Bir toplumun refah ve zenginlik düzeyini emek üretkenliğinin yüksekliği belirler; emek üretkenliği ise son duruşmada, daha büyük ve başka enerji kaynaklarının üretim sürecine katılması demektir.
İnsanlık
tarihi ve insanlığın yaşadığı belli başlı toplum biçimleri, temel enerji
kaynaklarına göre de sınıflanabilir ve bu tamı tamına farklı üretim biçimlerine
de denk düşer.
Kabaca insanın kol ve kas enerjisine dayanan üretim “Avcılık ve Toplayıcılık”; bitki ve hayvanların ehlileştirilmesiyle birlikte, adeta güneş enerjisine dayanan organik robotlarla yapılan üretim “Neolitik Devrim” sonrası küçük köylü üretimi; bunlara ek olarak rüzgâr ve su gücü klasik tarıma dayanan “kapitalizm öncesi klasik devletli, yazılı, paralı uygarlık”; fosil yakıtların enerjisine dayanan üretim de modern “kapitalist uygarlık” veya üretim biçimi olarak sınıflanabilir.
Homo
Sapiens, ateşin çocuğudur. Ateş sayesinde maymun benzeri ortak ata “homo”
türüne evrilmiş, yani insan türlerini oluşturabilmiştir. Böylece Afrika
savanlarının dışına çıkabilmiş, Java’dan İspanya’ya kadar geniş bir alanda
yayılabilmiştir.
Ancak
Ateş, bir toplum biçimini değiştiren bir araç değil, bir türün değişimine yol
açan bir organ, canlı gibi, doğan, ölen ve bir bakım isteyen, cansız bir
organdır. Dolayısıyla Ateş, emek üretkenliğini arttıran bir enerji kaynağı
olarak ancak sanayi devriminden sonra bir işe yarıyabilmiştir.
Nasıl
ateşi kontrol altına almak için, canlının onunla doğrudan temasını ve yanmasını
engelleyen cansız bir organa, bir odun veya sopaya, dolayısıyla bu cansız
organı kavrayan bir el ön koşul idiyse ve odun denen cansız nesneyi vüvudunun
uzantısı bir organ gibi kullanmadıkça hiçbir canlı ateşi bir organ olarak kullanamadıysa;
ateşle ortaya çıkan ısı enerjisini de mekanik enerjiye dönüştürebilmek ve onu
işte yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir
ihtiyaç hem de belli bir teknik gelişme düzeyini gerekiyordu. Bu ihtiyacı ve ve
uygun teknik düzeyi dünya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim binlerce
yıl sonra yaratabildi.
Bu
nedenle, neredeyse modern sanayi devrimine kadar ateş, üretim süreçlerinde,
mekanik hareketlere dönüştürülerek emek üretkenliğini arttıran bir enerji
kaynağı olarak kullanılamamıştır.
Kullanımı
doğrudan ısı ve ışık kaynağı olmakla ve madenlerin arıtılmasında veya kimi
yiyeceklerin hazırlanmasında olduğu gibi kimyasal dönüşümlerin aracı olmakla
veya onları hızlandırmakla sınırlı kalmıştır.
Modern
sanayi devrimine kadar olan dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji
kaynağı olarak insanın kas gücüne sadece hayvan, su ve rüzgar gücü
eklenebilmiştir.
Hayvan
gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini yani neolitik devrimi; su ve
rüzgar gücünün kullanımı ise, büyük miktarda ürünleri ve yerleşikliği, yani
tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret düzeyini, şehirleri, hasılı
uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.
Homo
Sapiens’in yuvarlak hesap 300.000 yıldır var olduğunu; canlı türühe yaşam
savaşında bir avantaj sağlayan ve bir organ olarak kabul edilebilecek Sürü’nün
ötesinde başka bir varoluş ve hareket
biçiminin ortaya çıkması anlamına gelen, Toplumun ortaya çıkması 70.000 yıllık
bir geçmişe dayanır.
Neolitik
devrimin de yuvarlak hesap on bin yıl önce gerçekleştiğini düşünürsek, Toplum
denen biyolojik yasalara tabi olmayan, organlarını değil, üretim araçlarını
değiştiren, üremeyen ama üreten Toplum denen varoluş ve hareket biçiminin
ortaya çıkışından, neolitik devrime kadar geçen zamanın yadide altısı, sadece
kas gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği düzeyinde; dolayısıyla
sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir.
İnsanın
sadece kol gücüne, kaslarının gücüne dayanarak yaptığı üretim, esas olarak
avcılık ve toplayıcılığa denk gelir. Ok, yay, mızrak, balta gibi bütün üretim
araçları hep insanın kas gücüne dayanırlar ve bu gücü biriktirerek kullanmak ve
belli bir noktada yoğunlaştırmak işlevine dönüktürler.
Ama
kıtlık demek, canlının yaşayabilmek için birbiriyle rekabeti demektir; insanın
insana rekabeti demektir. Aç bir insanı, diğer hemcinslerini, çocuklarını,
yaşlılarını yemekten alıkoyacak bir örgütlenme demektir. Hem kıtlıkta yaşamak,
hem de birbirini, özellikle güçsüz çocukları ve yaşlıları yemeyip
dayanışabilmek. Dişinin soyun devamı için gerekli analık içgüdüleri bunu bir
ölçüde engellese bile, erkekler için nasıl engellenecektir bu?
Totem,
yani soy ve kardeşlik ve Kutsallık bu çelişkiyi çözen bir üstyapı sağlamıştır.
Bunun temeli ise, neredeyse bütün dinlerin “nefsine hakimiyet” diye sonradan da
ululayacağı ve sınıflı toplumun eşitsizlikleri karşısında kişisel bir çıkış
yolu olarak önereceği iç güdülere hakimiyettir. İç güdüler toplum, yani “totem”
ya da “tanrı” için kurban edilebilmelidir ki toplum varlığını sürdürebilsin.
Bugün bizlere bir mazohizm veya işkence gibi gelebilecek, bir kalıntısı sünnet
adetinde görülebilecek, bütün “ilkel” toplumlarda görülen acılı imtihanlar, hep
parçanın bütüne; nefsin, iç güdülerin topluma tabi olması eğitimine
yöneliktirler.
Bugün
bizlerin yamyamlık ya da kanibalizm dediğimiz şey, aydınlanmanın insan
kavramına dayanır. Bu uzun avcılık ve toplayıcılığa ve özünde kol gücüne
dayanan ese olarak kıtlık döneminde
insanlar aynı kabile ya da soydan olanlardan ibaretti; onlar başka kabileleri
veya insanları öldürüp yediklerinde, başka insanları değil; başka canlıları
yiyorlardı.
Ama
buna karşılık hiçbir kandaş toplum kendi kandaşına, yani insanlara dokunmazdı.
Aksine, kandaşı ya da soyu ve kabilesi için kendini feda toplumsal
örgütlenmenin temelini oluşturmuştur. Toplum için feda, iç güdülere egemenlik,
parçanın bütüne (toteme, soya) tabi olması, eşit haklı bir kandaş olabilmek
için acılı imtihanlar (ki sünnet vs. bunun bir kalıntısıdır) bütün bu
toplumların hepsinde ortak özellikler olagelmişlerdir.
Kıtlıkta
çocukların özellikle aç erkeklerce yenmesi bu mekanizmayla engellenmiştir ama
kıtlık var olmaya ve çocuklar da birçok durumda ya açlığa mahkûm olmaya (ama
totemin soyundan gelenler arasında dayanışma ve parçanın bütüne tabi olması
esas olduğundan ve hiç kimse aç bırakılamayacağından) doyurulduğu takdirde,
kabilenin açlıktan ölmesine yol açabilecek bir tehlike olmuştur.
Bu
koşullarda insan, tek tek canlılar olarak çocukları yememiş (genellikle
yaşlılar kabilenin varlığı için bilgileriyle olmazsa olmazdılar) ama onları
toplum adına “kurban” etmek ve böylece hep parçanın bütüne tabi olması ilkesini
yaşatmak hem de kabile olarak varlığını sürdürmek olanağı bulabilmiştir.
Bu
nedenle, kıtlığın, yani neolitik devrim öncesinin bütün toplumları aynı zamanda
çocuk kurban etmişlerdir. Denebilir ki, bu günkü insan soyu istisnasız “çocuk katilleri”nin ahvadıdır.
Bu
nedenle, insanlık var oluşunun yedide altısı, yani 60.000 yıl boyunca,
çocukları da kurban etmiştir. Bu kıtlık döneminin kalıntıları, uygarlığa ve
daha yüksek bir emek üretkenliğine daha geç geçen haklarda çok yakın zamanlara
kadar yaşamıştır.
Fenikeliler,
uygarlaştıktan sonra bile Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban
etme geleneği, ta Roma çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir.
Birkaç
örnek vermek gerekirse:
Bugün
Amerika’dan tekrar dünyaya yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve
Keltlerdeki çocuk kurban etme adetinin, orta doğudaki Kurban Bayramı benzeri
bir şekilde bırakılışını ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar
yaşadığının kanıtını temsil eder.
Araplarda,
daha İslamiyet’in doğuş döneminde bile, kız çocuklarının kurban edilmesi adeti
yaşıyordu.
Ve
nihayet bizzat Kurban Bayramı’nın dayandığı mesel çocuk kurbanının bir
kanıtıdır.
*
İnsanlığın,
sürekli kıtlıktan kurtulması, hayvanları ve bitkileri ehlileştirmesiyle mümkün
olabilmiştir. Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesi, yani özünde neolitik
devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bu günkü uygarlığın
en büyük keşifleri bile bu devrimin yanında birer cüce gibi kalır. Bu günkü
bütün yaşamımız hala bu devrimin kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı
oluşturan bütün hayvanlar ve bitkiler; giydiklerimiz (Dokumacılık); yemek
yediğimiz tabaklar ve yiyecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik) hemen
her şey bu devrimin bulduklarıdır özünde.
Neolitik
devrim bir bakıma, güneş enerjisiyle çalışan organik robotların keşfi ve
kullanımı gibi tanımlanırsa onun çapı ve emek üretkenliğinde yaptığı muazzam
sıçrama anlaşılabilir. Böylece insanın çalışması esas olarak bu robotların
bakımı, ürünlerinin toplanması gibi eylemlerde yoğunlaşmıştır. Kol emeği artık
ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlarda biriken güneş enerjisinin kontrol altına
alınmasına yönelik olarak işlev görür. Dolayısıyla enerji kaynağındaki bu
muazzam artış, aynı zamanda üretkenlikte muazzam bir artış bu da sürekli kıtlık
ve açlık tehlikesinden kurtuluş demektir.
Böylece
avcılık ve toplayıcılığın kıtlık ekonomisinin yerini; hayvan ve bitki yetiştirmenin
nispi bolluk ekonomisi almıştır. Bu durumda, kabilenin ya da toplumun yaşaması
için çocukları kurban etmek gereği kalmamıştır. Engels’in de belirttiği gibi,
bir yöntem veya adet tarihsel olarak ömrünü doldurmuş ve aşılmışsa, insanlara
akıl ve ahlak dışı olarak görünmeye başlar. Kurban’da da olan tamı tamına
budur.
Kurban
Bayramı’nın ortaya çıkışını anlatan söylence, asılında, gerçek tarihin doğru
bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa dayanan
kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların ehlileştirilmesine geçişle
birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine geçişi; yani neolitik devrimi,
emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu artışa paralel olarak üstyapının da
yeni alt yapıya uygun hale gelişini; insanların sürekli bir açlık ve kıtlık
tehlikesinden kurtuluşunu sembolize eder.
Bu
muazzam devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir.
Daha
sonra İslam bu Sami göçebeliğinin geleneğini almış, onu uygarlığın sınıflı
toplumunda; zenginlik ve yoksulluk farklılıklarının bulunduğu toplumda,
zenginlerin kurban kesmesi ve bunu fakirlere dağıtması dolayımıyla, bu
farklılıkları nispeten ılımlandırmanın bir aracı yapmaya çalışmıştır.
Klasik
uygarlıklar çağında, bunun da belli bir işlevi vardı ve Kurban bayramları ne
kadar kutlansa yeriydi.
Kurban
Bayramı’nda bir bakıma böylece iki bayram iç içe geçiyordu; neolitik devrimin
bayramı ve İslam’ın uygarlığının sınıf farklarını ve çelişkilerini nispeten
yumuşatan; Hindistandaki Kastlaşma benzeri sınıf taşlaşma ve fosilleşmelerine
karşı, tüm Müslümanları soyu ya da gelir düzeyi ne olursa olsun, aynı namaz
safında eşitçe dizen, uygarlıktaki kastlaşmaya ve aşırı zenginlik
farklılıklarına karşı İslam devrimi veya reformunun bayramı.
Kurbanlık
hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında, toplum için ve toplum adına kurban
edilen çocukları gibi, bir gelin gibi süslenir; el bebek gül bebek bakılır, bir
bakıma o kısa hayatının herkesinkinden daha güzel geçmesi için elden gelen arda
koyulmazdı. Bizzat kurban ediliş eylemi bile, o unutulmuş geçmişin izlerini
taşır; kurbanın öleceğini bilmemesi; öldürme işleminin olabildiğince seri ve
acısız olması; dualar, seremoniler vs. hepsi, kurbanın toplumun yaşaması için
bir dayanışma olduğunu vurgulamaya ve kanıtlamaya yöneliktir.
Ne
var ki, bu gün geniş yeniden üretim çağında, hayvanların bant usulüyle
üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü çağda, bu kurban adeti ve
bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk kurban etmeye devam
etmelerine veya Asteklerin uygarlık sembolü piramitler üzerinde artık kıtlık
nedeniyle bir gereği kalmamışken insan kurban etmeye devam etmesine benzer.
Gerçek anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir işlev kazanmıştır.
Azteklerde insan kurban etmenin devam etmesi, bu adetin diğer kabileleri ya da
kastları baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir aracı olarak
kullanılmasıyla ilgiliydi. Fenikelilerin çocuk kurban edişleri de muhtemelen
benzer bir işleve sahipti.
Bu
günkü toplumda da kurban, artık bir sosyal adalet ve toplumsal dayanışma aracı
olmaktan çıkmış; bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini
bütün olduğunun reklamını yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı
haline gelmiştir. Marka elbiseler giymekten, ürünler tüketmekten farksızdır.
“Sağ elinin yaptığı iyiliği sol elin
bilmeyecek” diyen bir dünyanın ve değerler sisteminin değil; “bakın ben ne kadar iyilik yapıyorum, ne
kadar dindarım” diye bar bar bağıran; kapitalizm öncesinin her türlü
değerini yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik değerlerinden bile
zerrece nasibini almamış insan posalarının, devletlerin köleleştirdiği
vurguncuların, lümpenlerin değerlerini ifade etmektedir artık kurban kesmek.
On
bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan insanları çocuklarını kurban
ederken, bugünün deve, sığır, koç kurban kesenlerinden, milyon kez daha insani
bir iş yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir cinayet değil, bir ibadetti; yani
toplum için, toplumca yapılan bir işlemdi; bu gün ibadet diye hayvan kesenlerin
yaptığı ise ibadet değil cinayettir.
*
Modern
toplumda, bu günkü geniş yeniden üretim yordamında, tüm değerleri yaratan
işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı belirler. İş gücünün
örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern toplumu bir parça yaşanır kılan
biricik ilaçtır.
Ama
iş gücünün örgütlenmesi ve haklar elde edebilmesi için, işçilerin demokratik
özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelebilip çıkarlarını korumak için
birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine ihtiyaçları vardır.
Bu
nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve sağlayıcısı, işçi sınıfı ve
hareketidir.
Ama
işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde toplumdaki tüm ezilenleri ve
gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için ekonomist bir hareket
olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter kazanabilir ve o zaman bu
hakları elde edebilir.
Sadece
bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil, Türkiye’nin yakın tarihi de bunu
kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin hem yükseldiği hem de demokratik
talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise,
ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de devrimci ve demokratik talepler.
İşçi
hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği takdirde, toplumdaki
zenginlik ve yoksulluk farkları azalır. Çünkü ezilenler bu haklara dayanarak
kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini yükseltirler; vergiler aracılığıyla
bütçenin ve ulusal gelirin yeniden dağıtımına ağırlıklarını koyarak, zenginlik
ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler koparabilirler.
Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan, korkunç yoksulluk ve
zenginlik farkları azalır.
Böyle
bir toplumda, et yiyebilmek için Kurban Bayramı’nı bekleyen yoksullar olmaz.
Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun yarattığı çürümeler olmayınca,
böylesine gösterişli hayvan katliamları da olmaz.
Batı
ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir zaman hakları olmaz.
Orada avane kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin olan, üstün olan, yetkisi
olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar. Alttakiler de ona karşı sürekli
gebe ve mahkum kalırlar.
Demokraside
ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları için kimseye minnet etmek
zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin elini öpen, yağcı, garibanın
karşısında Allah kesilip güçlünün karşısında köpekleşen insanlar yer bulamaz ya
da daha da azalır.
Türkiye’deki
sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve üretmektedir.
Bürokratik
oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar değil, hoşgörü veya görmezden gelme
ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır.
Burjuvazi
de bunun karşısında, haklara değil, aynı şekilde, avane, kliyan (klik)
ilişkilerine dayanan bir sistemi savunmaktadır. Kurban bayramlarının böylesine
bir katliama, zenginlik ve hayır severlik gösterilerine dönüşmesi, hep bu
demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun, avane kliyan ilişkilerinin tüm topluma
egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur.
Kemalist
oligarşi ile burjuvazinin politik İslam’ı aslında aynı sistemi
savunmaktadırlar. Demokratik haklara değil, hoşgörüye, gebe bırakmaya dayanan
sistemdir bu. AK Partili belediyelerin yoksullara ekmek dağıtması da; kurban
bayramlarının gösterişli hayvan katliamları da; “kapkaççılık” da, müthiş
zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin ayrılmaz parçaları; aynı
madalyonun farklı yüzleridir.
Politik
İslam, ne İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani politik
olanı dinle veya İslam’la tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Eğer sorun
Müslüman olmak ise, bugün Müslüman olmak ancak tutarlı demokrat olmakla;
toplumda tüm değerleri yaratanların, çalışanların her türlü örgütlenme, fikir,
gösteri özgürlükleri için mücadele etmekle; toplumdaki hiçbir dilin, dinin,
etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmekle mümkündür.
Bugünün
dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin sağladığı sevabı; ancak demokratik
haklar için hapiste yatmak, sürgünlerde yaşamak; ezilen ve yoksulların
demokratik hakları için mücadeleye girmek sağlayabilir. Bu özgürlükler ve
haklar için bir şey yapmamak, hatta karşı olmak; sonra da yoksullara yardım ve
dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz kurbanlar kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla
ne insanlıkla, demokratlıkla ilgisi yoktur.
Bunlar
cehennemde yanmaya layık gühahkarlardır. Bunlar gühahkarların modern karşılığı
olan faşistlerdir.
Türk
devletinin Türk devleti olmasına, Türkçe’nin resmi devlet dili olmasına;
yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmadan, tüm dillerin eşitliğine
savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din, dil etni ile bağlantısının olmaması
gerektiğini savunmadan “Müslüman” da olunamaz, demokrat da olunamaz.
Gerçek
Müslüman, diyanet işlerinin lağvını, Sünnilerin de tıpkı aleviler gibi, din
görevlileri için sadece kendi gönüllü bağışlarıyla onlara bakmasını savunur.
Bir
yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bu günkü çürütücü ve gerici
sistemi savunacaksın, diğer yandan da hac, kurban ya da İslamiyet’in
faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban kesip aç ve yoksul
bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya zenginlere minnet
borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır.
*
Bayram
her şeyden önce çalışılmayan gün demektir. Çalışılmayan bir gün ise, o
çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı
ürün ise, belli bir emek üretkenliği düzeyini.
İnsan
bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır. Dolayısıyla, Kurban Bayramı,
sadece çocuklar yerine hayvanların kurbanına geçişin değil, aynı zamanda bayram
denen, çalışmadan yaşanabilecek günlerin ortaya çıkışını da sembolize eder.
Neolitik
devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde yaşadıkları çağlarda da elbette
rastlantısal iyi bir av sonucu, ya da uygun bir mevsim dolayısıyla bol yiyecek
bulunduğu zamanlar olabiliyordu. Ama bunlar tamamen rastlantısaldı ve düzenli
değildi. Dolayısıyla, sürekli bir artı ürün olmadığından, bu rastlantısal artı
ürünün korunması ve saklanması için gerekli ihtiyaç ve teknikler de, yani
neolitik devrimle birlikte artı ürünü koruma ihtiyacının ürünü olarak ortaya
çıkmış çömlekçilik de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal artı ürünler derhal tüketilmeliydi. Bu
tüketimi de yine toplu olarak yapıp dayanışmayı güçlendirmek gerekiyordu. Bu
rastlantısal artı ürünlerin tüketilmesi şölendir
bayram değil.
Neolitik
devrim öncesinde bayram yoktur, rastlantısal artı ürünleri tüketmeye yarayan
şölen vardır. Neolitik Devrim aynı zamanda düzenli bir artı ürünün yani bayramın
da keşfidir.
Bir
bakıma Kurban Bayramı, sürekli ve düzenli bir artı ürünün varlığının, yani
bayramın keşfinin de bayramı sayılabilir.
İnsanlık
tarihinin bütünü göz önüne alındığında, gerçekten bayram olarak kutlanmayı hak
eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim güçleri, ilişkileri ve üstyapıdaki
muazzam değişikliklere denk düşmektedirler bu ve benzeri bayramlar.
Her
sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları kutlamalıdır, insanlık tarihindeki en
büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama bu bayramları kutlamak, bugün
yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı mücadelesiyle olabilir; yani demokrasi
mücadelesiyle, uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyle olabilir.
Semavi
dinler de çok büyük toplumsal devrimlere karşılık düşerler elbet. Bu dinler
sonra gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar içinde, nispeten eşitlikçi büyük
reform ve devrimleri sembolize ederler.
Örneğin
İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım. Birbiri peşi sıra gelen uygarlıklar
koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar kılmış, bir tek uygarlık alanında
birleştirmişti. Hepsi Roma’nın egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta
her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam
ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler artık üretici güçlerin
o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline gelmişlerdi. Tüm bunları
aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri, aynı
politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu.
Hıristiyanlık
Roma’nın sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama
bunu yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde
yarattı yedinci gün dinlendi diyerek, haftada bir, yani yılda elli iki gün
tatil hakkı da veriyordu.
Ondan
sonra hiçbir hareket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara
sağlayabilmiş değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği
sekiz saatlik iş günü bile bunun yanında küçük kalır
Çürümüş
Bizans ve Sasani, yani Çin ve Hint yolundaki uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu
uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini yeniden düzenleyen; nispeten
daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam da bir tür devrim idi, bu anlamda, insanlar
bilincinde olmasa bile İsa’nın ya da Muhammet’in doğumunu kutlarken, gerçekten
büyük devrimleri bir bayram olarak kutlamış oluyorlardı.
Modern
“ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında bayram adıyla anılmaya layık
hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa. İlk burjuva devrimleri, yani
Amerikan ve Fransız devrimleri, daha ilk adımlarında gericileştiler. Modern
toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı, insan haklarıyla tanımlıyor; insanı da
dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye tanımlıyordu.
Ne
var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntılarıyla; yani insanın
sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de burjuvazinin yurttaşları
(yani insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan veya belli bir toprak
parçası üzerinde yaşayan insanlarla sınırlayan gerici milliyetçiliğe geçişi
nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik insanlara karşı bir tehdit ve terör
gösterisidir bugünün “modern”, “ulusal” bayramları.
Tanklar,
toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlamda birer karşı
devrim bayramı, birer gericilik ayinidirler.
Bu
bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve emekçilerin bundan biricik
kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği bir rüşvettir.
Sosyalist
devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler
olduğundan çok söz edilmiştir. Ama esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan
devrim”, burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin, “vatanım yer yüzü, milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve
milleti, belli bir din, dil, etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik
tarafından olmamışa çevrilmiştir.
Burjuva
devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında işçi hareketi
sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında, sosyalizmin
değil; “vatanım yeryüzü milletim insanlık”
diyen, ihanete uğramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır.
Ne
yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini terk etti. O da,
bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıpkı
gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin sosyalist
veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani karşı devrimlerin bayramları
oldular.
Böylece
Enternasyonalizm biçiminde varlığını sürdüren burjuva devrimlerinin idealleri
bile unutuldu.
Bugünün
dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş ulusal sınırlara karşı bir hareket,
yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine dayanan bir hareket ve onun
başarısı ancak modern toplumun adına layık bir bayram oluşturabilir.
Ama
bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern burjuva uygarlığının, sanayi
uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun bayramı olmaya adaydır.
Ama 1
Mayıs’ın modern toplumun bayramı olabilmesi için, bu günkü gerici ulus ve
ulusçulukların ve onların bayramlarının yer yüzünden silinmesi gerekmektedir.
Sosyalizm
ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç olmayacaktır. Çünkü orada
devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve sömürü olmayacaktır. Meta
üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar olmayacaktır.
Bunların
olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat bir bayram olunca da
bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu
anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme ve anlamsız kılma
mücadelesidir.
(Gözden
geçirilmiş yeni versiyon)
22
Temmuz 2021 Perşembe
Demir
Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder