Roni hayattayken onu ve örgütünü eleştiren epey yazılar yazmıştım. Bu yazıları Doğan Tarkan'ın ölümünden sonra yazdığım yazının sonuna da eklemiştim. Bu eleştiriler şu adrester okunabilir: Doğan Tarkan’ın Ardından
Bunlardan biri de Özellikle Roni'ye ÖDP'liler tarafından yapılmış saldırının söz konusu olduğu "Roni Margulies'e "Demokratik ve Renkli" Saldırı Üzerine Eleştirilerin Eleştirisi (02.09.2009)" Başlıklı bir yazıydı. 2009 yılında yazılmış. 14 Yıl olmuş. Bu yazıyla analım ve uğurlayalım. Her gün birimiz gidiyoruz. Yakında hiç birimiz kalmayacağız. Bu vesileyle bir vasiyet: ben öldüğünde lütfen "Işıklarda Uylusun" falan diye yazmayın. Fikirlerimi, yaptıklarımı ve yapamadıklarımı acımazısca eleştirin. Yaşamımda yapılmasını sağlayamadığımı belki ölümümle olsun bir parça sağlayabilirim.
20 Temmuz 2023
Demir Küçükaydın
Roni Margulies'e "Demokratik ve Renkli" Saldırı Üzerine Eleştirilerin Eleştirisi (02.09.2009)
Önce olayı duymamış ve bilmeyenler için kısaca özetleyelim.
(Bu yazıda ele alınan gelişmelerle ilgili metinler, ayrıca bu yazının altında
ek olarak yer alacak.)
Roni Margulies bir süre önce Sosyalist İşçi gazetesinde "Mahir Hüseyin Ulaş" başlıklı bir yazı yazıyor. Daha sonra bir gün ailesiyle veya dostlarıyla bir yerde otururken yanına yaklaşan bir grup genç, "Sen kim oluyorsun da ÖDP'yi eleştiriyorsun" diyerek Roni Margulies'in başından aşağı boyalı su döküyorlar.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor ki, Roni aynı zamanda Taraf gazetesinin yazarıdır.
Roni Marguiles'in de üyesi bulunduğu Devrimci Sosyalist İşçi
Partisi olayla ilgili yaptığı açıklamada, "Bütün sosyalistleri,
bütün sosyalist örgütleri ve çevreleri bu saldırgan tutuma karşı tavır almaya
çağırıyoruz" dedi.
Gerçi DSİP böyle bir çağrı yapmasa da
bizim tavrımız bellidir ama bu tavrı bir kere daha daha net olarak açıklamak
için bu çağrıyı bir vesile kabul ettik.
*
Bu satırların yazarı, Roni Margulies'i 1980'li yılların
ikinci yarısında Avrupa'da yapılan Sosyalist Forum toplantılarından tanımaktadır.
O zamanlar birçok politik hareket, gerek birikmiş örgütsel
ve sayesi tecrübelerinin; gerek 12 Eylül yenilgisinin ve baskı rejiminin
derslerinin; gerek o sırada yükselmeye başlayan İşçi hareketinin ve Kürt ulusal
hareketinin ve de Gorbaçow'on reformlarının yol açtığı tartışmaların etkisiyle,
ciddi iç tartışmalar ve bölünmeler yaşamaya başlamıştı.
Kurtuluş içinde de
Doğan Tarkan adının sembol olarak alınabileceği bir akım Kurtuluş'tan kopmuş, genellikle İngiltere'de sürgün'de yaşadıkları
için orada Sosyalist İşçi diye bir
dergi çıkarmaya başlamışlar ve tartışmalarını başkalarına da taşımak niyetiyle
Avrupa'da yılda bir iki kez yapılan Sosyalist
Forum tartışmaları tertiplemeye başlamışlardı.
Bu tartışmalara örgütler değil, özellikle o güne kadar
yaşanmış pratiğe ve teorik temellere eleştiriyle yaklaşmaya başlayan, bu
nedenle de büyük bir açlıkla tartışmak isteyen kişi, grup veya çevreler
katılıyordu.
Elbette bölünmelerin çoğunda olduğu gibi bu bölünmelerin
ardında da yine kimi gelenek farkları bulunuyordu. Kurtuluş Dev-Genç kökenli
olmakla birlikte, kuruluşu sırasında Ankara'daki TİP'li kökenleri olan Doğan
Tarkan ekibiyle birleşmişti. Bu kırılma da tam bu ek yerinden gerçekleşmişti.
*
Burada antı parantez olarak bu bölünme ve birleşmelerin
derslerinden çıkarılabilecek bir sonucu belirtmeden geçmeyelim.
Hiçbir örgüt diğeriyle birleştiğinde kaynaşamaz. Onlar ancak
bir noktada kaynak olabilirler ve ilk zorlamada da bu kaynak yerinden
kırılırlar. Bu kaynaşma ile kaynak olma, iki metalin eriyip ayrı bir alaşım
oluşturup bir tek metal çubuk olması ile iki farklı metal çubuğun bir
uçlarından kaynak yapılması gibi birbirinden farklıdır.
Örgütlerin veya geleneklerin birleşmesi veya kaynaşması, ancak,
farklı örgütler ve hareketler içinde olanların başka bir paradigma
çerçevesinde, kendi örgütleriyle bölünmeleriyle, kendi örgütlerinde bir
"iç savaş" yaşamalarıyla mümkündür.
Yani bütün akım ve örgütleri ortadan bölen yeni bölünmeler
ve bu yeni bölünme çerçevesinde birleşmeler olmadıkça, birleşmeler kaynaşma ile
sonuçlanmaz. Türk sosylist hareketi tarihindeki bütün "birleşme" ve
bölünmeler bu kuralı doğrular.
Bu sadece örgütlerde değil, genel olarak toplumda öyledir.
İslam Arabistan'ın farklı totemlere (putlara) tapan
aşiretlerini birleştirmeye kalkmamıştı; bütün aşiretleri; aşiret kardeşliğini
sürdürmek isteyenler ile aşiret kardeşliğini reddedip onun yerine din
kardeşliğini koyanlar arasında bir bölünme yaratarak ve aynı aşiretten
kardeşler arasında bir "kardeş savaşı" çıkararak bu aşiret kardeşliğine
karşı savaşanların kardeşliğini onun yerine geçirerek yeni bir düzen
yaratabilmiştir.
Bu bakımdan, sol örgütlerin arasındaki müzakereler ve
birleşme çabaları (mesela şu aralar SEH, Sosyalist Cumhuriyet falan gibi örgüt
ve çevrelerin birleşme çabaları göz önüne getirilsin) hiçbir zaman kalıcı
neticeler vermez ve ilk zorlamada tam ek yerlerinden kırılırlar. Böyle olmasa
bile hiçbir dinamizm de yaratamazlar; sadece sahte hayaller yayar ve enerji
tüketirler. Bu enerjiler birleşme için değil, somut hedefler çerçevesinde iş
birlikleri için harcansa bu örgütler veya çevreler kendi çıkarları bakımından çok
daha akıllı davranmış olurlar. En azından belli bir ekonomi sağlarlar.
Ancak bu çevre ve örgütleri parçalayan, yok eden birleşmeler
bir dinamizm yaratabilirler. Ama bunun
için de çok başka teorik ve metodolojik temeller gerekir. Bu da öyle ha demeyle
ortaya çıkmaz. Uzun birikimlerin birçok öznel koşulla birleşmesiyle ortaya
çıkar.
Bu kısa nottan sonra kaldığımız yere dönelim.
*
İşte bu Sosyalist İşçi ekibi o zamanlar henüz
"Troçkist" değildi ve bizlere de "Troçkist" diye çatar
dururdu. Bu ekibin önde gelen dört beş kişisinden, ya da ağır toplarından
biriydi Roni.
O zamanlar bu ekip, her derde deva bir ebegümeci bulmuştu:
"işçi sınıfına gidelim". Bu sihirli formülü, öylesine her kapıyı açan
bir anahtar gibi sürekli ve bıktırırcasına tekrarlıyorlardı ki, son zamanlarda birçok
tartışmacı "hayır işçi sınıfına gitmiyoruz" diyerek sözüne başlamaya
veya sözünü böyle bitirmeye başlamıştı, düşülen saçma durumu göze batırmak
için.
Bu dönemde bu ekip ayrıca ne yeni sosyal hareketler ve
bunların sorunlarına, ne ulusal kurtuluş hareketlerine hiçbir ilgi göstermezdi.
Daha sonraki evrimleri epeyce sürpriz oldu. Düşmez kalkmaz
bir Allah. Bur süre sonra duyduk ki, kendileri de "Troçkist"
olmuşlar. Troçkist gelenek içinden özellikle İngiltere'de etkili Tony Cliff'in
SWP (Sosyalist İşçi Partisi) temelinde bir çiziyi benimsemişler.
Yıllar sonra Türkiye'yle döndüğümde, sürekli "İşçi
sınıfına gidelim" diyen bu akımın, şehir orta sınıflarından demokratik
özlemleri olan gençlerin eğilimlerine uygun bir şekillenme içinde gördüğümde
şaşırmadım değil.
İçimden, "iyi işçi sınıfına gitmişler ve ondan
işçilerin bütün gayrı memnunlara gitmesi gerektiğini ve demokratik mücadelenin
önemini öğrenip daha aklı başında bir çizgiye gelmişler" diye sevindim.
Türk sosyalistlerinin neredeyse tamamının çeşitli
derecelerde demokratik görevlerden kaçtığı ve bu nedenle hızlı
"sınıfçı" yani ulusalcı oldukları bir dönemde, bir zamanların
"sınıfçı" akımının daha az "sınıfçı" olması ve Irkçılığa
Milliyetçiliğe Dur De gibi girişimlere aktif olarak katılması elbette diğerlerinin
tersine bir gidiş ve evrimdi ve tercih edilirdi.
Gerçi yıllar sonra Türkiye'ye döndüğümde şöyle bir ters
durumla karşılaşmıştım. Bizler altmışlı yıllarda Cağaloğu Beyoğlu çevrelerinde
yaşar ama surların dışındaki gecekondulara giderek bildiriler dağıtır, oralara
gitmeye çalışırdık. Şimdi varoşlarda etkili hareketler bile gelip Beyoğlu'nda,
yani Türkiye'nin demokrasi vitrini ya da Hyde Park'ında bildiri dağıtıyorlar;
bilinçli veya bilinçsizce oyuna katılıyor; vitrinin bir dekoru oluyorlardı.
"Sosyalist İşçi"nin
bu ters evrimi; bu sosyolojik ters yüz oluşun yansıması mıdır bilmiyorum ama nedeni
ne olursa olsun bu yansıma, politik olarak, bugün ulusalcılıktan daha doğru ve
iyi bir pozisyona tekabül eder.
Her neyse, Köxüz
sitesinde her öznenin, her hareketin içinden demokrasiyi ve diğer öznelerin
sorunlarını sorun etmeyi savunanları toplamaya çalıştığımızdan, bu çerçevede
Roni Margulies'e de Köxüz'de yazarlık
önermiştik Taraf'tan çok zaman önce.
Doğrusu cevap bile alamayınca, Köxüz sayfaları böyle bir yazardan mahrum kaldığı için üzülmüştük.
Elbette Köxüz gibi adı sanı bilinmedik günlük ziyaretçisi
1000 civarında dolaşan bir sitede yazmaktan ise, on binlerle okura doğrudan bir
gazete aracılığıyla ulaşmak tercih edilmesi gereken bir seçenek olarak
görülebilir. Ayrıca bazı şeyleri reddetmeden bazı yerlerde kabul görmek de
mümkün değildir.
*
Biz şimdi bu saldırı karşısındaki tavırların analizi ve
eleştirisi biçiminde bu saldırı ve saldırı karşısındaki tavırlara karşı
tavrımızı açıklayalım.
Bir sosyalist, her şeyden önce, fikir özgürlüğünün tavizsiz
bir savunucusu olmalıdır.
Bir sosyalist fikre karşı idari tedbirlerle, yasakla,
baskıyla, fiziksel araçlarla değil fikirle mücadeleyi savunur ve pratiğinde de
böyle davranır.
Bu çok basit, temel ve maalesef bu gün çoktan unutulmuş bir
sosyalist ilkedir.
Aslında bu ilke kendi başına sosyalist bir ilke bile
değildir, demokratik bir ilkedir. Sosyalistlik tanımı gereği, aynı zamanda
demokratlığı da içerdiğinden, aynı zamanda sosyalistliğin bir olmazsa olmazıdır
bu ilkeler.
Böyle bir ilkeden hareket eden bir sosyalist, bir yazıda
ifade edilmiş fikirlerden dolayı birisinin başından aşağı boya dökülmesine
"renkli bir eylem veya protesto"
diyemez.
Çünkü burada yapılan bir fikrin fikir ile çürütülmesi değil,
fikre karşı fiziksel araçlarla bir mücadeledir.
Sadece o kadar da değil, boya atılırken sarf edilen
sözlerle, aynı zamanda belli konuların (Örneğin ÖDP'nin) eleştiri dışında
olduğuna ve bunları yapanın böyle fiziki yaptırımlara maruz kalacağına dair bir
yasaklamadır.
Bir sosyalist ve demokrat açısından ise, dünyada kutsal ve
eleştirilemeyecek hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Hatta bizzat hiçbir görüşün
eleştiriden azade olamayacağına dair bu görüşün kendisi bile eleştiriye
açıktır.
Bir protesto eylemi, ancak bu fikre karşı fikirle mücadele
etmenin koşullarının olmadığı, yani fikre karşı mücadelenin idari veya başka
fikri olmayan fiziki araçlarla engellendiği koşullarda; bu koşullara karşı mücadelenin, bu koşulları
parçalamanın bir aracı olabilir.
Burada yapılanın ise bizzat kendisi fikre karşı fiziki
araçlarla bir engellemedir.
*
Şimdi bunları açık ve net olarak belirttikten sonra, olay
sonrasındaki tavır ve gelişmeleri ele alalım.
Olay üzerine ilk yankı bizzat ÖDP başkanı Alper Taş'tan
gelmişti. O medyanın yazdığına göre şu sözleri sarf etmişti: “ÖDP’de bir yazara saldırı kültürü yok. Biz
bunu tasvip etmiyoruz. gereği yapılacak”.
Dikkat edelim, Alper Taş'ın tavrı olayın özünü saptırmaktadır.
Yani hiçbir fikrin idari ve fiziksel araçlarla
engellenemeyeceği ve engellenmemesi gerektiği; bu davranışın ise tam da bunu
reddettiği ve buna sınırlama getirdiği noktasını es geçmektedir. Alper Taş, bu
olayı tam da bu ilkenin bir savunusu haline getirmesi gerekirken, sorunu bir
politik ve teorik sorun olarak ele alması gerekirken; bir "Kültür"
sorunu, ya da bir örgütün, ÖDP'nin sorunuymuş gibi koymaktadır.
Birincisi, bu olayda ÖDP'de bir "saldırı kültürü" olup
olmadığı tartışılmamaktadır.
Sorun önce: fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edilmiş
olmasıdır.
Sonra belli konularda eleştiriler yapılamayacağına dair
fiziksel araçlarla bir sınır çizilmeye kalkılmış olmasıdır.
İkincisi, "bir
yazara" denerek, fikirlerin ifade özgürlüğüne değil, yazarlara yönelik
bir saldırıya karşı tavır koyulmaktadır.
Üçüncüsü, sorun bir idari sorunmuş gibi ele alınmakta ve
"gereğinin yapılacağı"
tarzında tipik bürokratik bir tepki verilmektedir.
Bir devrimci, bir sosyalist, böyle bir olay karşısında,
böylesine bürokratik bir üslupla olayın özünü gözlerden kaçıran bir yankı
vermez; bir devrimci, fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edilmesine ve belli
konularda eleştirinin sınırlanmasına karşı çık tavır koyardı. Örneğin, "Biz hiçbir konuyu ya da tabuyu kutsal kabul
etmiyoruz ve mutlak bir fikir özgürlüğünden yanayız; fikirlere karşı fiziki,
idari veya hukuki engellemelerin amansız düşmanıyız" gibisinden bir
tepki gösterirdi.
Ancak böyle bir tepki hem Türkiye'de hem de sosyalistler ve
hem de ÖDP içinde bir "Saldırı
kültürü"ne karşı gerçek bir saldırı olabilirdi.
Alpar Taş'ın tepkisinde ise gerçek sorun gözlerden
gizlenerek, böyle bir tepki gösterilmeyerek "saldırı
kültürü" fiilen okşanır durumdaydı.
Bu nedenle perşembenin gelişi çarşambadan belliydi.
Bu nedenle bizim için Önder İşleyen'in daha sonra olayla
ilgili yaptığı "demokratik ve renkli
bir eylem" tanımlaması hiç de sürpriz olmadı.
Sanılanın aksine bu iki tavır birbiriyle çelişmemektedir.
Özünde aynıdır ama aralarında sadece bir üslup farkı vardır. Bu uslup farkını
sanki özden bir ayrılıkmış gibi görmek ve göstermek de öze yönelik bir
eleştiriyi ortadan kaldırır ve zımni bir suç ortaklığına kadar da gider. Ve
maalesef Devrimci Sosyalist İşçi Partisi ve Roni Margulies'in tavırları tam da
böyle ilerde görüleceği gibi.
*
Önder İşleyen ise şunları diyor birkaç gün sonra:
"Taraf Gazetesi
yazarı ve DSİP üyesi Roni Margulies'e, parti üyesi genç arkadaşların yeşil boya
dökmesi ile ilgili olarak son günlerde gazetelerde ve internet sitelerinde
yapılan yorumlarla olay bilinçli olarak saptırılmaya çalışılmaktadır. R. Margulies
yönelik tepkinin nedeni, onun, uğruna bedeller ödenerek yaratılmış devrimci
değerlere yönelik provakatif ve saldırgan tutumudur. Bu eylemle arkadaşlarımız,
kendi inisiyatifleri doğrultusunda, Roni Margulies‘in bu çirkin saldırılarına
tepkilerini ortaya koymuştur. Şiddet içermeyen demokratik bir eylemdir ki bu
tür renkli eylemler dünyanın her yerinde gerçekleştirilmektedir."
Burada bir takım "değerler"in
tartışma konusu olamayacağı, bunları tartışanların bu tür fiziki engellemelere
hazır olması gerektiği söylenmektedir açık açık.
Sosyalist ve Demokrat bir parti ya da kişi, bu gibi
davranışlar karşısında, "bizim
görevimiz, en kutsal bildiğimiz değerlere bile fikir düzeyinde "çirkin
saldırılar" yapma özgürlüğünü savunmaktır. Bu özgürlüğü savunmamak; aksine
fikre karşı fikirle değil fiziki araçlarla mücadele etmek ve bazı "kutsal
değerleri" eleştiri veya "saldırı"dan azade kılmak ve bunu fikri
olmayan araçlarla yapmaya kalkışmak ÖDP üyeliğiyle bağdaşmaz" derdi.
Böyle bir tavrın izi bile yoktur söylenenlerde.
*
Tutarlı bir sosyalist o "demokratik ve renkli
eylem"e eleştirisini bu noktadan yapardı.
Tutarlı bir sosyalist, eleştirisini böyle yapmayan ÖDP'ye karşı
eleştirisini de bu noktadan yapardı.
Ve tutarlı bir sosyalist ÖDP'ye eleştirisini böyle bir tavrı
göstermediğin noktasından eleştirmeyen sosyalistleri de eleştirmelidir.
Peki, şimdi bakalım ÖDP'nin tavrına karşı eleştiriler,
özellikle Roni'nin ve Örgütünüm eleştirileri nedir?
*
Önce DSİP'nin açıklamasını aktaralım:
"Partimiz üyesi
ve Taraf Gazetesi yazarı Roni Margulies 27 Ağustos akşamı bir saldırıya
uğramıştır. Saldırı sırasında, ÖDP'li olduklarını belirten sözler söyledikleri
için olaydan hemen sonra ÖDP Genel Başkanı'na durumu ilettik. Daha sonra ÖDP
Genel Başkanı'ndan saldırganların ÖDP üyesi olduklarını ve haklarında işlem
yapılacağını öğrendik.
DSİP daima sol içi
şiddete karşıdır. Bu nedenle ÖDP Genel Başkanı Alper Taş'ın
söyledikleri bizim için yeterli olmuştur.
Ne var ki, 31 Ağustos
günü ÖDP sitesinde yayınlanan basın açıklamasında ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder
İşleyen Roni Margulies'in yazdığı yazıyı "saldırgan", Roni'ye
saldıranların yaptıklarını ise "demokratik bir eylem" olarak
nitelemiştir.
ÖDP'nin bu resmi
tutumu Devrimci Sosyalist İşçi Partisi açısından kabul edilemez bir yeni
saldırganlık göstergesidir. Üç beş saldırganın tutumu ve bunun bir sol
partinin liderliği tarafından desteklenmesi, Türkiye soluna ağır bir
hakarettir.
DSİP, ÖDP genel Başkan
Yardımcısı Önder İşleyen'in açıklamasının, ÖDP çoğunluğunun görüşlerini
yansıtmadığına inanmaktadır.
Bütün sosyalistleri, bütün sosyalist örgütleri ve çevreleri bu
saldırgan tutuma karşı tavır almaya çağırıyoruz.
DSİP sosyalist
kamuoyuna açıkça ilan eder. Biz ne bu saldırganlara ne de başkalarına karşı
şiddet kullanacağız. Fikirlerimize tahammül edemeyenlerin saldırgan tutumlarını
eskiden beri biliyoruz ve önemsemiyoruz.
Biz Ergenekon
Çetesini, darbe planlayanları, Kürtlerin katledilmeye devam edilmesini
isteyenleri, Kürt çözümüne karşı çıkanları hedef olarak görüyor ve onlarla
mücadele ediyoruz."
*
Bu açıklamada ne görüyoruz?
Olayın özü, yani fikre karşı fiziki araçlarla mücadele ve
bazı konuların eleştiri dışı ve dokunulmaz ilen edilmesine yapılmıyor vurgu.
Tam da üzerinde durulması gereken nokta es geçiliyor. Tıpkı ÖDP'nin yaptığı
gibi.
Ne deniyor?
"DSİP daima sol
içi şiddete karşıdır. Bu nedenle ÖDP Genel Başkanı Alper Taş'ın
söyledikleri bizim için yeterli olmuştur."
Bildirinin bütün özü bu cümlede yatıyor.
Biliride, sorun fikre karşı fikirle mücadele alanından sanki
şiddetin nerelerde kullanılacağı veya kullanılabileceği; şiddete karşı olup
almama notasına çekilmektedir.
Yani tıpkı ÖDP'nin yaptığı gibi, Alper Taş'ın yaptığı gibi,
sorunun özü saptırılmaktadır, sorun fikir özgürlüğünü savunup savunmamaktan
başka bir noktaya çekilmektedir. DSİP bildirisinde bu başka nokta, şiddete
karşı olmak veya bunu sınırlarının neler olduğudur. Bu başka nokta farklı
olmakla birlikte, sorunun özünü görmemekte Alper Taş'la uyuşmaktadır.
Ve uyuştuğu için de Alper Taş'ın söyledikleri yeterli
olmaktadır.
Tekrar edelim. Bu olayda sorun şiddete karşı olup olmama
değildir. Bu olayda sorun, fikre karşı fikri olmayan araçlarla mücadele ve
belli konuların eleştiri dışı olup olamayacağıdır.
Karşı çıkış ve eleştiri tam da bu noktadan yapılması
gerekirken, hangi politik ya da ideolojik duruşlara karşı şiddet uygulanıp
uygulanamayacağı alanına çekilmektedir.
Bu anlam kaydırması baştan yanlıştır ve olayın özünü
çarpıtmaktadır.
Ama kaydırılan noktada da yanlış görüşler savunulmaktadır.
Birincisi "sol
içi şiddete" karşı olmak, "sol dışı şiddet"e karşı
olunmadığı anlamına gelir.
Bu zaten ikili bir tutarsızlıktır.
Birincisi. İster sol içi ister dışı olsun, siz gerçekten
fikir özgürlüğünden yanaysanız, fikrinizi fiziki, idari veya hukuki araçlarla
engelleyene karşı bu engelleri etkisiz kılacak araçlar kullanmanız gerekebilir.
Yani örneğin hukuki ve idari engelleri yırtmak için gizlilik veya ezop dili
veya meydan okuma gibi birçok yöntem kullanmanız gerekir. Ve fiziki bir engel
varsa da o fiziki engeli berhava etmek için fiziki mücadele araçlarına da başvurulabilir
ve vurulmalıdır. Sorunun fikirlere karşı fikirle mücadele eden bir düzeni
koymak için fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edenlere karşı fiziki bir
mücadelenin gerektiği ve gerekeceği noktası atlanmaktadır.
Yani Fikir özgürlüğü için her türlü mücadeleyi savunmak
yerine, sorun şiddetin nerelerde uygulanacağıymış gibi koyulup kendine solcu
diyenler yaparsa şiddete karşıyız deniyor.
Peki, ÖDP'liler veya başkaları ısrar edip aynı fiziksel
saldırıları sürdürseler kendini savunmak için olsun fiziki araçlara başvurmayacak
mısın?
Bu saçmalıktır ya da tam bir teslimiyeti savunmak anlamına
gelir.
Kaldı ki sınıflar mücadelesinde ordular mücadelesinden farklı
olarak, sol ya da sağ gibi ayrımlar yanıltıcıdır; karşı taraf bizzat sana karşı
mücadelesini senin bayrağınla yapabilir.
Yani sol bayrağıyla sana fiziki saldırılar yapılabilir ve
sen de "ben sol içi şiddete karşıyım" diyerek onun karşısında kölece
telim olursun.
İkincisi. Sizin muhataplarınız da muhtemelen sizin gibi sol
içi şiddete karşı olduklarını söyleyecekler ama solu farklı tanımlayıp sizi sol
dışında telakki ettiklerini söyleyip size karşı şiddeti bizzat sizin de meşru
gördüğünüzden hareketle yapacaklar ve kendilerinin tutarlı davrandığını
savunabileceklerdir.
Aslında 12 Eylül öncesi dönemde, "Maocu Bozkurtlar" ile "Sosyal Faşistler" arasındaki durum tam da buydu. Her iki taraf
da "sol içi şiddete" karşı
idi ama birbirlerini "sol içi"
görmüyorlardı.
Sanki bunlar yaşanmamış gibi hala "Sol içi şiddetten
yana" olup olmak üzerinden konuşmak belki bir zamanlar trajediydi ama şimdi
iyice komedi olmuş durumda.
Tabii Tarkan'ların yaklaşımı böyle olunca Alper Taş'ın
söyledikleri onlar için yeterli olabilir ve bir sorun oluşturmazdı.
Biz şahsen bütün sosyalistleri ve sosyalist örgütleri, sadece
bu saldırganlığa değil, fikre karşı fikir dışı araçlarla mücadele etmeye ve
bazı fikirleri dokunulmaz, kutsal ilan etmeye karşı tavır almaya cağırıyoruz.
Tabii bu arada özellikle Doğan Tarkan ve Roni Margulies'i.
Sorun diploması değildir bir ilkedir. Sorun ÖDP'nin ifade
ettiği görüşlerin çoğunluğunun görüşleri olup olmaması olarak koyulursa, bu,
ilke sorununu bir diplomasi sorunu olarak koymaktır.
Sorun bu tavrın mahkum edilmesi iken, sanki sorun ÖDP'nin
böyle düşünüp düşünmediğiymiş gibi koyulmaktadır.
*
DSİP'in bildirisinin içeriği üzerine daha çok şeyler
yazılabilir ama biz şimdi Roni'ye gelelim. Onda da aynı tutarsızlıklar var.
Önce bütün bu olayların başındaki yazıdan ve orada anlatılan
buradakinin neredeyse tıpkısı olan olaydan başlayalım:
"Mahir Hüseyin Ulaş" adlı yazısında Roni şöyle bir
olay anlatıyor:
"Nâzım Hikmet’in
doğum günüydü. İsviçre’de Türklerin bir derneğinde yapılan kutlama toplantısına
davet edildim. Yıllar geçti, neler dediğimi hiç hatırlamıyorum, ama ne
demişsem, konu oraya nasıl gelmişse, bir arkadaş kalktı, “Sen Kaypakkaya
geleneği hakkında nasıl böyle konuşursun!” dedi.
Dur, dedim, şu cümleyi
biraz düşünelim. “İbrahim Kaypakkaya geleneği” kavramının üzerinde biraz
duralım.
Kaypakkaya’nın
devrimciliğinden, kararlılığından, cesaretinden kimsenin kuşkusu olamaz
herhalde. Ama 24 yaşında öldürülen bir delikanlıdan söz ediyoruz. Yabancı dil
bilmeyen; Marksist klasikler bir yana dursun, Mao’nun eserlerini bile doğru
dürüst okuması mümkün olmayan, okuduğu kadarını da berbat tercümelerden okuyan
bir delikanlı. Yazdıkları, bir avuç polemik makalesinden ibaret olan, daha
fazlasını yazmaya vakit bulamayan bir delikanlı. Öğrenciliği bırakıp silaha
sarılan, ömrünün son yılını dağ başlarında çatışmakla, kaçmakla geçiren bir
delikanlı.
Nasıl bir “gelenek”
olabilir bu? Bu delikanlının dünya işçi sınıfı hareketine katkısı ne olmuş
olabilir? Dünya emekçilerinin deneyimlerine, bilgisine, teorilerine neler
eklemiş olabilir? “Marx, Engels, Lenin” dedikten sonra, bunların yanına bir de
Kaypakkaya’yı eklemek biraz garip olmaz mı?"
Dikkat edelim, tıpkı şimdi başına gelen gelmektedir orada da
sadece renkli kısmı olmayan demokratik bir protestodur. Ama bu protesto,
kutsalları çizmektedir. Belki o an orada gücü olmadığı için bu sınırları
uygulayamamaktadır.
Roni'nin itiraza itirazı, bu geleneğin nasıl bir gelenek
olacağı veya İbrahim'in yaşı ve birikimiyle pek tutarlı bir gelenek
yaratamayacağı gibi bir noktada yoğunlaşıyor.
Halbuki, bir sosyalist, bir devrimci, demokrat, anlatılan
olayda itiraza itirazını, "her
gelenek hakkında her türlü konuşulabilir, sorun o söylenenin içeriğine itiraz
olmalıdır; nasıl konuşursun diye tehdit ve tabular çıkarma yanlıştır"
biçiminde yapmalıydı.
Ama Roni bizzat kendisi bu en kritik noktada bunu yapmıyor,
konuyu bütünüyle nasıl bir birikimle dayanılabilecek gelenekler veya insanların
hangi yaşlarında böyle geleneklerin oluşabileceği sıçramalar yapabileceği gibi
bir konuya kaydırıyor.
Ama böylece, itirazını bizzat tabulaştırmaya ve tehdide
karşı yapmayarak; oradaki tehdidi görmezden gelerek, aslında şimdiki
saldırıların boy atıp gelişmesinin koşullarını da yaratmış oluyor.
Bir an için "Mahir
Hüseyin Ulaş" adlı yazısında böyle bir tavır alıp bunu anlattığını var
sayalım. Dolayısıyla vurgu ve yazının konusunun rozet sloganlar değil de,
hiçbir fikrin kutsal olamayacağı; "var
olan her şeyin acımasız bir eleştirisi"nin (Marks) Marksizmin ve
sosyalizmin özünde bulunduğu gibi bir fikri işlediğini; Türkiye solunda tam da
bu konuda açık bir Programatik tavır olmadığı için bu gün solcuların yasakçı ve
devletçi ulusalcılar haline geldiğini ele aldığını var sayalım. O zaman da
böyle bir saldırıya uğrayabilirdi. Ama bu saldırı doğrudan fikir özgürlüğünü
savunmaya karşı bir saldırı olurdu ve gerçek mahiyeti çok daha açık
görülebilirdi. Ayrıca mücadeleyi en doğru ve kritik bir noktayla çekmiş olurdu.
*
Kaldı ki, burada konu dışı olmakla birlikte değinmeden
geçmeyelim ki, anlattığı olayda Roni'nin tartışmayı yürüttüğü bağlamında
söyledikleri de pek doğru değildir.
24 Yaşında olmuş olmak, Marksist klasikleri pek okumamış
bulunmak, hiç de belli bir teorik katkı yapılamayacağı ve gelenek oluşmayacağı
anlamına gelmez.
Birincisi zaten Kaypakkaya adına bir gelenek vardır ve
oluşmuştur. Bizzat varlığıyla bir olgu olarak Roni'nin savunduğu böyle bir
birikimsizlikle bir gelenek oluşamayacağı fikrinin çürütülmesidir.
Yaş ve birikim konusuna gelince.
Roni'nin söylediğinin aksine olgular dünyadaki en önemli teorik
katkıların genellikle 20'li yaşlardaki insanlar tarafından yapıldığını
gösterir.
Marks 1818'de doğmuştu, Tarihsel maddeciliği 1845 veya 1846'larda
formüle ettiğine düşünürsek, 27 yaşındaydı. Engels ondan da gençti.
Troçki "Sürekli
Devrim" teorisini ortaya koyduğunda 25 yaşındaydı.
Marks ve Engels o zamanın Fransa ve İngiltere'sine göre
geri, feodal bir ülkede büyümüştü.
Troçki Asyalı Rusya'da büyümüştü. O zamanın Almaya ve
Rusya'sındaki işçilerin diğer gelmişmiş ülkeler yanında esamesi bile okunmazdı.
Ayrıca bu birikim sorunu da karışıktır. Bazen bilenen birikimlerden
uzak olmak bizzat yeni bir bakışın koşulunu oluşturur.
Hasılı, aslında muhatabının itirazına itirazı da yanlıştır
ve özgün fikirler ve geleneklerin ortaya çıkışını çok mekanik ve düz olarak ele
almaktadır. Toplumsal yaşamın tüm karmaşık gidişini göz ardı etmektedir.
*
Kendisine saldırı karşısında da aynı çizgiyi sürdürmektedir
Roni.
Ama kendisine saldırıldıktan sonra da saldıranları esas
eleştirmek gereken noktadan değil, aslında en saçma noktadan eleştirdi.
Kendisine saldıranlara politik değil ahlaki bir eleştiri
yaptı.
Bir de sorunu sorun sanki cesaret ve olgunlukmuş gibi koydu.
Olay karşısında ilk değerlendirmesinde saldırıyı şöyle
değerlendirmişti:
"Mafya bile insanlara
ailelerinin yanında dokunmaz. Bunlar mafya bile değil, tam bir serseri
sürüsü"
Politikada en azından Mafyanın ahlakını mı aracağız? Ya da bizler
sorunu ahlaki bir düzeyde mi tartışmalıyız?
Roni'nin eleştirisini saldırının ailesinin yanında yapılması
veya mafya olup olmamak üzerinden değil; fikre karşı fikri olmayan araçlarla
mücadele üzerinden kurması gerekirdi.
Ama nasıl anlattığı yazıda tam da bu üzerinde durulması
gereken noktayı atladıysa burada da aynı yanlışı yapmaktadır.
Ve Roni de tıpkı bağlı olduğu partinin bildirisinde olduğu
gibi, sorunu ÖDP'lilerin bir sorunuymuş veya ÖDP'lilerle bir sorunmuş gibi koyuyor
en son olrak bu “Mahir Hüseyin Ulaş” adlı yazısını aktardığı Taraf'taki son yazısında.
Söyle yazıyor:
"Yazı, ÖDP üyesi
bazı arkadaşların pek hoşuna gitmemiş galiba. Hemfikir olmadıklarını
kendilerine özgü tartışma üslubuyla belirttiler. Yanılıyor olduğuma ikna
edemediler doğrusu beni. (…)
Ben pek çok ÖDP’li
yoldaşımla bu konuları sık sık tartışıyorum. Bazılarıyla ise tartışmak daha
zor. Bu bazıları ile ÖDP’nin tümünü karıştırmamak gerek. Ben
karıştırmıyorum."
Sorun bir "tartışma üslubu" mu?
Sorun kimi ÖDP'lilerin tartışması veya tartışmaması mı?
Sorun ailenin yanında saldırıya uğramak mı?
Sorun ailenin yanında olmasa da, sorun ÖDP'lilerle tartışsa
da tartışmasa da, fikre karşı fiziki araçlarla karşı çıkılması ve kimi
fikirlerin, kavramların, kişilerin eleştiri dışında kabul edilmesidir.
Bunun karşısında ses çıkarmamak, sorunu başka alanlardaymış
gibi tartışmak, ne kadar zıt görünürse görünsün bu konularda aynı yanlışların
savunulduğu anlamına gelir.
Yanlışlar karşısında onlarla mücadele etmeyenler de o
yanlışları açıkça savunanlar kadar hatta daha fazla beslerler.
*
O halde, biz Doğan Tarkan, Roni Margulies, ÖDP ve diğer
insanlardan, örgütlerden çevrelerden (DSP'in bildirisinde olduğu gibi ille de
Sosyalist olmaları gerekmiyor, bizim için insanların kendileri için kendilerin
ne dediği değil, somut olarak ne yaptığı önemlidir) bir fikre karşı idari,
hukuki, fiziki araçlarla mücadeleninin karşısında olunması; hiçbir fikrin,
kavramın, kişinin eleştiriden azade ve kutsal olmaması noktasından bu olayın protesto
edilmesini bekliyoruz ve onlara bu çağrıyı yapıyoruz.
Ve bunu bu olay vesilesiyle "Demokratik açılım"ın
yapıldığının söylendiği şu günlerde, demokratik açılım tartışmalarında dile
getirilen ve getirilecek görüşlerin idari, hukuki veya fiziki baskılara maruz
kalmaması için ilk yapılması gerekenin fikir özgürlüğünü engelleyen tüm
yasaların bir kanun maddesiyle geçersiz ilan edilmesi ve fikir özgürlüğünü
fiziki, hukuki veya idari araçlarla engelleyenlere karşı en ağır müeyyidelerin
getirilmesi toplumun gündemine taşınabilir.
Böylece gerçek bir demokratik açılım için mücadelenin başını
sosyalistler çekebilir.
Böylece hem Askeri Bürokatik Oligarşiye karşı direk bir
mücadeleye girilmiş olur hem de pratikte Hükümetin veya burjuvazinin korkaklığı
teşhir edilebilir.
Hükümet bu söz ve ifade özgürlüğünü garanti altına almadan
tartışma açarak aslında başkalarına kestaneyi ateşten çıkarttırıyor ve kendi
elini sıcak sudan soğuk suya koymuyor.
Şimdi hürriyet geldiğini sananlara Şair Eşref'in şu
satırlarını hatırlatmakta yarar var:
"Evvelce devri
istibdat idi konuşturmazlardı adamı
Şimdi devri hürriyet,
önce konuştururlar adamı sonra s… ananı."
Demir Küçükaydın
02.09.2009
Ekler:
1) Olayların
başındaki yazının en sondaki Roni'nin notu eklenmiş hali:
Mahir Hüseyin Ulaş
Nâzım Hikmet’in doğum günüydü. İsviçre’de Türklerin bir
derneğinde yapılan kutlama toplantısına davet edildim. Yıllar geçti, neler
dediğimi hiç hatırlamıyorum, ama ne demişsem, konu oraya nasıl gelmişse, bir
arkadaş kalktı, “Sen Kaypakkaya geleneği hakkında nasıl böyle konuşursun!”
dedi.
Dur, dedim, şu cümleyi biraz düşünelim. “İbrahim Kaypakkaya
geleneği” kavramının üzerinde biraz duralım.
Kaypakkaya’nın devrimciliğinden, kararlılığından,
cesaretinden kimsenin kuşkusu olamaz herhalde. Ama 24 yaşında öldürülen bir
delikanlıdan söz ediyoruz. Yabancı dil bilmeyen; Marksist klasikler bir yana
dursun, Mao’nun eserlerini bile doğru dürüst okuması mümkün olmayan, okuduğu
kadarını da berbat tercümelerden okuyan bir delikanlı. Yazdıkları, bir avuç
polemik makalesinden ibaret olan, daha fazlasını yazmaya vakit bulamayan bir
delikanlı. Öğrenciliği bırakıp silaha sarılan, ömrünün son yılını dağ
başlarında çatışmakla, kaçmakla geçiren bir delikanlı.
Nasıl bir “gelenek” olabilir bu? Bu delikanlının dünya işçi
sınıfı hareketine katkısı ne olmuş olabilir? Dünya emekçilerinin deneyimlerine,
bilgisine, teorilerine neler eklemiş olabilir? “Marx, Engels, Lenin” dedikten
sonra, bunların yanına bir de Kaypakkaya’yı eklemek biraz garip olmaz mı?
Ve bugün siyaset yaparken, dünyayı anlamaya ve değiştirmeye
çalışırken, 35 yıl önce ölmüş ve kısacık hayatında devlete meydan okumak
dışında pek fazla bir şey yapmaya vakit bulamamış bir gencin “geleneği” mi ışık
tutacak bize?
Yıllar önce İsviçre’deki önemsiz bir toplantıda konuşulanlar
nereden mi geldi şimdi aklıma? ÖDP kongresinin fotoğraflarına bakarken geldi.
Kongre salonunda duvarlara asılmış afiş ve flamalar
dikkatimi çekti.
Flamalardan birinde, Mahir Çayan’ın resminin altında “Devrim
geleceğe aittir ama onun kadar geçmişe ve şimdiki âna bağlıdır” sözleri vardı.
Vay be! Mustafa Kemal’in “İstikbal göklerdedir” ve “Hayatta
en hakiki mürşit ilimdir” vecizelerini düşünmeden edemedim. Çok önemli ve derin
gibi görünüp de hiçbir şey söylemeyen laflara hayranlık duymuşumdur hep.
Bir başka flamada Çayan, Deniz Gezmiş ve Kaypakkaya’nın
resimlerinin altında “Geçmişimizle geleceğimizle umut saçıyoruz” yazılıydı.
Bir diğerinde “Sinan’a sözümüz, Halk iktidarı”.
En hoşuma gideniyse şöyleydi:
“Söyleyin dağlara,
rüzgâra
yurdundan sürgün çocuklara
düşmesin kimse yılgınlığa
geçit vardır yarınlara.”
Türkiye kıyasıya bir mücadelenin yaşandığı, darbe
ihtimalinin hiç gündemden düşmediği, her allahın günü yeni bir andıç,
Genelkurmay basın açıklaması, yeraltı silah deposu veya muhtıra ile karşılaştığımız
bir dönemden geçiyor. Bir yandan bunlar yaşanırken, öte yandan ekonomik krizin
etkisi her gün daha ağır hissediliyor, işsizlik artıyor, işyerleri kapanıyor,
irili ufaklı direnişler patlak vermeye başladı. Ve tabii Kürt sorununda önemli
bir eşikte durduğumuzun işaretleri var.
Bütün bunların yaşandığı bir dönemde, halk iktidarını
amaçlayan, ülke sorunlarına çözüm üretme iddiasında olan, devrimci bir parti
neleri öne çıkarıp duvarlara asıyor? Sinan, Mahir, Deniz, İbrahim! Ve okuyana
gaz vermek dışında hiçbir anlamı olmayan şiirsel sözler!
Kaypakkaya ile Çayan’ın bir suçu yok elbet. Ölümlerinden
neredeyse 40 yıl sonra Türk solunun geniş kesimlerinin hâlâ aynı sloganları
tekrarlıyor olacağını, yepyeni ve çok farklı koşullar ve sorunlar karşısında
tek bir laf etmiyor olacağını nasıl bilebilirlerdi ki?
***
Yukarıdaki yazıyı temmuz ayında yazdım. Sosyalist İşçi
gazetesinde yayımlandı.
Yazı, ÖDP üyesi bazı arkadaşların pek hoşuna gitmemiş
galiba. Hemfikir olmadıklarını kendilerine özgü tartışma üslubuyla belirttiler.
Yanılıyor olduğuma ikna edemediler doğrusu beni.
Ergenekon çetesinin kökünü nasıl kazıyacağız; darbe
planlayanları nasıl engelleyeceğiz; Kürt sorununun çözümüne karşı çıkanları,
savaşın devam etmesini isteyenleri nasıl alt edeceğiz; ekonomik krizin
faturasını emekçilere yüklemek isteyenlere karşı nasıl direneceğiz... Bu
konularda görüşleri var mıdır, bilmem; yok galiba. Varsa, pek iyi ifade
edemediler.
Ben pek çok ÖDP’li yoldaşımla bu konuları sık sık
tartışıyorum. Bazılarıyla ise tartışmak daha zor. Bu bazıları ile ÖDP’nin
tümünü karıştırmamak gerek. Ben karıştırmıyorum.
2)
DSİP'in
Açıklaması:
"Partimiz üyesi ve Taraf Gazetesi yazarı Roni Margulies
27 Ağustos akşamı bir saldırıya uğramıştır. Saldırı sırasında, ÖDP'li
olduklarını belirten sözler
söyledikleri için olaydan hemen sonra ÖDP Genel Başkanı'na
durumu ilettik. Daha sonra ÖDP Genel Başkanı'ndan saldırganların ÖDP üyesi
olduklarını ve
haklarında işlem yapılacağını öğrendik.
DSİP daima sol içi şiddete karşıdır. Bu nedenle ÖDP
Genel Başkanı Alper Taş'ın söyledikleri bizim için yeterli olmuştur.
Ne var ki, 31 Ağustos günü ÖDP sitesinde yayınlanan basın
açıklamasında ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen Roni
Margulies'in yazdığı yazıyı
"saldırgan", Roni'ye saldıranların yaptıklarını
ise "demokratik bir eylem" olarak nitelemiştir.
ÖDP'nin bu resmi tutumu Devrimci Sosyalist İşçi Partisi
açısından kabul edilemez bir yeni saldırganlık göstergesidir. Üç beş
saldırganın tutumu ve bunun bir sol partinin liderliği tarafından
desteklenmesi, Türkiye soluna ağır bir hakarettir.
DSİP, ÖDP genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen'in
açıklamasının, ÖDP çoğunluğunun görüşlerini yansıtmadığına inanmaktadır.
Bütün sosyalistleri, bütün sosyalist örgütleri ve
çevreleri bu saldırgan tutuma karşı tavır almaya çağırıyoruz.
DSİP sosyalist kamuoyuna açıkça ilan eder. Biz ne bu
saldırganlara ne de başkalarına karşı şiddet kullanacağız. Fikirlerimize
tahammül edemeyenlerin
saldırgan tutumlarını eskiden beri biliyoruz ve
önemsemiyoruz.
Biz Ergenekon Çetesini, darbe planlayanları,
Kürtlerin katledilmeye devam edilmesini isteyenleri, Kürt çözümüne karşı
çıkanları hedef olarak görüyor
ve onlarla mücadele ediyoruz.
Roni Margulies ve tüm DSİP üyeleri bugüne kadar
olduğu gibi bundan sonra da fikirlerini istedikleri gibi ve istedikleri
platformlarda yazmaya ve
tartışmaya devam edeceklerdir.."
3) ÖDP'nin
Açıklaması:
"Taraf Gazetesi yazarı ve DSİP üyesi Roni Margulies'e,
parti üyesi genç arkadaşların yeşil boya dökmesi ile ilgili olarak son günlerde
gazetelerde ve internet sitelerinde yapılan yorumlarla olay bilinçli olarak
saptırılmaya çalışılmaktadır.
R.Margulies'e yönelik tepkinin nedeni, onun, uğruna bedeller
ödenerek yaratılmış devrimci değerlere yönelik provakatif ve saldırgan
tutumudur.
Bu eylemle arkadaşlarımız, kendi inisiyatifleri
doğrultusunda, Roni Margulies'in bu çirkin saldırılarına tepkilerini ortaya
koymuştur.
Şiddet içermeyen demokratik bir eylemdir ki bu tür renkli
eylemler dünyanın her yerinde gerçekleştirilmektedir..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder