“İnsan çıkarlarına aykırı olursa matematik aksiyomlar bile
tartışma konusu olur” diye bir söz vardır.
Bu, Marksizm’in, yani biricik Toplum Bilimi ya da biricik sosyolojinin
doğum çığlığı olan önermenin, yani düşüncenin varlığı değil, varlığın düşünceyi
belirlediği önermesinin değişik ve mantık sonuçlarına varmış bir ifadesidir.
Akli argümanların ve aklın toplumu yönlendirdiği şeklindeki burjuva rasyonalizminin
panzehiridir. Toplumun hareketini ve evrimini, akıl ya da akli argümanlar
değil, sosyolojinin konusu olan toplumsal güçler yönlendirir ve bu güçlerin
kaynağı toplumun üretici güçlerinde, üretim ilişkilerindedir.
Varlık, yani toplumsal konum ve çıkarlar Düşünceyi (yani
İdeolojiyi) belirliyorsa, elbette bu konumu ve çıkarı savunmak için her türlü
anlam kaymaları, kavramların anlamını ve içeriğini çarpıtmalar, olmamışı olmuş,
olmuşu olmamış, önemliyi önemsiz önemsizi önemli gibi göstermeler, tarihi tahrif
etmeler, çıkarlar ışığında yorumlamalar, yeniden yazmalar vs. gırla gidecektir,
gitmiştir ve gidiyor.
“Gerçek Devrimcidir” sözünün müthiş yıkıcı ve devrimci
anlamı da burada gizlidir. Sadece kaybedecek şeyi olmayanlar, gerçekten radikal
ve devrimci olanlar gerçeğin bu binbir türlü çarpıtılmasından çıkarlı değildirler
ve bu çarpıtılmalara karşı mücadele etmek zorundadırlar.
Bu çarpıtmaların son derece tipik bir örneğini Mehdi ve/veya
Mesih tartışmalaında görüyoruz.
Mehdi veya Mesih, tarih boyunca, yani kapitalizm öncesi
sınıflı toplumlarda, ezilen sınıfların, (esas olarak köylülerin, esnaf ve
zanaatkarların, yani emekçilerin) inancı olarak eşitlikçi ve adil bir dünyanın
ütopyasının kurucu sembolü olagelmiştir.
Hemen hemen bütün köylü isyanları, isyancı ve muhalif
tarikatler Mehdi (Mesih) inancına dayanmışlardır.
Ancak her zaman olduğu gibi egemen sınıflar da, (kapitalizme
kadar “egemen sınıf” ki özünde artı
ürüne el koyan Devlet ve onu oluşturan sınıflardır, yani kısaca Şark
despotluğudur, onu sembolize edenh Firavun ve Nemrut’tur) devrimci, yıkıcı ve
isyankar bu kavramı ve anlayışı değiştirerek, içini boşaltarak kendi
çıkarlarının aracı olarak kullanmışlardır.
Örneğin Pers uygarlık alanı İslam, daha doğrusu İslam ile
gençlik aşısı almış Mesopotamya ve Mısır uygarlıkları ve devletleri (Emeviler) tarafından
feth edildiğinde, binlerce yıllık İran devleti ve onun en güçlü aracı olan
Rahipler, din adamı diye bir kurum tanımayan ve Müslüman olmayı bütünüyle kişinin
Allah’ın varlığını kabule indirgeyen ve bu anlamda müthiş devrimci olan İslam’ı,
kendi varlık ve egemenliklerini sürdürmeye hizmet edebilecek şekilde yeniden
tanımlarken ezilenlerin Mehdi inancını kendi varlık ve egemenliklerinin bir aracına
dönüştürdüler ve buna dayanarak da Mehdi gelinceye kadar işleri yönetmek ve toplumun
sorunlarını çözmek üzere bir rahipler kastının (Ayetullahlar) varlığını meşrulaştırmanın
aracı olarak kullandılar. Böylece binlerce yıllık Mecusi (Zerdüşt) rahipleri
İslam Şiiliğinin Ayetullahlarına dönüşerek varlık ve egemenliklerini sürdürdüler.
Şiilik Pers uygarlığının ve devlet geleneğinin feth ettiği İslamın,
(Sünnilik de Mezepotamya ve Mısır uygarlığının ve devlet geleneğinin feth
ettiği ve bunlar tarafından feth edilen İslam’dan başka bir şey değildir)
adıdır.
Devrimci ve yıkıcı anlamıyla Mesih ve Mehdi inancı esas
olarak kır ve şehir emekçilerine (köylülere, esnaf ve zanaatkarlara) dayanan muhalif
mezhep tarikatların gözeneklerinde yaşamış ve büyük bunalım dönemlerinde “huruç
eylemek” için sırasını beklemiştir. Bu nedenle örneğin adeta neolitik köy
komünü ilişkilerinde yaşayan Alevi köylüsünün Mehdi beklentisi ile Şii ve Sünni
din adamlarının Mehdi ideolojileri çok farklıdır ve bu özleri itibariyle bu Mehdiler
karşı saflarda yer alırlar.
Ezenlerin ve Şark devletlerinin tüm kendi amaçları için
kullanma çabalarına rağmen yeryüzünde adil ve eşitlikçi bir düzen kuracak Mehdi
veya mesih fikrinin ve kavramının müthiş devrimci ve yıkıcı bir potansiyeli
vardır ve iğdiş etme çabalarına rağmen yok edilememiştir.
Modern sosyalist hareket de özünde bu kavrayışa dayanır.
Sosyalist hareketin ideali olarn yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi
ve adil bir Sosyalizm-Komünizm ideali aslında son duruşmada, Mesih’in kuracağı
bin yıllık adil ve eşitlikçi düzen fikrinin modern bir versiyonundan başka bir
şey değildir.
Temelde böyle bir gelenek olmasaydı, böyle bir modern
tasavvur da var olamazdı. Modern sosyalizmin Mehdi/Mesih’i Proletaryadır. Mehdi
tasavvru olmasaydı bir Proletarya tasavvuru da olamazdı.
Aslında Mesih ve Mehdi inancı, son derece devrimci, binlerce
yıllık sınıflı toplum tarihi boyunca, her türlü ezilen sınıflar isyanına
katalizatörlük etmiş, bu isyancı geleneğin yaşamasını sağlamıştır.
Ve bu inanç esas olarak, tek tanrılı dinlere beşik olmuş
orta doğu ve daha genişlemiş biçimiyle İran ve Akdeniz uygarlığının
emekçilerinin bir kazancı olagelmiştir. Bu kazancın ne anlama geldiği Hint ve
Çin uygarlıklarının ve o uygarlıklara has dinlerin temel varsayımlarıyla kıyaslama içinde görülebilir.
Bir Hindu dininde (Brahmanizm) Mehdi inancı var olamazdı. Hint
alt kıtasını feth eden Aryenlerin kurduğu sistem, bir süre sonra kast sistemine
dönüşmüştü. Ve egemen kastlar öyle bir ideolojik sistem kurmuştu ki, buna göre,
herkes öldükten sonra başka bir kasttan insan veya başka bir canlı olarak
tekrar dünyaya gelebiliyordu.
Bu anlayış ister istemez bu dünyada bir eşitlikçi düzen
fikrini ve ütopyasını dışlayıp, herkesin kişisel olarak dünyaya diğer
gelişlerinde kurtulması gibi bir anlayışı besliyordu. Bu anlayışın egemen
olduğu bir dünyada veya uygarlıkta ezilenlerin isyanına katalizatörlük edecek,
yeryüzünde bin yıllık bir eşitlik ve adalet düzeni kuracak bir tasavvur, bir
ütopya ve bir Mehdi inancı soluk alacak en küçük bir delik bulamaz ve
bulamamıştır da. Çünkü toplumsal düzenin değişebilip adil bir düzen
olabileceğine dair bir tasavvurun varlık koşulu yoktur kast sisteminin içinde.
Bu sistem öylesine güçlüdür ki, aslında Kast sistemini yok
etmek için var olan Allah bile, Hindistan’ı feth ettiğinde bu sistemi yıkamamış,
Allah da bu kast sisteminin dışında ama tıpkı Dokunulmaz paryaların da
kastların dışında ama fiilen bir kast olması gibi, Hint alt kıtasında bir Müslüman
kastının tanrısına dönüşmüştür.
Böylesine kastların yerleştiği bir dünyada, eşitlikçi ve
adil bir düzen düşüncesi ve böyle bir düzeni getirecek egemenleri (Deccal) yok
edecek bir Mehdi/Mesih düşüncesi var olamazdı, dolayısıyla bu temel kavrayışı
modern toplumun gidişinde temellendirecek bir Marks çıkamazdı.
Budizm’de ise durum daha da kötüdür. Budizm Hinduizm’e karşı
bir direniş ve muhalefet hareketi olarak Hindistan’da doğmuştur.
Buda’nın hayatı, kast sistemi karşısında bir çıkış
arayışının, sonunda çıkışı bireysel bir kurtuluşta aramasıyla sonuçlandığını
gösterir. Budizm, Kast sisteminin değiştirilemezliğini kabul ile sonuçlanan bütün
bu fiili teslimiyetine rağmen, doğduğu Hindistan’da bile yaşayamamış ve
tutunamamıştır.
Budizm ancak Asya’nın daha az uygarlığa bulaşmış, Hindistan kadar
kast sistemi içinde taşlaşmamış bölgelerinde yaşama olanağı bulmuştur. Bu
nedenle, hindiçini, Japonya, Himalayaların zirveleri budizmin sığındığı yerler
olabilmiştir.
Ama o durumda bile adil bir toplumsal düzene yönelik bir
ütopyası olan Mesih inancını değil, yeryüzünde adaletsizliği veri ve değişmez
kabul ederek bunun içinde daha katlanılabilir ve daha acısız bir yaşamdan fazlasını
önerememiştir. Bu niteliğiyle de özellikle ezilenlerin ciddi yenilgi ve
teslimiyet dönemlerinde, bireysel kurtuluş arayan mezhep ve tarikatlara ilham
kaynağı olmuştur.
Keza Çin ve Japonya’daki “savunma sporları” denen tarikatler
de özünde sömürü ve baskıya karşı bir direniş fikrine dayanmalarına rağmen,
adil ve eşitlikçi bir düzenin kurulabilirliği ve gerektiği fikrine uzak kalıp
kişisel bir kurtuluş veya direnişin ötesine gidip bir toplumsal proje
geliştirememişlerdir.
Ama Ortadoğu, Akdeniz İran uygarlık alanı, ortasındaki
Akdeniz ile hem bir kıvrak ve suya dayanan uygarlık olmuş, hem de örneğin
Hindistan gibi doğal (Himalayalar) veya Çin gibi doğal ve suni (Gobi Çölü,
Himalayalar, Çin seddi) setlerle ayrılmamışlığı, dolayısıyla taşlaşamamışlığı
nedeniyle, yani Kıvılcımlı’nın “Barbar akını” dediği ilkel sosyalizmin
eşitlikçiliğini bir ölçüde olsun yaşatan toplumların akınları karşısında
korumasız bir yol geçen hanı olması nedeniyle, Mezopotamya, Mısır, İran ve
Akdeniz’in Şark despotlukları hiçbir zaman Çin ve Hindistan’taki gibi ezilenlerin
isyan ve eşitlikçi bir toplum düşüncesini tamamen yok edememişlerdir.
İbni Haldun’un Birinci Batın (Kuşak) uygarlıklar dediği,
Mezopotamya ve Mısır’ın Tunç’a dayanan nehir boyu uygarlıkları ve o
uygarlıkların ortaya çıkardığı birer Şark despotluğu olan devletlerin sembolü
olan Mezopotamya’nın Nemrut’u ve Mısır’ın Firavun’una karşı İbrahim ve Musa
peygamberler ve Onların Allah’ı aslında Devletin ve Şark despotluğunun keyfiliğine,
adaletsizliğine ve egemenliğine karşı onların keyfiliğini sınırlamanın bir
aracıydı.
Onlara “sizden büyük Allah var” diyordu. Bu aynı zamanda
ezilenlere Firavun ve Nemrutlara karşı bir isyan için, onlardan üstün bir Allah
bayrağını bahşediyordu.
Ancak Allah, Firavun ve Nemrutlara, yana Şark despotluğuna
ve devletine karşı yeryüzüne Peygamberlerini yolladıysa da bir süre sonra bu
şark despotları Allah bayrağını ele geçirip, Allah’ı kendi hizmetlerine
koşmanın bir yolunu buldular. Kendilerinin, Osmanlı padişahları gibi, “Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi” olduklarını söyleyip, Allah’ı kendi egemenliklerinin bir
aracına çevirmekte gecikmediler.
Onlar Allah’ı ele geçirince ezilenler eşitlikçi ve adil bir
toplum idealini ve bunun mümkün olabilirliğine ilişkin temel varsayımı ve
kabulü, Mesih ve Mehdi inancıyla yaşatmaya çalıştılar.
İlk tek tanrılı din gibi ilk Mesih de, sürgün ve kölelik
içinde yaşayan Yahudilerin kurtulma umudunu ifadesiydi.
İlk tektanrılı din olan Musevilik, aslında bir kastın
dinidir. Allah henüz tüm insanların Allah’ı değildir. Diğer tanrılara tapanlar
karşısında sadece Musevilerin (Yahudierin) seçilmiş kavminin tanrısıdır.
Allah’ın diğer tanrıları savaş açıp onları aynı tanrının kulluğunda en azından
hukuken ve biçimsel olarak eşit kılabilmeyi akıl edebilmesi önce Roma
İmparatorluğunun yayıldığı topraklardaki diğer tanrıları yok etmesiyle, yani
İsa ve Hıristiyanlık ile ve daha sonra tüm uygrlık alanlarındaki insanları
eşitlemek için tüm diğer Allahları ve din adamları kastlarını yok etmeyi
hedefleyen İslam ile oluşmuştur.
Sanılanın aksine Allah düşüncesinin kendisi de tıpkı Mesih
inancı gibi müthiş devrimci ve eşitleyicidir. Din sanılanın aksine tüm
toplumlarda tüm toplumsal hayatı ve tüm toplumsal ve bireysel ilişkileri
düzenler. Bu nedenle ayrı dinler birbiriyle evlenemez. Yani çok Allahlılık
birbirinden su geçirmezce ayrılmış kastlar da demektir. Hindistan’daki çok
tanrılılık ile kast sistemi birbiinden ayrılmaz. Allah’ın devrimci özü en iyi
kast sistemi ve Hindistan’ın çok tanrılılığının kıyaslamasında görülebilir.
Allah bir kastın (Musevilerin) tanrısı olmaktan çıkıp, tüm
insanları eşitleyen bir Allah olabilmek için, Yahudilerin bir kastın Allah’ı
olan Allah’ı ile mücadele etmiştir.
İlk Hristiyanların, özellikle de Paulus’un Yahudilik içinde din
adamları kastının egemenliği ve çürümüşlüğüne karşı, bir Mesihçi ve isyancı
tarikat olarak doğan İsa’nın öğretisini, bir tarikat olmaktan çıkarıp bir dine
dönüştürmesi aslında Allah’ın, bir Kast’ın tanrısı olmaktan çıkıp en azından
Tüm Roma imparatorluğunun topraklarındaki insanların tanrısı olma
mücadelesinde, tüm bu topraklarda yaşayan insanları eşitleme mücadelesinden başka
bir şey değildir.
Bu bize şunu da gösterir tek tanrı inancı ile Mesih fikri
birbiriyle bağlantılıdır. Tek tanrının olmadığı bir dünyada Mesih-Mehdi de
olamazdı. Çünkü adil ve eşitlikçi toplumsal düzen fikri ancak kastlaşmamış bir
toplumda (Yani tek tanrının egemen olduğu bir toplumda) yaşama ve var olma
olanağı bulabilir.
Yahudilikte bir öte dünya yoktur. Cennet ölümden sonra
değil, yeryüzüne atılmadan önce vardır. Geçmiştedir. Gelecekte ise Yeryüzünde
bin yıllık adil ve eşitlikçi bir düzen olacaktır. Onu kuracak olan da Mesih’dir,
Mehdi’dir.
Yahudiliğin bu temel varsayımı daha sonra bütün semitik
dinlerde (Hıristiyanlık ve İslam) var olmaya devam etmiştir. Ama Musevilikte sadece
kendilerini kurtaracak olan Mesih, sonra gelen evrensel Allah’ın egemenliğinde,
esas olarak ezilenlerin partisinin bir dayanağı olmuştur.
*
Ne Türkiye’nin generalleri ne İran’ın mollaları ne de
Arabistan’ın emirleri eski çağların egemenleri değildir. Onların kendileri ve
sistemleri modernleşme metaforfozuna uğramıştır.
Modern ulus ve ulusçuluk düşüncesi bu eski çağların
kalırtısı egemenlerin egemenliklerini sürdürmeleri için tam biçilmiş kaftandır.
Politik olanı (Devleti) Şiilikle, Farslılıkla (İran) veya Türklükle ve
Sünnilikle (Türkiye), Araplıkla veya İslam’ın uygun gelen bir yorumuyla (örneğin
selefilikle) tanımlayıp, tanım dışında kalanları ezerek ve toplumu bölerek hem
güçlü bir devlete ve hem kendi olmazsa olmazlığınıza toplumu ikna
edebilirsiniz.
Bütün eski uygarlık beşiklerinde olan budur.
Bu nedenle de Uluslar, içinde eşitlikçilik mücadelesi
verilecek tarafsız ortamlar değil, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken
karşı-devrimci düzenlerdir. Çünkü yapıları gereği, ulusu bir dille, dinle vs.
tanımlayarak eşitsizliği üretirler.
Burjuvazi Paris’in donsuzlarının devrimci ve eşitleyici aydınlanma
kozmopolitliğine karşı bir dile, dine dayanan ulusçuluğu keşfetti ve bununla
karşı devrimci biçimler içinde modern toplumsal sistemler kurmayı denedi ve
başardı.
Onun bu başarısı aslında, ulusu ve ulusal devleti yıkılması
ve kendisine karşı mücadele edilmesi gereken bir şey olarak tanımlayamayan ve
var olan uluslar ve ulusal devletler içinde eşitlikçi ve adil toplumlar
kurulabileceği hayalini yayan sosyalist ve marksistlerin emekleri, katkıları ve
fedakarlıklarıyla başarıya ulaştı.
Marksistler ve sosyalistler kendi iddialarının aksine fiilen
modern toplumun bu karşı devrimci biçimde yaeryüzüne yayılışının birer aracı
oldular. Burjuvazi ve Şark despotlukları kalıntısı devletler biz sosyalist ve
Marksist düşmanlarına karşı ne kadar minnettar olsalar azdır. Niyetlerimiz ve
nesnel işlevimiz tamamen farklı idi.
Bu nedenle insanlığın bugün bulunduğu bunalımdan çıkabilmesi
için sosyalistlerin ve Marksistlerin Ulusun ve Dinin ne olduğunu doğru dürüst
anlamaları, birer ulusçu olmaktan çıkıp birer Demokrat’a ve İnsan’a
dönüşmeleri, yani uluslara ve ulusçuluğa karşı savaşı en başa almaları
gerekiyor.
Demokrat, ulusun bir dille, dinle, tarihle, ırkla,
soyla tanımlanmasına karşı çıkandır.
İnsan, ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesini reddeden, ulusal olanın nasıl tanımlanırsa anımlansın kişisel olarak
tanımlanması için mücadele edendir. Yani uluslara ve ulusal devletlere karşı
mücadele edendir.
Sosyalist ise, Ulusların ve ulusal devletlerin olmadığı bir
dünyada sosyal eşitlik için mücadele edendir. Yni sosyalist olmak için önce Demokrat
ve İnsan olmak gerekmektedir. Bugün yeryüzündeki sosyalistler ise, demokrat ve
insan olmayı burjuvaziye teslimiyet veya sosyalizmin bir yan ürünü olarak
görmektedirler. Temel yanlış buradadır.
Sosyalistler tek tek ülkelerde önce tüm yurttaşların
biçimsel eşitliğini savunmalıdır. Bunun da bir tek yolu vardır. Ulusun, yani
devletin, yani politik olanın bir dil, din, tarih, soy, ırk, kültür vs. ile
tanımlanmasına son verilmesi. (Bunların tanınması değil. Bunların tanınması
onların birer politik birim olmasını ve birer politik birim olarak tanınmasını
gerektirir ki, sonunda tıpkı Lübnan gibi bir kaosa ve son derece eşitsiz,
bugünkünü bile aratacak bir düzene yol açar. Yani Türkiye aktüalitesinde ifade
edersek, Kürtlerin Statü elde etmesi değil, Türklüğün veya başka bir şeyin
statüsünün olmaması.)
Ama bugünkü dünyada en demokratik biçimiyle, yani her türlü
dil ve din kötü uluslar bile artık gericidirler. Bugünün dünyasında bir tek
dünya cumhuriyeti ve tüm ulusların ve ulusal sınırların ilgası en acil adımdır ve
programatik görevdir. Bir dünya savaşı ya da ekolojik bir felaketle yok olmamak,
yani kıyametin kopmaması için uluslar ve ulusal devletler kategorik olarak
reddedilmeli ve uluslara ve ulusal devletlere karşı bir mücadeleye
girilmelidir.
Mehdi veya Mesih, Türk veya Farisi veya Amerikalı veya İsrailli
değil, ancak tüm bu ulusları ve ulusal sınırları yok etmeye yemin etmiş kozmopolit
ücretliler ve dünya vatandaşları olabilir.
Marks, elbette böyle ifade etmedi ama bu konumuzun diyine
çevirirsek, yeryüzünde bin yıllık Mesih’in kırallığını ve Cennet’i
Proletaryanın kurabileceğini öngörmüştü, tabii eğer Komünist Manifesto’nun ilk
satırında da belirttiği gibi bir çöküş olmazsa.
Ancak unuttuğu bir şey vardı. Eşitlik sadece iktisadi
eşitlik olarak ele alınıyordu ve biçimsel ve hukuki eşitliğin varlığı veri
kabul ediliyor veya bu iktisadi eşitliğin bir sonucu ve yan ürünü gibi ortaya
çıkar diye kabul ediliyordu. (Mark hiçbir zaman böyle bayağı bir durumda olmasa
da, sosyalizm için demokratik bir cumhuriyetin önemini sürekli vurgu yapsa da.
Sosyalist hareketin genel vurgusu böyle oldu.)
Tarih en azından bunun böyle olamayacağını gösterdi. Şimdi
iktisadi eşitlikten (Sosyalizm) önce biçimsel ve hukuki eşitlik (Demokrasi) için
mücadele etmek gerektiği, yani hem ulusların bir dille, dinle vs.
tanımlanmasına savaş açılması gerektiği, hemde genel olarak, kategorik olarak
uluslara karşı mücadele edilmesi (İnsan olmak) gerektiği (Yani sadece bir ulus
içinde değil, yeryüzü ölçüsünde biçimsel eşitlik gerektiği) ortaya çıkmış
bulunuyor.
Sınıf analitik bir kavramdır, somut olarak toplumda elle
tutulur, uluslar gibi, cemaatler gibi, dernekler, partiler gibi bir somut var
oluşu ve karşılığı yoktur ve olamaz. Bu nedenle sınıflar devrim yapamaz. Çünkü
analitik kavramlar devrim yapamaz.
Paradoksaml gelebilir belki ama bu önermeyi şöyle tamamlamak
gerekir. Sınıflar ve alt sınıflar devrim yapamaz, ama bütün devrimleri de alt
sınıflar yapar.
Paradoksun çözümü analitik kavramlar ve somut toplumsal
varoluşlar arasındaki farktadır.
Sınıflar ancak somut bir toplumsal biçim aldıklarında bir devrim
yapabilirler. Roma’nın köleleri ve ezilen köylüleri birer Hıristiyan olduklarında
bir devrim yaptılar; Mekke’nin plepleri Müslim olduklarında birer devrim
yaptılar, Paris’in donsuzları veya petrograd’ın işçileri birer cumhuriyetçi ve
demokrat olduklarında bir devrim yaptılar.
Proletarya da Demokrat olduğunda (Ulusun bir dille, dinle vs.
tanımlanmasını reddetmek, böyle tanımlamaya karşı tanımlamak) ve İnsan olduğunda
(Ulusal olan ile politik olanın çakışmasını reddetmek, ulusal olanın nasıl
tanımlanırsa tanımlansın, politik olmayan kişisel birsorun olarak tanımlanması
için mücadele etmek) Marks’ın tarımladığı anlamda bir kurtarıcı, bir Mesih
(Mehdi) olup, yeryüzünde bin yıllık eşitlikçi ve adil bir toplum (Sosyalizm) kurabilir.
Evet Mehdi gelmeli, gelecek.
Eğer gelmezse kıyamet kopacak. Yani dünya bir savaşla ya da
ekolojik felaketle yok olacak.
6 Ocak 2020 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder