Ermeni Katliamı üzerine sanırım Türkiye’deki sol içinde ilk
yazanlardan ve en radikal tavır koyanlardan biriyimdir.
Ermeni Katliamı üzerine ilk yazıyı, 1980’lerin başında
ASALA’nın Türk Diplomatlarını vurmaya başlaması; böylece konunun gündeme
gelmesi ve unutulmaktan çıkması vesilesiyle hapiste yazmış, bunu gizlice
dışarıya çıkarmıştım. Almanya’da çıkan Yol
(Der Weg) dergisinde yayınlanmıştı[i].
Daha sonra bugünkü internet tarayıcılarının temelini oluşturan
tekniğin CERN’de Tim Berners-Lee tarafından henüz geliştirildiği; internetin çok dar bir çevre
dışında bilinmediği ve kullanılamadığı dönemlerde, usenet tartışma gruplarında
gündemleştirmeye çalıştım. Eğer bir yerlerde arşivleri varsa ve aranırsa oralarda
yazdıklarımız bulunabilirler.
Sonra internet yaygınlaştı, henüz sosyal medya diye bir
kavram yoktu, “forum”lar tartışmaların yapıldığı yerlerdi. Oralarda da
gündemleştiren ve tartışanlardan biriydim.
Daha sonra yıllarca konu üzerine yazdım ve konunun gündeme
gelmesine çalıştım. Şimdilerde artık epey yol kat edilmiş görünüyor.
Ama biz görünüşle
değil, özle ilgiliyizdir. Öz ve görünüş çoğu kez birbirine zıttır.
Biraz derinden bakınca, giderek konunun sosyolojik kavramlarla
tartışılmaktan çıkıp hukuki kavramlarla
tartışılmaya hapsedildiği; böylece var olan güçlerin (Özellikle Türk ve Ermeni
Devletleri, Milletleri ve Milliyetçilerinin) kendilerini reforme ederek
sürdürmelerinin araçlarına dönüştüğü görülüyor.
Ermeni katliamının hukuki kavramlarla tartışmaya
hapsedilmesi ve bunun yaygınlaşması; katliamın nedenleri üzerine sosyolojik kavramlarla tartışmanın gündemden
düşürülmesinin bir aracına dolayısıyla gerici bir programın savunulmasına ve
tartışmasız egemenliğini kurmasına dönüşmüş bulunuyor.
Bu nedenle, herkesin sustuğu; konuyu gündeme getirmenin en
“demokrat” ve “sosyalist”lerce bile “şimdi
bu konuyu gündeme getirmenin sırası mı” diye eleştirilip susulduğu ve
görmezden gelindiği zamanlarda, yıllarca nasıl “akıntıya karşı” durup konuyu gündeme getirmeye çalıştıysak ve bu
nedenle her zaman tecrit olup, görmezden gelindiysek; şimdi de aynı şekilde konunun
hukuki kavramlarla tartışılmasının biricik norm olduğu bu dönemde; bunun
yanlışlığını ve gerici karakterini tartışmaya açıp yine “akıntıya karşı” duralım, yine tecrit olalım ve görmezden gelinelim.
Yalnız bu arada şu küçük gözlemi de belirtmeden geçmeyelim. Dün
Ermeni Katliamı’nı gündeme getirme çabalarına karşı, “şimdi sırası mı” deyip
susanlar; bugün bu katliamın tartışılmasını hukuki kavramlara hapsedenlerle
aynıdır ve aynı metodolojik ve programatik yanlışları sürdürürler.
Bu da özünde, aynı sınıfsal çıkarın değişen koşullarda başka
biçimlerde savunulmasından başka bir şey olmamasının bir görünümüdür.
Bu kerameti kendinden menkul baylar ve bayanlar her zaman
haklıdırlar. Onlar bir konuyu gündemlerine aldıklarında artık gündeme alınması
doğrudur. Tarihi kendileriyle başlatırlar ve öyle yazarlar.
Zor zamanlarda ne Ermenilerin ne de Kürtlerin adını ananlar,
şimdilerde “soykırım”ı veya “özür dileme”yi dillerinden düşürmüyorlar ve Kürt
hareketinin çevresinden ayrılmıyorlar.
“Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridirler” diye bir
söz vardır. Reformlar işte böyle devrimci mücadelenin yan ürünü olurlar. “Her
devrin adamları” devrimcilerin mücadelelerin rantını yerken, devrimciler yeni
mücadelelerin yoluna çoktan girmiş olurlar.
*
Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için
şunu belirtelim ki, uluslararası organlarca yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar bir soykırımdır.
Ancak soykırım hukuki bir kavramdır:
hukuki kavramlarla sosyolojik olgular
anlaşılamazlar.
Varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri
gelen hukukçuları bu olayın soykırım olmadığına karar verdi. Bu, yaşananların
daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu o sürgün, katliam ve toplu
öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına gelmez.
Bunu belirtmek gerekiyor çünkü son
zamanlarda soykırım denmesi veya denmemesi bu olanın korkunçluğunu abartma veya
küçültme olurmuş gibi anlaşılıyor. Bu kavramın kullanılıp kullanılmamasının bu
olgunun anlaşılmasıyla veya korkunçluğuyla ilgisi yoktur.
Ama sadece bu kadar da değil, esas
önemli olan şudur: Bir sorunu hukuki kavramlarla
tartışmanın programatik sonuçları
farklıdır; sosyolojik kavramlarla tartışmanın
programatik sonuçları farklıdır.
Ama bunun sonuçları burada da kalmaz. Bir
sorunu hukuki kavramlarla tartışmanın kendisi aynı zamanda sosyolojik
kavramlarla tartışmaya karşı bir
ideolojik mücadeledir.
Yani konunun hangi kavramlarla ele
alınacağının kendisi bir sınıf mücadelesi
konusudur.
Farklı sınıfların çıkarları ve
konumları, dolayısıyla programları arasındaki mücadele; aynı zamanda sorunların
hangi kavramlarla tartışılacağına ilişkin bir mücadele olarak sürer.
Ermeni Katliamı konusunun tartışılması
da böyledir.
Biz de bu mücadeleyi sürdürelim.
*
Ama önce sosyolojik kavramlar ve hukuki
kavramlar konusunda kısa bir açıklama.
“İnsan öldürmek cinayettir” önermesi, sosyolojik bir önerme değildir; hukuki (veya ahlaki) bir önermedir.
Olayın nedenlerini açıklamaz, norm
koyar; “cinayet” analitik bir
kavram değil; normatif bir
kavramdır; hukuki veya ahlaki, değer yüklü bir kavramdır.
Toplumsal gerçeğin özüne ise ancak analitik kavramlarla inilebilir ve olguların nedenleri açıklanabilir.
Marksizm ise nedenlerin ne olduğunu anlamak ve açıklamakla
uğraşır. Yani hukuki değil, sosyolojik kavramlarla çalışır. Nedenler ortadan
kaldırılmadan sonuçlar ortadan kalkmaz.
En ağır cezalar nasıl cinayetleri ortadan kaldırmıyor ve
engelleyemiyorsa, aksine en çok cinayetler en ağır cezaların olduğu yerlerde
oluyorsa, özür dilemenin veya soykırım demenin soykırımları ortadan kaldıracağı
çocuksu bile sayılamayacak bir bilinçli çarpıtmadır. İşte kendisinden soykırıma
uğradı diye özür dilenen İsrail şimdi bizzat kendisi soykırım yapıyor. Çünkü
soykırımların temelinde, “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”,
yani milletler ve milliyetçilik ilkesi ve hatta onun da ötesinde, karşı
devrimci ve gerici, bir ulusu, yani politik olanı bir dil, din, tarih, kültür
ile tanımlamak bulunmaktadır.
Bunlar ortadan kalkmadan, soykırımlar var olmaya devam
edecektir. Sadece dengeler ve refah durumları bunların olmasını
engelleyecektir.
Sosyoloji insanların niçin
birbirini öldürdüğü ile veya belli bir öldürme olayının ardındaki toplumsal nedenlerle;
insanların aynı insan öldürme olgusunu, hangi koşullarda ve neden cinayet;
hangi koşullarda ve neden kahramanlık olarak tanımladığı ile ilgilenir.
İnsan maddeyi aletlerle, olguları kavramlarla işler. Hiç
kimse balık avlamaya yarayan olta ile kuş ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da
tersine kuş avlamaya yarayan bir sapanla balık avlamaya kalkmaz.
Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz
konusu olduğunda, işin kötüsü, tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun
kavramları sosyolojinin kavramları yerine geçirilmekte; sanki bilimsel
kavramlarmış gibi kullanılmaktadır.
Bir toplumu düzenlemenin kavramları (normatif kavramlar,
örneğin hangi öldürme eylemlerine cinayet deneceği), bir toplumu ve tarihi
anlamanın kavramları gibi (Yani analitik kavramlar gibi, örneğin kimi öldürme
eylemlerine niçin cinayet dendiği) kullanılır.
*
Ermeni katliamı üzerine konuşmalar artık şu noktaya gelmiş
bulunuyor: herkes pür dikkat kesilmiş bekliyor: “soykırım” diyecek mi, demeyecek
mi?
Ben bu kavramı kullanmamaya özel dikkat ediyorum artık.
Çünkü konunun bu kavramı kullanmaya, soykırım olarak
tanımlamaya hapsedilmesi aslında gerici bir programı dayatan ideolojik olarak
son derece gerici bir saldırıdan başka bir şey değildir.
Bu kavramı kullanmak bu ideolojik saldırının bir aracı
olmaktan başka bir sonuç vermemektedir.
Neden ve niçin?
Çünkü bir sorunu hukuki bir tartışmaya indirgediğinizde var
olan sistemi olumlamış ve o sistemin yeniden üretimine hizmet etmiş olursunuz.
Zaten tartışmanın buraya sıkıştırılması tam da bu amaca hizmet etmektedir.
Bu amaç, dille, dinle, tarihle tanımlanmış ulusal devletleri
ve ulusları biricik toplumsal varoluş biçimi olarak dayatmadır.
Akıllı ve uzun vadeli düşünen; Türk milletinin ve devletinin
uzun vadeli çıkarlarını savunan; onun daha çağdaş; daha esnek olmasını
isteyenler bu devletin bu soykırımı tanımasını; Türklerle Ermenilerin böylece
barışmasını; Türk devletinin bir başbakanının örneğin Erivan’a gidip Willy
Brantd gibi 1915’in kurbanları önünde diz kırmasını hayal ederler.
Bu aslında padişah olsa soğanın cücüğünü yiyecek çobanınki
gibi, başka bir varoluşu hayal bile edemememin veya başka hayaller için mücadeleye
girmekten kaçmanın veya başka hayaller için mücadeleye girenlere karşı
mücadelenin ifadesidir.
Ama sadece Türk devletinin uzun vadeli çıkarlarını
savunanlar ve uzun vadeli düşünen akıllı Türk milliyetçileri bu hayali
görmezler; Ermeni milliyetçileri de tamı tamına aynı hayali görürler. Onlar
aynı hayalin peşindeki düşman kardeşler gibidirler.
Aslında her ikisi de bu tavırlarıyla, demokratik bir ulusçuluk karşısında gerici bir milliyetçiliği savunurlar ve ona karşı mücadelede bir
ideolojik egemenlik kurmak için ittifak ederler.
Demokratik bir ulusçuluk bir ulusun bir dille, dinle,
tarihle, gelenekle vs. tanımlamasını reddeden ulusu böyle tanımlamaya karşı
tanımlayan bir ulusçuluktur.
Gerici ulusçuluk ise, ulusların ancak bir dil, din, tarih
ile tanımlanmış birimler olduklarını ve olabileceklerini savunurlar ve bu
anlayışa dayanırlar.
İşte sorunu “özür”e ya da “soykırım” deyip dememeye
hapsedenler sadece nedenler üzerine bir sosyolojik aydınlanmanın ve tartışmanın
önünü kesmiş olmazlar, aynı zamanda politik olarak demokratik bir ulusçuluğa
karşı da savaşmış olurlar.
“Soykırım” ve “özür” kavramları Türk ve Ermeni Milletlerinin
ve Devletlerinin demokrasiye ve demokratlara karşı ideolojik mücadelesinin en
kritik kavramlarıdır. Çünkü var olanı korumanın, onun meşruiyetini yeniden
üretmenin ve varlığını tartışma dışına düşürmenin araçlarıdırlar. Çünkü Türklük
ve Ermenilikle tanımlanmış devletleri ve milletleri varsayarlar ve yeniden
üretirler. Türklükle veya Ermenilikle tanımlanmamış, böyle tanımlamaya karşı
tanımlanmış demokratik bir ulusun ve ulusçuluğun var olabileceğini tartışmanın
ve hayal gücünün dışına iterler.
Bunu anlamak için, başka bir durumu hayal edelim.
Diyelim ki Türkiye’de radikal bir demokratik devrim oldu. Bu
devrim sonucu ulusun Türklük, Kürtlük, Ermenilik, İslam vs. ile tanımlanmasına
son verildi. Devlet, ulusu böyle, bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlamaya
karşı tanımlıyor.
Yani somut olarak, örneğin ülkedeki hiçbir dili avantajlı
duruma getirmemek için ortak konuşma ve haberleşme dili İngilizce seçilmiş. Ama
herkesin aynı zamanda ana dilinde eğitim ve her türlü devlet işini ana dilinde görme
hakkı ve devletin herkese ana dilinde
hizmet verme görevi var.
Okullarda ulusların tarihi olmadığı ama kendisi zaten bir
karşı devrim anlamına gelen dile, dine, tarihe dayanan ulusçuluğun, çifte
kavrulmuş karşı devrimci ve gerici biçimlerinde, ulusları bir tarih
aracılığıyla yarattığı, bunun için saçma şeyler bile uydurulduğu okutuluyor.
Bu bağlamda örnek olarak bir zamanlar tarih kitaplarında,
Türk ulusunun aslında genetik ve kültürel olarak yüzde doksan beşiyle, zaman
içinde Müslümanlaşmış Ermeni, Rum ve Anadolu’nun diğer eski halklarından
(Likyalılar, Manavlar vs.) oluşturulduğu; fatihlerin yüzde beşi bile
bulmadığı; ama bir zamanlar okutulan
tarihin olgularla bile en küçük düzeyde bir ilişki içinde bulunmayan Orta
Asya’dan gelen Türklere dayanan bir tarih okutulduğu anlatılıyor Bu dile dine
etniye göre tanımlanmış ulusların ve ulusçuluğun insanlara nasıl korkunç
felaketler yaşattığı ve gerici niteliğini göstermek için Ermeni Katliamı gibi
olaylar inceleniyor.
Bu Demokratik Cumhuriyet, tarihsel bir haksızlığın
sonuçlarını biraz olsun giderebilmek için, diyelim ki, birkaç nesil önce Anadolu’da
yaşamış insanların hepsine buraya gelip yerleşme, hayat kurma, eğer imkân varsa
ve başkalarını mağdur etmeyecekse atalarının mallarını kullanma hakkı ve
yeniden bir hayat kurmak için destekler veriyor vs..
Bu Demokratik Cumhuriyet’te Türk, Ermeni, Rum, Kürt veya
“ulussuz” vs. olmak; tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki herhangi bir dinden veya
dinsiz olmak gibi özel bir sorun olur.
Üç kişi bir araya gelip nasıl bir dernek, bir din vs.
kurabilirse, üç kişi bir araya gelip istediği “ulusu” kurabilir. Devlet, Din,
dil, soy, “kültür” vs. körüdür.
Tıpkı spor kulüpleri karşısında kör olması ve tarafsızlığı
ve yurttaşların haklarını savunmakla görevli olması gibi.
Bir ulustan olmak bir dinden veya bir spor kulübü taraftarı
olmaktan hiç farklı olmaz.
*
İşte bunlar aslında sosyalist bile olmayan sıradan bir Demokratik
Cumhuriyetin özellikleridir.
Bu program da Demokratik Cumhuriyet programının temelidir. Yurttaşların
biçimsel bir eşitliğinden ötesi bile değildir. Bugün en demokratik ülkeler bile
bundan fersah fersah uzaktır. Bunlar aslında ezilenlerin bir devriminin geçer
ayak yapması gerekenlerden başka bir şey de değildir.
Emin olun böyle bir devlete karşı mücadelede; ulusu ve
devleti Türklükle tanımlayan Türk milliyetçileri ile ulusu ve devleti
Ermenilikle tanımlayan Ermeni milliyetçileri (ve Kürtlükle tanımlayan Kürt milliyetçileri)
ittifaka girerler. Zaten şu anda tam da böyle bir ittifak içindedirler. Bunu da
tamı tamına konuyu “soykırım” ve “özür” düzeyinde tartışmaya
tıkarak yapmaktadırlar.
Böyle bir durumda, buna karşılık “Türk”, “Ermeni” (veya “Kürt”)
demokratları da böyle bir demokratik cumhuriyetle ittifak halinde olurlardı. Ve
böyle bir demokratik cumhuriyet, kendini Türklük veya herhangi bir şeyle
tanımlamadığı, bunların politik olarak, yeşil gözlü olmak veya 42 numara
ayakkabı giymekten farkı olmadığı için, demokrat “Ermeniler” Ermenistan’da
devrim yaptıklarında Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti ve bu Cumhuriyetin
birleşmemeleri için hiçbir neden kalmazdı. Aynı şey “Kürtler”, “Araplar”, “Farslar”,
“Gürcüler”, “Yunanlılar” vs. için de geçerlidir. (Bu hikâye tersinden de
anlatılabilir. Ermenistan’da bir demokratik Cumhuriyet kurulduğu varsayımından
hareketle. Ancak Ermenistan çok küçük ve fakir bir durumda bulunduğundan,
muhtemelen demokraside kendi varlığına bir tehdit gören Türk devletinin yardım
ettiği Ermeni milliyetçilerince ezilirdi.)
Böyle bir hayali ve amacı; yani böyle bir programı olma ile 1915 katliamının nasıl
tartışılacağı arasında özsel bir ilişki vardır.
Amacınız Türklükle, Kürtlükle veya Ermenilikle tanımlanmamış;
böyle tanımlamaya karşı tanımlanmış bir demokratik cumhuriyet ise; katliamın
nedenleri olarak bizzat ulusların böyle tanımlanmasını katliamların baş
nedenlerden biri olarak görürsünüz. Bu tür tanımlamalar olduğu sürece
yeni katliamlar kaçınılmazdır, bütün tarih de bunu gösterir dersiniz.
Ama amacınız, Türklükle tanımlanmış bu devleti ve Türk
ulusunu yaşatmak, bunun için de onu modernize etmek; esnetmek, böylece
Türklükle tanımlanmış bir devletin daha uzun yaşamasını sağlamak ise; Türklerin
ruhsal olarak daha sağlıklı insanlar olmasını sağlamak ise, konuyu bunu Osmanlı
yaptı veya İttihat Terakki yaptı veya biz
yaptık işte özür diliyoruz gibi bir çerçevede tutmak sizin yapacağınız ve
yapabileceğiniz biricik eylemdir.
Burada bütün her şey o biz kavramında gizlidir. Siz de kendinizi o biz’den addedip o biz’i değiştirmeye çalışıyorsunuz demektir. Kendinizi başka türlü
değerlendirdiğinizi düşünseniz bile.
Ama bir demokratın görevi ne Türk devletini yaşatmak ne Türk
ulusunu yaşatmak, ne onları daha modern ve esnek kılmak ne de Türklerin ruh
sağlığı olabilir.
Demokrat Türkleri Türklüğe karşı mücadeleye; Türk olmaktan çıkıp
bir Demokrat olmaya çağırır.
Çünkü bir Türk Demokrat olamaz. Bir Türk ancak devletin ya
da ulusun Türklükle (veya başka bir dille, dinle, tarihle) tanımlanmasına karşı
çıkıp onunla mücadele ettiğinde Demokrat olabilir.
Bu elbette politik bir anlamı olmadan kendi Türk olarak
görmesinin önünde bir engel değildir, Türklüğün tıpkı bir takım taraftarlığı
gibi, tıpkı gerçekten laik denebilecek bir ülkede herhangi bir dinden olmanın hiçbir
politik anlamının olmaması gibi, kişilerin tamamen özel sorunu olması gibi özel
bir sorun olması için mücadeledir Türklüğe karşı mücadele. Elbette bu önerme
Ermeniler, Kürtler, Fransızlar vs. için de geçerlidir.
O halde, gerçek bir Demokrat, Türk devletinin soykırımı
tanıması gibi bir amaca sahip olamaz. O zaten devletin Türklükle veya benzeri
bir şeyle tanımlanmasını bütün bu acıların temelindeki neden olarak görür.
Dolayısıyla kendisini yok etmeyi amaçladığı şeyin düzelmesi için mücadele
etmesi saçmadır.
Özür konusu da böyledir.
Türkler devletlerinin özür dilemesini isterler veya kendileri
Ermenilerden Türk olarak özür dilerler ve dileyebilirler.
Gerçek bir demokrat ve devrimci ise, bir sosyalist ise, eğer
özür dilemesi gerekiyorsa, şöyle bir özür diler, daha doğrusu otokritik yapar.
“Ulusçuluğun ama özellikle bir dil, din, vs. ile tanımlanmış ulusçuluğun
böylesine egemen olmasının ve gerek dün gerekse bugün insanların büyük acılar
çekmesinin en büyük suçlusu biz sosyalistleriz. Gerçek birer radikal demokrat
da olması gereken biz sosyalistler, kendimiz ulusçuluğun ve ulusçuluğun en
gerici biçimlerinin (yani bir dile, tarihe göre tanımlanmış biçimlerinin) en
büyük yayıcıları olduk.
Çünkü ulusun ne olduğunu anlayamadık; çünkü Aydınlanma’nın çocuğu
olduğumuzdan onun din kavramının dışına çıkamadık. Dinin ne olduğunu anlayamadığımız
için ulusun ne olduğunu anlayamadık; onun modern toplumun dininin karşı devrime
uğramış bir biçimi olduğunu anlayamadık. Eski dünya karşısında bu modern
dünyanın savunucuları ve yayıcıları olarak aslında onun karşı devrime uğramış
gerici biçiminin yayıcıları olduk. Uluslar ve ulusçuluk, özellikle de onun en
çok acılara yol açmış en gerici biçimi, ulusçu olmadığını iddia eden bizlerin
omuzlarında zafer yürüyüşünü gerçekleştirdi.
Uluslara ve ulusçuluğa karşı savaş açacak yerde ekonomik eşitliği öne çıkararak
fiilen bu eşitsizliğin savunucularına ve yeniden üreticilerine dönüştük.”
Evet, bir sosyalistin dolayısıyla tutarlı bir demokratın özrü budur ve böyle olmalıdır.
Evet, bir sosyalistin dolayısıyla tutarlı bir demokratın özrü budur ve böyle olmalıdır.
(Biz yıllardır yazılarımız ve kitaplarımızla bu “özrü”
diliyoruz bir bakıma. Örneğin “Marksizm’in
Marksist Eleştirisi” kitabımız bu özrün kendisidir. Ama Türk Devletinin
özür dilemesini isteyen sözde sosyalistler, bu özür karşısında, onu yok
saymakta birbirleriyle yarışıyorlar ve aslında yokmuş gibi davranıp susmaları
ile kendi milliyetçiliklerini ele veriyorlar.)
Emin olun bu “özür” sadece Türk devletini değil; Ermeni
Devletini de hiç memnun etmeyecektir.
Çünkü onlar bu “özür”de kendi varoluşlarına karşı en büyük
tehdidi görürler.
Ama sadece onlar değil; bugün ortalığı kaplamış her şeyi
“soykırım diyor musun demiyor musun”; “Türk devleti özür dilesin diyor musun
demiyor musun”a hapseden ve çoğu kendini sosyalist ve demokrat sanan liberaller
ve sosyalistler de.
Yukarıdaki gibi düşünen bir Marksist ise, eleştiri oklarını
kendine yöneltir.
Ve işte kendine yönelttiği bu eleştiri oklarıyla Ermeni
Katliamı karşısında gerçek bir “yüzleşme”; yani İslam’ın deyimiyle “nefsine karşı mücadele”, yani savaşların
en kutsalını başlatmış olur.
Sosyalistlik her şeyden önce devlet ve millet ve sermaye
düşmanlığıdır.
Ama önce de “kendi”
devletine, “kendi” milletine ve “kendi” sermayesine (burjuvazisine)
düşmanlıktır.
Ama oradaki “kendi”
kendinizin olmayan; kendisine karşı savaş
için özellikle size düşen parça ya da görev anlamındadır.
Bu nedenle “kendi”
devletinizin ve milletinizin özür dilemesi için mücadele etmeniz, sizin o
devleti ve milleti gerçekten kendi
devletiniz ve milletiniz olarak içselleştirdiğiniz anlamına gelir.
Bu, bir ateistin papanın işlediği cinayetler nedeniyle özür
dilemesi veya papayı özür dilemeye davet etmesi gibidir.
O ateist kendine ne derse desin artık nesnel olarak bir Hıristiyan’dır.
Tıpkı kendine “enternasyonalist” diyen sosyalistlerin,
kendilerine ne derlerse desinler, aslında birer milliyetçi olmaları gibi.
24 Nisan 2014 Perşembe
Demir Küçükaydın
(2020 19 Occak’ta gözden geçirilip uslup düzeyinde bazı
düzeltmeler yapıldı. D. K.)
[i]
Yazılarım “Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine Yazılar” başlığıyla yaptığım,
konu üzerine yazılarımdan oluşan derlemede bulunmaktadır. Derleme şuradan
indirilebilir: https://drive.google.com/folderview?id=0BxCB_Gtx8VYASUJNekpocWZuRW8&usp=sharing
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder