2019’da Tekrar Yayınlanma
İçin Kısa Bir Sunuş
Aşağıdaki metin 2001 yılında Almanya’da Wremen kasabası
yakınlarında yapılan Kıvılcımlı Sempozymu’na sunduğum bildirinin yazılı
şeklidir.
2001’de yapılmış sözlü sunum 2013 yılında İstanbul’da Mimar Sinan
Üniversitesi’nde yapılan Kıvılcımlı Sempozyumu’nun hazırlıkları çerçevesinde 2012
yılında yazıya geçirilmiş ve hazırlıkların yürütüldüğü e-mail grubunda
yayınlanmıştı.
Sunumu sözlü olarak yaptığım 2001 yılı ile yazıya
geçirdiğim 2012 yılı arasında teorik evrimimde önemli bir gelişme oldu ve 2004 yılında Marksizm’in Kizi’nin aslında Din’in ve
Ulus’un ne olduğu konusunda bir teorisi, daha genel bir ifadeyle bir üstyapı
teorisi bulunmaması nedeniyle olduğu, sonucuna ulaştım ve sonrasında Marksist bir
Ulus ve Din teorisini oluşturmaya çalıştım. Ve sanırım esas olarak başardım ve
alt üst edici sonuçlara ulaştım. Bunları dağınık da olsa yazılarımda işlemeye
çalışıyorum.
Ulaştığım bu noktadan bir Kıvılcımlı
değerlendirmesini de 2008 yılında yapılan bir Kıvılcımlı sempozyumuna sunduğum (Şuradan
indirilebilir) “Marksizm’de
Yapı ve Özne Çelişkisi, Kıvılcımlı’nın Katlıları ve Eleştirisi”
başlıklı bildiriyle yapmıştım. (Bu bildirinin 2012’de yayınlanmış bir versiyonu
da şu adresten okunabilir: “Kıvılcımlı’nın
42. Ölüm Yıldönümü Vesilesiyle Eleştirel Bir Değerlendirme”.
Bu özelliği nedeniyle bu yazı aslında teorik
evrimimde belli ve sonradan aştığım bir anı ifade eder.
Kısaca şöyle özetlenebilir. Marksizmin Aydınlanma’nın
eleştirisini yeterince radikal olarak yapamadığı, onun kalıntılarından arınması
gerektiği tespitimiz yanlış değildi, bu bağlamda yine aydınlanmanın bir
kalıntısı olan ilerleyen bir tarih anlayışının da bir kalıntı olduğu da pek
yanlış değildi ama Aydınlanma’nın esas kalıntısının Aydınlanma’nın din
kavramında ve bunu kabullenmiş olmakta oluğunu henüz görememiştik. Bunun görülememesinin
nedeni de Aydınlanma’nın bir din olduğunu ve bu dinin kendini din kavramının
tanımı üzerinden tanımlayan ve böylece kendi tanımını bir sosyolojik tanımmış
gibi kabul ettirmesinden kaynaklandığını göremiyorduk.
Özetle, elbette aşağıda okunacak yazıdaki
görüşler yanlış değildir, aksine doğruluğu giderek ortaya çıkmaktadır. Ama eksiktir
denebilir. Yanlışın bir yanına dokumaktadır, bu anlamda yanlışı henüz tam doğru
bir yerde değil, yanlışı yanlış bir yerde aramaktadır denebilir.
Yine de bu yazının güncelliğini koruduğu
kanısındayım. Hem de bugünün en acil sorunları bakımından.
Tipik bir örnek verilebilir. Daron Acemoğlu’nun
şu sıralar çok bilenen ve tartışılan bir kitabı var. Türkçede “Ulusların Düşüşü”
adıyla yayınlandı.
Bu kitabı okuyan Acemoğlu’nun geri kalmışlık,
ilerleme ve Demokrasi konularındaki görüşleri ile Kıvılcımlı’nın görüşleri
arasındaki benzerliği ve paralelliği görmeden gelemez.
Ama Acemoğlu neden bazı ulusların merkezi ve
bürokratik devletlerin egemenliği altında kaldığını açıklayamamakta veya bunun
nedenlerine girmekten kaçınmaktadır. Bir bağıntıya dikkati çekmekte ama bu
bağıntının niçin ve nasıl olup ortaya çıktığının bir açıklamasını
sunmamaktadır.
Bunun sırrı ise, Kıvılcımlı’da yani Kıvılcımlı’nın açıklamasında kullandığı Komün’dedir.
Kıvılcımlı’nın “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere”
adlı kitabını okuyanlar bunu derhal görebilir.
Komün sadece kapitalizm öncesi tarihi değil,
bugünkü tarihi de anlamanın anahtarıdır.
Yani günümüzde çok tartışılan demokrasi, gerilik
ve ilerilik sorunun cevabı bile Komün ile bağlantılıdır.
Ya da bir başka örnek. Weber’in Kapitalizm
ve Protestanlık arasında bağ kurması yıllardır tartışılır, ama oraların niye Protestan
olduğunun cevabı hiç birinde yoktur. Bunun cevabı yine Komün’dedir.
Veya Türkiye’de (bütün Doğu’da veya eski
uygarlık beşiklerinde de denebilir) nasıl olup da bu merkezi, bürokratik, keyfi
devletlerin varlığını sürdürebildiği, niye en küçük bir demokratik dönüşümün
olmadığının cevabı yine Komün’dedir, Komün’ün binlerce yıllık
kazınmışlığındadır.
Yani konu mücadele stratejilerinden programa kadar canlı politikayla yakından bağlantılıdır.
Yani konu mücadele stratejilerinden programa kadar canlı politikayla yakından bağlantılıdır.
Ne yazık ki, Komün bilinmez ve anlaşılmaz
kalmaya devam etmektedir. Koman sadece
tarihin, Marksizmin ve Kıvılcımlı’nın değil, bugünün de kayıp halkasıdır.
Aşağıdaki bildiri buna son verebilmek için
bir başlangıç vuruşuydu. Ne yazık ki orada kaldı. Bizim teorik ve politik
işlerden zamanımız olmadı.
Aydınlar veya Marksistler de liberal veya
ulusalcı geçişler getirmekten böyle sorunlara kafa yormadı.
Şimdi belki birileri okur da kafasının bir
yerinde belki bir soru işareti kalır diye tekrar yayınlıyoruz.
Demir Küçükaydın
12 Ekim 2019 Cumartesi
Birinci
Bölüm: Marksizm’in Krizi ve İlerleyen Tek Yönlü Tarih Anlayışı
Marksizm’in Yenilenmesi Gereği
Sartre’ın dediği gibi, “Marksizm
çağımızın entelektüel ufku” olmaya devam etmektedir. Onu ret çabalarının
hepsi ondan geriye düşmekle sonuçlanmaktadır. Ama bu Marksizm’in değişmesi ve
gelişmesi gereğini ortadan kaldırmamaktadır, aksine buna olan ihtiyaç her
zamankinden fazladır.
Ama Marksizm’in gelişmesinden ne anlamak gerekiyor? Çünkü
aklı başında hiç kimse ilke düzeyinde böyle bir gelişme ve yenilenmenin
gereğini inkâr etmiyor.
Marksizm’in gelişmesi, her şeyden önce, onun, aydınlanmanın
ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışından, aydınlanmanın kalıntılarından kurtulması
ve arınması demektir. Marksizm, “Mongolfiye kardeşlerin balonu gibi”, Aydınlanma’nın safralarından kurtulduğu
ölçüde yükselebilir ve çağımızın sorunlarına daha derin ve tutarlı cevaplar
verebilir.
Bugün bütün sosyalist harekete egemen, ilerlemeci ve açık
uçlu olmayan bir tarih anlayışıyla, Marksizm’in Bugünkü krizi arasında derin
bir ilişki bulunmaktadır. Marksizm aydınlanmanın safralarından arınmayı,
radikalleşmeyi ve çağımızın sorunlarına bir cevap vermeyi, bu ilerlemeci ve tek
yönlü tarih anlayışından kurtulduğu ölçüde başarabilir.
Ve tam da bu noktada Kıvılcımlı’nın bu yenileme için hayati
önemi, bu yenilemenin diğer kaynaklarıyla akrabalığı ve bunları
birleştirebilecek kayıp bir halka olduğu ortaya çıkar.
Çünkü aydınlanmanın ilerlemeci ve tek yönlü tarih
anlayışından uzaklaşmak, radikalleşmek demek; aynı zamanda Marksizm’in
ilerlemeci olmayan ve açık uçlu bir tarih ve zaman kavramına dönüşü demektir.
Bu Marksizm’in ütopyacı boyutunun yeniden canlanması demektir; bir uygarlık
projesi olarak ortaya çıkması demektir; romantik boyutunun ve kaynaklarının
ortaya çıkması demektir; Avrupa merkezcilikten kurtulması demektir.
Ama bütün bu sorunların hepsinde Kıvılcımlı’nın o hiç değer
verilmeyen ya da bir fantezi olarak görülen görüşleri, birdenbire hayati bir
önem kazanır.
İlerlemeci ve Tek Yönlü Tarih Anlayışı
Bizlerin tarih ve toplum anlayışlarımızın içine
derinlemesine sinmiş, ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışı, son derece
yenidir ve aslında şimdi çoktan geçersizliği açığa çıkmış bir anlayıştır.
Bu anlayış insanlık tarihinin tümü göz önüne alındığında,
tarihin çok küçük bir bölümü içinde; Aydınlanma ile yirminci yüzyılın
ortalarına kadar kısa bir dönem içinde yükselmiş ve yıkılmıştır.
Ama bu anlayış, aslında Marksizm’i revize eden,
bayağılaştıran ideolojik veya teorik kaynaklar aracılığıyla bizler, yani bugün
ortalığı kaplamış sosyalist kuşaklar üzerindeki egemenliğini sürdürmektedir.
Bu ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışı, sosyalistlerin bu
dünyayı anlamalarının ve onun problemleriyle cepheden yüzleşmelerinin önündeki
en büyük engel olduğu gibi, tam da bu nedenle, aynı kuşakların, Kıvılcımlı’nın
eserinin temelini oluşturan görüşler karşısındaki suskunluk veya ciddiye almaz
görünüşün de nedenidir.
Binlerce yıl boyunca insanlık, dairesel, periyodik ya da
dönemsel denebilecek bir tarih ve zaman anlayışına sahipti. Güneş, sabah
doğuyor akşam batıyordu. Mevsimler dönemsel olarak birbirini izliyor, her yıl
aynı çevrim bir kez daha tamamlanıyordu. İnsanlar doğuyor, büyüyor, ölüyor,
topraktan gelip toprağa gidiyorlardı.
Bu, zaman tasavvurunu belirliyor ve bu da tarih anlayışına
da yansıyordu. Tarih de günler, yıllar, canlıların hayatları gibi aynı
çevrimsel veya dairesel zaman kavramına uygun bir şekilde dönüyordu. İbni
Haldun’un anlattığı gibi, Medeniyetler, devletler kuruluyor, gelişiyor,
yaşlanıyor ve sonunda çöküyorlardı.
O zamanlar zaman, şimdiki dijital saatlerde olduğu gibi akmıyor, “feleğin çarkı” gibi veya kadranlı saatlerde olduğu gibi dönüyordu. “Devran döner”di, akmazdı.
Ancak burjuva uygarlığının, kapitalizmin ve sanayileşmenin
ortaya çıkışıyla birlikte, bu çevrimsel, dairesel veya dönemsel diyebileceğimiz
zaman ve tarih anlayışının yerini, önce akan ve doğrusal, sonra da evrim
teorisiyle ve daha sonraki pozitivizmin desteğiyle, doğru boyunca yükselen bir
zaman ve tarih anlayışı aldı.
Evrende bulutsulardan yıldızlar ve gezegenler oluşuyordu.
Atomlar basitten karmaşığa doğru gelişiyordu. Uygun koşulların olduğu
gezegenlerde, atomlardan moleküller, kristaller ve organik kristaller
oluşuyordu. Oradan kendini üreten karmaşık moleküller. Bu evrimin zirvesi
olarak ilk basit tek hücreli canlılar ya da virüsler ortaya çıkıyordu. Sonra
ilk tek hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, kabuklular, omurgalılar,
memeliler, primatlar ve nihayet en tepede yine bu evrimin zirvesindeki taç:
insan ortaya çıkıyordu.
İnsan’la birlikte toplum ortaya çıkıyor ve toplum da ilkel
sosyalizm, kölecilik, feodalizm, kapitalizm biçiminde gelişiyordu. Ve nasıl
cansız varlıklar ilk canlıda, canlılar insanda evrimin zorunlu yasalarına uyarak
bir zirveye ulaşıyorlardıysa, toplum da sosyalizme doğru ilerliyordu.
Bu tek yönlü ve
yükselen, doğrusal tarih anlayışı içinde “devrimcinin görevi” de, “tarihin
tekerleğini hızlandırmak” olarak tanımlanıyordu. Devrim: bu gelişimin önündeki engelleri temizlemek,
onun önünü açmak olarak (Üretici güçlerin gelişimine engel olan üretim
ilişkilerinin tasfiyesi örneğin) anlaşılıyordu. Devrimci eylem, bu tekerleği
hızlandırma ve temizlime çabasından başka bir şey ifade etmiyordu.
Örneğin Reformizmle polemiğinde, Rosa Luksemburg, en
iradeci, devrimci müdahaleyi savunduğu yerlerde bile, politikanın “gelişmenin izlediği yöne göre belirlendiği”;
“Siyasal mücadele için hangi sonuçların
zorunlu olduğu bu yönden çıkarılır” der. M. Löwy’nin belirttiği gibi, “sosyal
demokrasinin bilinçli müdahalesi, belirli bir anlamda, bir “yardımcı” unsur,
her durumda nesnel biçimde zorunlu ve kaçınılmaz olun sürece yönelik bir
“uyarıcı” olmaya devam eder.” (s.129) der.
Açık Uçlu Tarih Anlayışı
Bu Tarih anlayışı, aslında Tarihsel Maddeciliğin Tarih
anlayışı değildir. Tarihsel Maddecilik ilk programatik belgesi olan Komünist Manifesto’nun daha ilk
satırlarında, sınıf mücadelesinin devrimle
veya yıkılışla bitebileceğinden[1] söz
eder. Yani kökende metodolojik olarak,
açık uçlu bir tarih anlayışı vardır.
Ne var ki, ilkesel
düzeyde açık uçlu olmakla birlikte, bu açık uçluluk, o zamanki burjuva
uygarlığının gençliği ve teknik yenliklerin iyimserliği koşullarında, işçi
hareketinin de sürekli güçlendiği; birbiri peşi sıra başarılar elde ettiği bir
çağda, geleceği fiili olarak
uçlardan birinin belirleyeceği (devrim), diğerinin (çöküş) pratik olarak ihmal
edilebilir olduğu sonucuna yol açıyordu. Çöküş, teorik bir olasılık olmanın ötesinde tarihsel veya politik bir
anlam ifade etmiyor ve fiilen unutuluyor ve bu unutmaya paralel olarak da,
aydınlanmanın düzgün doğrusal ve evrimci tarih anlayışı, bizzat Marksizm içinde
bile egemen oluyordu.
Bu tek yönlü anlayış ilk darbeyi, kapitalist uygarlığın
gençliğini yitirmesinin ilk ifadesi olan, Birinci Dünya Savaşının ateşleri
içinde Rosa Luxemburg’un kaleminden “ya
sosyalizm ya barbarlık” formülüyle yedi. Marksist tarih anlayışına, tekrar açık
uçluluk girdi, bu anlamda kaynağa dönüldü. Marks, Manifesto’da açık uçluluktan geçmişe ilişkin olarak söz etmişti;
şimdi ise açık uçluluk tekrar aktüel bir sorun oluyor, hem de reformizme ve
sosyal şovenizme karşı mücadelenin metodolojik temelini oluşturuyordu.
Bu muazzam bir devrimdi, bir paradigma değişikliğiydi. Bu
anlayış ya da paradigma içinde sosyalizm
artık tarihin akış yönünde değildir, ona doğru zorunlu bir gidiş yoktur.
Sosyalizm artık sadece bir olanak olarak
ve olasılıklardan biri olarak ortaya
çıkar.
Daha sonra bu açık uçlu tarih anlayışı, Troçki tarafından da
savunulur.
Ama bu açık uçluluğa rağmen, sorun hala, üretici güçlerin
önündeki engellerin kaldırılması olarak görülmektedir, üretici güçlerin
kapitalist üretim ilişkileri nedeniyle “yıkıcı güçler” haline geldiği, bu
ilişkilerden kurtulduğu takdirde ilerlemeye devam edebileceği yaklaşımı
varlığını sürdürmektedir.
Yani henüz, üretici
güçlerin ilerlemesinin bizzat bir yıkıma doğru gitmek anlamına geldiği veya gelebileceği anlayışı yoktur.
Devrimler henüz tarihin “imdat frenleri”
değil; onu felaketli bir yola sapmaktan alıkoyacak, tarih treninin yönünü
değiştirecek makas değişimleri gibidir. Henüz tarihin ilerlemeci olmayan bir
anlayışına geçiş yoktur, ama en azından tek yönlü, tarihin gidişini
hızlandırıcı anlayış artık devrimci Marksizmce terk edilmiş, kaynağa
dönülmüştür.
Burada, tek uçlu tarih anlayışının Devrimci Marksizm’ce terk
edilmişliği ayrımını vurgulamak gerekiyor. Çünkü gerek İkinci Enternasyonal,
gerek 1920’lerin ortalarından sonra Sovyet bürokrasisinin egemenliği altına
giren Üçüncü Enternasyonal, ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışının sadık bir
savunucusu, olmaya, Üçüncü Enternasyonal’de olduğu gibi, tek yönlü ve
ilerlemeci yanını tekrar canlandırmaya devam etmişlerdir. Sadece bu kadar da
değil, Sosyal Demokrasi, bu ilerleyen tarih anlayışında, süreklilik içindeki
kopuklukları, yani sıçrama ve devrim momentlerini bile reddeder ve iyice vülger
bir anlayışı savunurken; Stalinizm, en azından ilke düzeyinde bunları
savunmakla birlikte, bu kopuklukları birbirini izleyen zorunlu aşamalar olarak
görerek, birbirini izleyen aşamaların ilerleyen tarih anlayışını savunur.
Program Sorunu ve Tarihin Kavranışı İlişkisi
Marksizm’in bütün bayağılaştırılmalarının temelinde, bu
metodolojik yanlış; düzgün, tek yönlü ve aşamalı ilerleyen bir tarih anlayışı
vardır. Bunun politik ifadesi de daima, reformizm olmuştur. Her kritik
momentte, devrimci eğilimler, bu ilerleyen, düzgün ve aşamalı gelişen tarih
anlayışıyla karşı karşıya gelmişlerdir.
Devrimci Marksizm’in bu tarih anlayışına eleştirisi
özellikle iki noktada yoğunlaşır:
a)
Belli aşamaların bütün toplumlarca geçileceği
anlayışının reddi. Yani “eşitsiz ve bileşik bir gelişim”
anlayışı. Troçki “Sürekli Devrim”
teorisini bu metodolojik ilkeyle temellendirmişti.
b)
Diğeri ise, tek yönlülüğe olan itiraz, açık uçlu bir
tarih anlayışıdır. (Rosa Luxemburg: “Ya
barbarlık ya Sosyalizm”)
Kıvılcımlı’nın tarih anlayışı, kesinlikle ikinci ve üçüncü
enternasyonallerin aşamalı, düz giden tarih anlayışıyla çelişmektedir. Onda “eşitsiz ve kombine gelişim” adeta tüm tarihin bir hareket yasası olarak
ortaya çıkar. Gerçi geleceğe yansıtmaz ama bütün tarih de bir açık uçlu tarih olarak çıkar ortaya. Ve bu açık uçlu tarih: aslında,
çöküşlerin tarihidir.
Kıvılcımlı’da çöküş ve sıçrama aynı şeyin iki farklı
veçhesidirler. Çöküşler aynı anda sıçramadırlar. Devrim “kıyamet”tir. Bu da açık uçluluk içinde bir paradigma değişimidir;
ilerleyen bir tarihin tam bir aşılması değildir aslında. Bir tür yaratıcı
yıkıcılık söz konusudur.
Ancak Kıvılcımlı bunun günümüzde geçersiz olduğunu; pratik
olarak bu paradigmanın aşıldığını; modern toplumda “Sosyal Devrimin keşfiyle” tarihsel devrimler döneminin aşıldığından
söz eder ve modern tarihi ele alırken, ilerleyen bir tarih anlayışına döner bir
bakıma. Modern tarihi ele alışında Stalinizmin ve Sovyetlerin sadık bir
izleyicisi olmasıyla bunun arasında bir ilişki olduğu aşikardır.
Özetle, Troçki, Luxemburg ve Kıvılcımlı’da, yani eleştirel
ve devrimci Marksist gelenekte henüz, ilerlemeci tarih anlayışına köklü ve
bilinçli bir itiraz yoktur, ilerleme bir biçimde kabul edilmekte, bu
ilerlemenin kendisinin nasıl gerçekleştiği tartışma konusu yapılmakta, açık
uçluluk itirazı bile, üretici güçlerin yıkıcı güçler haline gelip gelmemesi
bağlamında yapılmaktadır.
Marksizm’in, bu ilerlemeci tarih anlayışından arınması,
Aydınlanmanın, Sosyal Demokrasinin ve Stalinizmin egemenliği altında unutulmuş,
kayıp bir halkasına dayanarak, bu gelenekten esinlenerek Walter Benjamin
tarafından başarılmıştır.
Ama ilerlemeyen bir tarih algısı için de komün olmazsa olmaz
koşuldur. O Komün ki, tarihin, Kıvılcımlı’nın, Tarih Tezi’nin ve Marksizm’in
kayıp halkasıdır.
İlerlemeci Olmayan Tarih Anlayışı
Eğer tarih açık uçlu ise, bu uçların her birinden bakışa
göre tarihin anlamı da değişebilir.
Eğer bir çöküşün ardından ya da çöküşün arifesinde geçmişe
bakarsanız, Tarih size, bir yükseliş olarak değil, uçuruma doğru bir gidiş
olarak görünecek demektir. Böyle bir bakış açısından, devrim, bir barbarlığı ve
çöküşü, uçurma doğru gidişi engelleyen bir “imdat
freni” olarak görülür. Bu fren zamanında çekilemediği için, toplum uçuruma
yuvarlanmıştır ya da yuvarlanacaktır.
Bir devrimci dönüşümün ardından gelebilecek iyimser gelecek
beklentilerinin olduğu bir çağda ise, en azından devrim, tarihin lokomotifi
olarak görülür. Aslında aynı olgu, bulunulan yere göre farklı görünmektedir. Bu
tıpkı ışığın parçacık ve dalga özellikleri göstermesi gibidir.
Unutulmuş açık uçlu tarih anlayışına dönüş ve bu açık
uçluluğun öne çıkarılması, ilk adım, “ya
barbarlık ya sosyalizm” birinci dünya savaşında ortaya çıktı. İkinci ve
köklü adım, İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde, “tarih meleği alegorisi” veya “devrimler
tarihin imdat frenleridir” formülüyle, Walter Benjamin tarafından
atılmıştır.
Benjamin’in bu yaklaşımı, Tarihsel Maddeciliğin, tarih ve zaman kavramında bir tür
Kopernik devrimidir.
İlerlemenin yerini bir açık uçluluk almıştır ama bu açık
uçlulukta bu sefer fiilen çöküş olasılığı pratik bir öneme sahiptir; bir devrim
ise sadece teorik ya da çok küçük bir olasılıktır. Marksların döneminin tam
tersi bir fiili olasılık dönemindeyizdir artık
Geleceğin Marksizm’i, geleceğin sosyalist mücadeleleri, her
şeyden önce, Tarihsel Maddeciliğin, bu gelişimine ve kazanımına dayanmak,
buradan hareket etmek zorundadırlar. Tarih ilerlememekte çöküşe doğru
gitmektedir; bizler uçuruma doğru son hızla giden bir trendeyizdir artık. Böyle
bir zaman ve tarih kavrayışı olmadan günümüzün sosyal mücadeleleri temellendirilemez.
Benjamin bu devrimci dönüşümü yaptığında, henüz bir Nüklear
Kıyamet; çevre felaketiyle yaşamın ya da toplumsal yaşamın koşullarının ortadan
kalkması veya AİDS, Ebola gibi hastalıklar, genlerle oynamanın ve Klonlamanın
tehlikeleri vs. bilinmiyordu. Ama Bugün, burjuva uygarlığı artık tam bir kriz
yaşamaktadır. O ilerlemeci ve iyimser tarih anlayışını destekleyecek hiç bir
veri bulunmamaktadır. Bugünün dünyasında Benjamin’in Faşizm ve Savaşı göz önüne
alarak formüle ettiği ilerlemeci olmayan tarih anlayışı, çok daha derin ve
aktüel bir anlama sahiptir.
İlerlemeci Olamayan Tarih Anlayışı ve Uygarlık Krizi
Açık uçlu ve ilerlemeci olmayan tarih anlayışının, ne gibi
sonuçlara yol açtığına, politik faaliyet bakımından ne gibi paradigma
değişikliklerine yol açtığına kısaca değinmek gerekiyor.
İlerlemeci bir tarih anlayışı bakımından, devrimci program, üretici güçlerin gelişimini engelleyen siyasi ve ekonomik ilişkilerin
düzenlenmesiyle sınırlıydı. Bütün
devrimci veya reformist partilerin programlarında bu ortak bir özellikti, ayrılık, programın
neleri içereceği noktasında değil, taleplerin
neler olacağı noktasındaydı. Bu yaklaşımda, bir siyasi ve ekonomik sistem sorgulanır, bir uygarlık değil. O
uygarlığın değerleri sorgulanmaz. Eleştiri ve program ekonominin ve politik olanın (devletin) örgütlenmesine ilişkindir.
Ama ilerlemeci olmayan, bir uçuruma gidişi durdurmaya
yönelik bir devrim açısından ve böyle bir tarih anlayışından sırf böyle bir
programla yetinilemez. Çünkü, eğer sorun “üretici güçlerin gelişiminin önündeki
engelleri kaldırmak” olarak
formüle edilirse; buna bağlı olarak ekonomik ve politik program ve talepler
formüle edilirse, kötümser, felakete giden bir tarih ve tarih anlayışı
açısından bu, uçuruma gidişi
hızlandırmak anlamına gelir. Başka bir uygarlık tasavvuru; başka bir yola
girişi içermelidir artık program; dolayısıyla sadece üretici güçlerin
gelişiminin önündeki engelleri tasfiyeye yönelik bir ekonomik ve politik
taleplerle sınırlı bir program kötümser; felakete giden bir tarih anlayışıyla bir
arada bulunamaz.
Yani tarih hakkındaki
kavranış ile bir programın neleri içereceği sorunu arasında içsel; kopmaz bir
ilişki bulunmaktadır.
O halde, Marksistler sadece felakete gider bir tarih
kavrayışına dayanmak; tarihe ilişkin bir
Kopernik Devrimi yapmak zorunda değildir;
program anlayışlarında da bir
Kopernik Devrimi yapmalıdırlar. Artık ekonomiyi ve devleti düzenleyen bir
program yetmez; başka bir uygarlık
programlaştırılmak zorundadır.
Klasik program anlayışında üretim ilişkileri ve devletin nasıl
örgütleneceği programlaştırılır, bundan ötesi sorun değildir. Ama ilerlemeci
olmayan bir tarih açısından, bir başka
uygarlık, bir başka değerler sistemi programlaştırılmak zorundadır. Artık üretici güçlerin
gelişiminin önündeki engelleri kaldırmak gibi bir perspektif ile program
belirlenemez; ilerlemeci olmayan tarih anlayışı bakımından, bu daha büyük bir
hızla uçuruma gitmeyi istemek anlamına gelebilir. Elbette ilkel toplumlara bir
geri dönüş olamaz ve istenemez. Ama bu da var olan tekniğin ve üretimin hangi
alanlarda ne gibi gerekçelerle
sınırlandırılacağı gibi bir sorunu gündeme getirir. Bu da başka bir
değerler sistemini. Yani sadece planlı ekonomiyi savunmak yetmez; sadece meta
üretimi ilişkilerini ortadan kaldırmayı savunmak yetmez; planlamanın yönüdür
artık esas üzerinde durulması gereken.
Başka bir uygarlığı programlaştırmak, aynı zamanda politika kavramının içeriğinin de
değişmesi, dolayısıyla politika yapma tarzının da değişmesini gerektirir.
Politika, kavramı bir bakıma, ilk doğuşundaki, sitedeki
yurttaşların ortak yaşamı anlamını kazanır, yani Bugünkü politikadan daha geniş
bir alanı, yani Bugünkü anlayışımızca
politik olmayanı da kapsayan bir anlam kazanır. Ama bu artık bir sitenin
yurttaşlarını değil; tüm insanlığı
kapsamalıdır veya kapsayacaktır. Artık politik olmayan da politiktir.
Tekrar başa dönersek. Geleceğin Marksizm’i, sadece kapitalizme değil, burjuva
uygarlığına bir alternatif sunmak zorundadır. İlerlemeci tarih anlayışı,
kapitalizme karşı bir alternatifle, politikanın Bugünkü anlayışıyla kendini
sınırlıyordu; ama Bugünün dünyasını açıklama ve bu sorunlara bir alternatif
bulma zorunluluğundaki bir Marksizm, kapitalizme karşı olmakla kendini
sınırlayamaz, böyle sınırladığı takdirde burjuva uygarlığının krizine bir cevap
olamaz, Bugünkü kriz sadece kapitalizmin, bir üretim sisteminin krizi değil,
bir uygarlığın krizidir.
Bu uygarlığın krizine, bizzat
o uygarlığın dayandığı tarih anlayışlarıyla bir cevap verilemez. Uygarlığın
krizi tarih anlayışının krizinde ifadesini bulur. Başka bir tarih anlayışı ile
bu krize cevap verilebilir. Her şeyden önce tarih anlayışının krizine karşı bir
başka tarih anlayışı gerekmektedir.
Bu yapılmadan, bu uygarlık krizinin yol açtığı yarattığı tüm
memnuniyetsizlikler bir bütünsel program etrafında birleştiremez, o burjuva
uygarlığının tarih anlayışıyla da kopuşmak zorundadır. Bu kopuşma da her şeyden
önce ilerlemeci tarih anlayışıyla kopuşmakla olabilir.
Marksizm’in entelektüel cazibesini yitirmesinde ilerlemeci
ve tek yönlü tarih anlayışını aşamaması ve bir uygarlık paradigmasına
ulaşamaması belirleyici bir öneme sahiptir.
Peki, bu geleceğin, ilerlemeci ve tek yönlü tarih
anlayışından kopmuş Marksizm’iyle Kıvılcımlı’nın ve İlkel Sosyalizmin
(Komün’ün) bağlantısı nedir?
Bunu görebilmek için, ilerlemeci olmayan tarih anlayışının, Marksizm’in
bu unutulmuş dip akıntısının kaynaklarına, Marksizm’in, yine ilerlemeci Tarih
anlayışının bir sonucu olarak unutulmuş bir kayıp halkasını ortaya çıkarmak
gerekiyor öncelikle.
Tarihin, Marksizm’in ve Kıvılcımlı’nın unutulmuş; “Kayıp Halka”sı komün (ilkel sosyalizm), ilerlemeci tarih anlayışıyla kopuşmak
için; ilerleyen bir tarih anlayışının bir panzehiri olarak yine bizleri
kurtarmak için elini uzatıyor.
İkinci Bölüm:
Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası
“Tarih Tezi”nin Bir
Konu Olarak Yokluğu ve Yokluğun Anlamı Üzerine
Kıvılcımlı’nın teorik çalışmasının ezici bir bölümünü onun
Tarih Tezi ve Tarih Teziyle bağlantılı yazı ve kitapları oluşturur.
Ama Kıvılcımlı’nın görüşlerini ele alan ve eleştiren
yazılara bakıldığında, onun Tarih Tezi’nin hemen hemen hiçbir yazının konusu
olmadığı görülür.
Kıvılcımlı hakkındaki yazıların ve eleştirilerin bu genel
karakteri, bizzat bu Sempozyuma[2]
sunulan bildirilerde de görülmektedir. Kıvılcımlı’nın ölümünün otuzuncu yılında
yapılan bu Sempozyuma sunulan bildirilerden hiçbiri, daha doğrusu Demir
Küçükaydın’ın bildirisi hariç, Kıvılcımlı’nın eserinin yüzde doksanını
oluşturan Tarih Tezi’ni konu etmemektedir.
Kural değişmemektedir. Kıvılcımlı hakkında yazanlar, onun
eserini değerlendirmek isteyenler, onun eserinin ve hayatı boyunca çalışmasının
nicelik ve nitelikçe en önemli bölümü konusunda bir suskunluk içinde
bulunmakta, hiçbir şey yazmamaktadırlar.
Bu paradoksun anlamı üzerine düşünmek ve bir açıklamasını
bulmak gerekir.
Peki, Kıvılcımlı’nın teorik çalışmasının ezici bir bölümünü
oluşturan buna karşılık Kıvılcımlı değerlendirmelerinde hiç söz konusu
edilmeyen Tarih Tezi nedir?
Adı üzerinde Tarih üzerine, toplumun gidiş yasaları üzerine
bir tezdir, bir teoridir, bir varsayımdır. Diğer bir deyişle Tarih Tezi,
Tarihsel Maddeciliğin (sosyolojinin) tartıştığı sorunları tartışır: Tarihin ve
toplumun genel gidiş yasaları.
O halde, Tarih Tezi’ni tartışmak, Tarihsel Maddeciliği,
diğer bir deyişle Marksizm’i tartışmak demektir. Ya da tersinden şöyle de
denebilir: tarihin gidiş yasalarını, Tarihsel Maddeciliği tartışan her görüş
her düşünce, Tarih tezi ile yüzleşmek zorundadır.
Peki, tarihsel maddecilik nedir? Marksizm veya Tarihsel
maddecilik, bizzat onun kurucularının üstüne vura vura belirttiği gibi, bir
formüller veya reçeteler toplamı değil bir yöntemdir. O halde, Tarih Tezi’ni
tartışmak, aynı zamanda Tarihsel Maddeci yöntemi tartışmak olur. Ya da Tarihsel
Maddeci yöntemi tartışmak, ister istemez, Tarih Tezi’ni tartışmak demektir.
Tarih Tezi’nin tartışılmaması, aslında tarihsel maddeciliğin, dolayısıyla
Marksist yöntemin tartışılmaması demektir. Gerçekten de Kıvılcımlı üzerine yazı
yazanların hiç birisi, metodoloji sorunlarına girmez..
Kıvılcımlı’nın eserini okuyan, onun en somut olayları
tartışırken bile metodolojiyi tartıştığını görür. Aynı paradoks tekrar
karşımıza çıkmaktadır. Ama burada artık bu paradoksun ardında, öze ilişkin bir
yaklaşım farklılığı ortaya çıkmaktadır. Kıvılcımlı’nın eserinin bütün vurgusu,
Tarihsel Maddecilik ve yöntem sorunları üzerindedir ama Kıvılcımlı hakkında
yazanlar Tarihsel maddecilik ve yöntem sorunlarını tartışmazlar.
Bu paradoksun anlamı ve sonuçları üzerinde biraz durmakta yarar
var. Çünkü bu bize, Sosyalistlerin içinde bulunduğu çıkmazın ip uçlarını da
verir. Böylece yöntem sorunlarının somut politikayla o derinden ve kopmaz
ilgisini gösterme olanağını sağlar.
*
Şimdi tekrar olma bahasına şu ulaşılan sonucu tekrar edelim:
Kıvılcımlı hakkında yazanların hemen hepsi, Türkiye sosyalist hareketinden,
kendilerinin Marksist olduğunu düşünen kişilerdir. Marksizm’in özü ise her
şeyden önce Tarihsel Maddeciliktir. Tarihsel Maddecilik ise, şemalar veya
modeller yığını değil, bir yöntemdir. Ama Marksist olduğunu, tarihsel
maddeciliği kabul ettiğini söyleyen Kıvılcımlı eleştirmenleri, yine bizzat
kendisi tarihsel maddecilik ve yöntem üzerine yazıları eserinin esas büyük
bölümünü oluşturan Kıvılcımlı üzerine yazdıklarında tarihsel maddecilik ve
yöntem üzerinde hiç durmamaktadırlar.
Bu veriler Kıvılcımlı’nın eleştirmenlerinin aslında aynı
yanlışın birer görünüşü olan, iki farklı paradoks ortaya çıkarmaktadır.
Paradoksun biri, konu açısından, yani Kıvılcımlı’nın eserinin büyük bir
bölümünü tartışmama açısından bir paradoks. Diğeri, kendi iddiaları açısından
bir paradokstur. Bu iki paradoksun bir arada bulunması bir rastlantı değildir.
Kendileri, tarihsel maddeci ve Marksist olmalarına rağmen,
tarihsel maddecilik ve Marksizm konusunda en çok yazı yazmış teorisyeni bu
bağlamda hiç tartışmamak, yani tarihsel maddeciliği ve yöntemsel sorunları hiç
tartışmamak. Ama hani bizzat tarihsel maddeciliğe göre tarihsel maddecilik bir
yöntemdi. Demek ki, bu tarihsel maddeci ya da Marksist olduğunu düşünen eleştirmenler
aslında tarihsel maddeciliğin ruhuna aykırı davranmaktadırlar. Yani tarihsel
Maddeciliği doğru kavramış olsalar, onu bir yöntem olarak anlasalar, Kıvılcımlı
gibi eseri bütünüyle bu konuda olan bir yazar vesilesiyle bu konuda yazmaları
gerekirdi.
Böylece şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Kıvılcımlı
eleştirmenleri, tarihsel maddeciliği bir yöntem olarak anlamadıkları, yani
tarihsel maddeciliği anlamadıkları için Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ni hiç
tartışmamakta ve yöntem sorunlarına girmemektedirler. Kıvılcımlı’yı bu
yöntemsel, tarihsel maddeciliğe ilişkin yanıyla okuyup anlamadıkları için de,
tarihsel maddeciliği anlamamaktadırlar. Dolayısıyla daire kendi içine
kapanmaktadır.
Diğer bir deyişle, Kıvılcımlı ve eleştirmenleri iki farklı
dünyadır. Ortada iki farklı Marksizm anlayışı bulunmaktadır. Kıvılcımlı’nın
tarih tezi hakkında, onun eserinin yüzde doksanı hakkında hiç bir şey
yazılmaması paradoksunun ortaya çıkmasına yol açan, aslında Tarihsel
Maddeciliğin özünün kavranılmamasının bir görünümüdür. Tarihsel Maddeciliğin,
Marksizm’in, her şeyden önce bir yöntem olduğu anlaşılmadığı için, Kıvılcımlı
yöntemsel düzeyde, yani Tarihsel maddecilik, diğer bir deyişle Tarih Tezi
düzeyinde tartışılmamakta, eserinin esası tartışma konusu dışında kalmaktadır.
Ve tam da tartışma dışı kaldığı için, tarihsel maddeciliğin kavranılması; Marksizm’in
kavranılması mümkün olmamaktadır.
Yani, Kıvılcımlı’nın tarih tezi hakkında bir şey yazmama,
aynı zamanda, kendini, tarihsel maddeciliği anlamamaya mahkûm etmek demektir.
O halde, Türkiye solu, Tarihsel maddeciliği ya da Marksizm’i,
anlamayan; bir soldur. Türkiye solunun politik ve ideolojik olarak bir güç
olamamasıyla, bu Marksist olmayan Marksizm kavrayışı, yöntemsel sorunlara
biganelik, Kıvılcımlı’nın eserinin esası hakkında yazmama arasında çok derin ve
yine yöntemsel bir ilişki bulunmaktadır.
Bu ilişkiyi gösterebilmek için, Tarihsel maddeci yöntem ile
program; diyalektik ile yaratıcı politika ilişkisine değinmek ve bunu
örneklemek gerekir.
Bunu Komün kavramı üzerinden yapmaya çalışacağız.
O hiç ele alınıp tartışılmayan ve eleştirilmeyen tarih
tezinin en temel kavramlarından biri olan Komün üzerinden.
Kıvılcımlı’da Komün
Hikmet Kıvılcımlı’da hiç bir Marksist veya Marksist olmayan
tarihçi veya sosyologda görülmeyen bir “İlkel Sosyalizm” vurgusu vardır.
Kıvılcımlı’nın Morgan ve Engels’ten aldığı terminolojiyle,
bu “İlkel sosyalizm”e “Barbarlık” ta der. Bu kullanımda, “barbarlık” ahlaki
değil sosyolojik bir kategoridir; Neolitik Devrim ile Uygarlık arasındaki
toplumları tanımlamakta kullanılır. Sınıflı ve devletli toplumla zıtlık içinde;
sınıflı toplumlar öncesindeki sınıfsız ve devletsiz toplumları tanımlamak için
genel bir kategori olarak kullanılır.
Kıvılcımlı, ömrünün sonuna doğru, Marks’ın Grundrisse’ini okuduktan ve bunun bir
yorumlaması olan “Toplum Biçimlerinin
Gelişimi” [3] adlı
kitabını yazdıktan sonra; “İlkel
sosyalizm” ya da “barbarlık”
yerine daha çok “Komün” kavramını
kullanma eğiliminde olmuştur[4].
Özetle: Kıvılcımlı’da “ilkel sosyalizm”;
“barbarlık” veya “komün” hep aynı şeyi; sınıflı toplum
öncesi sınıfsız toplumları tanımlamak için kullanılmaktadır.
Biz de bu yazıda, her üçünü kullansak da, esas olarak
başlıktan görüleceği gibi Komün’ü
tercih edeceğiz.
*
Kıvılcımlı, başkalarının başka şeyler gördüğü yerlerde hep
Komün’ü görür. Kıvılcımlı’nın tarihe bakışı, biraz evreni başka bir dalga
boyundan gören farklı astronomiler gibidir.
Bildiğimiz gibi bizim gördüğümüz ışıkla bir astronomi
vardır. Bir de Röntgen Astronomisi, Gamma Astronomisi, Enfraruj (Kızıl ötesi)
Astronomisi, Radyo Astronomi, Nötrino astronomisi gibi başka astronomiler de
vardır. Aynı evren bölgesine normal ışıkla baktığınızda başka, örneğin Gamma
ışınlarıyla, yani bambaşka bir dalga boyundan baktığınızda bambaşka şeyler
görürsünüz. Normal ışıkla baktığınızda simsiyah ya da bomboş görünen evren
bölgeleri başka dalga boylarıyla bakıldığında muazzam enerji kaynakları olarak
görülebilir. Doktor’un tarihe bakışında da böyle bir durum var.
Kıvılcımlı’nın tarihe bakışında komün, Marksizm’in klasik
tarih veya “Tarihsel Maddecilik” kitaplarından tamamen farklı bir yerdedir.
Klasik tarih kitaplarında, komün, uygarlıkların öncesinde,
kölecilikten (Antik Roma ve Yunan’dan) bile önce; biraz Asya Tipi’nden söz edenlerde
de Sümer ve Mısır’dan Yunan’a kadar olan medeniyetlerden önce var olmuş;
medeniyetlerin ortaya çıkışıyla birlikte tarih öncesinin karanlıkları arasında
yok olmuş bir dönemdir.
Ama Kıvılcımlı’nın tarihe bakışında her yerde ve her zaman
Komün vardır. Komün yaşayan etkileriyle günümüze kadar gelir. Kıvılcımlı,
tarihin ve bugünün komünsüz anlaşılamayacağını söyler. Klasik Tarihsel
maddecilik kitaplarının bir zamanlar var olmuş olsa da çoktan yok olduğunu
söylediği komün, Kıvılcımlı’da yaşamakta ve tarihsel süreci capcanlı
etkilemektedir.
Örneğin klasik el kitaplarında kapitalizme kölecilikten de
sonra gelen feodalizmden geçilir; Kıvılcımlı’da komünden. Ya da kölecilikten
feodalizme geçiş olarak anlatılan süreç; Kıvılcımlı’da komünden uygarlığa
geçişten başka bir şey değildir. Hatta tüm tarih komünden uygarlığa geçişler
tarihinden başka bir şey değildir.
Komün, kapitalizm öncesi beş bin yıllık uygarlıklar
zincirinin hareket yasalarını, tarihsel devrimleri açıklayan ya da açıklama
iddiasında olan Tarih Tezi’nin anahtar kavramıdır. Komün olmadan Tarih
tezi; Tarih tezi olmadan Komün anlaşılamaz ve ele alınamaz. Böylesine ayrılmaz
bir bütün oluştururlar.
Ama komün sadece kapitalizm öncesindeki tarihsel devrimleri
açıklayan bir kavram değildir; o, Kıvılcımlı’da hemen hemen her yerde karşımıza
çıkar. Bir kaç hatırlatma yapalım.
Teknik İlerlemeler ve yaratıcılık mı? Örneğin Tarih Devrim
Sosyalizm’in “Medeniyetin Yaratıcılık
Efsanesi” bölümünde kapitalizm öncesi uygarlıklarda bile, teknik ilerleme
ve yaratıcılığın ardında İlkel Sosyalizmi görür[5].
Tarihsel devrimleri yapan, uygarlıkları yıkan, dolayısıyla
yeni uygarlıkların veya uygarlık Rönesanslarının ortaya çıkmasına yol açan
komündür.
İslamiyet’i, Aleviliği veya Cenneti açıklayan anahtar kavram
komündür.
Osmanlı İmparatorluğunun adeta bir saman alevi gibi hızlı
büyümesini açıklayan, komündür.
Ama bu kavram sadece uzak geçmişte kalmaz, modern tarihin de
en önemli olaylarında belli bir ağırlığa sahiptir. Kapitalizmin doğuşunda İlkel
Sosyalizme belirleyici bir önem verir. Kitaplarından birinin adı, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş
- İngiltere”dir. Adının da ima
ettiği gibi, kapitalizme geçişte bile ilkel sosyalizmin belirleyici bir
öneminden söz edilmektedir.
Japon mucizesi mi? Onun ardından yine ilkel sosyalizmin
medüze kafası çıkar. Bir başka kitabının adı da: “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Son Geçiş - Japonya”dır çünkü.
Hatta Ekim Devrimi’nin Rusya’da gerçekleşmesinde bile İlkel
sosyalizmin, Rusya’nın ya da kuzey Slavlarının medeniyete geç girmişliğinin,
yani ilkel sosyalizme yakınlığının etkilerini görür Hikmet Kıvılcımlı.
Komün (İlkel sosyalizm), Kıvılcımlı’nın eserinde böylesine
anahtar bir işlev görürken, Kıvılcımlı’nın eserleri veya görüşleri üzerine
yazanlar, Kıvılcımlı’nın görüşlerinde böylesine hayati bir işlevi olan kavram
hakkında neredeyse hemen hemen hiç bir değerlendirmede bulunmazlar.
Kıvılcımlı’nın teorik sisteminde böylesine hayati bir işlevi
olan kavram hakkında ya hiç bir şey yazılmaz, ya da tartışmaya bile değmeyecek
bir fantezi veya nezaket veya saygı nedeniyle ifade edilmemiş, bir saçmalık
olarak görülür.
Çok bilineni, nakli tarih olarak aktarılmış olan, Şefik
Hüsnü Değmer’e ait, Kıvılcımlı’nın ilkel toplumların rolünü abarttığı yolundaki
eleştirisidir.
Yalçın Küçük, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ni üzerinde yazmaya
bile değer olmayan bir kavram olarak görür.
Kıvılcımlı üzerine doktora çalışması yapmış Süha Ünsal’da
Kıvılcımlı’nın bu en önemli teorik katkısı ya da orijinal görüşü hakkında bir
tek inceleme bile yoktur.
Kıvılcımlı’nın görüşlerini savunduğunu iddia edenlerde de
bir şey bulunmaz bu konuda.
Komün Kıvılcımlı’nın teorik eserinin “kayıp halka”sıdır bir bakıma.
Ama Akademik tarih veya Marksist tarih kitaplarında da
yoktur bu konuda bir şey. Komün, tarih’in değil tarih öncesinin dünyasına ait,
binlerce yıl öncesinde kalmış; Sibirya tundraları; el değmemiş okyanus adaları;
çöller; dağ başları veya balta girmemiş tropik ormanlarda var olan;
tarihçilerin değil de etnolog veya antropologların ilgi alanına giren bir
şeydir. Tarih’in ve tarihçiliğin konusu olarak bile görülmez.
Komün sadece Kıvılcımlı’nın değil tarihçiliğin de kayıp
halkasıdır.
Tarihçilerde komün olmayınca, bu tarihten de komünün
kaybolduğu anlamına gelir.
Yani komün, Tarihin de kayıp halkasıdır.
Burada şu soru sorulabilir: Kıvılcımlı’daki bu vurgu ile
buna tam zıt yönde kesin bir boşluk arasında bir bağlantı var mıdır? Varsa bu
nedir?
Ama sadece bu değildir soru. Şu da sorulabilir: diyelim ki,
eski tarihte ilkel sosyalizm bir önemli işlev görmüş olsun, bunun, bugün bizlerin
önümüzdeki sorunlarla ne ilgisi olabilir?
Kıvılcımlı’nın bu en saçma gibi, ya da hoş görülebilecek bir
beyin jimnastiği veya fantezi gibi görünen yanı, onun geleceğe kalabilecek,
Marksizm’in yeniden canlanmasıyla ilgili en önemli yanıdır. İlkel sosyalizm
konusunda, Marksist veya değil bütün tarihçi ve sosyologlardaki suskunluk;
Kıvılcımlı’nın bu konudaki yazdıkları konusundaki suskunluk ve deli saçması
olarak görme ve de Marksizm’in krizi ve onun aşılması arasında derinden ve
kopmaz bir ilişki vardır.
Bu bakımdan somut politik pratikle en ilgisiz gibi görünen,
en soyut görünen konumuz, tamamen günün acil sorunlarına bir cevap arama
çabasından başka bir şey değildir. Bu bakımdan bu konuyu seçişimizin ve
motivasyonumuzun ardında, doğrudan doğruya somut politik sorunlar
bulunmaktadır. Bu somut, hayati politik sorunlara bir cevap arama çabasıdır
aynı zamanda.
Üçüncü Bölüm: Marksizm’in Kayıp
Halkası
Romantik Düşünce
Lenin’in “Marksizm’in
Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” makalesini herkes bilir: bu üç kaynak, üç
bileşen: Klasik Alman Felsefesi, Fransız Sosyalizmi ve İngiliz Ekonomi
Politiğidir.
Ne var ki, son yıllardaki araştırmalar, Marksizm’in
unutulmuş bir dördüncü kaynağı olduğunu göstermiştir: Bu Avrupa’daki Romantik Düşünce geleneğidir.
Romantizm, kapitalizm öncesi geçmişe idealleştirilmiş bir
referans ve burjuva toplumunun bazı yönlerinin eleştirisidir. Michael Löwy’nin
gösterdiği gibi, Marksizm’in dördüncü bileşenidir romantik düşünce.
“Romantik Dünya görüşünde kapitalizm öncesi geçmiş,
niteliksel değerlerin (kullanım değerleri ya da etik, estetik ve dinsel
değerler) hakimiyeti, üyeler arasındaki organik cemaat ya da duygusal bağların
– niceliği, fiyatı, parayı, metaları, karı ve atomizasyonu temel alan modern
kapitalist uygarlığın tersine – önemli rolü gibi bir dizi erdeme (gerçek,
kısmen gerçek ya da hayali) sahiptir.” (s.18)
Romantik düşüncede kapitalizmin olumsuzluklarına, daha o
doğarken, onun gençlik çağında güçlü bir eleştiri ve tepki vardır. Romantizm
kapitalizmin çıkışını, en azından başka değerler açısından bir ilerleme olarak
görmez. Tekniğin ve kapitalizmin gelişiminde insani olandan bir uzaklaşma
görülür. Bu nedenle, kapitalizm çürüme çağına girdikçe, burjuva uygarlığının
krizi derinleştikçe, gelecek hakkındaki iyimser beklentiler azaldıkça, romantik
düşünce kaynaklarına ilgi artmıştır. Zaten Marksizm’in bu unutulmuş bileşeninin
de hatırlanışı ve ortaya çıkışı, bizzat burjuva uygarlığının krizi ve bu krizin
ilerlemeci tarih anlayışının krizi biçiminde zihinlerde yansımasıyla
bağlantılıdır. Öte yandan, İlerlemeci tarih anlayışına karşı devrimci Marksist
gelenek de hemen daima, Romantik düşünce ve eleştiri geleneğinden beslenmiştir.
Kapitalizme, o daha gençliğini solurken eleştiri yönelten
Romantik Düşünce geleneği; Marksizm’i de daha doğuşunda güçlü biçimde
beslemiştir. Romantik düşüncenin en büyük temsilcisi Rousseau’dur ve onun
düşüncesinin Marks’ın eserinde muazzam bir etkisi vardır.
Romantik düşünürler veya bu gelenekten gelenlerin ya da bu
gelenekten esinlenenlerin Kapitalizm’e yönelttikleri eleştiriler, çoğu kez
burjuva aydınlanmasının hayranlarından çok daha derindir. Aydınlanmanın inkarı
anlamına gelen pozitivizmin ise panzehiridir.
Marks ve Engels, örneğin Carlyle, Balzac gibi yazarların
kapitalizme yönelttikleri etik ve kültürel değerlerle yüklü eleştiriyi
durmaksızın benimserler. “Geçmişin bakış
açısıyla davranan düşünürlerin, şimdiki zamanın bilgisine uaşma olasılıkları,
bazı bakımlardan, şimdiki zamanla doğrudan ve eleştirel biçimde özdeşlenen
düşünürlerinkinden daha derindir”. Marks, bu soruna özellikle Artık Değer
Teorileri’nde birçok kereler döner.
Kapitalizm öncesine duyulan nostaljiyle kapitalizmin
eleştirisi sadece feodalizm açısından bir eleştiri olarak anlaşılmamalıdır.
Çünkü ondan önce de bir komün, yani Kıvılcımlı’nın “İlkel Sosyalizmi” vardır. Bu sosyalizmin yaşayan kalıntıları
genellikle kapitalizmin eleştirisinin unsurlarını sağlarlar.
Romantik Düşüncenin Kayıp Halkası: Komün
Ama kapitalizm öncesi sadece feodal toplum değildir. Bu
kapitalizm öncesine referans, pek ala, sınıfsız bir toplum açısından da
yapılabilir ve geleceğe yansıtılabilir. Bu devrimci
romantizmin özelliğidir. Bu önceki sınıfsız toplum, Rousseau’da bir doğa
durumu, Moses Hess’de eski Musevilik, Hölderlin’de Antik Yunan, Rus
devrimcilerinde Köy komünü, Mir’dir.
Ama Kıvılcımlı’yı okuyan biri bilir ki, bu romantiklerin
gözünde referans noktası olan ve birbirinden farklı gibi görünen biçimlerin
hepsi aslında aynı ilkel sosyalizmin farklı biçimlerinden başka bir şey
değildir. O halde, kapitalizme karşı,
sınıfsız bir toplum bakımından yapılan eleştiri ile Kıvılcımlı’nın sınıflı
toplumları eleştirirkenki yaklaşımları arasındaki paralellik, özdeşlik ve
akrabalıklar görmezden gelinemez. Bunlar rastlantısal değildir.
Kıvılcımlı romantik gelenekle, o kültür ve düşünce
geleneğiyle bir bağı olmamasına rağmen, yakın
bir akrabalık içindedir. Kıvılcımlı, Engels ve İbni Haldun düşünce
geleneğinden; sosyoloji ve tarih geleneğindendir. Buna rağmen, Kıvılcımlı’nın
sınıflı topluma eleştirisi ile romantiklerin kapitalist topluma eleştirileri,
aynı referans sisteminden kaynaklanır, aynı dalga boyundandırlar. Ve
Kıvılcımlı’nın bu yanı, politik çizgisinin dayandığı Sovyet teorisiyle ya da
Stalinizmle kesin bir çelişki içindedir ve Devrimci Marksizme yakındır.
Ama daha da ilginci şudur. Marks ve Engels’in kandaş topluma
duydukları derin ilgi ortadadır. Ve bu ilgiyi uyandıran eserlerin kaynağında da
yine romantik düşünceden etkilenmiş araştırmacılar bulunmaktadır. İlerlemeci
bir tarih anlayışı bakımından, geçmiş
sadece kötülükleri barındırdığından, geçmişe yönelik bir araştırmanın
motivasyonu da bulunmaz. Bu nedenle, insanlığın sınıfsız çağı üzerine
yapılan araştırmaların kaynağında da romantik düşüncenin küçümsenmemesi gereken
bir payı vardır. Örneğin çığır açıcı Analık Hukuku’nu yazan Bachofen de bizzat
romantik düşünceden esinlenmiştir.
Ama sadece bu da değildir. Romantik düşünce sadece ilkel
sosyalizmin keşfi ve ilgi merkezine gelmesine bir etkide bulunmaz, ama bizzat
romantik düşünce, ilkel sosyalizmin modern tarihe müdahalesinden başka bir şey
de değildir. Bunu anlamak için yine Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ne gerek vardır.
Yani, Kıvılcımlı’nın
Kayıp halkası, Marksizm’in bu kayıp
halkasının ardındaki, Tarihin kayıp
halkasını ve bu halkaların neden kaybolduğunu açıklayan. Bu nedenle sadece
tarihin, Marksizm’in değil kendisinin de kaderini açıklar.
Zaten konuyu anlamak ve anlatmaktaki bütün zorluk buradan
doğmaktadır. Ona sistem karakterini; kendini açıklama özelliği kazandıran aynı
zamanda onu kendi üstüne kapamakta ve çıkmaz bir çember oluşturmaktadır.
İlkel sosyalizm bir kayıp halka olduğu için, onun etkileri
görülmemektedir. Onun Marksizmdeki ve Tarihteki etkileri görülmediği için de
ilkel sosyalizmin tarihteki önemine vurgu yapan Kıvılcımlı’nın teorisi bir
kayıp halka haline gelmektedir.
Komün’ün Oluşturduğu Gönül Yakınlıkları
İlerlemeci tarih anlayışı ile romantik düşünce geleneği
arasında bir doku uyuşmazlığı bulunmaktadır, aynı şekilde ilerlemeci olmayan
tarih anlayışı ile de romantik düşünce geleneği arasında, bir “gönül yakınlığı” vardır. Göthe’nin
kullandığı ve Löwy’nin benimseyip içeriğini zenginleştirdiği kavramla “Wahlvewandschaft”. İlerlemeci tarih
anlayışı açısından, romantik görüş heretik, bozguncu ve sapkın bir karaktere
sahiptir.
Burada belirtilmesi gereken, bu romantik geleneğin sosyal
demokrasi ve daha sonra Plekhaov etkisi ile unutulması ve kaybolmasıdır.
Lenin’in eseri de bu anlamda, Plekhanov’un bir talebesi olarak, bu ilerlemeci
ve romantik öğe karşısında susmuşluğun damgasını taşır ve bu unutulmuşluğu da
yaygınlaştırır.
Romantik düşünce geleneği; kapitalizm eleştirisinde geçmişi
birçok bakımlardan iyi gören anlayış; ilerlemeci tarih anlayışı ile
uyuşamadığı, ona karşı sapkınlığın tohumlarını içinde taşıdığı için; daha
sonraki bütün batı Marksizm’inin devrimci geleneği, Avrupa’daki Romantik
düşünce geleneğinden etkilenmiş, onunla bağlantılarından hız alarak Marksizm’in
ilerlemeci yorumlarına karşı bir eleştiri geliştirebilmiştir. Bu genç
Lukacs’tan, Benjamin’e kadar çok açıktır.
Kıvılcımlı her ne kadar batı Romantik düşünce geleneği ile
bağlantılı olmasa da, bu romantik düşünce geleneğine benzer bir tavır içindedir
ve bu gelenekten tamamen bağımsızca benzer noktalara ulaşır.
Yalnız Kıvılcımlı’da bir temel fark vardır. Batı’daki
devrimci ve eleştirel Marksizm geleneği Romantik Öğeyi, yani kapitalizm
öncesini referans alarak kapitalizmin sadece bir ilerleme olmadığı ve onun
eleştirisini esas olarak kapitalizmle ilgili olarak kullanırken, bu Kıvılcımlı’da
bütün sınıflı toplumları, ama özellikle kapitalizm öncesi sınıflı toplumları
mahkûm eden bir referans işlevi görür.
Bundan başka, Batı Marksizm’indeki bu kapitalizm öncesi,
romantik öğe, tarihsel ya da sosyolojik bir kategori değildir; en böyle göründüğü
anlarda bile, bir felsefi kategori
olarak vardır.
Kıvılcımlı’da ise bu, yani Komün, tarihsel ve sosyolojik bir kategoridir. Böylece romantik kaynaklara
ve ilerlemeci olmayan tarih anlayışına bizzat tarih biliminin sonuçlarıyla
bilimsel bir temel sağlar.
Ne var ki, Romantik geleneğin Kapitalizme yönelik tepkisi,
Kıvılcımlı’da yoktur. Kıvılcımlı, beş bin yıllık tarihle uğraşmaktadır;
Bezirgan uygarlıklarını; doğu devletçiliğini mahkum etmekte kullanılır bu ilkel
sosyalizm. Bir bakıma, kapitalizm öncesini mahkum etmek için bir referanstır
eşitlikçi toplum.
Kapitalizm karşısında ise, romantiklerden çok daha hoş
görülüdür Kıvılcımlı. Onunla ilk kez devrimci bir sınıfın ortaya çıkabildiğini,
bütün pisliklerine rağmen bir kurtuluş kapısını da açabildiğini söyler.
Kıvılcımlı’da Kapitalizm, kapitalizm öncesi uygarlık karşısında olumlu bulunur.
Batı Romantik düşüncesinde ise böyle bir sorun yoktur. Ama bu yokluğun kendisi
de yine Avrupa tarihiyle ilgilidir ve bunu açıklayan anahtar yine ilkel
sosyalizm kavramının kendisidir.
Avrupa Tarihinin Kayıp Halkası: Komün
Bizlerin basitçe feodalizm dediğimiz sistem, aslında,
ilerlemeci ve Avrupa merkezli tarih anlayışı bakımından kölecilik ve kapitalizm
arasında bulunan bu sistem, gerçek tarihte, ilkel sosyalizme yakındır.
Kıvılcımlı’nın “ilkel sosyalizmden
kapitalizme” eserinde anlattığı gibi, uygarlığın barbarlarca
yıkılmalarından sonra ortaya çıkar feodalizm. İlerlemeci tarih anlayışı
bakımından daha “geri” gitmiş, ama insani bakımdan daha ileri bir toplumdur;
dolayısıyla feodalizm uygarlığa ya da kapitalizme değil ilkel sosyalizme daha
yakındır. Feodalizm denen şey uygarlyığa bulaşmış, amka onun tarafından henüz
tam fethedilememiş yaşayan komündür.
Bu çok açıktır. Örneğin haçlı Seferlerinde, herkes,
Hıristiyanlık ve İslam (yani bir savaş
görürken; Hikmet Kıvılcımlı, Haçlı Seferlerini, çürüyen Bizans ve İslam
uygarlığına karşı bir “Barbar Akını” olarak değerlendirir.
Kıvılcımlı’nın bakışı daha gerçeğe uygundur. Örneğin
Avrupa’da nedredeyse 18. yüzylılın ortalarına kadar cadı yakmalar olmuştur.
Cadılar, köy komünlerinin düzeninin “dedeleri”, şamanları, “kadın
anaları”dırlar. Onların yok edilmesi, uygarlığın, Roma’nın Ruh-ül Habis’inin
Komünü yok etmesinden başka bir şey değildir. Uygarlık papalıktır, kilisedir;
Komün ise sapkın tarikatlar (Katarlar, Albigenler vs. hatta Protestanlık ve
Püritenliktir) ve bunlardan farklı olmayan Cadılardır.
Yani Avrupa’da Komün’den Uygarlığa, ama bu sefer kapitalist
bir uygarlığa geçildiği ve geçilebildiği için geçmiş, kendisine özlem duyulabilecek,
içine girilene eleştiri yöneltilebilecek bir temel sunar.
Diğer bir deyişle, Romantik
Düşünce ve Eleştiri Marksizm’in kayıp bir halkasıdır ama romantik düşünceyi
var eden, olanaklı kılan da yine tarihin
kayıp halkası olan Komün’dür.
O halde, kapitalizme duyulan romantik tepkinin ardında bile
ilkel sosyalizm vardır. İlerlemeci tarih anlayışıyla uzlaşmayan bu dünya
görüşünün köklerinde ilkel sosyalizm olduğu gibi, romantik görüş de ilkel
sosyalizmin insanlık tarihindeki öneminin ve yerinin kavranılması çabalarına
bir motivasyon vererek ilerlemeci düşünceye bir set çeker.
Kayıp halkanın kökeninde yine bir kayıp halka vardır ve o
kayıp halkayı yine kendisi bir kayıp halka olun bir görüş gösterebilir.
Şöyle ifade edelim. Marksizm’in kökenindeki romantik etki
bir kayıp halkadır. Ama bu halkanın kaynağında ise, yine kendisi bir kayıp
halka olan ilkel sosyalizm, eşitlikçi ve kandaş toplum vardır. Antik bir
uygarlık, kapitalizm karşısında bir nostalji oluşturamaz çünkü. Ama bunu
görebilmek için de, yine kendisi bir kayıp halka olan Kıvılcımlı’nın tarih
yaklaşımı gerekmektedir. Ama Kıvılcımlı’nın tarih yaklaşımının kayıp bir halka
olduğunu görebilmek için de yine kendisi kayıp bir halka olan, romantik
eleştiri ve bunun ilerlemeci olmayan tarih ile bağını bilmek gerekir. Böylece
daire kapanır. Nasıl ilerlemeci düşüncenin dairesi kendi içine kapanmaktaysa,
ilerlemeci olmayan düşüncenin kaynağındaki gerçeklerin ve düşünce
geleneklerinin de kendi içinde kapandığı görülür. Kıvılcımlının sorunu
şuradadır, bu iki kendi içine kapalı dünya arasında yer alır. Bulunduğu politik
gelenek olarak, ilerlemeci çevrimin içindedir; ama tarih çalışmalarıyla,
ilerlemeci olmayan, romantik geleneğin çevrimi içindedir. Ama romantik gelenek
de Marksizm’in kayıp bir halkası olduğundan; kendisi bu gelenekle paralelliğini
görmez ve bilemez. Batı Marksizm’i ile, Romantik gelenekle bağlar oluşturamaz.
İlerlemeci gelenek tarafından, bu ilerlemeci olmayan gelenekle bağlantıları
yüzünden afaroza uğrar; romantik gelenek veya bati Marksizm’i ise, zaten onu
bilmez.
Romantik geleneğin Türkiye ve İslam ülkelerindeki karşılığı
olan politik İslam açısından ise, yine aynı şekilde bir susuşa getirilmek
zorundadır. Çünkü Politik İslam, kapitalizm karşısında romantik düşüncenin ve
bu düşünceden kaynaklanan devrimci Marksizm’in, kapitalizm eleştirisindeki
bütün argümanlarına sahip çıksa da, onun Batı uygarlığı (Kapitalizm) karşısında
savunduğu, bir antik uygarlık idealidir. Gerçi bu uygarlığı, teknik
başarılarıyla savunur. Onun insani yönünde sahip çıkacak bir şey bulamadığı
için, onun doğuşundaki eşitlikçi yönüne sahip çıkar ama bu eşitlikçi yönü
uygarlığa (İslam Uygarlığına) bağlar.
Hâlbuki Kıvılcımlı, bunun karşısındadır. İslam Uygarlığı
görülen yerde Kıvılcımlı Komün’ü, ilkel sosyalizmi görür. Bu İslamcı burjuvazi
için kabul edilmezdir. Ancak, muhtemelen politik İslam ilerde tam da bu
noktadan çatlayacak, bu ilkel sosyalizm durumu ile uyarlık durumu arasındaki
çatışma Kıvılcımlı kanalından Marksizmle birleşecektir.
Dikkat edilirse Asya’da bir romantizm yoktur. Çünkü binlerce
yıllık uygarlık, nostalji duyulacak bir geçmiş bırakmamıştır ortada.
Kapitalizm, Avrupa’da olduğundan çok daha kötü yüzüyle, sömürgeci ve yağmacı
yüzüyle Asya’ya gelmesine rağmen böyledir bu. Ve bunun en somut örneği de
bizzat Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncesidir. Batı’da kapitalizmi mahkum etmeye
yarayan ilkel sosyalizm, onda doğu tarihini mahkum etmenin aracıdır. O tarih
karşısında kapitalizmin günahları bile affedilebilecek düzeydedir.
Burada, politik İslam ve kökleriyle, romantik düşünce ve Marksizm’in
romantik düşünceden esinlenen ve ilerlemeci düşünceyi reddeden gelişimi
arasındaki paralelliğe dikkati çekmek isteriz.
Doğu’da, Kıvılcımlı’nın dediği gibi, uygarlık çok güçlüdür,
sınıfsız toplum yok değildir, ama o doğunun dağlarında, sapa yerlerinde heretik
olarak var olmaya devam eder. Ama tam da bu nedenle yazısızdır ve güçlü düşünce
akımları ve disiplinleriyle bir bağlantı kuramaz. Bir yaşam olarak vardır.
Avrupa’da ise, izleri henüz yok olmadan, kapitalizme geçebildiği için, henüz
yok olmadan yazıya, düşünce akımlarıyla ilişkiyle geçme olanağı bulur. Bu
nedenle, doğunun heretik düşüncesi, kendisini baskı altına almış uygarlıklar
karşısında, doğrudan kapitalizmle ilişkiye girdiğinde, ilerlemeci bir düşünceye
hemen sarılabilir. Aleviliğin Kemalizmle bağlantısı ve Türkiye sosyalist
hareketinin, Alevilerle güçlü bağları ve o düşünce kalıplarını farkına varmadan
kendi geleneğine alışıyla, güçlü teorisyenler yokluğu arasında, hatta
Kıvılcımlı’nın eserinin anlaşılamaması arasında bile bir ilişki, bir bağlantı
bile vardır.
İslam, bir uygarlık dinidir klasik uygarlıkların
çürümüşlüğünü temsil eder. Bu din cemaati kapitalizmle karşılaştığında, varolan
yaşamında, kapitalizmin tüm tahribatına rağmen nostalji duyulacak pek az şey
vardır. Bu nedenle, batıdaki muhafazakar romantizm benzeri İslam
muhafazakarlığı pek güçlü bir akım olarak var olamamıştır.
Ancak, bu İslam, batı Romantizmi gibi, gerçekte var olmayan
bir İslam, ilk doğuş döneminin İslam’ı, yani uygarlaşmamış, henüz kentin
sınıfsız toplumunun izlerini taşıyan bir İslam aracılığıyla ancak, kapitalizme
karşı bir tepkiyi ifade edebilme olanağı bulmuştur. Politik İslam’ın bu
eleştirisi, Batı’daki romantik düşünce ile aynı dalga boyundan yayın yapar ve
paralellikler gösterir. Benzer şekilde, günümüzün politik İslam’ı da, bu
eleştiriden kaynaklanarak, burjuva uygarlığını eleştirmektedir. Bu paralellik o
kadar açıktır ki, günümüzün politik İslam’ı, burjuva uygarlığını eleştirirken,
bütünüyle romantik eleştiriden kaynaklanan Marksist, özellikle Frankfurt Okulu’nun
eleştirisinden yararlanmakta, bütün bu eleştirinin argümanlarıyla
silahlanmaktadır. Sosyalistlere bir bakıma eksikliklerinin ne olduğu
göstermektedir. Gerçekte, ilerlemeci tarih anlayışıyla kopuşmuş bir Marksizm’in
politik İslam’la paradigma ortaklıkları, yaygın Stalinist Marksistlerle
olduğundan daha fazladır.
Burada yine ilginç bir durumla karşılaşırız. Burjuva Politik
İslam’ın aydınları arasında, Kıvılcımlı en azından Türk Kültür alanında bilinen
bir insan olmakla birlikte, örneğin bir Frankfurt okuluna gösterilen ilgi ona
gösterilmez, hatta ona karşı düşmanca bir tavır, bir susuşa getirme söz
konusudur.
Bunun nedeni çok açıktır, Kıvılcımlı, ilkel sosyalizm
aracılığıyla, Politik İslam’ın savunduğunu söylediği, uygarlıklara, bu arada
İslam uygarlığına eleştiri yapar, Kıvılcımlı’da ütopik geçmişin okları
kapitalizmden ziyade, antik uygarlıklara yöneliktir. Politik İslam ise,
milliyetçidir ve İslam’ın uygarlaştıktan sonraki devletlerinde kendine referans
noktası arar. Bu antik İslam uygarlığı formu altında, idealleştirilmiş bir
İslam açısından kapitalizmi eleştirdiği iddiasında olduğundan, Kıvılcımlı’nın
yaklaşımının rahatsız ediciliği ortadadır.
Böylece Kıvılcımlı’nın İlkel sosyalizm vurgusu ve teorisinin
İslam aydınlarında ve Alevi aydınlarında karşılaştığı suskunluğun nedenleri de
anlaşılır. İlkel sosyalizm geleneğinden gelenlerin (Alevilerin) kitapsızlığı ve teorik düşünceye uzaklığı
(Akli değil nakli olana yatkınlık geleneği); tersi olanların (Müslümanların;
Akli Düşünceye yatkın olanların) ise ilkel sosyalizme (Komüne) düşmanlığı.
İlerleyen Tarihin Panzehiri Olarak Komün
İlerleyen bir tarih anlayışında romantizmin yeri yoktur. O
ancak özlenecek bir geçmişin olduğu yerde var olabilir. Ama özlenecek bir
geçmiş varsa, Bugünkü durumu bir ilerleme olarak kavramak zorlaşır, o belki
ileriye sıçramak için bile olsa bir gerileme olarak ortaya çıkar ve daha bu
noktada ilerlemeci anlayış ilk darbeyi yer. Bu nedenledir ki, ilerlemeci
anlayışı reddeden tarihsel maddecilik romantik gelenekten kaynaklanır. Ama bizzat
bu romantik gelenek de ilkel sosyalizmden, yani gerçekten ilerleme olmayan, bir
hayal ürünü olmayan bir tarihten. Yani ilkel sosyalizm, varlığı ve dolaylı
etkileriyle, hem ilerlemeci tarih anlayışıyla uzlaşmaz, hem de onun ortadan
kaldırılmasına el verir.
İlerlemeci tarih anlayışında ilkel sosyalizmin yeri yoktur.
Sosyalizm bile olsa, hor görülebilir bir ilkelliği vardır. Geçmişte özlenecek
hiç bir şey yoktur. Bu nedenle, yaygın Stalinizmin ve sosyal demokrasinin ve de
aydınlanmacılığın kötü kopyası pozitivizm kaynaklı Kemalizmin, yani
Türkiyede’ki politik manzaraya egemen olan bütün akımların ilkel sosyalizmle
sorunu vardır. Çünkü, hepsi ilerlemeci bir tarih anlayışının esiridirler.
Kıvılcımlı’nın eseri karşısındaki bu suskunluğun ve hor görünün nedeni budur.
Mesihçi Gelenek ve Komün
İlerlemeci bir tarih anlayışı, ütopyacılık ve Mesihçilikle
de uyuşmaz. Biraz da bunun üzerinde duralım.
Çünkü ilerlemeci olmayan tarih anlayışının kaynağında,
romantik gelenek kadar, mesihçi gelenekle de yakın bağlar bulunmaktadır.
Kötüye giden bir
tarih anlayışı olamadan bir Mesih düşüncesi var olamaz. Mesih, insanlığı
uçurumdan, kötüye gidişten kurtarabilir. İlerleyen ve iyimser bir tarih
kavrayışında Mesih’in yeri bulunmaz.
Ama kötüye doğru bir
gidiş için başlangıçta iyi bir durum gerekir. Bu başlangıçtaki iyi durum, Cennetir, altın çağdır.
Ama bunun kendisi de, ilkel sosyalizmden başka, bunun
insanlığın hafızasındaki izinden başka bir şey değildir. Yani komün olmadan
kötüye gidin bir tarih ve zaman algısı olamaz; kötüye giden bir tarih ve zaman
algısı olmadan da Mesihçi gelenek var olamaz.
Böylece ilkel sosyalizm, bir şekilde, Mesihçi gelenek
üzerinden, modern sosyalizmin ilerlemeci etkilerden kurtulmasına el verir.
Cennet, neolitik köy komününün, sınıfsız toplumun insanlığın
hafızasındaki kalıntısından başka bir şey değildir. Uygarlık ne yaparsa yapsın,
bunu tam olarak silmeyi başaramamıştır.
Büyük dinlerin ilk dönemleri de bir tür Cennet gibi işlev
görürler. İslam’da “Asrı saadet” gibi. Ama bu ilk dönemler de Komün’ün
ilişkilerinin ve etkilerinin güçlü olduğu bir dönemden başka bir şey
değildirler.
Ama iyi ve güzel olan geçmişte ise, durum kötüdür ve kötüye
gitmektedir. Yani ilerleyen bir tarih anlayışı olanaksızdır geçmişi iyi gören
bir tarih anlatısı içinde.
İbrahimi dinler bir bakıma bir devrimci tohum serperler
insan düşüncesine.
Ancak bu tohumun yeşermesi için, bu dünyanın düzelebilir
olduğu yönünde bir kabul ve varsayım gerekir. Bu dünya düzelemez, bir imtihan
odasıdır; esas güzellikler öte dünyadadır tarzında bir anlayıştan ancak
bireysel bir tevekkül ve katlanma çıkar.
Ancak, Musevilikte öte dünya fikri yoktur. Mesih gelecek ve
bu dünyada bin yıllık iyi bir düzen kuracaktır. Ama Cennet’in, Geçmişteki
komünün olmadığı yerde, gelecekteki Komün de olamazdı. Yani Mesihçi düşünce ile
komün arasında özsel bir zorunluluk vardır.
İşte, bu nedenle, Semitik dinlerdeki bütün ihtilalcı ve
eşitlikçi tarikatlar ve hareketler Yahudilikteki Mesih geleneğinden;
Yahudilikteki sapkın tarikatlerden, özellikle Kabalacılıktan, esinlenirler.
Bu esinlenme Marksizm’in doğuşundaki fikirde de vardır.
Proletarya, modern ve sosyolojik olarak tanımlanmış bir Mesih’ten başka bir şey
değildir aslında. Semitik dinlerin, özellikle Yahudiliğin, bu dünyanın
düzelebilirliğine dair bir varsayımı ve ön kabulü olmasaydı, bu düşünce
insanların içine derinden kök salmış olmasaydı; (örneğin Hindistan’da olduğu
gibi insanların sürekli başka canlılar olarak yeniden doğacağı gibi bir algıda
Mesihçi gelenek var olamazdı) Marks, (Hatta belki Yahudi kökleriyle bu fikirle
kaynağından bağlar içinde bulunmasaydı) insanlığı kurtaracak bir proleter
devrim ve Mesih benzeri bir proletarya fikrine ulaşamayabilirdi.
Ve yine rastlantı değildir Marks’ın insanlığın sınıflı
toplum öncesinde sınıfsız bir komün düzeninin olduğunu öğrenince buna heyecanla
bağlanması. Bunun ardında yine ilerleyen bir tarih anlayışının panzehiri olan
ve bir Mesih’i mümkün kılan Komün bulunmaktadır.
Öte yandan aynı düşünce geleneği ve yakınlık, tekrar
Benjamin’de de ortaya çıkar. Kötümser tarihin kaynağında da romantik gelenek
kadar; (ki romantık geleneğin kendisi de komün’den gelirdi ve onun ifadesiydi)
Mesihçi gelenekle de doğrudan bağlantılıdır.
Elbet Kıvılcımlı da Tevrat’tan kaynaklanan Kuran
aracılığıyla; Asrı Saadet aracılığıyla; Marks ve Engels aracılığıyla aynı
Komün’ün izleri üzerinde yürümektedir.
Ütopik Görüş ve Mesihçi ve Romantik Gelenek Bağı
Ütopik görüşün köklerinde de Mesihçi ve Romantik gelenekle
bir bağlantı bulunmaktadır. Örneğin Foriuer’in kendisi bizzat bir romantik
düşünce akımındandır. Ama sadece bu kadar değil. İlkel sosyalizm olmadan ütopya
da olamaz.
Bütün gelecek tasavvurları şunu göstermektedir, gelecek
tasavvurları da tıpkı tarihlerin tarihi yansıtmadıkları, o tarih üzerine
yazanların kendi sorun ve zamanlarını yansıtmaları gibi geleceğin dünyasını
değil, o gelecek hayali kuranların dünyasını yansıtır. Bu da hayal gücünün
aslında güçsüzlüğünü gösterir.
Öte yandan gerçek ise ancak hayallerin aynasında daha iyi
kavranabilir. Hegel’in meşhur benzetmesine değinmek isterim. Hani şu Ziya
paşı’nın “Gökte yıldız arayan nice küfra
müneccim / Görmez kuyuyu gürru deherinde” sözlerindeki anlayışla alay
ettiği benzetme vardır. Kuyuya düşmemek için önlerine bakanlar, yukarıya
baksalar kuyunun ağzını görürler der.
Bu gerçeğin bilgisine ancak hayallerin aynasında
varılabileceğini de gösterir. Peki burada bir çelişki yok mu? Bir yandan
gelecek tasavvurları geleceği yansıtmaz diyoruz; diğer yandan gelecek
tasavvurları ile ancak gerçeğin özüne daha iyi varılabilir diyoruz.
Uygarlık kendi başına insanda hayal gücünü de bırakmaz.
Padişah olsan ne yersin, soğanın cücüğünü yerim hikayesindeki gibi olur durum.
Bunu en açık iki cennetin farkında görebiliriz. Aynı
kelimeyle karşılanmakla ve birbirine karışmış olmakla birlikte aslında iki
cennet vardır. Biri Adem ile Havva’nın, masumluğun, günahsızlığın cenneti;
Komün’den başka bir şey olmayan cennet.
Bu cennet ilkel sosyalizmin insanlığın hafızasındaki
yansısıdır.
Bir de sınıflı toplumun hayallerinin cenneti vardır ölümden
sonra gidilecek olan. Bu cennet kevser şaraplı, hurili, gılmanlı cennettir.
Aslında bir ütopya bile değildir, egemen sınıfın ya da sultanların, Kralların
saraylarının yansısıdır. Masum olmak bir yana hedonist bir cehennemdir.
İşte böyle bir cennet nasıl bir hayal olmaktan uzaksa,
ütopyalar da bu anlamda bizlerin gerçeği kavramasını sağlayamayacak birer
yansıdırlar. Onlar gerçeğin kendisini göreceği ayna değil, gerçeğin bir
yansısıdırlar.
Gerçekliğin özünü anlamayı sağlayan ayna işlevini,
uygarlığın cenneti sağlayamaz; insanlığın masum cenneti (Komün) sağlar. Sınıflı
toplumda da bunu sınıfsız toplum sağlar. Yani insanlığın tarih öncesi, yani
ilkel sosyalizm olmadan, hayal kurmak, bu toplumun dışından bir hayal kurarak
bu toplumu anlamak da olanaksızdır. Bu bakımdan, ütopyacı görüşün de kaynağında
yine ilkel sosyalizm vardır. Eğer ilkel sosyalizm olmasaydı, sınıflı veya
kapitalist toplumun alternatifi olarak gördüğümüz hayaller, ölümden sonra
gidilen cennetin, bu dünyanın hayalleri olması türünden hayaller olarak,
gerçeği görmemizi olanaksız kılardı. O halde ütopik görüşü mümkün kılan ve bu
toplumun dayanılmazlığı duygusunu verenr ütopizm de bizzat ilkel sosyalizm
(komün) sayesinde var olabilir. Ve ilkel sosyalizm ütopizm üzerinden bilimsel
sosyalizme el verir.
Böylece şu noktaya varıyoruz, birbiriyle akraba, ya da “gönül yakınlığı” olan, aynı zamanda Marksizm’in
derin köklerinde bulunan, Romantik, Mesihçi ve Ütopik görüşlerin kökeninde,
ilerlemeci olmayan bir tarih anlayışı vardır. Bunu mümkün kılan da, ilkel
sosyalizmin, Komün’ün ta kendisidir.
İşte Kıvılcımlı ile hem otantik Marksizm hem de Batı Marksizm’i
arasındaki uyum ve gönül yakınlıkları bir rastlantı olmamasının nedeni:
Kıvılcımlı’nın kendisinin kayıp halkası olan komünden başka bir şey değildir.
Geleceğin Marksizm’inin Bileşenlerinin Kayıp Halkası Olarak
Kıvılcımlı
Burada geleceğin Marksizm’inin bir bileşenine değinmiş
bulunuyoruz. Bu bileşen ilerlemeci olmayan tarih kavrayışıdır. Bu kavrayış, Marksizm’in
romantik köklerinden ve romantik akımlardan beslenerek serpilir ve tarihsel
maddeciliğin en büyük sıçramasını yapmasını sağlar.
Ama geleceğin Marksizm’inin bir yanı Batı Marksizm’i
geleneği ise, diğer kaynağı Troçki’nin adına bağlı, politika, strateji ve
ekonomi politik geleneğidir.
Troçkist akım birçok kanaldan, içindeki ilerlemeci geleneğin
kalıntılarıyla yüzleşip, ilerlemeci olmayan tarih anlayışıyla bir bütünleşme
yolunda önemli adımlar atmış bulunuyor. Michael Löwy, Daniel Bensaid gibi
isimler bu bağlamda zikredilebilir.
Ama burada eksik olan tarihtir. İki gelenek de tarihle
ilgili değildir. İkisi de Aydınlanma sonrasıyla ve günümüzle ilgilidir.
Troçkizm bir eşitsiz ve kombine bileşime, bir açık uçluluğa
vurgu yapmaktadır. Frankfurt okulu ise bir felakete gidişe. Burada yine de bir
kopukluk vardır. Kötüye giden bir tarihte kombine ve eşitsiz gelişim yaklaşımı
uyuşmaz. Felakete giden bir tarihte bu gidiş, felakete eşitsiz ve kombine bir
gidiş olarak ortaya çıkar. Bunlar farklı paradigmalardır. Bu farklı
paradigmaların birleşmesi gerekmektedir ama bu da ciddi bir sorundur.
İşte Kıvılcımlı, bu iki paradigmayı bir kavram sistemi
içinde birleştirebilecek bir yaklaşımın unsurlarını bize sağlar, en azından
Tarih’te.
Tarih’teki yıkılışların birer devrim olduğu yaklaşımıdır bu.
Yani Marks’ın ya çöküş ya devrim dediği yerde, Kıvılcımlı, bu çöküşün aynı
zamanda bir devrim olduğunu görür. Çünkü o çöküşü sağlayan komün, toplumsal
ilişkileri özgürleştirir. Roma’nın çöküşü imgesi vardır Marksın bu
benzetmesinin ardında. Ama bu çöküş tam da bir devrimdi. İki anlamda bir
devrim, Engels’in de belirttiği gibi, uygarlıkta yaşayanlar için daha bir
özgürleşmeydi; uygarlığı yıkan komünler için ise uygarlığa bir geçişti.
Eğer uygarlık teknik ve zenginlikler olarak alınırsa ortada
bir çöküş olduğu görüşü ortaya çıkabilir, ama ilkel sosyalizm, insani bakımdan
üstün olarak görülünce, uygarın bakışı açısından, çöküş olarak görülen, bir
sıçrama bir ilerleme olarak ortaya çıkar.
Bu bize şunu gösterir: Marks
uygarlığın tarihçilerinin yaklaşımıyla çöküşten söz etmektedir. Ama
Ütopik bir bakış açısından, ya da ilerlemeci olmayan bir bakış açısından,
bunlar birer devrimdirler. Tarihsel devrimler, yani uçuruma yuvarlanmak, çöküş
olarak görülen olaylar, gerçekte, insanlığın uçuruma gitmesini engelleyen birer
imdat freni olarak ortaya çıkarlar.
Böylece, Lokomotif ve İmdat Freni bir ve aynı devrimin iki
yüzü olarak ortaya çıkar klasik tarihte: birbirinden farklı bu iki paradigma
bir tek bütün içinde birleşir. Bu birleşmeyi ise, Kıvılcımlı’nın kayıp bir
halka olan teorisi sağlar.
Batı ve doğu düşünce ekollerinin farkı:
İşin aslı batı tarihindedir. Batının tarihi binlerce yıllık
değildir. Bu nedenle o kendi merkezinden baktığında tarihi başka türlü görür.
Bu da batıdaki düşünce geleneklerini belirler.
Batı binlerce yıl medeniyet yaşamamıştır. Feodalizm denen
şey aslında ilkel sosyalizmden başka bir şey değildir. Batı bir anda kendini kapitalizmde
bulur.
Batı’da bu sayede komün, ilkel sosyalizm, dünya ticaretinin
merkezinde yer alır.
Doğuda ise, ilkel sosyalizm ancak dağ başlarında, ticaret
yollarının dışında, sapa yerlerde var olabilmiştir.
Batı aslıda, dünya açısından bakıldığında bir sapa yerdir.
Ama bu sapa yer, dünya yuvarlak olduğu için, birden bire dünya ticareti için
muazzam bir olanakla ortaya çıkar. Binlerce yılda bir dünya pazarı da iyi kötü
oluşmuştur.
Bu durumda, kapitalizm geçildiğinde, onun karşısında
nostalji duyulacak bir ilkel sosyalizm hala vardır. Romantik düşünce, ilkel
sosyalizm olmasaydı; Batı “ilkel
sosyalizm’den kapitalizme” geçmeseydi var olamazdı.
Ama doğuda, durum tersinedir. Doğu’da kapitalizmden önce
uygarlıklar ortaya çıkar. Doğuda da insanlar ve ezilen sınıflar bu uygarlığa
tıpkı kapitalizmle karşı karşıya gelmiş insan gibi tepki gösterir.
Altın Çağ olarak, cennet olarak. Ama bu tepki, Mesihçi
düşünce biçiminde ortaya çıkar. Bir bakıma Mesihçi düşünce doğunun
romantizmidir. Her ikisi de sınıflı topluma tepkidir. Biri modern diğeri ise
antik sınıflı toplumadır.
Romantik düşünce esas olarak batılı kalmıştır. Çünkü,
doğulu, hem de bir sömürge ve yarı sömürge olarak karşılaşmasına rağmen,
kapitalizmle karşılaştığında onun ardında idealize edilebilecek, nostalji duyulabilecek
bir yaşam yoktur. O yaşam binlerce yılın ardında unutulmuştur.
Bu farklılık, Kıvılcımlı ve Romantik geleneğin farklılığını
da açıklar. Bu en iyi teknik karşısında görülebilir. Kıvılcımlı ilkel
sosyalizmi uygarlıkla karşılaştırınca, aslında uygarlığın teknik ilerlemeye de
yol açmadığını görür. Teknik yaratıcılığı ve ilerlemeyi uygarlığa vermez, bunu
geçmişe, ilkel sosyalizme verir.
Batıdaki ise ilkel sosyalizmin teknik yaratıcılığıyla
kıyaslanmayacak bir teknik yaratıcılık ve gelişme ile karşılaşır. O batıda
teknik ve uygarlık ve kapitalizm adeta özdeştir. Bu da teknik ilerlemenin, o
ideal düzene değil, kapitalizme has bir şey olduğu, teknik ilerleme olmayanın
ilkel sosyalizm olduğu türünden bir yanılsamaya yol açar.
Bunun derin etkileri olur batının düşünce geleneğinde.
Teknik ilerleme ve insani değerler birbirine karşı dururlar. Kıvılcımlı’da ise,
tam tersinedir. İnsani değerlerle teknik ilerleme birbiriyle dostturlar. Bu da
teknik ile maneviyat çelişkisi biçiminde zihinlerde yer eder.
Gerçi son yıllarda kadın hareketi ve arkeolojik kazılar da
tekniğin ilkel sınıfsız toplumda uygarlıklardan çok daha hızlı ilerlediğini
göstermiştir, ama bu sahte ikilem varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla batı
geleneğinde, ilişkilerin değil o tekniğin eleştirisinin güçlü bir geleneği
vardır.
Dördüncü
Bölüm: Tarihin Kayıp Halkası
Karşı Devrimlerin ve Uygarlığın Tarih Yazışları
Kıvılcımlı’nın İlkel sosyalizme ilişkin bu vurgusunun Tarih
bilimi açısından ne anlama geldiğini anlaşılır kılmak için, modern burjuva ve
proleter devrimlerinin tarihinden bir analojiye baş vuralım.
Devrimlerin tarihini sonradan o devrimlerin mirası üzerine
oturanlar yazarlar ve bunların yaptıkları ilk iş, devrimin gerçek
kahramanlarını silmek, olduğundan başka göstermektir.
Ekim Devrimi’nde böyle olmuştur. Devrimin iki önderinden
biri, putlaştırılmış ve tahrif edilmiş, diğeri ise bir hain olarak
gösterilmiştir. Devrimin iftiralar yığını altına gömülmüş kahramanı Troçki’nin
hayatını yazan Isaac Deutscher, bu kitaba yazdığı ön sözde, yaptığı işin
İngiliz Tarihçi Thomas Carlyle’nin yaptığı işe benzetir ve ona atıfta bulunur.
Carlyle de, İngiliz devrimi tarihirde, Cromwell’in böyle bir iftiralar yığını
altında kaldığını belirtmiş, yaptığı iş bir bakıma bu iftira ve tahrifler ve
suskunluklar yığınını bir kenara atmak olmuştu.
Aynı şey Fransız devrimi için de geçerlidir. Robespiyer ve
Saint- Juste gibi devrim önderleri de
aynı akibetten kurtulamamıştır. Benzeri daha karikatür ölçülerde, Türk burjuva
devrimi diyebileceğimiz, “Kurtuluş Savaşı”nda da görülür.
Burada çok açık bir bağlantı vardır sınıfsal çıkarlarla,
yani o devrimlerin mirasının üzerine oturup bu mirası inkar eden ve tüketen
burjuvazi veya bürokrasinin çıkarları ile o devrimlerin tarihinin tahrifi ve
bir iftiralar, unutkanlıklar yığını altına gömülmesi arasında.
Benzer bir ilişki, ilkel sosyalizm ile uygarlık arasında da
bulunmaktadır. Ve Kıvılcımlı’nın insanlık tarihi ölçüsünde yaptığı,
Deutscher’in Rus devrim tarihinde Troçki’nin veya Carlyle’nin İngiliz devrim
tarihinde Crommwell’in önemini
göstermesine ve bu tarihleri moloz ve iftira yığınları altından çıkarmalarına
benzer. Ama İlkel sosyalizmin insanlık tarihindeki yerinin tekrar ortaya
çıkarılması, Troçki veya Cromwell’in Rus ve İngiliz tarihlerindeki yerinin
ortaya çıkarılmasından çok daha güçtür. Çünkü ortada bir arkeologun, tarihsel
zamanlarda oluşmuş molozları temizlemesinden öte, bir paleantologun,
milyonlarca yıllık jeolojik katmanların altından bir takım izleri çıkarıp
analız etmesine benzer bir durum söz konusudur.
Ve işin ilginci, Rus veya İngiliz devrimlerinde, temizlenecek iftira ve
suskunluklar moloz yığını bir egemen sınıfınkiyle sınırlıdır. Nihayet bunlar
yazılı tarihte ve dün denecek kadar yakın bir zamanda gerçekleşmiştir ve de
modern tarihte, bu moloz yığınını atıp gerçeği arayan bir devrimci sınıf her
zaman vardır bu yöndeki araştırmaların toplumsal temelini oluşturacak.
Kıvılcımlı’nın sürekli öne çıkardığı İlkel Sosyalizm söz
konusu olduğunda, birbiri üstüne yığılan bir iftiralar ve suskunluklar
yığınıyla karşılaşılır.
Birincisi ve en önemlisi, ilkel sosyalizmin bizzat
kendisinden doğan bir engel vardır. Troçki ve Cromwell’in yaptıkları, modern
tarihte, yazının yaygınlaştığı bir dönemde geçer. Bu moloz yığını altına atılan
devrimci gelenekler ve kişilikler bizzat kendileri yazmışlardır. Meclis
oturumlarının tutanakları vardır vs..
Ama ilkel sosyalizm söz konusu olduğunda, tam tersine
çalışır bu. İlkel sosyalizm demek, yazısızlık demektir. Sözlü kültür demektir.
Dolayısıyla yazılı bir eser bırakması söz konusu değildir. O kendi bakış
açısını hiç bir zaman sonraki kuşaklara anlatamaz. Ama bunu yazıya geçirmeye
kalktığı an, yazı demek uygarlık demektir, yani artık uygarlaşmış demektir,
orada da artık uygarın bakış açısından yazacaktır. Artık Uygarlığa geçen ilkel
sosyalist için ise, Cahiliye, kitapsızlık aşılması ve bir an önce kurtulunması
gereken karanlık bir dönemi ifade eder.
Böylece daha baştan susuş ve iftiraya uğrayacak kurbanın
kendisinin yazılı bir şey bırakması söz konusu değildir. Daha baştan her şey unutulmaya
mahkumdur.
Ama sadece bu kadar değil. Bu ilkel sosyalist toplumlar,
medeniyetle ilişki içine geçtikleri andan itibaren, yazılı tarihe de geçerler.
Ama onlar hakkında yazanlar uygarlardır. Onların gözünde bunlar çekirge
sürüleri, kanı helal kitapsızlardır. Bunların bu ilkel sosyalistlerin etkileri
hakkında bir şey yazamayacakları bunu hiç bir zaman göremeyecekleri tek
göreceklerinin ise bir olumsuzluklar yığını olacağı çok açıktır. Atillalar, Cengizler, Haçlılar hakkında uygar Roma, Bizans ya da
İslam tarihçilerinin yazdıklarına bakmak bile yeter.
Bu uygar tarihçilerin ilkel sosyalizm hakkında yazması,
biraz Ekim devrimi veya İngiliz Devrimi hakkındaki bütün tarih bilgisinin, bu
devrimlerin kendisine karşı gerçekleştiği feodaller veya monarkların tarihçilerince yazılmasına
benzer. Kralcı veya Çarcı tarihçilerin bu devrimler ve önderleri hakkında
yazdıklarını okuyan, klasik tarihte uygar tarihçilerin o uygarlıklara saldıran
barbarlar hakkında yazdıklarıyla aynı dili kullandıklarını hayretle görür.
Böylece binlerce yıl boyunca ilkel sosyalizme ilişkin bütün
bilgileriniz, bütün yazılı tarih, uygarların yazdığı tarihtir. Yani modern
tarihe benzetirsek, kapitalizm öncesi bütün tarih yazımı, ilkel sosyalizm
karşısında bir resmi SBKP tarihi, bir Nutuk’tur.
Kapitalizmin Tarih Yazışı
Modern tarihe gelince de işler farklı olmamıştır. İşin
ilginci, binlerce yıllık bu uygarlık tarihçileri molozunun üzerine bir de,
burjuva uygarlığın, ilerlemeci tarih anlayışının molozu yığılmıştır.
Burjuva aydınlanması doğada ve toplumda düzgün değişen ve
ilerleyen, yükselen bir tarih anlayışını egemen kıldı. Doğa ve toplum tarihinin
bu yaklaşımı, son bir kaç yüz yılda müthiş bir şekilde yayılmış ve içe
işlemiştir. Herkes sosyalizmi ve tarihsel maddeciliği, tıpkı biyoloji derslerinde
öğrendiği virüs, amip, süngerler, yumuşakçalar diye giden ve sonunda insanda
taçlanan evrimin, Toplum alanına aktarılmışı olanını; ilkel, köleci, feodal,
kapitalist ve nihayet sosyalizmle taçlanacak biçimde el kitaplarından
öğrenmiştir. Ve işin ilginci bu anlayış, hala Türkiye’de Kemalistinden
sosyalistine bütün solun ezici bir çoğunluğuna egemen olmaya devam etmektedir.
Şimdi bu tarih kavrayışı içinde, Komün, burjuva
tarihçiliğinin, aydınlanmanın iyimser tarihe bakışında, feodalizm ve
kölecilikten de geride, binlerce yıl geride kalmış, ne kapitalizm ne sosyalizm
ne de içinde yaşanılan modern tarihle doğrudan bir ilişkisi olmayan, etkileri
ihmal edilebilecek bir dönem olarak görülür.
Ama sadece bu da değil, sorun sadece uzakta kalmışlık ve
etkinin ihmal edilebilir olması da değildir. İlkel sosyalizm, ilerlemeci tarih
anlayışıyla çelişir. Geçmişte Bugün yaşadığımızdan birçok bakımdan çok daha
ileri olan bir toplumun varlığı, düzgün ilerlemeci bakış açısını yaralar,
onunla uyuşmaz.
Bütün bu nedenlerle gerek aydınlanmacı düşünce, gerek daha
sonraki pozitivizm ilkel sosyalizme, bunun gerek klasik gerek modern tarihteki
etkilerine kör olmuş, gizlenmesi güç bir hor görü ve düşmanlık göstermiştir.
Böylece klasik tarihin iftira ve suskunluğunun üzerine
modern burjuva tarihçiliğinin suskunluğu ve hor görüsü kat kat yığılmıştır.
Stalinizmin Tarih Yazışı
Burjuva tarihçiliğinin bu eğilimine Tarihsel Maddeciliğin
karşı durması beklenirdi. Ne var ki, Tarihsel maddeciliğin dayandığı İşçi
hareketinin kaderi de bu ilkel sosyalizm üzerindeki molozlara yeni katmanlar
eklemiştir.
Modern işçi hareketinin iki büyük akımı sosyalist ve
komünist partiler yani sosyal demokrasi ve Stalinizm, metodolojik olarak
burjuva aydınlanmasından kaynaklanan ve pozitivizme eğilim gösteren aynı düzgün
doğrusal ilerlemeci tarih anlayışına dayanırlar. Bu anlayışta da tarih hep
ileriye doğru gitmektedir. Kapitalizm sosyalizmin koşullarını oluşturmaktadır.
Sosyalistin görevi, zaten tarihsel bir zorunlulukla sosyalizme doğru giden
tarihin tekerleğini gidiş yönü
doğrultusunda biraz hızlandırmaktır.
Dolayısıyla, resmi Marksizm’in ve sosyal demokrasinin
dayandığı aydınlanmanın ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışının bir tekrarı
olan tarih anlayışında da İlkel sosyalizmin bir yeri olamazdı. Böylece, Klasik
ve burjuva tarihçiliğinin iftira ve suskunluklar katmanının üstüne bir de
sosyalist tarihçiliğin katmanları eklendi. Böylece bütün bu tarihçilikler ve
sosyologluklar, ilkel sosyalizm karşısındaki suskunlukları ve iftiralarıyla
birbirlerinin varlığına da bir tür delil sunar hale geldiler.
Tabii bu durumda tarihi zaten bu antik, burjuva ya da
sosyalist tarihçilerden öğrenen sosyalistlerin, Kıvılcımlı’nın bütün bunların
hepsiyle çelişki ve çatışma içindeki tarih anlayışıyla karşılaşınca, bunu bir
deli saçması olarak görmeleri veya tam bir suskunluğa bürünmelerinin
anlaşılmayacak bir yanı yoktur.
Bütün bu antik tarihçiler, burjuva tarihçiler ve toplum
bilimcileri ve sosyalist tarihçilerin hepsi de mi yanılıyordu? Bu kadarı da
aşırı bir iddia olurdu. Yani aşağı yukarı bir yanda bütün dünya tarihçiliği ya
da Marksistler diğer yanda Kıvılcımlı. Kıvılcımlı’ya en iyi ve olumlu yaklaşanı
bile, bu teoriyi Kıvılcımlı’nın hoş görülebilecek bir ekzantirik görüşü olarak
değerlendirdi.
Böylece Kıvılcımlı’nın yaptığı en büyük teorik katkı, en iyi
durumda, bir beyin jimnastiği, hoş görülebilecek ve örnek politik ve devrimci
kişiliğinin affettirebileceği zararsız bir günah olarak görüldü.
Kıvılcımlı’nın Marksizme en büyük katkısı, onun Marksizmden en
çok uzaklaştığı yer olarak görüldü.
(Bu yazı aslında 2001
yılında yazmam gereken ve Kıvılcımlı Sempozyumuna sunduğum bildirinin o günkü
bakışıma sadık kalınarak o dönemin notlarından yapılmış bir kolajıdır.
Sempozyumun pratik işleri nedeniyle kafamdaki bildiriyi, zaman ve güç bulup
yazılı hale getirememiştim. Sonra da hep olduğu gibi araya başka işler girdi.
Şimdi yeni bir Sempozyum vesilesiyle eski yazıları yayınlarken, yıllardır
bekleyen bu işi, yeniden bir yazı yazmak biçiminde değil de eski yazıların ve
notların bir kolajı olarak yapmanın daha doğru olacağı sonucuna vardım. Sadece
bazı yerlerde kopuklukları gidermek için küçük eklentiler ve tekrarları
gidermek için çıkarmalar yapılmıştır. Böylece tam olmasa da yıllardır bana
“Kayıp Halka Komün’ü Yazsana” diyen Suat Karavuş ’a borcumun bir parçasını olsun ödemiş
olduğumu düşünüyorum. Gerisini Kıvılcımlı’nın Maymun’dan İnsana Geçiş Süreci
ile ilgili yazdıkları ile ilgili olarak yazacağım yazıda ödeyebileceğimi
sanıyorum. 29 Kasım 2012 Perşembe)
[1] “Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör
ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli
bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir
mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm
toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep
birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” (abç)
[2] 2001 yılı
Aralık ayında Almanya’da Wremen’de yapılan Sempozyum kastedilmektedir. Diğer
Sempozyumlar ve diğer çeşitli yazılarda da aynı durum sürmektedir.
[3] Yanlış
hatırlamıyorsam kitabın orijinal adı: “Marks’ta
Tarih ve Komün”dür.
[4] Yine ölümünden
önce yazdığı notlardan oluştuğu düşünülebilecek kitabın adı: “Komün Gücü”dür.
[5] “Son otuz yıllık özellikle arkeoloji
buluşları, Antika Medeniyete şimdiye dek atfedilen üstün teknik yaratıcılık gücünün bir efsane değilse, mutlaka görünüşe
aldanış olduğunu her gün biraz daha ispat etmektedir. Hiç değilse, biraz
olayları yakından inceleyen her bilgin, medeniyet değerinin sanıldığından fazla
süzestime edildiğini, fazla büyütülmüş olduğunu ortaya çıkarmıştır. Irak
olayları hemen bütün yaratıcılığın barbarlıkta gerçekleştiğini, medeniyetin,
tarihöncesi keşif ve icatlarını "fuzulî işgal" etmiş, lükse çevirip
göz kamaştırıcı metodlarla israf ede ede dünyâya yaymakla kalmış bir mirasyedi
olduğunu ortaya çıkarmıştır.” (H.K., Tarih
Devrim Sosyalizm)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder