
amprik olarak da kanıtlanmış kabul edilebileceğine göre, çıkmayacaktır da.
Bizlerden örgütçüler,
eylemciler, savaşçılar, bürokratlaşmış örgüt yöneticileri, iş adamları,
gazeteciler, reklamcılar, yayıncılar, gençlikte yaşadıklarının özlemiyle
yaşayan bu nedenle yemeğe veya içkiya vuran obezler veya alkolikler ve geçmişe
özlemle geçmişte yaşayan nostaljikler vs. çıkmıştır, ama iyi sanatçılar, romancı
ve hikayeciler çıkmamıştır.
Bu bir rastlantı değildir.
En kabadayımız anılarını yazabilir.
En romaneskimiz Gün
Zileli’nin bile yazdıkları, biraz roman tadı verse de son duruşmada bir
otobiyografidir. Ve bu otobiyografi bile aslında belli bir politik, teorik ve
ideolojik mücadelenin, Aydınlık ve Doğu Perincek ile bitmeyen hesaplaşmasının, otobiyografik
bir roman biçimi altında devamından ve o hesaplaşmanın aracından başka bir şey
değildir.
Latife Fegan’ın anıları ise
romanesk bir kuşaktan sayılabilecek birinin roman tadı vermeyen anıları.
Ama aynı zamanda bir 68’li
olmadığı için, eylemci bir kuşaktan birinin kavgalarını bir otobiyografi
biçiminde anlatması ve sürdürmesi de değil. Hatta nostalji bile yok.
Anıları yazdığı zaman ve durum
(Feminizm ve Kürt Hareketi) ulaştığı bir “zirve” gibi. O zirveden bakarak o
zirvenin gölgesi ve ufku içinde kalıyor anıları.
İki arada bir derede. Biraz
ondan, biraz bundan. Ne o ne bu.
Belki de bütün bu ve bunun
gibi nedenle bana biraz “kuru” geldi.
*
Yıllar ve yıllar önce,
yanlış hatırlamıyorsam, sanırım seksenlerin ikinci yarısında, ve yine eğer
yanlış hatırlamıyorsam, trenle Latife Fegan İsveç’e ben de yol üzerindeki
Hamburg’a gidiyorduk.
Ve yine yanlış
hatırlamıyorsam Ergun Aydınoğlu’nun başını çektiği Devrimci Marksist Tartışma Defterleri’nin bir toplantısından
sonraydı sanırım.
Ama şu basit ayrıntıyı iyi
hatırlıyorum, bu birkaç saatlik ortak tren yolculuğunda, oturacak yer
bulamadığımız için trenin restoranına oturmuştuk ve orada Latife Fegan bana
(kim bilir belki de ilk kez birine) kitapta “Kıvılcımlı’nın Aşkı” bölümünde anlattıklarını anlatmıştı.
Doğrusu şaşırmamıştım.
Marks’ın sürgünde
parasızlık, çocuğunun ölümü gibi zorlukların yol açtığı bir bunalım döneminde
evlerinde, eşinin “çeyizi”, bizde “ahretlik” denilen, “Kıvılcımlı’nın “insancıl
ev kölesi” diyeceği, Helene Demuth ile ilişkisi, ondan bir çocuğu olması,
Engels’in yardımıyla bu çocuğun gizlenmesini, okumuştum. (Bu çocuğun yaşamı,
Marks’ın kızlarının sonradan bu konuyu öğrenmeleri vs. konusunda da bir şeyler
okumuştum. Ama nerede onu unuttum.)
Hatta yıllar sonra, Bir
Londra’ya gidişimde, hazır Londra’da iken, “hacı” olmak için, Marks’ın mezarını
ziyaret ettiğimde, Marks’ın bir yanında eşinin diğer yanında da Helene Demuth’un
yattığını görünce, muhtemelen bu ilişkiyi bilen birinin böyle bir dizilişi
sağlamış olacağını da düşünmüş ve “Marks öbür tarafta da haremi kurmuş” diye
şaka yapmıştım.
Lenin’in Inessa Armand’a
aşkını duymuşluğum vardı.
Daha sonra “Troçkist”
olurken, Deutscher’in Troçki biyografisini okurken de Troçki’nin, eşiyle birlikte
evinde kaldığı, ressam Diego Rivera’nin karısı, yine kendisi de ressam Frida
Kahlo ile yaşadığı aşkı da sonra yine karısına dönüşünü, hatta ona açık saçık
mektuplar yazdığını da okumuştum.
Keza Rosa Luxemburg’un
sevgilisi, hayat ve mücadele arkadaşı, örgütçü Leo Jogiches’le yaşadığı inişli
çıkışlı ilişkisi sırasında yaşadığı aşk ya da aşklar da vardı.
Bunlar şaşırtmıyordu çünkü
çoktan, yine Kıvılcımlı’dan, politik veya teorik olurak ne olursak olalım,
hepimizin ve herkesin “turhallı bir hallı”
olduğunu, insanın “hatalar ve unutukanlıklar
karmaşası” olduğunu, kimseyi tabulaştırmamak ve tanrılaştırmamak, herkesi
göklerden yere indirmek gerektiğini öğrenmiştik.
Latife Fegan’ı dinlerken,
içimden şaka yollu, “Kıvılcımlı bu alanda
da ustaların sadık bir öğrencisi olmuş, onların izinden gitmiş” diye
aklımdan geçirmiş, ama bunu kendisine söylememiştim. Yanlış anlaşılabilirdi.
*
Ama şaşırmamamın nedeni
sadece bunlar değildi.
Doktor’un 1970’de tekrar
çıkarmaya başladığı Sosyalist
gazetesi çevresinde, Orhan Müstecaplıoğlu’nun ima yollu “Doktor’un etrafında ingiliz ajanı Fuat Fegan var o da eşi Latife ile
Doktor’u kuşatıyor” tarzında sözler ettiğini duymuştum.
Doktor’un gazeteyi çıkarmak
için mecburen iş birliği yaptığı bu kişi, aslında ona karşı çalışıyor ve onu sabote
ediyordu.
Tabii bu gibi iddialara
gülüp geçiyorduk, ciddiye almıyorduk.
Sosyalist gazetesi biraz
çıkıp işi götürebilecek kadar insan toplasa, Müstecaplı gibilere muhtaç
olmaktan kurtulacağımızı ve bunların eleneceğini düşünüyorduk.
Ayrıca Cağaloğlu’nda esnaflaşmış
eski komünistlerin çoğunda belli bir polis fobisi bulunurdu. Bu anlaşılabilir
ve bir dereceye kadar hoş görülebilirdi. Çünkü yıllarca sürekli polisin
gözaltında yaşamışlardı. Muhtemelen siyası polis ve istihbaratta komünistleri
izleyen memurların sayısı, komünistlerden çok fazlaydı.
Ama kendisi de bir esnaf
(Serigrafçı) olan Orhan Müstecaplıoğlu’nda, bu polis fobisi saçmalığa
varıyordu. Herkese polis diyordu neredeyse. Bu nedenle onun bu tür ima ve
sözlerini ciddiye almıyor, hastalıklı davranışlarının bir yansıması olarak
görüyorduk.
Bana da “CIA ajanı”
dediğini duymuştum daha sonra.
*
Reaksiyonumun ne olacağını
merak eden ve bekleyen Latife Fegan’a bunları muhakkak yazmasını, önermiştim.
Bunların Kıvılcımlı’nın da
herkes gibi bir insan olduğunu vurgulamak ve tabulaştırılmasını ve dolayısıyla
gerçekten dokunulmazlaştırılarak, kutsallaştırılarak öldürülmesini engelleyebileceğini
söylemiştim sanırım. Bu anlattıkları özellikle Doktorcular arasında çok yaygın,
Doktor’u adeta insan üstü görme eğilimine karşı bir panzehir işlevi görebilir,
siyasi eğitimin bir aracı olabilir demiş olabilirim.
Bayşka ne söyledim şimdi
tam olarak hatırlamıyorum, şimdi aklımdan geçenleri söylediğimi de sanabilirim.
*
Çünkü Doktor’un izleyicisi
olanların, fikirlerinden ziyade onun ahlaki niteliklerini yücelterek,
dokunulmaz kılarak, bulutların üstüne çıkararak öldürmeleri beni çok rahatsız
ediyordu.
Ta başından beri, Sosyalist gazetesi çevresine gelenlerin
ezici bir bölümünün yarı köylü ve esnaf tipler olması. Orada hiç kimseyle bir
rezonans kuramamam beni çok rahatsız ederdi.
Onların, Doktor’un
fikirleri ve teorik katkıları nedeniyle değil, ahlaki nitelikleri, örnek
devrimci hayatı, uzun hapisliği, konuşmamışlığı gibi özellikleri nedeniyle “Doktorcu”
oldukları için, “Doktorcu” olduğunu görüyordum. Doktor’u benimsemeleri Teorik
ve Politik değil, adeta ikonlaştırılmış bir azize veya evliyaya hayranlıklarıyla
ilgiliydi. Onlar için Doktor, bir insan ve devrimci değil, bir “evliya”, bir “aziz”,
bir “peygamberdi”.
Ben ise, tek kutsalı hiç
bir şeyin kutsal olmaması olan, babamın ve amcamın, bayramlarda bile elini
öptürmediği bir aile ve gelenekten geliyordum. Çok farklı dalga boylarındaydık.
Hatta bu nedenle, iyi
devrimcilerin, görüşlerinin böyle bir benimsenmesini engelleyici bir tedbir
olarak, kendi zaaf ve sıradanlıklarını kasıtlı olarak abartmaları ve
göstermeleri gerektiği, böylece kendilerinin örnek ahlaki nitelikleriyle değil,
fikirlerinin veya savundukları politikaların içeriğiyle anlaşılmalarını
sağlamaya çalışmaları, hatta kendilerine rağmen savunulmasını sağlamaya yönelik
olarak itici olmaları gerektiğini düşünüyordum ve kendim de biraz böyle
davranmaya çalışıyordum.
Lenin bu yücelterek öldürme
konusunda şöyle yazıyordu örneğin:
“Devrimci öğretinin içeriğini boşaltarak, devrimci ucunu koparıp atarak
ve bayağılaştırarak, büyük devrimcileri ölümlerinden sonra zararsız ikonlar
haline getirmeye, deyim yerindeyse azizleştirmeye, ezilen sınıfları
"teselli etmek" ve onları aldatmak için adlarına belli bir şan
vermeye çalışırlar. Burjuvazi ile işçi hareketi içindeki oportünistler,
Marksizmin işte böylesi bir "işlenmesi"nde birleşiyorlar. Öğretinin
devrimci yanı, devrimci ruhu unutuluyor, bir kenara itiliyor, çarpıtılıyor.
Burjuvazi için kabul edilebilir olan ya da öyle görünen şeyler önplana
çıkarılıyor ve övülüyor.”
Türkiye gibi küçük burjuva
esnaf ve köylülüğün ve bu geleneklerin egemen olduğu ülkelerde, geçmişin
yadigarı bu tabakaların teoriyle pek iş olmadığından, bu, o insanların
görüşlerinin içeriğini bayağılaştırma yoluyla değil, özellikle onları birer
evliya ya da peygamber gibi göstererek, insan üstü bir varlık halıne
getirilerek yapılır.
Doktorcuların yaptığı da buydu.
Onları anlıyordum elbette ama kabullenemiyordum.
Lenin’in anlattığından
farklı olarak, arada büyük bir kuşak farkı ve teorik fark bulunduğundan,
Kıvılcımlı yaşarken böyle bir ikonlaştırmaya uğruyordu özellikle bu yarı esnaf
ve köylü eğilim arasında.
Bilindiği gibi “Şeyh uçmaz, cemaat uçurur”.
Ve bu yaklaşım ve yöntem
bir süre sonra böyle yaklaşanların böyle yaklaşanları kazanmasıyla bir kara
delik gibi büyüyor, kendini yeniden üretiyordu.
Kıvılcımlı’nın başına gelen
buydu ve hala da budur. Kıvılcımlı’nın örnek davranışları ve bir örnek devrimci
olarak hayatı, kendi teorik ve politik katkılarına karşı bir silaha dönüşmüş,
onların anlaşılmasını ve tartışılmasını, eleştirilmesini ve geliştirilmesini
engellemiştir.
Bu tip ve eğilimdekilerden
bir tek kişi olsun, teorik eser vermiş, Kıvılcımlı’nın bir tek eserini veya
tezini ele alıp eleştirmiş veya geliştirmiş veya böyle bir çaba içinde olmuş
mudur?
Yoktur böylesi.
Herşey, yani örneğin konuşmamışlığı,
örnek insani kaliteleri, yığınla ve neredeyse tek eser veren insan olması, onun
teorik ve politik katkılarının önüne geçmiş ve onu bir aziz mertebesine
yükseltmenin, ikonlaştırmanın ve gerçekte öldürmenin bir aracı olmuştur.
*
İşte Kıvılcımlı’nın Latife
Fegan’a “aşkı”, hatta bugünün
kavrayışı ve kavramlaştırılmasıyla “tacizleri”,
onun başındaki kutsallık halesini alıp, gerçek bir insana dönüştürmeye, onun
teorik katkılarını bütün bunlardan soyutlayarak ele almaya yol açabilir ve bu
anlamda hayırlı olabilirdi.
Ağacı tersine bükmek
gerekiyordu, biraz olsun doğrultabilmek için.
Bunu yapmak için önemli bir
işlev görebilirdi Latife Fegan’ın anlattıkları.
Bu anlamda, bu işleviyle,
Latife Fegan’ın anıları, politik bir eylemdir
*
O zamanlar, yazıp yazmama
konusunda oldukça tereddütlü gibi gelmişti Latife Fegan.
Belki de yazma niyetine
destek arıyor veya kimi tanıdıklarının yankılarına bakıp ona göre karar vermek
istiyordu.
Belki de yazmaya karar
vermişti de bu yankılara göre kararının sağlamasını yapıyordu.
Daha sonra bir defasında
Vedat Türkali’nin kendisine “Yazabilecek
misin?” dediğinden söz etmişti.
İşin doğrusu ben de Latife
Fegan’ın, yazamamasından korkuyordum.
Ama ben, ne olursa olsun,
kim ne derse desin ve nasıl karşılanırsa karşılansın yazılmasından yana fikrimi
belirtmiştim.
Yazılmalıydı çünkü: “gerçek devrimcidir”.
Sırf bu nedenle bile yazmak
gerekirdi.
*
Yazılmalıydı çünkü öte
yandan özellikle Kıvılcımlı’yı adeta bir tarikat müridi gibi ele alan ve bir ikona
dönüştüren “doktorcu” tiplerinin tabularını yıkar ve onun da “hatalar ve unutkanlıklar karmaşası bir insan”
olduğunu göstermeya yarayabilir, Kıvılcımlı’yı bu köylü ve esnaf ruhlu ve
kafalı hayranlarının tekelinden kurtarma işlevi görebilir, onların
Kıvılcımlı’dan yüz cevirmelerini sağlayıp, bir yanlış anlama ve algılamaya karşı
bir katkı olabilirdi.
Latife Fegan’ın
anlatacakları, devrimci önderleri, büyük teorisyenleri insan üstü, hatasız
varlıklar olarak görmeye son vermeye, hem bu Şark’ın Firavun ve Nemrutlarının
binlerce yıldır zihinlere işlediği tanrılaşmış ve tanrılaştırılmış insan
tasavvurlarını yıkmaya yarardı, hem de küçük köylü ve esnaflığın, her zaman
olağanüstü güçlere sahip bir Mehdi, bir kurtarıcı bekleme ve her devrimci
öndere olağanüstü nitelikler atfetmesinin devrimci ve sosyalistler arasında
oldukça yaygın etkilerine karşı epey güçlü bir darbe olurdu.
*
Marks’ın Helene Demuth ile ilişkisi,
ondan bir çocuğu olması, Engels’in yardımıyla bu çocuğun gizlenmesi Troçki’nin
Frida Kahlo ile Lenin’in Inessa Armand’a olduğu söylenen aşkı, Rosa’nın aşkları
vs. bilinen tipik örnekler.
Bütün bunlar bu büyük
devrimci ve teorisyenlerin, bu özelliklerinden bağımsız olarak, aslında bizler
gibi hatalar ve unutkanlıklar karmaşası sıradan insanlar olduklarının en tipik
örnekleridir.
Kıvlıcımlı da niye ve nasıl
farklı olabilirdi ki?
Ve kim, hangimiz farklıyız
ki?
Kendisi bizzat hemen her
yerde unutkanlıklar ve hatalar karmaşası insanlardan, “akrebin sokmasının kötülüğünden değil”, son zamanların ifadesiyle,
“fıtratı gereği” olduğundan söz edip,
her zaman, İslam’ın esirgeyen ve bağışlayan Allah’ı gibi, bir anlayışı ve
affediciliği savunmamış mıdır?
Hatta bu yaklaşımını, Latin
şairi Terentius’un, Marks’ın çok sevdiği, “İnsanım,
insana özgü hiçbir şey bana yabancı değildir” sözlerini kendisi için bir
yaşam parolası yaparak dile getirmemiş midir?
Ama Hikmet Kıvılcımlı’nın
trajedisini, Marks’ın çok sevdiği ve Kıvılcımlı’nın da birkaç kez vurguladığı
ve kendi yaşam parolası yaptığı, mezar taşına da karısının isteği üzerine
kazınmış bu sözün başına gelenler, sözlerin tamamen zıt bir anlam kazanması, ve
bu anlamıyla mezar taşına kazınması çok iyi özetler.
*
Hikmet Kıvılcımlı, bir “Türk
Ulusu” yaratmak için, bir “Türk Dili” ve bir “Türk Tarihi” yaratma projesinin
bir parçası olan dil ırkçısı “Türk Dil Kurumu” Türkçesinin, “ona ilişkin”, “onunla ilgili” anlamında kullandığı “ -sel” ve “-sal” eklerinin
kulakları tırmaladığı, halk arasında bu eklerin, örneğin gözlük kelimesi yerine
“camsal baktırgaç” gibi Uygurca’dan
mülhem “uydurca” sözcüklerle alaya
alındığı bir dönemde, yani 1960’lar Türkiyesinde, tıpkı “evcil” sözcüğünde olduğu türden ekleri göz önüne alarak “-cil” “-cıl” eklerini “ona ilişkin”,
“onunla ilgili” anlamında
kullanıyordu.
(Bu konularda, Kıvılcımlı’nın
Türkçe’de sözcük üretme ve türetme kalıplarını ve formüllerini ele aldığı “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil
Devrimciliğimiz” başlıklı çok ilginç bir etüdü de vardır.)
Ancak diller yaşar,
sözcükler ve anlamları sürekli değişirler. Önceleri alay konusu olan ve kulak
tırmalayan “-sel, -sal” ekleri radyonun ve devletin zoruyla zamanla yerleşti ve
eskisi gibi kulakları çok tırmalamaz oldu.
Örneğin bugün “cihanşumul” yerine “evrensel”, “milli” yerine
“ulusal” artık kulağı hiç de
tırmalamıyor. Hatta çok özel bir kategori siyasi eğilimi tanımlamak için
kullanılan, muhtemelen dünyanın başka hiçbir ülkesinde kavramsal paraleli ya da
benzeri olmayan, “ulusalcı” gibi bir
kavram bile var. “Ulusçu”
(nasyonalist) değil, “Ulusalcı”.
Dilde anlamsal doğruluk
veya gramatik uygunluk vs. değil, ortak kullanım ve anlaşma önemlidir.
Eskilerin dediği gibi: “Galat-ı meşhur, lügat-i fasihten evladır.”
Bu değişime bağlı olarak
Kıvılcımlı’nın “-sel, -sal” yerine kullandığı “-cil, -cıl” ekleri zamanla kulağı
tırmalar oldu. Bu değişim, tam da Kıvılcımlı’nın kitaplarının okunmaya başladığı
döneme (1970) denk geldi.
Doktor sanırım bunun
farkındaydı ve hemen yeni duruma uymaya da çalışıyordu. Örneğin o dönemde
yayınlanan kitabına “Bilimcil Sosyalizmin
Doğuşu” değil, “Bilimsel Sosyalizmin
Doğuşu” adını vermekte bir beis görmemişti.
Ama kitapların çoğu daha
önce basılmıştı ve şimdi o eski baskılardan elde kalmışlar dağıtılıyor ve okunuyordu.
Biraz da bu nedenle, -cil, -cıl
eklerini kullanmak, “Doktorcu”
olmanın alameti farikası gibi “doktorcu” politik grupların veya sektlerin
kendine özgü diline, aidiyet belirten bir rozete dönüştü.
Bütün bu değişimler
sonucunda Kıvılcımlı’nın mezar taşına yazılmış, aslı Kartacalı bir köleyken,
sahibi senatör Terentius tarafından azad edilen, Latin şairi ve oyun yazarı
Terentius’a (Terence) ait, Marks’ın çok sevdiği ve muhtemelen mezar taşına
yazılmasına Kıvılcımlı’nın kendisinin de pek itiraz etmeyeceği “İnsanım, insancıl olan hiçbir şey bana
yabancı kalamaz!” sözleri tamamen zıt bir anlam kazandı.
Trentius’un oyununda
geçtiği bağlam veya Marks’ın ona yüklediği anlam ne olursa olsun, Kıvılcımlının
bu “Tiryaki Sözü”ne yüklediği anlam, insanın tüm zaafları, aptallıkları ve
kötülükleri de bana yabancı değildir biçimindedir.
Ama Kıvılcımlı’nın kendisine
bunların da yabancı olmadığı çünkü kendisinin de insan olduğu anlamında
kullandığı “insancıl” sözcüğü, bugün “insana ilişkin”, “insana özgü” değil, “insan sever”, “insana düşkün” anlamında kullanılmaktadır ya da bu anlama
gelmektedir. “İnsancıl” sözcüğü
bugünkü anlamı ve içeriğiyle, insanın zaaf ve kötülüklerini içermez. Hatta
insana bunlarla zıtlık içinde sadece olumlu bir anlam yükler.
Doktor’un kullanımı ve
yüklediği anlamla “insancıl”, bugünün anlamı ve kavrayışıyla insancıl değil, “hayvani”
yanları “insancıl” olmayanları da içeren bir “insancıl”dır.
Bugünün kullanımı ve
anlamıyla Kıvılcımlı’nın “insancıl”
sözcügüne yüklediği, “İnsana ilişkin”
anlamının kast edildiği yerde, “insana
özgü” sözcüğü daha doğru kullanımdır ve normalde böyle kullanılmaktadır.
Birçok örnek ve eserlerinin
tümünün ruhu göz önüne alındığında, Kıvılcımlı bu “insancıl” sıfatını bugünkü yaygınlaşmış ve genel kabul görmüş, “insan severlik” veya “insana düşkünlük” anlamında değil,
olumsuzlukları, kötülükleri de içeren “insani
durumlar”, “insana özgü şeyler” ve
bu insani durumlara yabancı olmama, onları anlama anlamında kullanmıştı.
Zaten sözün gerçek
derinliği ve zenginliği bu insani zaaflara, olumsuzluklara da sahiplenme
vurgusundaydı.
Ama nasıl Allah’ın sözüne
dokunulumaz ise, Kıvılcımlı’nın da “insancıl”
sözü aynı şekilde kalmış, bu sözcük tamamen zıt anlamıyla Kıvılcımlı’nın mezar
taşına kazınmış ve taşlaşmıştır.
Kıvılcımlı İnsanın zaaf ve hataları bana yabancı
değildir, çünkü ben de bir insanım (yani aynı zaaflar ve hatalar bende de
vardır, anlamında bu sözü kullanıyorken, mezar taşına “insanım çünkü insanlarla ilgiliyim, insanları seviyorum” gibi bir
anlamla mezar taşına kazınıyor, nakşediliyordu.
Belli ki bir tek Allah’ın
kulunun aklına “burada “insancıl” ile
kastedilen “insana özgü” şeyler, yüzeysel bir insan severlik değil, “insancıl”
yazmayalım, “insana özgü” yazalım” dememiş veya demeyi akıl edememiştir.
Haşa “Usta”nın sözlerine
dokunulabilir mi?
Bugün o mezar taşındaki “insancıl” sözünü okuyanlar onu
Kıvılcımlı’nın kastettiğinin tam zıddı anlamıyla kavramaktadırlar.
Kıvılcımlı’nın trajedisi
budur. Hiç anlaşılmamak ve anlaşıldığında da yanlış ve tersinden anlaşılmak.
Bunu yine bu örneğimizde
somut olarak görelim.
*
Kıvılcımlı’nın Marks’ı
anlatırken bir bakıma ve aslında kendini anlattığı “Karl Marks’ın Özel Dünyası” adlı çalışmasında şunları yazar:
“Homo sum…”
Marks’ın en sevdiği tiryaki sözü bu Latince mısradır. İnsancıl olan hiçbir
şeyin Marks’a yabancı kalmadığı her davranışında okunur. Yerine ve adamına göre
Marks, kimi kahredici bir bela, kimi gözyaşartıcı bir şefkattir.”
Yani “kahredici bir bela” olmak da
“İnsancıl”lığa dahildir.
Bu anlam bu alıntıda
seziliyor ama yeterince açık görmeyenler olabilir.
Bu anlam anılarında çok
daha belirgindir.
“Kimseyi "kişi" olarak düşman bilmedim. Poliste en tabansızca
provokasyona düşenleri bile horlamamaya çalıştım. "Herkes, anadan doğma
işkenceye dayanıklı olamaz, ya!" diyordum. Tabandaki işçi arkadaşlardan
başka herkesin içinde güç sakladığı hıncıyla karşılaştım. (Mihri Belli’nin “Konuşmayanlar konuşanları affeder ama konuşanlar konuşmayanları
affetmez” sözünü hatırlayalım. D. K.) Buna
yüz defa tanık oldum. Artık alışmam, "tabii görmem" gerekti. 101'inci
kez, gene gözlerime inanamayarak şaştım. Devrimcilik inancımdan sonra en güçlü
yanım şaşma kabiliyetim olmalı. Her yapılanı, aklım aşırıca olağan sayarken,
duyularım "sürpriz" gibi karşıladı. Acı acı gülerek, düşünüyorum:
Parti kayıkcağızında bunca safralar varken, bana mı bir yercik çok görülmüş?
Ne "yercik!"
M.B. (kastettiği Mihri Belli. D.K.)
ikide bir
"- Bunlar Türkiye'de
iktidara gelseler, ilk asacakları bizleriz." derdi. O nedenle dişlerini
gıcırdata gicırdata "Bunlar"a karşı düşmanlığını sönmez bir kin
olarak beslerdi. O genç. Cancağızı da taze olduğundan tatlı, besbelli. Hor
görmedim. Ben yaşlı olmakla kalmadım, kanserlileştim de. Kan bir yıldır hiç
durmadı. En çok 5 ile 10 yıl arası yaşarım. Çiçeğim burnumda sırım gibi Gençlik
Başkanı iken de canımı herkesinkinden tatlı sayamadım. Onun için, yaşlandıkça
hoşgörürlüğüm arttı. Marks'ın pek sevdiği: "Homo sum (insanım), insancıl
olan hiçbir şey bana yabancı kalamaz."[i]
deyimi içimde gittikçe derinleşti. Yılanın ısırması, akrebin sokması ne ise,
insanların sınıflı toplum ortamında tepişmeleri ve ısırışmaları, sokmaları da
o...(abç)
"Niş'i akrep ne ez pey'i kin est"
"Muktezâ'yi tabiateş in
est."
(Akrebin sokuşu kin
beslediğinden değil, doğası gereğindendir) .”
Bu uzun alıntıda çok açık
görüleceği gibi “insancıl” sözcüğünde
insancıllık yani insan severlik kast edilmemektedir, (Elbette ardında derin bir
insancıllık ve bunun ifadesi olmasına rağmen ve tam da bu nedenle, yüzeysel ve
yılışık bir insanseverlikten öte, tam da o derin insancıllığı, tüm eksik, zaaf
ve kötülükleriyle daha derin bir insan severliği ifade edebilmek için) insani durumlar, insana özgü durumlar kast edilmektedir, “insancıl” sözüyle. “İnsancıl” ““yılanın
ısırması, akrebin sokması”nın, bu “insana özgü” şeylerin kod adıdır.
İşte sorun buradadır,
söylendiği bağlamdan verilen anlamdan bağımsızlaşıp tamamen zıt bir anlam
kazanmıştır “insancıl” sözcüğü ve
sadece bununla da kalmamış, bir özel dilin, bir sekte dahil olmanın bir
sembolüne de dönüşmüşür.
Ve bu anlamıyla
Kıvılcımlı’nın mezar taşına kazınmıştır.
“Gerçeklik somuttur” diyen Kıvılcımlı’nın da sürekli vurguladığı bu
Marksizm ilkesinin yerini, taşlaşmak ve taşa kazınmak, bir dogma, üstelik
tamamen zıt anlam kazanmış bir dogma almıştır.
Yönteme ve öze dönersek,
Kıvılcımlı zaaflarıyla ve kötülükleriyle de insana özgülüğü anlamayı
kastederken, sadece derin bir insancıllığı dışa vurmamaktadır, aynı zamanda
insanlara da kendisinin zaafları karşısında benzeri bir davranışı da önermiş
olmaktadır, çünkü bunun örneğini sunmaktadır. Tam da bu noktada büyük bir
devrimci ve teorisyen olduğu ortaya çıkar.
Bu nedenle kendisinin
insanlardan esirgemediğini kendisiden esirgememek gerekir.
Yani Kıvılcımlı’nın da “insancıl”lığı = “insana özgü yanları”, zaafları, hataları bize yabancı olmamalıdır.
Onun insanlardan esirgemediği ondan esirgenmemelidir.
*
Aslında Kıvılcımlı,
kişiliği Osmanlı İmparatorluğunda şekillenmiş bir “Osmanlı aydını” olmasına
rağmen, sonradan ortalığı kaplayan “Cumhuriyet çocuğu” köylü ve esnaf ruhlu ve
kafalı, “doktorcu”ların çoğundan daha modern, açık fikirli, öğrenmeye açık,
içten, neyse öyle bir insandı.
Bunu bir iki örnekle
görelim.
Kıvılcımlı bizzat kendisi
anılarında içtenlikle şöyle yazıyordu:
“Yazmak için belirlendirilmişim. Yazmamak elimden gelmiyor. Gelmiyor mu?
Burada da bir hayli "sosyal hayvan"ım. Pekâlâ sosyal açıdan, sansüre
uğratılan herşeyi yazamıyorum. Hem ne çok şeyler var. Toplum onları bana yasak
etmiş. Kalemim de oralı olmuyor. (abç) Yazsam ne çıkar? Kanser beni öteki
dünyaya götürdükten sonra, neyime hangi suç ve ceza düşer? Hiç birisi.
"Benim için" her şey biter. Derken, yazamıyorum her istediğimi. Demek
bu bir ceza yahut korku sonucu değil; başlangıçta, toplumun bir saati kurarca
beni kurması var. Artık ne etsem kurulduğundan başka türlü, ölsem
işleyemiyorum. Gücüm yetmiyor başka türlü işlemeye. Kalanların beni
anlayacaklarını, yadırgamayacaklarını umuyorum. Ne çıkar ummasam? Elimde değil.”
(abç)
Kıvılcımlı’nın bu
satırlarında yazamadıkları ve kastettikleri içinde muhakkak ki, Latife Fegan’a
olan aşkı da önemli bir yer tutuyordur.
Ve Latfe Fegan’ın anıları
muhakkak ki, Kıvılcımlı’nın o yazamadıklarının epey bir kısmını oluşturuyor
olmalı.
Kim “her şeyi” yazabilir
ki?
Kimse.
Hatta çoğu kez başkalarını
korumuk için.
*
Kıvılcımlı bir Osmanlı
aydını olmasına rağmen, yine de çevresindekilerden çok daha modern ve açık
fikirli bir insandı.
Bunu yine anılarında
anlattığı aşağıdaki olayda görebiliriz. Kıvılcımlı
ömrünün son günlerindedir. Makedonya’nın başkenti Üsküp’tedirler.
Anılarında A. diye geçen
Ahmet Camuşçuoğlu’dur.
Kıvılcımlı yazıyor:
“Her seferinde, kapıdan onbeşlik bir şarapnel mermisi gibi girer girmez
patlar:
- Valla, hocam, ben bu memlekette.. Tüüüü! Deli olacağım yani. Anlatsam,
aklın almaz. Valla aklım almıyor. Bu ne bu, yahu! Tüüüüü!
Tümcedeki "Tü"lerin -ki pek sıktırlar- "ü"lerini ne
denli çok uzatabilirlerse, "A", o denli inanılmaz insanı isyan
ettirici şeyler gördüğünü anlatmış olur.
"A"yı, gözlerini aça, belirte en çok çileden çıkartan, ardarda
beş on "Tüü!" salvosu ateş ettiren olay: Makedonya'da insanların
"seks"i, kapı arkasında, tavan arasına gizleyecekleri, saklı, ayıp
bir suç olarak işleyecekleri yerde, "Sokağa dökmeleri"dir.
- Valla, hocam, ben Paris'te böyle rezalet görmedim. Valla ben
dayanamayacağım hocam. Tüüüü!.. Ben çok bozuluyorum bu işe!
"A" hükmünü vermiştir. Her kadın parayla satılıyor.
- Genç genç kızlar, be hocam. 14 yaşında, 15-18'ini geçmiyorlar. Geliyor
yanlarına biri, hocam, alıyor kızı, hocam. Doğru lokantaya götürüyor be
hocam... Hadi, canım. Kültür emperyalizmi iyice sarmış ortalığı. Amerikan
filmleri. Her çocuğun elinde kovboy romanları. Hocam, insan çürür böyle!
İnsansız sosyalizm nasıl kurulur hocam?
İlk geldiğimiz akşam, bavullarla köprüyü geçer geçmez, otel arayacağız. Ben
de şaşırdım. Bütün caddeler tıklım tıklım. Yalnız yaya kaldırımlarda olsa, ne
iyi. Arabalara geçecek yer kalmamış. İkişer, üçer, beşer (en çok beşer) kişilik
gruplar. Yan yana, hatta üstüste yığılmışlar parkelere. Ne yapıyorlar? Hiç.
Duruyorlar. Arasırabirbirlerine de bakıyorlarsa da, en çok kendi grupları
içinde halvet olmuşlar. Susuşları bir konuşma, konuşmaları ayrı susuş.
Bekleşiyorlar. Neyi?
"A" sert sert söverce burnundan pıskırttı:
- Müşteri bekliyorlar, valla hocam!
Onları, ayaküstü birbirlerine kızlı erkekli sokulmuş ve uzaklaşmış, kaos
içinde çekişip itişen atomlar gibi, ömründe ilk kez görürgörmez. "A"
damgasını vurdu:
- Valla billa hocam, bunlar seks alışverişinde! Ben başka bir şey bilmem.
Gören göz, kılavuz istemez.
- Fuhuş yasak, hocam. Her yerde seks alınıp satılıyor.
(…)
Onun bu tedirginliğini bir de kendi gözümle görüp anlamak istiyordum. Ama
ayakta duracak halim yok. Ya su sökme sıkıştırırsa. Yolda kepaze olmak var. Bir
kombinezon düşündüm. Akşam yemeğine inmeden büyük hacetimi (Makedonya'da çıkan
Türkçe "Birlik" gazetesinde "Etkinliğimi") bitireceğim.
Bahçede akşam zıkkımlanmamız kaç dakika sürer? En çok 1 saat. Uğrarım küçük
hacet için lokantadaki yere. Köprüye dek gidip gelmesi ne sürecek?
Görürüm bir daha alıcı gözü ile şu bizim oğlanı çıldırtan açık hava seks
pazarını. Dediğimi, zor kötek, yerine getirdim. Sen misin? Bir uçakta, çok
yüksek uçulurken öyle olmuştum, bir de bu akşam. Bayılacağım. Bayılamıyorum.
Yürüyorum. Can benden çıkmış, dört adım gerimden geliyor yahut önümden gidiyor.
Nedir bu hal? Görmez olaydık seks pazarını. İlk akşamki denli mahşer kalabalık
değillerdi.
- Bu saat dağılıyorlar, hocam!
Saat 9'da dağılıyorlarsa, demek bu bir gençlerin randevusuz genel
buluşmaları. Yaşlı, benden başka tek insana rastlamadım aralarında. Orta yaşlı
tek tük kişi bile acele geçip gidiyor. Gençler, dünyanın en aykırı bitnik
kılıklarını birbirlerine sergiliyorlar. Birbirleriyle kolkola, bele, omuza el
atmalar var. Öpüşmeye rastlamadık. Dönüşte, kimi yaya kaldırım üstü inşaat
korkuluklarına sinmiş çiftler oluyor. Mahremce bir düğümü çözmeye çalışıyorlar.
Düğüm belki ileride seks olacak. Oracıkta iki gencin birbirine çekinmeden
sokuluşu, belki pazarlığı geçiyor. O sıra el ele değenini seçemedik.
"A" bile bir ara, derince soludu:
- 14-15 yaşında çocuklar. Bunlarda para da yoktur ki birbirlerini satın
alsınlar. En çok bir lokantada yemeğe götürsünler.
Ancak, bizim lokantada ben, belli profesyonel açık
"konsomatris"lerden başka böyle gençlere hiç rastlamadım. Evelisi gün
bir çifte rastlamıştık. Sülün gibiydiler. Şıklıkları imrenç. Çok güzel şeyler
bu Makedon kerataları. İki abulâbut yağlı delikanlıyı masada saklanmış
buldular. Gittiler. Olur. Pek aydınlanamadım. Muhakkak burada seks serbesliğin
son kertesinde. İyi mi, kötü mü? Şimdilik seksi bir mesele olmaktan
çıkarmışlar. Bizlerse, mesele olmayan seksi sevgi yerine koymamaya alışmışız.”
*
“Osmanlı aydını”
Kıvılcımlı’nın gençlerin bir buluşma yeri, bir akşam piyasası gördüğü, onların
flörtleşmelerini son derece normal, hatta güzel karşıladığı yerde, yanındaki
“cumhuriyet çocuğu” Ahmet Camuşçuoğlu seks pazarı ve fahişeler, ahlaki bir
çöküş görüyor.
Peki bu Kıvılcımlı’nın
anılarında A. Diye sözünü ettiği Ahmet Camuşçuoğlu kim?
Ahmet Camuşçuoğlu,
Kıvılcımlı öldüğünde Fuat Fegan ile birlikte yanındaki iki kişiden biridir.
Yaptıkları iş bölümü
uyarınca, Fuat Fegan yurt dışında Kıvılcımlı’nın bıraktığı evrakları Türk
polisinin vahşi yağmasınden kutarmak için, Latife Fegan’ın uzun uzun anlattığı
gibi, çabalarken, Camuşçuoğlu Doktor’un kaçışına yardım etmiş ve ölümünde
yanında bulunmuş olmanın manevi ağırlığıyla Türkiye’ye dönüp Doktorcuların
başına geçip, Hidayet Kaya, İbrahim Seven, Şakir Dalar, Yalçın Yusufoğlu gibi
bir “ekip”le birlikte, daha sonra
TSİP ve TKP (B) veya (R) gibi partileri oluşturacak olanlardan biri, hatta
birincisi olacaktır.
Bu kafa ve bu “ekip”, kendi tesadüfi varoluşlarını
hiçbir şekilde doktorcuarın onayına sunma gereği duymadığı gibi, ellerindeki
fiili güçle kimin ne olduğuna karar verip kendi benzererini bir araya toplayıp,
kendilerine benzemeyenleri idari ve çok daha kötü yöntemlerle dışlamış ve
tecrit etmişlerdir.
Örneğin kendilerinin
politikasını eleştiren beni tecrit ve paralize edebilmek için Türkiye’nin belki
de feminizmden önceki ilk ve tek feministi olan eşim hakkında da aynı kafayla
iftiralar atmışlardı. (Bu dönemin ve bu kafanın yaptıklarının geniş bir
anlatımını ve sonuçlarını şu kitabımda bulmak mümkündür: “TKP-B
ve TSİP’in Tarih Öncesinin Tarihine Katkı Arkeolojik Bir Kazı”[ii])
(Şu adresten indirilebilir: https://www.academia.edu/121695808/TS%C4%B0P_ve_TKP_B_nin_Tarih%C3%B6ncesinin_Tarihine_Katk%C4%B1_Arkeolojik_Bir_Kaz%C4%B1_
)
*
(Yazı buraya kadar gelmiş
ve bazı işler nedeniyle bir ara vermek zorunda kalmıştım ki, kısa bir süre
sonra, Latife Fegan’ın kitabını eleştiren Selahattin Okur ve Ahmet Kale’ye ait
iki yazı peşpeşe çıktı. Daha doğrusu bazı tanıdıklarım belki yazılardan haberim
yoktur diye bana yolladı. Gerçekten de yoktu.
Yazıların başlık ve
tarihleri şöyleydi:
Selahattin Okur, “Latife Fegan Olayı”, 11.01.2021
Ahmet Kale, “Yazmasaydım Olmazdı” Üzerine -
Gerçeklere Tutulan Ayna, 12.01.2021
Yazıları okuyunca içimden,
“başlangıçta yazdıklarım bilmeden bunlara
cevap olmuş.” diye düşünmüştüm.
Ama bu iki yazıyı eleştirsem
bir türlü, eleştirmesem bir türlüydü.
Aslında eleştirmeye ve ele
alınmaya bile değmeyecek bütünüyle Latife Fegan’a yönelik, ahlaki düzeyde ve
iftira özelliği taşıyan yazılardı.
Özellikle Selahattin
Okur’un yazısı, çok kötü bir dille, hakarete varan ifade ve imalarla yazılmıştı.
Seviye yerlerde sürünüyordu.
Cevap vermeye değmezdi.
Ama “Latife Fegan’ın anılarına yönelik bu saldırılar, yazdığım ve
eleştirdiğim esnaf ve köylü yaklaşımlarının somut bir örneğini sunuyor”
demekle yetinmek de olmazdı.
Öte yandan, yazıların gerek
içerik gerek biçimce yerlerde sürünüyor olması, onları tekrar, not almak için
olsun, okumamı bile engelliyordu.
Bu nedenle, cevap versen
bir türlü, vermesen bir türlü olduğundan ve bunlar hakkında yazmak içimden
gelmediğinden, başladığım yazıya devam etmeyi erteleyip duruyordum.
Ertelemek için kendime
gerekçeler de buluyordum. Örneğin “Biraz soğusun, başkaları da varsa benzer
yaklaşımlarda, onlar da eteklerindeki taşları döksünler biraz daha bekleyeyim”
diye düşünüyordum.
Ama kısa bir süre sonra, koronavirüs
salgını başladı.
Globalleşme çağında
salgınlar, vahşi hayvanların yaşam alanlarının iyice daralması ve bunun sonucu
olarak, onların insanlarla yakın ilişkiye geçişin, tıpkı Neoloitik Devrim’de
olduğu gibi, yepyeni virüs ve miropların insanlara sıçraması olasılığının
artması, bunun yeryüzünün neredeyse bir köye dönüştüğü bir çağda olması, dolayısıyla
pandemiler gibi konular zaten Kuş Gribi’nden beri dikkatimi çekiyor ve bu
konularda okumalar yapıyordum.
Bu nedenle, Avrupa’da ve
Türkiye’de herkes günlük politik gelişmelerle meşgulken, daha kimse uyanmadan
ve konuyu önemsemeden, bu konuya yönelmenin ve bir sosyalist olarak insanları
uyarmanın görevim olduğu sonucuna vardım.
Konuya ilişkin eski bir
yazımı tekrar hatırlattığım ve bloğumda “Koronavirüs
Salgını Vesilesiyle Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler” başlıklı
yazımın tarihi 28.Ocak.2020[iii].
Dikkat edilsin, henüz “Pandemi”
değil, “Salgın” sözü var. Pandemi
bile kullanılır olmamış. Dünyü Sağlık Örgütü’nün Pandemi ilanı 11 Mart’tadır.
Bundan sonra neredeyse bir
sene boyunca, yazdıklarımın merkezinde pandemi ve pandemi vesilesiyle,
sosyalistlerin ne gibi geçişsel talepler,
stratejiler, taktik ve örgütlenme biçimleri izlemesi gerektiği gibi konular
vardır. (Aslında yazdıklarım ve videolarım, bu yepyeni olgu konusunda çok
ilginç ve incelenmesi ve dersler çıkarılması, örnek alınması gereken bir örnek
sunarlar.)
Ve neredeyse 2020 yılının
tamamını Korona Pandemisiyle geçirdim sayılır.
Ben kaslarıyla sinirleriyle
yazan bir insanım. “Demir tavında dövülür”
dedikleri gibi, bir yazıyı o tavında olduğu sırada başka bir nedenle (bir
hastalık, araya giren bir iş, başka bir yazının, konunun veya işin acil önemi
vs.) yazamaz ve bitiremezsem, sonra kolay kolay dönüp devam edemem. Bu nedenle
bilgisayarım başlanıp yarım kalmış, tavında dövülememiş veya son noktası vurulamamış
yazılarla, doğamamış düşüklerle doludur.
Ve böylece Latife Fegan’ın
kitabı üzerine başladığım yazı yarım kaldı, ayrıca sözünü ettiğim Okur ve
Kale’nin yazıları da ek bir itici işlev görüyor beni konuya kendimi zorlayarak
da olsa tekrar yönelmekten uzak tutuyordu.
Ayrıca epeyce zaman da
geçmiş, konu gündemden düşmüştü. Yazsan kim okur, kim ilgilenirdi.
*
Korona salgını, benim için
özel olarak aşırı bir tehlike oluşturuyordu. Hem yaşlılığım hem de kalbimdeki
11 stent, yüksek tansiyon, kanser vs. gibi daha bir yığın hastalık gibi nedenlerle,
tam topun ağzında bulunan kategoridendim. Ölüm her an kapımı çalabilirdi.
Bulaştığı takdirde yaşama şansım yoktu.
Ve yıllardır özellikle Ulus
ve Din konularında yaptığımı düşündüğüm ve gelecekte sosyalist mücadele için
programatik, stratejik, örgütsel ve taktiksel temelleri oluşturmaya yarıyacak
çalışmalarımı olsun gider ayak yazmalı, beynimdekileri sağmaya çalışmalıydım.
Belki sonradan ilgi
duyacaklara belli bir birikim bırakabilirdim.
O halde zamanımı ve
enerjimi bu alana yöneltmeliydim. Selahattin Okur ve Ahmet Kale’nin
yazdıklarını muhatap almamak daha doğru olabilirdi.
Karl Marks, kendisine
iftiralar atan Vogt’a karşı, “Herr Vogt”
diye en kıymetli zamanlarını ve enerjisini ayırarak koca bir kitap yazmıştı?
Neye yaradı? Kitabı okuyan hatta çeviren mi vardı? Ben bile henüz okumamıştım.
Sanırım Türkçe’ye de hala çevrilmedi.
Bu gibi düşüncelerle Latife
Fegan’ın anıları hakkında yazmak, benim açımdan ikinci plana düştü. Uygun bir
arada yazdığım kısmı tamamlar ve görevimi yerine getiririm diye düşünüyordum. Daha
acil görevlerim vardı. Dolayısıyla yazacaklarım için okumalara ağırlık verdim.
2022 Yılının ilk yarısı neredeyse tamamen Marksizmin
Yeniden İnşası’nın ilk kitabı olan Ulus
ve ulusçuluk konusu aldı.
*
Bu arada yaklaşan
seçimlerin sosyalistlere ve HDP’ye olağanüstü bir imkan sunduğunu görmüştüm.
Sosyalistler veya HDP görevini bir bütün
olarak muhalefetin hatalar yapmasını dolayısıyla yenilgisini engellemek olarak
tanımlamalıydı. Çünkü sosyalistler veya HDP oylarını vs. arttırsa, büyük
bir zafar kazansa bile, muhalefet yenilirse kendisi de yenilmiş olacaktı.
Bu bu durum aynı zamanda
muazzam bir olanak sunuyordu. Muhalefetin yenilgisini engelleyecek öneri ve
politikalar, sadece Muhalefetin yenilgisini engellemekle kalmaz, HDP’nin
tecridini aşmayı da sağlar ve her şeye rağmen muhalefet yenilirse HDP ve
sosyalistlerin yenilgiye ortak olmamalarını sağlardı.
Ama bu durum, soruna
bambaşka bir bakış gerektiriyor, son derece esnek ve yenilgiye yol açacak
politikalara karşı ön alıcı politikalar ve taktikler gerektiriyordu.
Bunları görebilecek ve
yapabilecek pek kimse de görünmüyordu.
Bu olağanüstü olanağın
değerlendirilebilmesi için, Marksizimn
Yeniden İnşası’na yönelik bundan sonraki hayatımın projesini bile bir
kenara bıraktım, bütün gücümle yaklaşan seçimlerde yenilgiyi engelleyeme
yönelttim.
Bir etkim olmasa bile, bir
devrimcinin ne kadar ve nasıl esnek taktikler uygulaması gerektiğinin örneğini
sunarak hiç olmazsa bir deney, bir ders bırakabilirdim.
Böylece 2023 yılının
yarısına kadar seçimlere yoğunlaştım.
Seçimlerden sonra ise, çeviri
programlarındaki ilerlemeler ve onun önüme yepyeni kaynakları okuma görev ve
olanağını çıkarması nedeniyle “Nerede
Klamıştık?” başlıklı uzun yazımda belirttiğim gibi tekrar okuma ve yazma
hazırlıklarına yöneldim.
*
Ama bu arada Lafife
Fegan’ın, kendisini saldırılar karşısında savunmayıp yalnız bıraktığımı, kitabı
hakkında yazmayacağımı düşündüğünü duydum.
Her şeyi bir yana bırakıp,
son bir zorlama ile başladığım bu yazıyı bitirmeye karar verdim.
Ama tarihlere bakınca
aradan dört yıl geçtiğini gördüm. Nasıl geçmiş diye bakıca yukarıda
özetlediklerimle zamanın geçtiğini gördüm. Şoke oldum. Ben hala bir iki yıl
geçti sanıyordum.
Şu an da o ilk başladığım
zamanki konsantrasyonum ve hevesim yok.
Aklım, ölmeden Marksizmin Yeniden İnşası’nı hiç olmazsa
ana başlıklarıyla yazmakta.
Ama Latife Fegan’ın anıları
“Yazmasaydım Olmazdı” üzerine üzerine
yazmasam da olmayacak. Yazmasını çok istemiş ve destek vermiştim. Yazmasam
yanlış anlaşılacak.
Yazıyı içimden gelmeden, bir
görev olarak tamamlayacağım. Sırf sözümü tutmuş olmak için. Aklım başka
yerlerde ve mecburen ele alacağım Okur ve Kale’nin yazıları beni itiyor.
Bu nedenle bundan sonra
yazım takır tukur olursa, bunu bir angarya gibi hissederek yazmama verin. (15
Haziran 2024 Cumartesi)
*
Evet bu “Ahlak Polisi”,
esnaf kafalı, “mahallenin namus bekçisi” çizgi yok olmadı ve Latife Fegan’ın
anıları, daha doğrusu kitaptakı “Kıvılcımlı’nın
Aşkı” bölümü, bu eğilimin iyice görünür olmasına ve Latife Fegan ve
kitabına saldırısına yol açtı.
Tipik iki örnek Selahattin
Okur ve Ahmet Kale.
Bu yazıları kısaca alıp
eleştirmesek olmayacak.
Önce Selahattin Okur’dan
başlayalım.
Selahattin Okur’un “Latife Fegan Olayı” başlıklı yazısını
PDF olarak basmıştım ve bu şekilde 32 sayfa tutuyordu. Neredeyse bir broşür
veya küçük bir kitapçık boyutunda.
Ancak yazının tamamına isteyenin
erişebilmesi için, bu yazıda linkini de vereyim diye arama yapınca yazıyı
bulamadım.
Ama aynı yazıya bu sefer
sanırım ilgisiz (“docplayer”) bir
sitede ama farklı bir başlıkla, “Latife
Fegan’ın ‘Latifeleri’” başlığıyla, rastladım.
Bu versiyonda, “Latife Fegan Olayı” yazının başlığı
değil, “Birinci Bölüm”ün alt başlığı
olarak görülüyor. İkinci Bölüm de aynı adresteki PDF dosyasının içinde, onun alt
başlığı “Yolun Sonu Hüsran” alt
başlığını taşıyor.
Şu adresten
ulaşılabilir:
Elim değmişken Selahattin
Okur’un başka yazıları da var mı internette diye araştırma da yaptım.
“Nasıl Geçti Anlamadım” başlıklı, anılarını derlediği kitabının,
kitapçı linkleri vardı.
Bir tarihte Yusuf Küpeli
ile yine Almanların “çamur savaşı”
dedikleri türden bir tartışması olduğunu hatırlıyordum.
Latife Fegan’a saldırırken
izlediği yol, yöntem ve stilin bir başka örneği olabilir diye aradım. Bulamadım.
Yusuf Küpeli ölünce belli
ki, yanılmıyorsam Sinbat isimli,
sitesi kapanmış. Ondan olsa gerek diye düşündüm.
Ancak Gün Zileli’nin
sitesinde “Yusuf
Küpeli/Geçmişteki Bazı Olaylar Üzerine (başlık tarafımdan konmuştur, G.Z.)” başlıklı yazıya rastladım.
Gün Zileli’nin şöyle bir
notu vardı: “Yıllar sonra, Yusuf
Küpeli’nin yazısının kendisinden izin alınmadan yayınlanmasından rahatsız
olduğunu bir başka yazısından öğrendiğim için yazıyı kaldırıyorum.”
Yazının altındaki yorumlar
Küpeli’nin yazısının düzeyi hakkında bir fikir veriyordu.
Keza yine Gün Zileli’nin sitesinde, Selahattin Okur’un Yusuf Küpeli’ye yazdığı
cevap vardı. “Selahattin
Okur, Y. Küpeli’ye zorunlu cevap”
Ancak Gün Zileli’nin
başlığa ilişkin şöyle bir notu var:
“Gün Zileli’nin notu: Selahattin Okur’un, bu sitede de daha önce
yayımlanan Yusuf Küpeli’nin yazısına cevap niteliğindeki yazısını yayımlıyorum.
Başlık tarafımdan gereksiz bulunarak değiştirilmiştir. Her iki yazıda da bir
düzey düşüklüğü gördüğümü belirtmek zorundayım. (abç) Tarihi olayların daha
soğukkanlı ele alınması, bireysel kızgınlıklardan arındırılması her bakımdan
faydalı olurdu ama ne yazık ki, her iki yazıda da bu objektifliği ve
soğukkanlılığı göremiyoruz. Selahattin Okur’un yazısının başlığında küçük bir
oynama yapmamın nedeni, hiç değilse başlıklarda bir objektiflik sağlamaktır.
Aynı şekilde, Küpeli’nin yazısının başlığını da kendim koymuştum.)”
Okur’un bu yazısını altındaki
yorumlarda, okurların önemli bir bölümü de düzeyin düşüklüğüne değiniyor.
*
Gelelim Selahattin Okur’un,
Latife Fegan’ın anıları üzerine yazdığı “Latife
Fegan’ın ‘Latifeleri’” başlıklı yazıya.
Önce birkaç noktaya açıklık
getirmek gerekiyor.
Fikir mücadelelerinin çok
basit bir kuralı vardır
Bırakalım bir devrimci, bir
sosyalist olmayı bir yana, uygar bir insan, her şeyden önce, polemik yaptığı
kişiye mesafeli ve saygılı bir dil tutturmalıdır.
Yani fikirlerini en sert
biçimde eleştiribilir. Ama kişiliğine, karakterine karşı son derece saygılı
davranmalıdır. Muhatabın kişiliğine yönelik aşağılayıcı, küçük görücü, hor
görücü, alay edici ifadelerden kaçınmalıdır.
Belki hukukun bir ilkesi bu
konuda iyi bir analoji sağlayabilir.
Hukukta, aksi şahitlerle ve
olgularla kanıtlanmadıkça bağımsız ve tarafsız bir yargıyla karara
bağlanmadıkça herkes masum ve söyledikleri doğru kabul edilir.
Söylenenlerin doğru
olmadığına ilişkin bir iddia varsa, bu iddida bulunan (Savcı veya davacılar) iddialarını kanıtlamakla yükümlüdür.
Kanıtlayamazlar ise iftira
atmaktan suçlu duruma düşerler.
Suçlanan kimse masumiyetini
ve suçsuzluğunu kanıtlamakla yükümlü değildir. Kanıtlama Suçlayanın görevidir.
Hukukun bu ilkesi, olağan,
politika dışı, insanlar arası ilişkinin de bir ilkesidir ve ilkesi olmalıdır.
Herkesi iyi niyetli,
söylediklerini doğru kabul etmek gerekir.
Tersine bir iddia varsa,
bunu iddiada bulunan kanıtlamak ve bu kanıtların geçerliliğinin, ortada bir
yargı makamı olmadığından, en azından tarafsız insanlarca olsun kabul edilmesi
gerekir.
Dolaysıyla bunun mantık
sonucu olarak, tıpkı bir hüküm olmadığı sürece nasıl herkesi masum ve suçsuz
kabul etmek ve buna uygun hitap etmek ve davranmak gerekirse, aynı şekilde, muhatabı
saygın bir insan olarak kabul ederek hitap etmek ve davranmak gerekir.
Bunlar işin alfabesi.
Ama Selahattin Okur, Latife
Fegan’a karşı böyle davranmıyor ve hitap etmiyor.
Fegan’la alay eden,
aşağılamaya, rencide etmeye yönelik ifadeler (hitaplar) kullanıyor.
Delilleriyle görelim.
Selahattin Okur’un
yazısında muhatabını 105 kez anıyor.
Adı ve soyadıyla Lateife Fegan olarak (19 Kez) anıyor.
Bundan başka “Latife Hanım” (30 Kez), “Latife Sultan” (14 Kez), “Latife hn.” (42 Kez) geçiyor.
Ama Selahattin Okur’un kullandığı
ifedelerin en masumu sayılabilecek “Latife
Hanım” bile, her Türkçe bilenin bildiği gibi, bir alay, aşağılama iması
taşır. Tam da bu nedenle, “Hanım” veya
“Bey” diye biten hitaplarda, bir
yanlış anlamaya meydan vermemek için ismin önüne, “Sayın”, “Değerli” vs.
gibi bir sıfat konur.
Ama S. Okur’un sonra
kullandığı ifadeler kastın tamda bu olduğunu da kanıtlamaktadır.
Okur, “Latife Sultan” ve başka yerlerde de “Hanım” demeyi bile çok görüp “hn.”
kısaltmasını koyuyor.
Halbuki bütün bunların
yerine, “Latife Fegan” veya “Yazar” gibi mesafeli ve saygılı ifadeler de
kullanabilirdi. Bunlar içeriğe ilişkin bir eleştirisi varsa, onu zayıflatmaz,
aksine güçlendirirdi, az çok düzeyli bir eleştiri ve tartışmanın örneğini de
sunmuş olabilirdi.
Yani Selahattin Okur’un, muhatabına
hitaplarında bile bir “ihsası rey” vardır. Muhatabını baştan suçlu, güvenilmez,
yalancı, saygılı bir hitaba değmez görmekte ve hitaplarıyla bunu ifade
etmektedir.
Böylece, en sıradan hukukun,
aki kanıtlanmadıkça herkes masumdur ilkesi gibi, insanlar arası ilişkilerde,
aksi kaıtlanmadıkça herkes saygı değerdir ilkesini çiğnemektedir.
Ama sadece bu kadar mı?
Bir polemik veya eleştiri yazısında,
karşı tarafın çelişkilerini veya tutarsızlıklarını göstermek için kişiliğine
yönelmeden, güzel bir imge ile benzetmeler veya zeka pırıltısı taşıyan
iğnelemeler, ironiler, kelime oyunları elbette yapılabilir. Bu gibi süslemeler
yazıya bir lezzet katabilir.
Ama Selahattin Okur’un
yaptıkları bu kategoriden değil. Görelim.
Selahattin Okur aklınca
başlığında Latife Fegan’ın adının anlamını kullanarak polemiklerde
görülebilecek türden bir “sanat” ya da gönderme yapmaya çalışmış: “Latife Fegan’ın “Latifeleri”” sözlerini
yazısının başlığına koymuş.
Analiz edelim, bakalım ne
yapmış?
Latife sözcüğü Türkçe’de mizah, şaka, hoş söz gibi anlamlara
gelir.
Latife Fegan’ın kitabı
şaka, mizah kitabı değil ve neredeyse kitapta böyle bir şey de yok. Sadece Kitapta
değil, Selahattin Okur’un yazısında da şaka ya da mizah yok veya herhangi bir şaka
ya da mizah ele alınmıyor. Latife Fegan’ın kitabı hakkında böyle bir iddiası da
yok.
Kitapta espriler, şakalar
vs., yani “latifeler” olsaydı, böyle bir başlık anlamlı olabilirdi.
Özetle Selahattin Okur, Kitabı
tanımladığı “Latifeler” sözcüğü ve bu sözcüğün anlamı olan imge aracılığıyla,
kitabı bir mizah, şaka kitabı olarak tanımlamış oluyor. Bu ise ne kitabın
içeriğiyle ne de Selahattin Okur’un yazının içeriğiyle uygun.
Yani Salahattin Okur’un
yaptığı anlamsız bir ses oyunu. Ses tekrarları (Aliterasyon) gibi bir özelliği
var ama bunun da anlamla veya konuyla ilgisi yok. Ses tekrarları genelllikle
sesler aracılığıyla bir imge yaratmaya yarar.
Tam da ne Fegan’ın ne de
kendi yazısının şaka ve mizahla ilgisi olmadığından, başlık “latifeleri”
sözcüğü ya da imgesi, nesnel olarak tıpkı hitapları gibi, karşı tarafla alay
etme, aşağılama işlevi görüyor.
Yani başlıkta bir iğneleme,
sanat, zekice bir benzetme de yok. Sadece alay ve aşağlama var.
Özetle, gerek başlık gerek Latife Fegan’ın adına
eklenen sıfatlar (Hanım, Sultan, hn.)
Selahattin Okur’un yazısının düzeyi ve yöntemi hakkında bir fikir verir
kanımca.
*
Herşey bu kadar basit ve
yüzeysel olsaydı yine de hoş görülebilirdi belki.
Çok daha derin ve kötü
kokular var.
Hamlet’in dediği gibi “çürümüş bir şeyler var bu Danimarka
Krallığında”
Bir polemik veya
eleştiride, her şeyden önce karşı tarafı iyi niyetli ve dürüt olarak ele almak
gerekir. Onun tüm iyi niyetine ve dürüstlüğüne rağmen nesnel olarak yanlış olduğu
gösterilmeye ve muhatap yanlışlarından kurtarılmaya, kazanılmaya çalışılır. Bu
işin alfabesidir.
Ancak böyle bir yöntemle, kişilikler,
niyetler ve ahlak değil, fikirler, teoriler, varsayımlar, uslamlamalar,
tutumlar tartışılabilir ve ezilenlerin siyasi ve teorik eğitimine bir katkıda
bulunulabilir.
Halbuki Selahattin Okur, Latife
Fegan’ı, daha baştan yalancı olarak, dürüst olmamakla suçlamaktadır. Bütün yazıda
Latife Fegan’ın böyle olduğuna yönelik hükümler veya imalar vardır.
Ve Latife Fegan’ı aksini kanıtlamaya, yani yalancı olmadığını
kanıtlamaya çağırmaktadır.
Selahattin Okur’un en temel yanlışı, yazının dayandığı temel
yanlış mantık budur.
Suçladığını, masumiyetini
kanıtlamaya çağırmaktadır.
Halbuki, suç varsa suçu
kanıtlamak, Latife Fegan’ın dediklerinin aksini kanıtlamak Selahattin Okur’un
görevidir.
Ve kanıtlayamadığı takdirde
iftiracı damgasını da yemeyi kabul etmeli sonuca katlanmalıdır.
Ortadaki hukuki bir dava
olsa, iftiradan ceza görmeyi baştan kabul etmelidir.
Bunu ilerde çeşitli örneklerle
görürüz. Ama bu temel yanlış iyi kavranmalıdır.
Ama Selahattin Okur, daha
ilk paragrafta, karşı tarafı dürüst olmamakla, yalan söylemekle itham etmektedir.
İlk paragrafı aktaralım:
“Latife Hanım, elli yıl sonra anılarını yazmaya karar veriyor. Anılarını
“ Yazmasaydım Olmazdı” adı altında yayımlıyor. Söylediğine göre kimsenin
anılarını yazması konusunda bir talebi yokmuş ya da varmış ! (Ya da hem varmış
hem yokmuş !) Ama Abdülkadir Bey’in (Vedat Türkali’nin) çok istediğini bu
nedenle onun talebini geri çeviremediğini söylüyor. “Ona verilmiş sözüm
olduğunu söyleyebilirim “diyor. Ve sonra “başka dostlara da...”.Yani umumi
istek üzerine.. Daha sonra “verdiği sözleri” unutarak, kendi yazma arzusunun
ağır bastığını söylüyor. ”Sonunda Karadeniz kıyılarından Stockholm’e varan ve
Türkiye Sol Hareketi içinde bir dönem ve kuşağa tanıklık eden bir yaşamın
söyleyebileceği şeyler olabileceği kanısına vardım” diyor. (S.11) Doğru gerekçe
budur. Ona buna verilmiş sözler bu işin bahanesi… V. Türkali ve “başka dostlar”
onu cesaretlendirmiş olabilir. Neyse ne... Sonuçta Latife Hn Tarihe tanıklık
yapmak üzere sahneye çıkıyor. Geriye Tanığın doğru söyleyip söylememesi
kalıyor! Buna da yazdıklarının, kanıtlara ve tanıklara dayanıp dayanmadığına
bakarak karar vereceğiz. Tanık Doğruyu mu söylüyor yoksa “Yalancı Şahit mi !”.
Göreceğiz...”
Şimdi bu satırları analiz
edelim.
Anılar Selahattin Okura’a
göre hangi gerekçeyle yazılmış?
Kendisi şöyle yazıyor:
“”Sonunda Karadeniz kıyılarından Stockholm’e varan ve Türkiye Sol
Hareketi içinde bir dönem ve kuşağa tanıklık eden bir yaşamın söyleyebileceği
şeyler olabileceği kanısına vardım” diyor. (S.11) Doğru gerekçe budur. Ona buna
verilmiş sözler bu işin bahanesi…”
Peki Selahattin Oktur, hangi
gerekçeleri doğru değil, dolayısıyla yalan
olarak tanımlıyor?
Latife Fegan’ın “Vedat Türkali” ve “Başka dostlara” da sözünün olması, bahaneymiş
Bu, “Söz vermek” ve
“Tanıklık” gerekçelerinin birbiriyle çelişmeyeceği, hepsinin geçerli
olabileceği de mümkündür ve bir suç oluşturmaz ama Selahattin okur bunları
birbirine karşı ve birbirini çürüten gerekçeler gibi alıyor. Böyle ele alarak,
daha ilk paragrafta “verilen sözlerin” “bahane”
olduğunu, gerçek gerekçenin bir dönem ve kuşağa “tanıklık etmek” olduğunu
söylüyor.
Ama bunu da sanki bir
suçmuş gibi koyuyor. Diğerleri bahane diyor.
Sonra da tarihe “tanıklık”
yapmayı gerçek gerekçe olarak aldıktan sonra şunları yazıyor:
“Neyse ne... Sonuçta Latife Hn Tarihe tanıklık yapmak üzere sahneye
çıkıyor. Geriye Tanığın doğru söyleyip söylememesi kalıyor! Buna da
yazdıklarının, kanıtlara ve tanıklara dayanıp dayanmadığına bakarak karar
vereceğiz. Tanık Doğruyu mu söylüyor yoksa “Yalancı Şahit mi !”. Göreceğiz...”
Burada
Tarihe tanıklık yapmaktan söz etmenin hemen
hemen her anı kitabı ile ilgili olarak söylenebileceği, bunun bir suç gibi ele
almanın yanlışlığı veya saçmalığına girmeyelim bile.
Şimdi bakalım burada ne
oluyor?
Selahattin Okur kendisi hem
Hakim hem de Savcı olarak kürsüye çıkıyor ve Latife Fegan’ı sanık sandalyesine
oturtuyor. Ve sanığa söylediklerinin
doğru olduğunu “tanık” ve “şahit”lerle kanıtlaması gerektiğini öylüyor.
Yani yalan söylemediğini,
suçlu olmadığını kanıtla diyor. “Yazdıklarının doğruluğunu tanıklar ve
kanıtlarla kanıtla” diyor.
Bu kanıtları aslında bir
savcı olarak kendisinin getirmesi gerekirken, masumiyetini kanıtla demiş
oluyor.
Öte yandan sadece savcı
değil, aynı zamanda bir yargıç olarak, suçsuzluğunun kanıtların sun bakalım,
ona göre karar vereceğiz diyor.
Yani savcı olarak da yargıç
olarak da yalancılıkla suçladığını, yalan söylemediğini kanıtlamaya çağırıyor.
Eğer ortada bir suçlama var
ise, yani yalancılık. İddia makamının iddiasını kanıtlaması gerekir, sanık
sandalyesine oturtuların masumiyetini kanıtlaması değil.
Bu en basit hukuk
kuralıdır.
Ama bu noktada, kendisi
iftira atmış olmaktadır, karşı tarafın dedikerini doğru kabul etmeyerek. Çünkü
kendisi bir kanıt getiremez ve getirmemektedir.
Selahattin Okur’un aslında
iftira attığını, benim şahitliğim bile gösterir.
Çünkü daha bu yazının
başlığında anlattığım gibi, Latife Fegan’ın o söz verdiği “başka dostlar”ından biri de muhtemelen benim.
Ve ben bir başka dostlardan
biri olarak, yazacağına söz verdiğini, benim, anıların, özellikle de
“Kıvılcımlı’nın Aşkı” bölümünde anlatılanları yazması yönünde telkinlerde bulunduğumu
burada ifade ediyorum.
Öte yandan ben bizzat
kendim, Lafife Fegan’ın yıllar önce yine bu anıları yazmak söz konusu olduğunda,
Vedat Tükali’nin “Yazabilecak misin?”
dediğini söylediğini de biliyorum ve bunun şahidiyim.
Yani Latife Fegan’ın
yazdıklarının doğruluğnu kanıtlamak gibi bir görevi olmamasına rağmen,
dediklerinin doğruluğu benim şahitliğimle kanıtlanmıştır.
Peki bunların yalan
olduğunu, bahane olduğnu söyleyen Selahattin Okur, kanıtsız, şahitsiz olarak,
Latife Fegan’ın gerçek nedeni gizleyip bahaneler uydurduğunu söyleyerek bizzat kendisi ne yepmış
olmaktadır?
Buna itibar suikastı veya iftira denir.
Gerçeği söyleyen Latife
Fegan’dır. Onun gerekçesini gerçek değil, diye suçlayan Selanattin Okur’un
yaptığı, iftira atmaktır, çünkü delil ve şahit olmadan gerçeği tahrif etmekle
suçlamaktadır.
*
Dahası da var. Kendi
iddiasını kendisi çürütmektedir.
Bu paragrafta, anıları
yazmanın gerçek nedenin verilmiş sözler değil, bir döneme tanıklık vs.
olduğunu, verilmiş sözlerin bahane olduğunu söylerken, bir sonraki paragrafta
ve sonrasında tam tersini iddia etmektedir. Yani kendi iddiasını bizzat kendisi
çürütmektedir.
Görelim:
“Okuyanlar görecektir, Latife Hanımın
60’lar Türkiye’sine dair yazdıkları içinde ilginç bir şey yok. ”Doktor’un Aşkı”
hariç. O da zaten bunu ifşa etmek için yazıyor anılarını! Bunun dışında
söyleyecek çok fazla bir şeyi yok. O döneme ait o kadar çok şeyler yazıldı
çizildi ki…(!) Ama özel olarak Kıvılcımlı ile ilgili olarak söyleyeceklerini
merak edenler çıkabilir! Onlara da bir şey diyemeyiz. Yazdıkları için,
“Kıvılcımlı Çevresine ilgi duyan kişiler için, gerçekten çok merak edilen bazı
olayların gün ışığına çıkmasına yardımcı olabilir ” diyor. (S.11) Asıl burası
önemli... 60’lar Türkiye’si bu işin hikayesi. Nedir bu “merak edilen olaylar?”
“Kıvılcımlı çevresine ilgi duyan kişiler için hem ilginç olacak (!) hem de
merak edilecek!’ Bunları ileride göreceğiz. Ama bunların en başında “Kıvılcımlı’nın
Latife Hanım’a olan Aşkı” geliyor. Önce “Kıvılcımlı’nın Aşkı” diye başlayacak,
giderek “bu aşk ”, “Kıvılcımlı’nın Tacizine”,” Trajedisine “ dönüşecek. En
sonunda da “Kıvılcımlı’nın Latife Hanım’dan, dolayısıyla Fuat Bey’den Özür
dilemesi ile Son bulacak”… Bunları ilerde ele alacağız...”
Şimdi burada, bir önceki
paragrafın tersine, gerçek yazma gerekçesinin “bir döneme şahitlik” olmadığnı, “Doktorun
Aşkı” nı anlatmak olduğunu iddia ediyor.
Yani Latife Fegan’ın Vedat
Türkali’ye ve Dostlara verilmiş sözler dediği şeyin doğru ve gerçek neden
olduğunu kabul edip birinci paragrafın sonundaki çıkarsamasının tam aksi bir
hüküm veriyor.
Ve tabii bunu kanıtlamak
için bir çabaya da girmiyor. Böyle olmadığını yine Latife Fegan’ın
kanıtlamasını istiyor zımnen.
Ama burada da yine,
kanıtlamadığı ve kanıtlayamayacağı bir hüküm vererek, iftira atmış oluyor
nesnel olarak.
*
Ama daha komiği şu: kanunsuz
suç olmaz.
Ortada sadece suç değil,
ayıp ya da yanlış olacak bir şey yoktur.
Yani Kıvılcımlı’ın Latife
Fegan’a aşık olması ve Latife Fegan’ın bunu anlatması ne bir suçtur, ne bir
ayıptır, ne de yanlıştır.
Okur’un yanlışının ne
olduğunun daha iyi kavranması için şöyle bir örnek açıcı olabilir.
Uygar bir ülkede veya
kentte, sevgililer yollarda öpüşür, koklaşır, birbirlerine sarılırlar. Uygar
insanlar da buna bakmazlar bile, hatta tesadüfen bakışları veya yolları bu
olaya doğru ise rahatsızlık vermemek için kafalarını çevirirler veya yollarını
değiştirirler.
Türkiye’de ise, kanunen suç
olmamakla birlikte, birbirine sarılan çiftlere polis veya bekçiler (ve de Okur
ve Kale gibi hakımız) suçlu muamelesi çekerler, feodal kafalı mahallenin
namusuna düşkün sivil ahlak zabıtaları onları “değerlerimize aykırı”
davrandıkları için suçlu ilan edip dövmeye ve linç etmeye veya en azından
hakaret etmeye kalkarlar.
Selahattin Okur’un yaptığı
da bunlardan farksızdır.
Ortada uygar insanların
üzerinde durmayacağı, hatta başını çevirerek rahatsız etmekten çekineceği
türden bir olay vardır, Selahattin Okur ise Türk devletinin ahlak zabıtası
polisi ya da bekçisi veya mahallenin namusuna düşkün “sivil” namus bekçisi
kafasıyla ortada bir suç varmışçasına dövmeye, linç etmeye, hakaret etmeye
kalkıyor.
Tam da bu yaptıklarıyla aslında
hem suç işliyor hem ayıp ediyor, hem de yanlış yapıyor.
Ama sosyolojik olarak, nesnel
olarak, bir esnaf kafasını, dogmatik bir şarklı kafayı ortaya koyuyor.
Doktor’un ölürken
notlarında eleştirdiği, Ahmet Camuşçu’nun anlayışı, hortluyor ve Selahattin
Okur’un şahsında bu sefer Makedon kız ve oğlanları değil, Latife Fegan’ı suçlu
ilan ediyor.
*
Hiç uzağa gitmeye gerek yok ortada ne suç ne ayıp ne de yanlış bir olay
olmadığına ilişkin olarak.
Anılar hakkında yazan İsmail Beşikçi ve Gün Zileli’nin yazdıklarına ve
onların olayı nasıl gördüklerine bakalım.
Gün Zileli şunları yazıyor:
“Latife Fegan'ın, Doktor Kıvılcımlı'nın
kendisine olan karşılıksız aşkını hatıratında açıklama yürekliliğini
göstermesinin, Kıvılcımlı çevreden çoğu kişi başta olmak üzere, Türkiye sol
çevrelerinin tutucu ve ahlakçı tepkisiyle karşılaşacağını tahmin etmek zor
değildir. Oysa Latife Fegan, bu olayı sakınımsızca açıklayarak ve Kıvılcımlı
gibi, ömrünü sosyalist mücadeleye adamış bir insanın da, yaşına, konumuna
rağmen umutsuz bir aşka kapılabileceğini göstererek, sadece teorik kitap ve
metinleriyle tanıdığımız Kıvılcımh'yı "tanrılar katından" alıp
insanların arasına katmıştır. Liderleri tanrılaştırmaya pek meraklı Türkiye
solunun hâkim eğilimi açısından affedilemeyecek bir suç!”
Yani ortada son derece insani ve normal bir durum var diyor. Ve bunu
Türkiye’deki esnaf kafalı ahlak zabıtası yaklaşımlarına karşı bir örnek olarak
da beğeniyor.
İsmail Beşikçi ne diyor?
“Hikmet Kıvılcımlı’nın Aşk …
1968 yılı başlarında bir gün, Hikmet
Kıvılcımlı, Latife Fegan’a ‘seni seviyorum çocuğum. Nihayet içimde
biriktirdiğim duygularımı açıkladım…’ diyerek aşkını ilan ediyor. Latife Fegan
çok şaşırıyor. Ne diyeceğini bilmiyor. Hikmet Kıvılcımlı ısrar edince, bunun
mümkün olmadığını, evli olduğunu, kendisine çok saygı duyduğunu, ilişkilerinin,
baba-kız ilişkisi gibi devam etmesi gerektiğini söylüyor. Latife Fegan, akşam
bu durumu hemen Fuad Fegan’a anlatıyor. Feganlar, bundan sonra da, Hikmet
Kıvılcımlı’yla ilişkilerini sürdürüyorlar. Baba-kız, baba oğul gibi, ilişkiler Kıvılcımlı
vefat edene kadar sürüyor. Aşk olayını da insanlık hallerinden biri olarak
anlamak gerekir.
Bu olay, Hikmet Kıvılcımlı gibi yaşı
oldukça ilerlemiş, hayatı hep mücadele içinde geçmiş, hayatının her dakikasını
devrimci mücadele için harcamış, zindanlarda ömür geçirmiş, üstelik evli bir
kişinin de, aşık olabileceğini, aşkını ilan edebileceğini göstermesi bakımından
dikkate değer. Bu olayda Fuad Fegan’ın tepkisi, genel olarak Türk erkeğinin
göstereceği bir tepki değildir. Gün Zileli’nin de belirttiği gibi, Türk
erkeğinin, bu konulardaki tepkisi daha agresiftir. Fuad Fegan’ın, Kıbrıs’daki
AKEL saflarında (Emekçi Halkın İlerici Partisi) yetişmiş, sosyalist düşünceyi
ve eylemi bu süreçte benimsemiş bir kişi olması, olgun davranışında, baba-oğul
ilişkilerinin sürdürüyor olmasında etkili olmuş görülebilir.
Latife Fegan’ın bu olayı açıklaması
da dikkate değer bir gelişmedir. Bu gelişme, kanımca, Türk kadınlarının, bu tür
olaylarla ilgili davranışlarına uygun bir tutum değildir. Türk kadınları, bu
tür gelişmeleri genel olarak gizli tutmaya çalışırlar. Latife Fegan’ın
davranışının açık yürekli, cesur bir tutum olduğu açıktır. Bu da, kanımca
demokratik değerleri hazmetmekle yakından ilişkilidir.”
Yani “Aşk olayını da insanlık
hallerinden biri olarak anlamak gerekir.” Diyor. Yani tam da Doktor gibi
yaklaşıyor. Ayrıca hem Fuat Fegan’ın davranışını, hem de Latife Fegan’ın bunu
anlatabilmesini takdir ediyor.
İşte olağan, normal bir insan tavrı bu olabilir ancak.
Latife Fegan’ı yalancılık ve Provakasyon yapmakla suçlamak değil.
Sanırım Selahattin Okur’un (ve
Kale’nin) dayandığı yöntemin yanlışlığı, saçmalığı, iftiraları ve saygısızlığı,
çelişkileri hakkında bu kadar yeter.
Yoksa bütün yazıyı cümle
cümle, sözcük sözcük, paragraf paragraf ele alarak çelişkilerini,
çıkarsamalarının yanlışlıkları vs. göstermek mümkün.
Ama bize de yazık,
okuyucuya da.
Ama bu bölüme son vermeden
önce Selahattin Okur’un kullandığı yöntemin nasıl saçma ve yanlış ve de çok tehlikeli
olduğun göstermek için, bunu etinde hissetmesi için bir örnek vereyim.
“Selahattin Okur, Kıvılcımlı ile yakın ilişki kurmaya çalışan biriydi.
Fuat ve Latife Fegan’ın Kıvılcımlı’ya daha yakın olmalarını, onun çalışmalarına
daha büyük katkı yapmalarını hazmedememiş, onları kıskanmış ve bu
kıskançlıklarını içinde biriktirerek şimdi Latife Fegan’ın kitabını bahane
ederik Latife ve Fuat Fegan’a saldırmaktadır. Ayrıca kariyerist bir yapısı
vardır. Bu nedenlerle sayfa sayfa iftiralar atmaktadır.”
Haydi, Selahattin Okur,
böyle bir iddianın tersini kanıtlasın bakalım.
Böyle olmadığını, masum
olduğunu kanıtlama yönündeki her çabası, kendisinin hakkında daha çok soru
işaretleri ortaya çıkarır ve işin aslını bilmeyenlerin “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” demelerine yol açar.
Elbette benim böyle bir
iddiam yoktur. Burada Okur’un yaptığının ne kadar yanlış olduğunu, etinde
hissetmesi için, kendisinin kullandığı silahın sivri ucunu biraz kendisinin
etine dokunduruyorum.
Eğer böyle bir iddiam
varsa, bunu olgularla, maddi delillerle ve şahitlerle kanıtlamam bana düşer ve
kanıtlayamazsam da bir iftiracı durumuna düşmüş olurum. Selahattin Okur gibi.
Herkesi masum insanların
söylediklerini doğru kabul etmek gerekir aksi kanıtlanıncaya kadar. Ebet bir
insanın doğru söylemediğini aklınızdan geçirebilirsiniz. Ama bunu ifade edemez
ve davranış ve sözlerinize yansıtamazsınız kanıtlanıncaya kadar.
Selahhitin Okur’un daha ilk
birkaç parafrafta yazdıkları ve yöntemi üzerine kanımca bu kadar yeter.
*
Selahattin Okur’un Latife
Fegan’ın anılarına ve Latife Fegan’ın kişiliğine böylesine saldırmasının
gerekçesi ne?
1)
Latife Fegan,
yazarken zarar verir miyim diye dikkat etmiyor. (“yazarken yazdıklarına biraz
dikkat ederdi, onlara zarar verir miyim diye.”)
Şimdi
bu önermenin dayandığı varsayımlara bakalım.
Birincisi,
Okur’un gerçek ile ilişkisi baştan aşağı anti marksist.
Marksistler
“Gerçek Devrimcidir” derler.
Marks
da bu önermenin mantık sonucuna kadar giderek, “bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşan alçaktır” der.
Bilimin
ham maddesi de olgulardır. Yani olayları, olguları olduğu gibi ele almak her
türlü bilimsel ve dolayısıyla gerçeği bulmaya yönelik çabanın başı,
alfabesidir.
Şimdi
Selahattin Okur ise, anlatılanlar gerçek olsa bile, doktorculara zarar verir mi
diye bakıp öyle yazmak, yani gerçeği tahrif etmek gizlemek gerekir icabında
diyor ve demiş oluyor.
Yani
marksizmin en temel önermelerini bir yana atıyor. Bilime bilim dışı kaygılarla
yaklaşmak, dolayısıyla bilimin ham maddesi olan olayları gereğinde gizlemek ve
söz etmemek normaldir ve yapılması gereken bir iştir demiş oluyor.
Bu ne
genel olarak Marksizmle ne de Doktor’un bıkmadan, tekrar ettikleri ile ilgisiz
hatta ona karşı bir ttumdur.
2)
Ama Okur’un birincisi kadar yanlış ikinci varsayımı, Fegan’ın
anlattıklarının doktorculara zarar vereceği ön kabulüdür.
Bu
kabul de Marksizmle ilgisizdir. Bir Marksist aksine, Fegan’ın anlattıklarını,
en örnek Marksistlerin bile, herkes gibi bir insan olduğunu, Kıvılcımlı’nın da
eserlerinde hep bunu vurguladığını, kimseyi tabulaştırmaak, taşlaştırmamak
gerektiğini anlatabilmek için gayet güzel bir olanaktır. Bundan dolayı gidecekler
varsa da gitsinler denir. Çünkü Marksizmi veya sosyalizmi köylü veya esnaflara
anlatmak onları marksist yapmaz, marksizmi köylü veya esnef marksizmi yapar,
yani marksizm olmaktan çıkarır.
Ama böyle
bir reaksiyon vermemesi, bizzat Selahattin Okur’un köylü ve Esnaf marksizminin
somut bir örneğin olduğunu gösterir.
Devam
edelim bakalam Selahattin Okur’un diğer gizli ve açık varsayımlarını görmeye ve
Latife Fegan’a niçin böylesine saldırdığının ardındaki kabul ve çkarsamalara
bakalım.
“Somuta gelirsek; bugün Türkiye’de
Kıvılcımlı’nın Yolunda giden bunu açıkça ifade eden (aralarında yorum farkı
olabilir) İki yasal parti ve onlar kadar kuvvetli çevreler var. Bu partilerden
birincisi: Halkın Kurtuluşu Partisi son seçimde 96 000 oy aldı. İkincisi Toplumsal
Özgürlük Partisi. Üçüncüsü SODAP çevresi, gücü onlardan aşağı değil.
Diğerlerini saymıyorum. Şu an Türkiye de 50 yıldan sonra yeşeren, gürleşen
bir Kıvılcımlı Hareketi var. Her taraftan pıtrak gibi çıkıyor. Kıvılcımlı’nın
tezlerine karşı müthiş bir ilgi var. İslamcı
çevrelerde bile Kıvılcımlı’ya karşı bir yöneliş var. Tam da bu zamanda Latife
Hanım çıkıyor, bu harekete “ilgi duyan” kişilere, “merak edilen”, “ilgi
uyandıracak” bir hikaye anlatıyor: ’’Kıvılcımlı’nın Aşkı”..
Latife Hanım; Bugün Kıvılcımlı’ya ilgi duyan kişilere,
”Bakın sizin ilgi duyduğunuz Doktor, dün neler yaptı? “O bir tacizci,
arkadaşının karısına sarkıntılık yaptı” demek istiyor? Dr’u merak eden, ona
ilgi duyan kişilerin Doktorcu Harekete olan ilgisini ve merakını önlemeye
çalışıyor. Bunun sosyalist literatürdeki adı Provakasyondur !”
Önerme
önerme gidelim:
1) Kıvılcımlının görüşlerine büyük
ilgi var. Herkes ona yöneliyor.
2) Latife Fegan Bu anılarıyla
bakın kıvılcımlı böyle şeyler yaptı diyor
3) Böylece onların ilgi ve
yönelimini engellemeye çalışıyor.
4) O halde yaptığı provakasyondur.
*
Birincisi,
Kıvılcımlı’nınyolunda gitmek ne demektir?
Kıvılcımlı’nın
tezlerini ve fikirlerini ezberlemek, tekrarlamak değildir.
Onları
yaratıcı bir biçimde geliştirmek ve uygulamaktır.
Ve bunu
yaparken onun devrimci özünü tahrifat ve revize etmeye karşı korumak demektir.
Kimseye
kendisi “Kıvılcımlıcı” olduğunu iddia attiği için Kıvılcımlı’nın izinden
gidiyor denemez. Bu onların kendileri hakkındaki iddialarıdır. Somut tavırlar
içinde böyle olup olmadığına bakmak gerekir.
Halbuki,
Selahattin Okur, iddiaları gerçekmiş gibi kabul ediyor. Bunların farklarını “yorum farkı”na indirgiyor.
Ama
Marksizmin bize, “Yorum Farkı”
denenlerin ardında daha derin toplumsal ve sınıfsal farklar olduğunu bu yorum
faklarının onların bir ifadesi ve yansıması olduğunu gösterir.
Selanhattin
Okur, bu farkı yokmuş gibi kabul ederek, birbirinden tamamen farklı “doktorcu”
çevre ve örgütleri sayarak, “Doktorcu” hareketin büyüdüğü, pıtrak gibi çıktığı
sonucunu çıkarıyor.
Birincisi,
bunu doğru kabul etsek bile, devrimci bir kabarışın, bir kitle hareketinin
yükselişinin var olmadığı bir dönemde, Doktor’a gösterilen ilgi gerçek olsa
bile bu hiç de devrimci bir eğilimin göstergesi olmayabilir. Aksine Türkiye’de Genelkurmay,
bilinçli bir politikayla, devrimci öndelerin içini boşaltarak, onları devletçi
ve milliyetçi politikasının araçlarına dönüştürmek için ciddi bir çaba
harcamaktadır. Maalesef Kıvılcımlı da Deniz Gezmiş ve diğer başka devrimciler
gibi Genelkurmayın bu politikalarının bir aracına dönüştürülmüştür.
Bunun
en tipik örneği, Selahattin Okur’un 96.000 oy aldığın övgüyle belirttiği Halkın Kurtuluşu Partisi’dir.
Bu parti
neredeyse yarı faşist bir çizgi izlemektedir. Kıvılcımlı’nın devrimci yöntemini
ve programını terk etmiş. Türk devletinin yanında yer almış ulusalcılıkta MHP
ve Aydınlık ile yarışan bir partidir.
Ben
bizzit Türkiye’de her sene zaten birkaç yüz kişiyle yapılan Taksim’deki 24
Nisan anmalarına karşı, İstihbarat servislerinin yönlendirmesiyle anmaları
provake etmek ve engellemek için gönderilen faşistlerin yanında her zaman bu
HKP’lilerin de olduğunu görmüşümdür. Hatta birkaç defa, faşistlerin, bu
HKP’lilerin provakasyon ve engelleme görevini, kendilerinden daha iyi yaptığını
görünce seslerini kesmişlar ve topu HKP’lilere atmışlardır.
Gerçek
Marksist ve Devrimci olmaya çalışan bir Doktorcu için bu partinin Doktor’un
adını ve resmini bayrak yapması, övünülecek değil, utanılacak bir durumdur ve
her vesileyle Doktor’un bu partiyle ilişkisinin olmadığı ve olamayacağı gösterilmelidir.
Diğerlerine
gelinci, bunların da bütün küçük örgütler gibi, büyük Kürt hareketinin ortaya
çıkardığı nişte yaşayan bürokratlaşmış, aslında Kıvılcımlı ve Devrimci
Marksizmle ilgisiz, kendi varlığı kendi başına bir amaç olmuş yapılar olduğu
çok açıktır.
Yani
Kıvılcımlı’ya bir yöneliş olmadığı gibi, varsa bile bu devrimci bir yöneliş
değildir.
İslamcıarın
yönelişi de, son duruşmada, Kıvılcımlı gibi bir marksist aracılığıyla
kendilerinin İslama dayanmasının doğruluğunun bir teyidini görmeleridir. Yoksa
hiç birisinin, İslamcılığı bırakıp, marksizme yöneldiği görülmemiştir.
Yani
kabarış varsa devrimci değildir.
Eğer
bir kabarış var ve bu gerçekten devrimci ise, Fegan’ın anıları, bu devrimci
kabarış ile gelenlerin politik ve teorik eğitimi için hoş gelmiş, sefa gelmiş
bir olanaktır. Kimseyi tanrılaştırmamak gerektiini, her devrimcinin programatik,
teorik olarakne olursa olsun, hatta mücadelede ne gibi fedakarlıklar ve örnek
dravranışlar yapmış ve yapıyor olursa olsun, önü sonu “hatalar ve unutkanlıklar
karşmaşası bir insan” olduğunu konu etmek için gerçek bir olanaktır.
*
Selahattin Okur’un her
önermesi, her sözü yanlış.
Bunları sadce alt alta
yazmak bile yeter:
“Latife Hanım’ın bu iddia ve ithamlarını, 50
yıl sonra burjuva dünyasının önüne dökmekten amacı ne olabilir? Bize kalırsa kadın,
Ünlü olmak istiyor! Yıllarca Dr’un eserlerini kaçırma ve saklama üzerinden
doktor ticareti yaptı, o bitti. Şimdi de “Doktor’un Aşkı’ üzerinden gündem
olmak istiyor.”
“Latife Hanım, ‘nasıl olsa canlı tanık yok!
Ben iddia ve ithamlarda bulunayım, isteyen inansın, istemeyen inanmasın! ‘,
‘Çamur at izi kalsın.’ demek istiyor. “
“Bize göre Latife Hanım’ın anılarını yazmasının
temel sebebi, Kıvılcımlı’nın güya kendisine olan aşkını duyurmak. Böylesine
temelsiz, çelişkili, iddia ve ithamlarda bulunarak dikkatleri üzerine çekmek
ve ünlü olmak “
Böyle
daha niceleri var.
İşin kötüsü,
buraya aktaramayacağım yerlerde sürünen imalar da var.
*
Bütün
bunları yazan için örneğin şöyle denebilir:
“Sultan Selahhittin, Latife Fegan’a böyle
saldırarak ve ağıza alınayacak ithamlarda bulunarak, Türk devletine, iyi saatte
olsunlara ve Genelkurmaya, onların desteklediği esnaf kafalı, ahlak zabıtası bir
sosyalizm anlayışıyla selam çakıyor onlar nezdinde prim yapmak istiyor.”
Kendisinin
mantığıyla ve yöntemiyle, kendisine karşı söylenebilecekler bböyle şeyler
olabilir örneğin.
Bunların
öyle olmadığın kanıtlamak onun payına düşer.
Başkalarından
beklediğini kendisi yapsın bakalım.
Bu
kadarı yeter sanırım.
Yazdıkları
Selahattin Okur’un içinin aynası denebilir.
“Kişiyi
nasıl bilirsin kendin gibi” derler.
Öyle
görünüyor ki, Okur’un Latife Fegan için söyledikleri kendisini tanımlıyor.
Bundan
ötesini yazmak içimden gelmiyor.
Okur’un,
Fuat Fegan ve doktorcular vs. konusunda yazdıklarını ise, Fuat Fegan ile ilgili
olarak düşündüğüm ayrı bir yazıda alabilirim.
*
Gelelim
Ahmat Kale’ye. Ahmet Kale de, Doktor’un ölümün’den az önce Üsküp’te yazdığı
notlarında, bu işleri sorun olmaktan çıkarmışlar diye olumladığı ve normal
karşıladığı, akşam piyasası yapan gençlerin flörtlerini, bir ahlaki çöküş olarak
gören Ahmet Camuşçuoğlu’nun ahlak zabıtası esnaf sosyalistliğini sürdüren
Selahattin Okur’un izinden gidiyor.
Her
ikisinin de bütün eleştirileri ve sorun ettikleri şey, politika ve teori değil,
“Ahlak”.
“Ahlak”
kavramlarının içeriği de kadın erkek ilişkilerinin ötesine geçmiyor.
Ahlakı
böyle anlamanın ve temel sorun olarak görmenin, bir devrimci veya Marksist
için, aslında hiç de ahlaki olmadığı gibi bir yaklaşımın izi bile bulunmuyor.
Teorik
ve politik sorunları atlamanın kendisinin nesnel olarak en büyük ahlaksızlık
olarak ortaya çıktığını görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Çünkü Ahlak,
Bilim ve Politika birbiinden ayrılmaz. Bu nedenle bir Marksistin Ahlakı
Politik, Politikası Ahlaki, Politikası Bilimsel, Bilimi Politik, Bilimi Ahlaki
Ahlaki Bilimsel olmalıdır.
*
Politika olandan ve Bilimsel olandan başlanabilir.
Selahattin
Okur’un “Kıvılcımlı’nın yolunda giden” diye, yani “Doktorcu”, dolayısıyla da “devrimci
ve Marksist” diye takdis etmiş olduğu örgütlerin 96.000, (neredeyse 100.000) oy
alan halkın Kurtuluşu Partisi’nin nasıl yarı faşist görüşleri savunup Doktor’un
ve Marksizmin adını lekelediğin yukarıda belirtmiştik.
HKP’nin
doktor’un adını lekelediği, politik gerçeğine hiçbir şey demeyip, onları
“doktorcu” olarak vaftiz etmenin kendisi en büyük bilim dışılık, yani Marksizm
dışılık olduğu gibi en büyük ahlaksızlıktır, çünkü en büyük yanlış politikadır.
Benzeri
bir yaklaşımı aynen Ahmet Kale’de de görürüz.
O da Sarp
Kuray’ın “Partizan Yolu”nu doktorcu
ve devrimci olarak vaftiz ediyor.
“Nihayet övgü yazanların birçoğu da en çok Partizan
Yolu’na yöneltilen eleştirilerden memnuniyet belirtiyorlar. Kitapta çok önemli
yer tutmamasına karşın, en çok o yön konuşuldu şimdiye dek. Partizan Yolu ile
hiç yolum kesişmedi benim. Ancak başlangıçta yüzlerce insanın 12 Eylül
zulmünden kaçırılmasını finanse ederek ve örgütleyerek büyük bir hizmetle
tanınarak ortaya çıkan bu örgütün, kendi elemanlarınca sağlıklı bir
değerlendirmeye tabi tutulup, defterinin kapatılamadığı açık. Adı geçen örgütün
buralardaki yüzeysel saldırılarda anlatılanlardan ibaret olmaması lazım.
Şehitleri var, hapishanelerde ömür çürütmüş elemanları var. Her yönüyle
incelenip tartışılması lazım. Herhalde birileri çıkıp sağlıklı bir özeleştiri
ile bu konuda gereken dersleri toparlar diye umalım.”
Birincisi
partizan yolu demek, Sarp Kuray demektir. Sarp Kuray ise, ne Marksisttir ne de Doktorcudur.
Doktor’un
adını bu devletin yedeğine düşen politikalar için kullanmaktan ve gerçek niyet
ve kalitesini gizlemekten başka bir politik işlevi yoktur, Sarp Kuray’da. Zaten
Sarp Kuray’ın bugün bulunduğu yer (CHP) ne olduğunun en asaslı kanıtlarından
biridir.
Bir
devrimcinin, bir marksistin görevi, tam aksine böyle politikaların n ne
marksizm ile ya da ne de Kıvılcımlı ile bir ilişkisi olmadığını bu görünümün
tam da bu nedenle daha tehlikeli olduğunu göstermek olmalıdır.
Ama
Okur ve Kale böyle şeyleri dert etmiyorlar, Latife Fegan’ın “Kıvlıcımlı’nın Aşkı’na”
imişkin anlattıklarını en büyük dertleri yapıp, en bayağı ima ve
dokundurmalarla, anılarını Doktorculara karşı bir provakasyon veya “Yeminli
Kıvılcımlı düşmnlarına malzeme vermek” olarak tanımlıyorlar.
HKP’nin
veya Partizan Yolu’nun teorisi ve politikaları “Yeminli Kıvılcımlı Düşmanlığı”
olmuyor anlaşılan.
Neymiş,
12 Eylül’de birçok insanı kaçırmış.
Bu
gibi işler her devrimciyim diyenin, imkanı varsa yapması gerekenlerdir.
Bunlar
özel bir görev oluşturmaz veya şeref bahşetmez.
Çünkü
sorun bu gibi işlerin veya iyiliklerin hangi
politikaların aracı olduğu, hangi politikaların gerçek özünü gözlemeye
hizmet edip etmediğidir.
Haydi
bu esas yanı, yani pratik işlerin hangi politikaların aracı olduğu sorununu bir
yana bırakalım bir an için.
Evet
devrimcileri dışarı çıkarmış olabiirler, ama o çıkardıklarını zorla ve tehditle
kendilerine katılmaya veya kendilerinde kalmaya zorlamaları ne olacak.
Kendilerini
eleştiren H. D.’yi işkence ederek özeleştiriye zorlamalarını ne yapacağız.
Hatta
Büyük bir olasılıkla, “ben nasıl böyle bir yanlış yaptım da böyle bir örgüte
bulaştım” diye düşünerek ortadan
kaybolun, yani bir bakıma kendini böyle bir örgüte bulaştığı için affedemeyip
intihar eden veya “kaybolan” Fuat Fegan’ı ne yapacağız?
Mafia’ların
alanına giren ve herkesin bildiği veya konuştuğu diğer konulara girmeyelim
bile.
Bütün
bunlara karşı bir yazı mı yazmışlar bay Okur veya Kale.
Hayır.
Bu işi
onlara bırakıyor A. Kale.
Ama
Latife Fegan’ın anıları üzerine hemen ahlak zabıtaları olarak kaleme
sarılıyorlar.
Bu
davranışın neresi bilimsel, neresi politik neresi ahlaki?
Partizan
Yolu’nun veya Sarp Kuray’ın, politikalarının özünü açıklamak, kavram siteminin,
sözlerinin nereye gideceğini söylemek ve uyarmaktır bir devrimcinin, bir
marksistin, bir doktorcunun görevi.
Ortada
açık politikalar, davranışlar ve ilişkiler var.
Bunları
hiç bir şekilde eleştirmeden adam kaçırmaya hizmet ettiler, şehitleri var
demek, politik olmayan şeyleri politik olarak gösterip, yanlış politikaları
aklamaktan ve desteklemekten bayşka bir anlama gelmez.
Bizim
yaptığımız ise tam aksidir.
Örneğin
şağıdaki satırlar yıllar önce, Partizan Yolu adı yokken Sarp Kuray’ın bir
konuşması üzerine yazılmış ve bu çevrenin daha sonra ne olacağı öngörülmüştü.
olmadan önce yazılmış ve bu örgütün ne olacağı öngörülmüştü.
Yanılmıyorsam
1979 yılında, Vatan Partisi Kongresi’ni gelip orada bir konuşma yapan Sarp
Kuray’ın konuşmasını ele alınmış, tüm iç mantığı ve mantık sonuçlarını analiz
edilmiş, Sarp Kuray’ın ne Marksizmle, ne Kıvılcımlı’nın görüşleriyle hiç bir
bağlantısı olmadığını ortaya koymuş hatta daha sonra nerelere varacaklarını bile
öngörmüş ve uyarmıştım
“Bir konuk ve Birkaç Temel Konu” başlığı
altında yazdığımız, uzun uzun Sarp kuray’ın kavramlarını ve mantığını analiz
ettiğimiz yazıya şu satırlarla başlıyorduk:
“Vatan Partisi
Kongresi'ndeki konukların konuşmaları arasında, en ilgi çekeni -yalnızca
konuşmayı yapanın politik şöhretinden dolayı değil, içeriğinden dolayı- Sarp
Kuray'ın konuşmasıdır. Konuşmayı ilginç kılan yan: Bilimsel Sosyalist
Öğretiye, büyük bir sıçrama sağlayan Hikmet Kıvılcımlı'nın geliştirdiği bazı
kavramların -tabii içeriği tahrif edilerek- Bilimsel Sosyalist Öğretinin terk
edilmesine nasıl örtü yapılabileceğine çok orijinal, çok tipik bir örnek
oluşturmasıdır.”
Bu
uzun yazıyı satır satır aktarmanın gereği yok. Meraklısı bloğumdan okuyabilir.
Ama mantığının özünü özetlediğimiz ve gelecekte ne olacaklarına dair çıkarsama yaptığımız
ve bugün doğruluğu kanıtlanmış bir öngörüde bulunduğumuz şu bölümü olsun
aktaralım:
“Sarp
Kuray, aktarılan bölümlerdeki sözleriyle, aynı zamanda, her türlü ideolojik
mücadeleye kapalı bir sistem oluşturmaktadır. Çünkü, onun kendi mantığı içinde,
yazılı teorik mücadele modern bir ortamda mümkün olur, halbuki, tufacı bezirgan
politikası, modernliğe atlamayı engellemektedir! Vatan Partisi'ndeki yazılı
tartışmalar, dergi ve gazetelerde yapılan eleştiriler mi? Bunlar, bezirgan
medeniyetin kitapçılığıdır. Sonra barbar dediğin kitapsızadır! . .
Böylece, örneğin Komisyon
Raporu'nun teorik bir eleştirisi, (yanlış bir açıdan dahi olsa eleştirisi), olanaksız
kılınmaktadır. Teori düşmanlığı râsyonalize edilmektedir (Aklîleştirilmektedir.
)
Burada, Sarp Kuray'ın
görüşlerinin -“Doktorcu“ olsun olmasın- diğer bütün küçük-bur juva eğilimlere
göre bir ayrı yanı ortaya çıkmaktadır. Diğer küçük-burjuva „siyasetler“ iyi
kötü “bezirgânlık konağı“ gibi bir gerekçe bulamadıkları için- bir takım
teorik tartışmalara, polemiklere girerler. Teori, strateji, taktik, örgüt
konularında görüş getirmeye çabalarlar.
Ama Sarp Kuray'ın bakış
açısından, bütün bunlar da gereksizleşirler. Ruhça, inançça, maddece bir
ayrılıkları olmayıp ta, sırf “bezirgan politikasının tufası” yüzünden ayrı
düşenlerle teorik mücadelenin anlamı olabilir mi? Bezirganlarla da teorik
mücadele yapılamaz, çünkü bir türlü “modernliğe atlanama”maktadır.
Somut siyasî paralolar mı? Varsa
eğer, bir tek parola olur: Bezirgânlığa son vermek!
Böylece, Sarp Kur ay ve
arkadaşları kitlelere önereceği politik sloganları bile olmayan; her şeyini V. P.'nin
çökmesine bağlamış bir hareket durumunda kalırlar. Teori'ye yaban
kalışlarıyla ve Marksizme objektif düşmanlıklarıyla, kendilerinin olumlu bir
gelişim gösterme yolunu tıkarlar. Kitleye ve teoriye yad (uzak) kalış (bir
küçükbur juva kitle hareketi olma şansları dahi yoktur. Çünkü somut politik parolaları
da yoktur. Bunu da gündemlerine koymamışlardır) giderek çürüyen, dejenere olan
bir sekt olmalarına yolaçacaktır. Kitle'den ve Teori'den uzak duran, her
küçük-burjuva hareket yahut çete giderek Lümpen Proleter nitelikler göstermeye
başlar.” (abç)
Tam da böyle olmuştur.
Bütün bunlar ortadayken, Doktor gibi bir marksist ve devrimcinin adı, Sarp
Kuray ve Nurullah Ankut gibi devletçi ve Türk milliyetçisi iki sözümona
Doktorcunun adıyla anılır olmuşken, gerçek bir marksistin ve devrimcinin (ve de
“Doktorcu”nun) görevi bunların marksizmle ve Doktor’un görüşleriyle bir
ilişkisinin olmadığını göstermektir.
Ama sayın Ahmet Kale (veya Selahattin Okur), bunu yapacak yerde, bu işi
de onların kendilerine bırakmaktadır.
*
Ahmet Kale’de bu davranış tipiktir.
Politik kve teorik konulara girmez, pratik ve yararlı işlerin adamı
olduğunu söyleyerek ama buişleri yaparken belli politika ve teoriyi savunanları
dışlayarak, bir susuş ve dışlama üzerinden teorik ve politik mücadele yürütür.
İlk sakıştı hep sözde bir tevazu içinde “yıllarını Kıvılcımlı eserlerinin yayınlanmasına adamış Kıvılcımlı
gönüllüsü bir hizmet eri” olduğundan söz etmektedir.
Ama en temel sorunu atlamaktadır. Kıvılcımlı’nın kitaplarını derlemek
veya yaymak veya yayınlamak için yapılan bu çalışmalar hengi politikalara hizmet
etmektedir? Hangi teoriye hizmet etmektedir?
Soru budur.
Çünkü suyun başını politika keser.
Politika suyunun başını da teori. Teori ise Akademisyenlik değildir. Kitap
yayınlamak değildir. Marksizmin kavramlarını, analiz araçlarını daha dakik
olarak tanımlamak ve geliştirmektir.
Devrimciler “Namuslu oportunistlerin en tehlikeli oportunisler” olduğunu
söylerler.
Yani siz, yiğit, dürüst, çalışkan vs. olabilirsiniz ama bütün bunların
gerçek anlamı hizmet ettikleri teori ve politika içinde ortaya çıkar. Yanlış
bir teori ve politika içindeki çalışkanlık, fedakarlık, yiğitlik, o politikanın
gerçek öznünün görülmesini engelleyebilir ve de engeller. İşte tam da bu
nedenle daha tehlikelidir. Ve işte tam da bu nedenle ahlaki olmak demek aynı
zamanda doğru bir politikaya ilişkin olmak demektir. Bu da aynı zamanda
bilimsel olmak demektir.
Yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağı gibi, yanlış bir politikaya
hizmet eden doğru işlerolamaz. Çünkü onlar da yanlış politikaya hizmet ederler
ve daha tehlikeli yanlışlara dönüşürler.
Bu nedenle Marksistler eleştirilerini ahlaki düzeyler üzerinden değil,
politik ve teorik düzey üzerinden yaparlar. Teorik ve politik olarak doğru olan
davranışlar aynı zamanda ahlaki olarak da doğru olurlar. Bizler için
ezilenlerin kurtuluşuna gerçekten, nesnel
olarak, hizmet eden düşünce ve davranışlar ahlakidir.
Bu nedenle Marksistler tartıyşmaları, hep bu teori ve politika üzerine
çekmeye çalışırlar. Sorunu buraya çekebilmek için de karşı tarafın ahlakını vs.
tartışmazlar, karşısındakinin doğru söylediğini, ahlaklı olduğunu varsayarlar.
Varsayarlar ki sorunun özü görülebilsin.
Ama Sayın Kale ve Okur gibiler tam da yapılması gerekini yapmayarak
aslında politik ve teorik tartışmadan uzak durma, buna girmeme politikası ve
teorisinin pratik bir örneğin sunuyorlar.
Bir örnek vereyim. Son yıllarda Kıvılcımlı üzerine yazan kimi
akademisyenler çıktı. Bunlara dayanarak Kıvılcımlı’nın öneminin anlaşıldığını
öylemek, onlarla söyleşiler yapmak, onların yazılarından derlemeler yapmak, ne
marksizmle ne de devrimcilikle ilgili değildir. Bunların içeriklerindeki
yanlışları ve başyağılaştırmaları bir yana bıraksak bile, bunların hangi
politikanın hizmetinde olduğu önemlidir.
Ama örneğin Ahmet Kale, “Kıvılcımlı’yı
Anlamak” diye bir derleme yapıp yayınlamış.
Bu kitaptan Kıvılcılı anlaşılamaz. Bir takım malumat edinmek teori
değildir. (O malumatın doğru olduğunu var sayıyoruz.)
Eğer tarafsız olarak böyle bir şey yapıyor ise, yani bütün farklı
Kıvılcımlı yorumlarını bir arada sunmak istiyorsa, bizim yöntemimizi izlemesi
gerekir. Sadece biçimsel sınırlar koyup (Örneğin şu kadar vuruş veya sayfa,
Kıvılcımlı hakkında olmak, şu kadar zamanda yollanmak gibi) yollanan yazıları
eşit biçimde yayınlamak gibi bir yöntem olabiir. Biz hep bu yöntemi izledik.
Kendi görüşlerimizi bir örgütleyici olarak diğerleriyle eşit haklarla
sınırladık. Şu veya bu tezi biz seçmedik. Herkesin katılımını sağlamaya
çalıştık.
Halbuki
bir de bizim yazdıklarımıza bakın.
Ama
böyle yapmayıp da, kendi seçtikleriniz olunca ne oluyor. Siz aslında tarafsız
bir iyşçi gibi görünme çabanıza rağmen, aslında belli görüşleri dışlamış, ama
tarafsız görünerek onları dışladığınızı da gizlemiş, yani dıyladıklarınızla
susuş komplosu aracılığıyla mücadele etmiş oluyorsunuz.
Bu
işin biçimsel yanı.
Bir
de öze ilişkin yanı var.
Bu satırların yazarı, herhalde Kıvılcımlı hakkında en çok yazı yazmış, onu
en çok savunmuş, ve eleştirerek de geliştirmeye çalışmış ve aynı zamanda onun
katkılarının önemini vurgulamış bir insandır.
70’lerin ortasından beri, neredeyse yarım yüzyıldır Kıvıcımlı hakkında
yazmaktadır.
Böyle bir kişi yokmuşçasına “Kıvılcımlı’yı Anlamak” diye bir kitap çıkarmak
ne anlama gelir?
Açıkça adını anmadan susuşa getirme, dışlama, yani Doktor’un en çok lanetlediği
“Susuş kukmuması”ndan başka nedir bu?
Bu mudur ahlaklı davranış?
Sayın A. Kale ondan sonra çıkıyor, kimi dokundurmalarla Latife Fegan’ı tutarsızlıkla,
yalancılıkla ve daha nelerle suçluyor.
Önce TKP’yi Reorganize
mi? Diye bir bölüm var. Bu konuyu yazmayı düşündüğümüz Fuat Fegan ile ilgili ayrı
bir yazıda ele almayı düşünüyoruz. Onun için aslında şu an kimsenin
ilgilenmediği, düşünmediği ve anlayamayacağı bu konuyu geçiyoruz.
Bundan sonra temel
önermeleri söşye özetlenebilir.
Latife fegan’ın
anlattıklarına dayanarak, Kıvılcımlı’ya tacizci demek gerektiğini, tacize
uğrayanın ise böyle davranmaması gerektiğini, keza o zaman aldığı notlarında da
tacize uğradığına dair bir değinme veya selirti olmadığını, hele Feminist
olarak böyle davranmasının anlaşılamayacağını vs. göstererek çelişkili olduğnu,
dolayısıyla iftfra ettiğini, Kıvılcımlı yaşamadığına göre de savunmasızbir
insanı suçlayarak yanlış yaptığını vs. İddia ediyor.
Kavramların değişimi (o
zamalar Taciz olmadığı, belli davranıyşların farklı anlaşılacağı), İnsanların
değişimi (O zamanlar feminist olmadığı), insanların farklı duygu ve düşyünceler
içinde olabileceği, Bağlamların farklılığı (Not def terleri ve anıların bağlamlarının farklı olması ve farklı
zamanlarda yazılmaları) gibi her şeyi göz önüne almadan ve karıştırarak Latife
Fegan’ı eleştiriyor. (“Eleştiriyor” burada en yumuşak ifadedir.)
Yumuşak bir niteleme
yaptığımızı aşağıdaki alıntılar gösterir.
“Defter’den
yaptığım alıntıların tamamı Kıvılcımlı’nın ölümünden sonraki notlar. Fuat Fegan
da Kıbrıs’ta. Yani bu cümleler L. Fegan’ın kendi iradesiyle, hiçbir baskı
hissetmeden yazdığı şeyler olmalı. Bu notlarda varsa bir tacizden rahatsızlık
duyma hali görülmüyor. Üstelik madem taciz gördüğünüze inanıyor, ayrıca özgür
ruhlu, emansipe bir kadın olduğunu da belirtiyorsa, tacizi hemen o zamanda ifşa
edip kesin tavır koyması gerekmez miydi?”
Yani “yalan söylüyorsun” demeye getiriyor.
“Şimdi
Kıvılcımlı yok, iddia edilen olayın üzerinden de 50 ve 52 yıl geçmiş. İki
kişinin arasında geçtiği söylenen bir olay için 50 yıl sonra bizlerin
“olmuştur” ya da “olmamıştır” deme şansımız yok. Ancak kendini savunamayacak
birine 50 yıl sonra neden bu ithamın yapıldığını sormak da hakkımız. Kıvılcımlı
olmasa da onun görüşleri için çabalayan, onu devrim öncüsü sayan, onun
görüşleri uğrunda hapislerde yatmış, yıllarını kaybetmiş hatta canını vermiş
oğulları ve kızları var. Kıvılcımlı’nın Brejnev’e yazdığı mektubun ana teması,
savunma hakkının kendisine tanınmaması idi. Şimdi de savunamayacak durumda
kendini. Bu durumda L. Fegan ne diyorsa onun doğru kabul edilmesi bekleniyor
bizden”
Kale’nin anlamadığı şu: Ortada savunulacak
veya savunulamayacak bir sorun yok.
Son derece insani durumlar var.
Ahmet Kale’nin tavırları ve olaya yaklaşımı “yeminli
kıvılcımlı düşmanlarına” malzeme veriyor.
Ahmet Kale’nin tavırları ve olaya yaklaşımı “Kıvılcımlı
düşmanlığını gizli gizli sürdüren kimileri”ne cesaret vermektedir.
Ahmet kale aslında Kıvılcımlı
düşmarlarına “işte bu Doktorcular böyle esnaf kafalı, ahlak zabıtalarıdırlar”
deme olanağı veriyor.
*
Buraya kadar
Kıvılcımlı’nın aşkı üzerinden saldırılara ilişkin yazmak zorunda kaldım. Latife
Fegan’ın anlattıklarını anlatmasının teşvikçisi olarak bunları yazmak
gerekiyordu
Okuyucunun hemen göreceği
gibi aynı olgu, yani Latife Fegan’ın anıları ve “Kıvılcımlı’nın Aşkı” konusunda
iki farklı dünya vardır.
Bir yanda bütün bunarın
insani durumlar olduğu, bir teori ve politikanın bunlarla tanımlanamayacağı,
aksine bu gibi “zayıflıkların bilinmesinin, insanları tanrılaştırmaya karşı bir
panzehir, iyi bir eğitim aracı olduğu, esnaf kafalı ahlak zabıtalarını da uzak
tutmak gibi bir işlev görebileceği şeklinde burada dile gelen bizim
yaklaşımımız. Diğer tarafta anlatılanların gerçek olması halinde Kıvılcımlı’yı
lanetlemeye hazır olanlar. Tepkilerinin şiddeti tam da bu durumdan kaynaklanan
ahlak zabıtaları. Bunun için yalan olduğunu, provakasyon olduğunu, gavenilmez
olduğunu, hatta gerçek olsa ble söylememek gerektiğini söyleyenler.
Bu yaklaşımların hengi
sinif ve eğilimlerin, hangi politik hedeflerin yansıması olduğuna okuyucu karar
versin
*
Buraya kadar tatsız
görevi yerine getirmeye çalıştım.
Bunca geciktiğim için,
dilerim Latife Fegan gecikmemi, içimden gelmemesin ve başka ve çok daha önemli
konuların gündemimde olması nedeniyle, bu kadar zamanın geçtiğinin farkında bile
olamamamı anlar ve gecikmeyi anlayışla karşılar.
Aslında Anıların
kendisine ve eleştirisine neredeyse hiç girmedim, giremeyeceğim de.
Ama elbet benim de
eleştirilerim ve çok farklı görüşlerim var. Ama şu ana kadar “Kıvılcımlı’nın
aşkı” veya anılarda anlatılan olaylar bağlamında değil, anıların tümünün içine
yerleşmiş bir zaman ruhu ve dünya görüşü, çıkarılan sonuçlar, bazı olguları
tanımlarken kullanılan kavramların veya bazı olayları yorumlarken yapılan
yanlışlar gibi.
Ama anıların içinde geçen
hemen her konuda yazılmış yazılarım vardır. Gerek olgular gerek olguları
tanımlamada kullanılacak kavramlar, gerek sonuçlar konusunda çok farklı
düşüncelerde olduğum görülebilir.
Ama bunlar teorik ve
politik mücadele alına girerler ve bu anı kitabı bunun için iyi bir vesile
değil.
Ayrıca aklım ölmeden
bitirmek istediğim diğer konularda.
Son verirken şunu da belirtyim.
Sayın Latife Fegan’ın, anılarında,
Doktor’u bir insan olarak anlamaya ve dolayısıyla korumaya da çalıştığı kanısındayım.
1 Temmuz 2024 Pazartesi
Demir Küçükaydın
[i] Burada yazarı, söz ve orijinal bağlamı hakkında biraz daha geniş bir
bilgileri aktaralım.
Publius Terentius Afer (Terence)
"Homo
sum: humani nil a me alienum puto - Ben insanım, hiçbir insan bana yabancı değildir."
Hümanist düşüncenin belki de en ünlü sözü olan
bu Latince özdeyiş, Afrika kökenli Romalı bir oyun yazarı olan Publius
Terentius Afer’e aittir. (Ölümü İ.Ö.159) Publius Terentius Afer, (ki daha çok
Terence adıyla anılır), çocukken bir Roma Senatörü olan Terentius Lucanus’un
kölesi idi. Senatör onun güzel bir eğitim görmesini sağladıktan sonra azat
etmiş, Terence de , Biraderler, Androslu Kız; Hadım, Kendine Zulmeden,
Kaynana, Formiyo adlarını taşıyan 6 komedi yazmıştır ki bunların hepsi zamanımıza
kalmıştır.
Akıcı dialoglar ve ince bir mizah ile
örülmüş olan bu komedilerin hemen hepsi, başta Menander olmak üzere, bazı
Yunanlı yazarlardan serbestçe uyarlama yapılarak yazılmıştır
Bu yapıtların bir özelliği de bugün bile çok
sık alıntılanan özdeyişlerle dolu olmasıdır. Yukardaki söz ise Kendine Zulmeden
(=self tormentor) adlı oyunda geçmektedir:
Oyunda bu sözün geçtiği sahneyi şöyle
özetleyebiliriz. Oyunun kişilerinden biri çok varlıklı olduğu halde durmadan,
dinlenmeden bütün vaktini hizmetkârlarının yaptıkları türden çalışmalarla
geçirmektedir. Bunu gören bir komşusu “sahip olduğu zenginlikleri yeter bulup
kendini bu şekilde yormamasını” öğütler. Zengin komşu , nezaketle bu konunun
onu ilgilendirmemesi gerektiğini söyleyince, öğütçü komşu cevabı yapıştırır:
Homo sum: humani nihil a me alienum puto
Bu özdeyiş birçok dile yerleşmiştir. İşte
ikisi:
Almanca: “Ich bin ein Mensch, also ist mir nichts Menschliches fremd”
Arapça: “Enti
beni adem velâ yu’cud şey’in ademî nerîb alî”
[ii] Bu ahlak zabıtası Ahmet Camuşçu, daha sonra Türkiye’ye gelir ve
Hidayet Kaya, Yalçın Yusufoğlu, İbrahim Seven’in bulunduğu “Ekip”e (Hiçbir
tüzüksel sıfatları olmadığı için kendilerini böyle tanımlıyorlar) katılır ve
ölümünde Doktor’ın yanında olmanın prestijiyle bir tür halife gibi bu grubun
başına geçer, aynı kafayla beni eleştirilerim nedeniyle tasfiye edebilmek ve
etkisizleştirebilmek için, eşim hakkında iftiralar atarlar. Linkini verdiğim
kitaptan bununla ilgili bölümlerde şunları yazıyorum:
“Yani daha açık ifade etmek gerekirse, TSİP ve TKP-B geleneğinin var oluşu ile,
yani bunları ortaya çıkaran “Ekip”in var
oluşu ile; Kıvılcım’ın ayrı çıkması,
kapatılması ve Demir Küçükaydın’ın otuz yıldan fazla bir süre önce, politik
mücadele sahnesinden hapishaneyle tasfiyesi, yani fiilen yok oluşu, diyalektik
bir bütünlük oluşturmasın? Tıpkı Ermeniliğin yok oluşu ile bu günkü Türkiye’nin
ve Türklüğün var oluşu gibi.
Suskunluk bizzat bu bağın, sessizce, bir susuş
komplosuyla itirafının ta kendisi olmasın?
Benim iddiam tam da böyle olduğudur.
*
Peki, bana söylenen ne oldu bu “Ekip” tarafından?
Niçin dışlandığımı 12 Mart boyunca ben hep
kendime ve bu "Ekip"ten
görüştüğüm esas kişi olan Hidayet Kaya'ya sordum.
Bana hep böyle bir şey olmadığı,
dışlanmadığım, bunun benim uydurmam olduğu söylendi.
Ama sonunda, dışlandığım kabul edildi. Ve bana
gerekçe olarak söylenen, eşimin "polis
ve orospu" olduğu, onun için dışlandığım oldu.
Bunu bana, şu an yaşayan şahitlerin de
huzurunda, bizzat yine bu "Ekip"
içinde bulunan ve buraya kadar kimsenin adını anmadığı Ahmet Camuşçuoğlu
söyledi. (Ki kendisi muhtemelen bu ekibin başındaki kişiydi, peygamberden
hırkayı almış halife idi muhtemelen. Ve bu kişinin varlığı hakkındaki suskunluk
da ilginçtir ve nedenini doğrusu ben bilmiyorum. Ve bunları söylerken bu “Ekip” adına onların ortak görüşü olarak
söylüyordu.)
Hidayet Kaya da son buluşmamızda, değişik bir
biçimde aynı şeyleri ifade etti.
Bana, bunun haricinde bir şey söylenmedi
bugüne kadar.
Orada bana söylenenlerin, değişik biçimlerde
daha sonraki yıllarda, doğrudan veya ima ile başkalarına da söylendiğini
biliyorum. TKP-B ve TSİP geleneğinden bazı insanlar konuşmalarımızda bunu baha
ihsas ettiler. Ayrıca o zamanı yaşamış bazıları da böyle dendiğini kabul etti
ve bu durumdan dolayı üzüntülerini bir şekilde ifade etti.
Şimdi Tarih'teki olgulara girmeden önce, o
zamanlar, bu Ekip içinde bulunan
herkesi, burada, bana dışlanma gerekçem olarak gösterdikleri, eşimin
"polis ve orospu" olduğu konusundaki kanıtlarını sunmaya çağırıyorum.
Kanıt gösteremezler ise, onları bir insan
hakkında kesin deliller olmadan iftira ve tecrit etme ve beni de bir sorumsuzca
hükümle dışlama davranışları nedeniyle özeleştiri yapmaya çağırıyorum.
Manevi olarak bir cinayet işlediklerini kabul
etmelerini öneriyorum.
Davranışlarını, vicdanen mahkum etmeleri
gerektiğini düşünüyorum.
Ayrıca şunu da belirteyim, bu davranış
karşısında susanlar da benzer ölçüde sorumluluk taşımaktadırlar.
İstediğim bir ceza değil, yanlış anlaşılmasın.
İstediğim, böyle bir davranışın doğru olmadığının kabulü ve devrimcilerin ve
insanların vicdanında mahkum edilmesidir.
Hepimiz hata yaparız, olan olmuş geçen
geçmiştir. Ama bunlar olmamış, sanki hiçbir şey yokmuş gibi yapmak, bunları
prensip olarak veya vicdanen mahkum etmemek olmamalı. Bu insanların hatalarıyla
bütünleşmesine ve sonunda tümüyle çürümeye yol açar. Tıpkı Türkler gibi.
Şimdiye kadar yapılan yukarıda uzun uzun gösterildiği
gibi, susmak, yok saymak, önemsiz göstermek ve hatta alaya almaktır. Bunlarla
hiçbir yere varılamaz.
Bunu yapmadıkça bu "Ekip"ten insanların, geçmiş üzerine sağlıklı bir teorik ve
politik tartışma yapması mümkün olmadığını düşünüyorum.
Ve benim niye bu Ekip içinde yer almadığım dışlandığım konusunda, bana bugüne kadar
resmen söylenmişlere göre, söyleyebileceğim başka bir şey yoktur.
*
Bana dışlanma gerekçesi olarak resmen
söylenmiş olanlara karşılık söyleyebileceğim ise şunlardır:
Eşim "polis"
değildi, belediye zabıtasında çalışıyordu. Tıpkı TSİP kurucusu olmuş Aydoğan
Gezer gibi. O zamanlar İstanbul belediye zabıtaları arasında sosyalist olmuş
bir çevre vardı. Aydoğan Gezer ve benim eşim de bunlardandı ve hatta yakın
tanıdık ve arkadaştılar. Bu konuda Aydoğan Gezer her halde bir şeyler
söyleyebilir.
"Orospu"luğuna
gelince.
Öyle olsaydı bile bu kimseyi ilgilendirmezdi
ve bir insanın politik bir hareketten dışlanması için bir gerekçe olmazdı. Hele
Kadın hareketinin çok açık olarak gösterdiği gibi, bu toplumda, ezilmiş ve
erkeğe ev kölesi yapılmış, bağımsız hareket yeteneği geliştirmesine izin
verilmemiş, ekonomik bağımsızlığı olmayan milyonlarca ve milyonlarca kadının,
fiilen nikahlı fahişelik yapmak zorunda olduğu bu toplumda, kimse hakkında
“orospu” diye konuşmaya ve buradan hüküm çıkarmaya kimsenin ve hele de devrimci
ve sosyalistlerin hiç hakkı yoktur. Aksine buna karşı mücadele görevleri
vardır.
Kaldı ki, eşim, hayatımda tanıdığım en namuslu
ve dürüst insanlardan biriydi.
Tam da böyle olduğu için, var olan toplumun
iki yüzlülüklerine ve baskılarına isyan ettiği için, böyle yargılanıyor ve
sürekli dışlanıp damgalanıyordu.
Türkiye'de 27 Mayıs'ın hemen sonrasında Kafka,
Sartre, Inescou vs. okuyarak oradan sola ve sosyalizme gelen bir aydın kuşağı
vardır. Bunların içinden birçok edebiyatçı da çıkmıştır. Demir Özlü'den Oya
Baydar veya Sevgi Soysal'a kadar birçok isim sayılabilir. Hatta Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik Birliği
çevresinin çoğu bile bu kuşaktandır.
Benden on yaş büyük olan eşim de bu
kuşaktandı. Bu okudukları ve bazı yaşadıkları sonunda, o zamanlar, daha dünyada
bir kadın hareketinin bulunmadığı zamanlarda, Türkiye'de Feminist sözcüğünün
bile bilinmediği, duyulduğunda da solcular arasında orospu ya da lezbiyen
yerine kullanıldığı zamanlarda, feminizm doğmadan yıllar önce, Türkiye'de tek
başına mücadele eden, feminizmi bilmeden feminist olmuş; başkaları ne der diye
şöyle ya da böyle davranmayan, kendine karşı dürüst olmayı esas almış, bugünkü
feministlerin, trajik hayatını toprağın altından çıkarmaları gereken, feminist
bir kadındı.
Bu nedenle erkeklerin gittiği kahvelere gider
oturur, yolda sigara içerdi. Kadınların uğradığı baskı ve eşitsizliğe karşı,
tek başına bir kadın olarak mücadele veriyordu. Kendisine niye böyle yaptığı
sorulduğunda, "işçiler grev
yaptığında destekliyorsunuz ama ben de eğer yolda sigara içemiyorsam, herkesin
gittiği kahveye gidemiyorsam ezilmiş olmuyor muyum? Bu da benim grevim niye
beni desteklemiyorsunuz, çünkü sizler de Erkeksiniz" diyordu.
Bu eleştirileri kelimesi kelimesine daha sonra
feminist hareket bütün sosyalist harekete ve Marksizm'e yaptı ve haklıydı. Ama
o feminizmden önce feminist olmuş bir öncüydü.
Bütün öncüler gibi, anlaşılmadan, tecrit
edilerek yaşamaya mahkumdu.
Bizim, başkalarını köylülükle suçlayan, esnaf
kafalı "Ekip"imiz, bu
nedenle ona "Orospu"
damgası yapıştırmış meğer.
Ve bu gerekçeyle beni yıllarca dışlayıp tecrit
etmişti.
Kim bilir neler çekti artık yaşamayan bu
kadın, bu "Ekip"in bütün
sol çevrelerde yayılmış bu iftiraları nedeniyle.
Ortadaki insan bir "Orospu" ve
"Polis" değil, Türkiye'nin feminizmden önceki ilk feministi, bir öncü
ve öncü olduğu için korkunç trajik bir hayat yaşamış, tecrit edilmiş
anlaşılamamış bir insandı. Ve inanıyorum ki, kendisine "Orospu" ve
"Polis" damgası vuran devrimci "Ekip"tekilerden, bir kat daha devrimci, dürüst ve medeni
cesaret sahibiydi. En azından çoğunluğu oluşturanların kahkahalarına dayanacak
kadar cesurdu. Çoğunluğa ters düşmemek için ses çıkarmayanlardan değildi en
azından.
Tarihsel adaleti böylece yerine getirdikten ve
ilgilileri adaletin bu hükmünü tanımaya bu davetten sonra tekrar TKP-B'nin ve
TSİP'in tarihine ve kökenlerine girilebilir. Ve arkeolojik kazıya devam
edilebilir.”
*
Ek Not: Burada şunu da belirteyim. Yıllar
sonra bu ekipten Yalçın Yusufoğlu ile Berlin’de bir karşılaşmamızda, hem
TSİP’li eski iki örgüt arkadaşının ve ayrıca benim de arkadaşımın huzurunda
kendisine şunu sordum
“Yalçın
ağabey, niçin ve eşim Esin hakkında öyle şeyler söylediniz? Ve beni tecrit
ettiniz”
Yalçın ağabay sözcüğü sözcüğüne olmayabilir
ama tam anlam olarak şunları söyledi.
“Demir
bu konuyu açman iyi oldu. Bu benim içimde yıllardır kanayan bir yaradır. Sizi
görüyordum uzaktan, normal yaşıyordunuz. Diğerleri böyle diyordu.”
“Diğerleri”
ile kastettiği Ahmet Camuşçuoğlu, Hidayet Kaya, İbrahim Seven gibiler yani “Ekip”teki
diğerleriydi.
“Peki
siz niye hiç itiraz etmidiniz?”
“Edemedim,
bana da “Burjuva Sosyalisti” derlerdi.” dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder