Bilimimiz politiktir, politikamız bilimsel;
Ahlakımız bilimseldir, bilimimiz ahlaki.
“Sınırsız ve
dönüşümsüz açlık grevleri” yani aslında “sınırı ve dönüşümü” yoksa ve de
şeyleri adıyla çağırmak gerekiyorsa aslında bir ölüm orucu olan “Açlık Grevleri”nin bitirilmesi için hem
demokratlara, hem de seçmeninden, partisine, gerillasından, diplomatına kadar
geniş bir nebulöz gibi olan Kürt “Özgürlük Hareketi”ne yönelik olarak, ölüm
oruçlarının bitirilmesi için en son aşamada Açlık Grevcilerine de yönelen bir
imza kampanyası açık.
Çünkü binlerce ve binlerce insanın imzası ve ortak isteği ve
ağırlığı ile ancak bu gidiş durdurulabilirdi
İmza kampanyası öncelikle demokratlara ve Özgürlük Hareketine
yönelik olmalıydı, çünkü ortada örgütsüz ama aynı eğilimde, yani eylemi çeşitli
gerekçelerle yanlış bulan ama devlet ve hükümetin yanına da düşer görünmek
istemeyen, aynı kaygıları paylaşan çok geniş bir kitle bulunuyordu.
İşin kötüsü, açlık grevcileri bütün stratejlerini, ölümleri
veya ölüm kıyısına gelişleriyle bu kitleyi harekete geçirip böylece bir baskı
oluşturup hükümeti geri adım atmaya zorlayabilecekleri hesabı üzerine
yoğunlaştırmışlardı.
Ama eylemin hedefinden biçimine, zamanından, örgütlenişine
kadar her şey, bu kitle böyle bir yetenekte olsa bile, (kaldı ki toplumsal
muhalefet darmadağındı ve henüz mücadele ibr yükseliş ve ilerleme aşamasında
bulunmaktan çok uzaktı, savunma aşamasındaydı) bu harekete geçişi engelliyordu.
Bu kitle ayrıca demokratik hareket içinde de atomlarına da
ayrılmış bulunduğundan hiçbir ağırlıkları olmuyordu, gerçek nicel ve nitel ağırlıkları
hiçbir biçimde yansımıyordu.
Ayrıca bu geniş kitle çaresizlik içinde ne yapacağını da
bilemiyor, doğruluğuna inanmadığı ve yanlış bulduğu bir hareketi kendi düşünce
ve inançlarıyla çelişerek, onlara aykırı davranarak tutarsızlık içinde
destekleme ve sahte hayaller yayma durumuna düşmemek, aynı zamanda, devletle
aynı tarafta görünmeme ve oraya düşmeme kaygısıyla, aşağı tükürse sakal, yukarı
tükürse bıyık durumunda kalıyordu.
Bu durumda küçük ve örgütlü kesimin gerçektekinden çok daha
büyük bir ağırlığı varmış gibi görünüyor sesleri daha gür çıkıyor ve bu de
gerçek durumun yanlış algılanarak yanlışların sürdürülmesi olasılığı da
artıyordu.
Bu imza kampanyası bu nedenle açlık grevlerini yanlış bulan,
ama devletin yanına düşmemeye de dikkat eden ve ne yapacağını bilemeden
çaresizlik içinde kıvranan ve örgütsüz olduğu için gerçek ağırlığını da
hissettiremeyen, hatta kendisi bile kendi gücünün farkında olmayan bu geniş
kitlenin bu durumuna son vermeyi, bu duruma son vererek açlık grevcilerinin
yanlışına da son verme imkanı yaratmayı hedefliyordu ve hedefliyor.
Bu imza kampanyasında özellikle devletin veya liberallerin
veya açlık grevine karşı düşmanca tavır almış Kürt ulusalcılarının tavrına kesin
bir mesafe ve fark vardır.
Örneğin “açlık
grevlerinin sona erdirilmesini ve hak taleplerinin farklı demokratik zeminlerde
yürütülmesini gerektirmektedir” gibi bir cümle bizim açtığımız kampanyada
görülemez. Çünkü Türkiye’de bir demokratik zemin yoktur.
Veya Kürt Özgürlük hareketine düşman kimi Kürt ulusalcılarının
iddia ettiği gibi, Özgürlük hareketinin sorumsuz kimi yöneticilerinin
direktifiyle binlerin ölüme yollandığı gibi iddialar ve imalar bizim
kampanyamızda görülemez.
O binlerce mahkum, bir robot değil, kendi özgür iradeleri
olan, neyin nereye gittiğini bilen, nice ateş çemberlerinden geçmiş deneyli
insanlar olarak kabul edilir.
Tam da böyle kabul edildiği için, kampanya onlara yönelebilmek
için tam demokratlara ve geniş anlamıyla Özgürlük Hareketine yönelmektedir.
Kampanya, devletin paraleline düşmemek, hatta aksine,
bitirilmesi için çağrısı ve kampanyasının gerekçesi devletin ve hükümetin demokrasi
ve insanlık düşmanı karakterini gerekçe olarak alır ve aynı zamanda açlık grevindekilerde
aynı siperlerde bulunduğunu ifade eder.
Eğer bir askeri savaş imgesi kullanarak ifade etmek
gerekirse, bu kampanyanın yaptığı ya da yapmaya çalıştığı, birden bire fazla
ileri giden, diğer cephelerden tehlikeli biçimde kopan bir bölüğün devlet ve
hükümet tarafından kuşatılma ve imha edilmesi tehlikesini bertaraf etmektir. Çünkü
onlar cephenin diğer kesimlerinde bir savunma savaşı verildiğini, ricatın
durdurulması için çaba harcandığını bilmemektedirler. Fiziki veya başka
koşullar bu bilgi akışını engellemiştir. Bu durumda bu ileri giden ve düşman tarağından
kuşatılıp imha olma tehlikesi içinde bulunan grubu, gerçek durumdan haberdar
edip, bu kuşatmadan kurtulabilmeleri için onlara bir ricat yolu açma çabasıdır.
Bu çaba gösterilmek zorundadır. Çünkü onların alacağı ciddi
bir darbe, aynı zamanda hepimizin (bütün demokrasi mücadelesinin) yenilgisi
olacaktır. Amaç sadece yenilgiyi engellemek değil, aynı zamanda kayıpsız bir
ricatın gerçekleşmesini de sağlamaktır.
Ayrıca bu kampanya, bizzat bu davranışıyla, tehlikeli
biçimde diğer demokrasi güçlerinden kopmuşluğun bir ifadesi ve yansıması olarak
tam bir suskunluk içinde bulunan açlık grevcilerinin sesini duyurarak,
insanlara somut bir gidişi etkileme kapısı açmakta ve sessizliği de kırmaya
katkıda bulunmaktadır.
Ama sadece bu kadar değil, somut bir öneri olarak, savunma
mevzilerindeki güçlere, somut bir mücadele hedefi sunarak, onların dağınık bir
durumdan kurtulmasını da sağlamaya çalışmaktadır.
Askeri kavram ve imgelerle durum ve yapılmak istenen budur.
Eğer kimileri “hayır o grup (açlık grevcileri) çok ileri
gitmiş değil, karşı taraf tam da çökmek üzere, saldırının tam zamanıdır” diyor
ve dağınık ve savunma halindeki güçleri de bir saldırı savaşına çağırıyorsa,
çıkardıkları gazetelerin bütün sayfaları bunun gerçek durumu yansıtmadığının
kanıtlarıyla doludur. Açlık grevlerini en çok destekleyen yazarlar bile, ne
demokratik kamuoyundan, ne de Kürtlerden umulan desteğin gelmediğini itiraf
etmektedirler. Bu durum kendini kandırmaktan başka bir anlama da gelmemektedir.
Nedense, örneğin bir grup aydının yayınladığı bildiriye saldırıp
eleştirenler bu kampanyanın varlığını ve gerekçelerini görmezden gelmekte,
yokmuş gibi davranmaktadırlar.
Onlar bu kampanya karşısında bir suskunluk oluşturarak,
aslında bu kampanyanın başarıya ulaşmasını engellemeye çalışmaktadırlar.
Halbuki bu kampanyayı eğer yanlış görüyorlarsa, yanlış
gördükleri noktadan eleştirseler, hatta küfür etseler bile duyulmasını sağlarlar
ve imzacıların hızla büyümesine yol açarlardı. Ama tam bir suskunluk
aracılığıyla bu kampanyanın bilinmesini ve tartışılmasını engelleyerek, bir
başarı kazanmasını da engelliyorlar. Ama böyle yaparak aslında açlık
grevcilerine de karşı çalışmış oluyorlar.
Çünkü binlerce insanın imzası bu kampanya metni ve
gerekçelere imzası, imzacıların aynı zamanda devlete karşı bu cephede, grevcilerle
aynı cephede olduğunun ilanı anlamına gelir ve en azından onu sessizlikten
kurtarır. Çünkü bu imza kampanyası sadece Açlık Grevcilerine bir çıkış
sunmamaktadır, aynı zamanda yapılanı yanlış bulup, ama devletin yanına düşer
durumda olmamak için de sessizce uzak durarak, ayak sürüyerek çaresizlik içinde
bir mehdinin çıkmasını veya bir mucize olup bu gidişin durmasını bekleyen
binlerce, milyonlarca insana da bir çıkış kapısı göstermektedir.
*
Ama çok geniş bir kitle içinde şu ana kadar imzacıların
sınırlı kalması sadece duyulamaması ve kendisinin eleştirilmemesi ile ilgili
değildir.
Açlık grevlerini
yanlış bulmakta, devletin yanına düşmemek ve öyle görünmemek için sessizlikle
veya başka biçimlerde direnişini ifade etmekte bulanan kitleden birçok insanın
şöyle bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz:
“Yapılan yanlış (Bu yanlışlık kimilerince seçilen hedefin
yanlışlığı, kimilerince seçilen mücadele biçiminin yanlışlığı, kimilerince zamanın
yanlışlığı, kimilerince yürütülüşünün yanlışlığı veya bunların hepsi veya
çeşitli kombinasyonları olabiliyor) ama onlara grevi bırakın demek ahlaki (etik)
olmaz.”
Kendisine özelden yazdığım ve çok değer verdiğim bir arkadaşım,
çağrıda “yazılanlara ben de katılıyorum. Fakat eylemcilere "eylemi
bırakın!" çağrısı yapmak bana biraz ters geliyor” diyerek,
kampanyayı açıktan desteklemeyi reddetti örneğin.
Bu çok yaygın bir tavır.
Bir yandan yapılanı çeşitli gerekçelerle yanlış bulurlarken
diğer yandan grevcilere durun demek ahlaki olmaz diyerek hiçbir şey yapmamayı,
bir imza bile vermemeyi tek çıkış yolu olarak görüyorlar. Bu kaygının ardında
aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumundan, yani devlet ve
hükümetle aynı yakın duruma düşmemek kaygısı bulunuyor çoğu durumda ve bu
anlaşılabilir.
Ama bu tavır, yani yanlış bulup bu kampanyaya imza vermekten
de kaçmak, yokmuş gibi davranmak, aynı zamanda, “devletle aynı noktaya düşmeyen,
hem de ağır kayıpları engelleyecek bir yol olanaksız” demenin utangaç ifadesi
oluyor[1].
*
Peki bu çok savunulan, açıktan savunulmadığında fiilen
uygulanan, bu tavır doğru mudur?
Hayır baştan aşağı yanlıştır, hatta ahlaki gerekçelerin ardına sığınan ve ahlak bayrağını yere düşürmeme iddiasındaki bu tavır aslında nesnel olarak tam da kendi zıddına dönmekte hiç de ahlaki olmayan bir şekilde sonuçlanmaktadır ve sonuçlanacaktır.
Çünkü ahlaki olan ile politik olan ve bilimsel olan ilişkisini yanlış koymaktadır.
Hayır baştan aşağı yanlıştır, hatta ahlaki gerekçelerin ardına sığınan ve ahlak bayrağını yere düşürmeme iddiasındaki bu tavır aslında nesnel olarak tam da kendi zıddına dönmekte hiç de ahlaki olmayan bir şekilde sonuçlanmaktadır ve sonuçlanacaktır.
Çünkü ahlaki olan ile politik olan ve bilimsel olan ilişkisini yanlış koymaktadır.
Çünkü öznel bir ahlakilik iddiası ve çabası neredeyse her
zaman nesnel olarak ahlaki olmayan bir davranışla, yani ahlaksızlıkla
sonuçlanır.
Bu yazıda biraz bunu göstermeye çalışalım ve bu arkadaşları
daha tutarlı olup, imza vermeye, imza toplamakta aktif tavır aldırmaya
çalışalım.
*
Marksistler “namuslu oportünistler
dünyanın en tehlikeli oportünistleridir” derler.
Tarih ve toplum üstü, Kant’ın “kategorik imperatifleri” gibi, her zaman ve her toplumda geçerli,
evrensel ve doğru ahlaki ilkeler yoktur. “Evrensel ahlaki ilkeler” postmodern
zamanların, bir gerici ideolojik iklimin egemenliğinin yansısı olarak sık sık
duyduğumuz sözlerdir.
Kapitalizm öncesi toplumlarda, özel ve özel olmayan ayrımı
yoktur. Öznel akıl aynı zamanda nesnel akıldır. Öznel olarak ahlaki olan aynı
zamanda nesnel olarak da ahlakidir. Özel ve politik ayrımı modern toplumun
dininin, kendisinin din olmadığını iddia eden dinin, bir iddiasıdır ve toplumu
düzenlemesinin aracıdır. Bu ayrım aracılığıyla ahlak, kişilerin özel sorunu,
özele ilişkin, politika dışı, politik olmayan olarak kabul edilir.
Bu anlayışla kapitalizmin yetiştirdiği kuşaklar için,
ahlakın aynı zamanda politik politikanın ahlaki, ahlaki olanın aynı zamanda
bilimsel, bilimsel olanın ahlaki olduğu her türlü kavrayışın ve tasavvurun
ötesindedir. Marksizm kapitalizm öncesi toplumun bu nesnel ve öznel akıl,
nesnel ve öznel ahlak birliğini, bir üst düzeyde yeniden oluşturma çabasını
ifade eder. Ve kapitalizmin bütün gelişmişliğine ve egemenliğine rağmen, çoğu
durumda dine yönelişler, aslında bu ayrıma, bu şizofrenik bölünmeye, çıkışı
sonuçlarda ve bireysel çözümlerde arayan bir direnişi de ifade ederler. Bu da
önel ahlakı yüceltme biçiminde ortaya çıkar. Yanlış bulunana itiraz etmeyi “ahlaki
olmaz” diyerek susuşla geçiştirme bile bunun bir görünümü olarak görülebilir.
Ama işte sorun tam da buradadır.
Öznel ahlak, her zaman böyle evrensel, tarih ve toplum üstü
ahlaki ilkeler olduğu ve kendisinin bu ilkelere dayandığı iddiasında olur. Örneğin
“insan öldürmek”, “hırsızlık yapmak”, “yalan söylemek” (yani aslında biraz
çekiştirmeyle on emirdeki yasaklar da denebilir bunlara) evrensel ahlaki
ilkeler olarak ele alınırlar. Ama nesnel olarak hiç de böyle ilkeler
olmadığından ve toplumun yasaları tıpkı yerçekimi gibi toplumsal güçlerin
davranışlarını, dolayısıyla o sözüm ona öznel ve mutlak ahlaki ilkelere göre
davrandıklarını iddia edenlerin de davranışlarını belirlediğinden, bu baylar ve
bayanlar ilk zorlukta, insanların ölümüne son vermek için insan öldürmek,
hırsızlığı ortadan kaldırmak için hırsızlık yapmak, yalan söylenmesin diye yalan
söylemek durumunda kalırlar. Mutlak ahlaki kategorilin varlığı ve onlara
dayanma iddiası tam bir özel ve nesnel ahlaksızlıkla sonuçlanır.
Bu nedenle modern toplumun insanlarının neredeyse hepsi kendine
saygısını yitirmiş birer şizofrenik vakadan başka bir şey değildir.
Bizler, Marksistler ise, tarih ve toplum üstü ahlaki ilkeler
veya bir insan özü bulunmadığını söyleriz.
Bunun mantıki sonucu olarak, yazının başında ifade edildiği
gibi, ahlakımızın ve politikamızın bilimsel, bilimimizin de ahlaki ve politik olduğunu
söylerken, öncelikle ahlakın tarih ve toplum üstü reçetelerde değil, her somut
durumda yeniden üretilmesi gereken tamamen bilimsel olarak kanıtlanabilir ve tartışılabilir,
ama aynı zamanda da tamamen politik bir çizgi sorunu olduğunu söylemiş oluruz.
Dolasıyla, bizim kavrayışımızda bilim, politika ve ahlak
aynı özün, aynı nesnel aklın (yani toplumun yasalarına uygun olarak toplumun
örgütlenmesinin) farklı görünümleri ve yönleri olmaktan başka bir şey değildir.
Böylece nesnel ve öznel ahlak farkı da ortadan kalkar. Bizim
öznel ahlakımız nesnel bir ahlaktır ve nesnel ahlakımız da aslında öznel
ahlakımızdan başak bir şey değildir.
O halde ahlaklı olmak veya ahlaki davranmak,
davranışlarımızın transandantal, tarih ve toplum üstü ahlaki kategorilere uygun
olup olmadığını tartışmanın konusu değildir. Çünkü yoktur böyle kategoriler.
Ahlaki davranış verili durumda hangi davranışın yeryüzünden
baskı ve sömürünün ortadan kaldırılmasına azami katkı sunduğu veya sunulabileceği
sorunudur.
Yani hangi davranışın ahlaki olduğu, son duruşmada, hangi
politikanın doğru olduğu sorunudur?
Hangi politikanın doğru olduğu sorunu ise, daha somut olarak
hangi programın, stratejinin, taktiğin, örgüt ve mücadele biçimlerinin verili
durumda ve koşullarda ezilenlerin kurtuluşuna azami katkıyı sağlayabileceğine
ilişkin bir sorundur. Yani bu program ve strateji tartışmaları aslında ahlaki
bir davranışın araştırılması, en ahlaki davranışın ne olacağına ilişki bir
tartışmadır.
Ama bu tartışma da aynı zamanda, toplum, onun yasaları, toplumsal
güçler, onların çıkarları, eğilimleri, karakterleri, hedefleri, iç çelişkileri,
psikolojileri vs. hakkında tamamen toplum bilimin alanına giren bilimsel bir
tartışmanın konusu olur.
O halde ahlaklı bir insan olmak isteyen, öncelikle amacını
yeryüzünden baskı ve sömürüyü, ezme ezilme ilişkisini kaldırmak olarak
tanımlamak zorundadır. Çünkü tarih ve toplumun yasaları bunun gerekli ve mümkün
olduğunu göstermektedir. Tabii bunun ardında da toplumun ve insan hayatının
yaşamaya değer bir şey olduğu varsayımı vardır.
Eğer amacınız bu değilse, sizin bütün ahlaklı olma
iddialarınız, en büyük ahlaksızlığın, yeryüzünde sömürü ve baskının
sürdürülmesinin bir aracı haline gelir.
Ancak bu genel ve kategorik amaç yetmez.
Bu bir mücadele gerektirir. Çünkü toplumda yine toplumsal
yasalara uygun olarak konum ve çıkarları farklı insan kümeleri ve bunlar içinde
de var olan durumu sürdürmekten çıkarlı olanlar vardır.
Mücadele ise somut toplumsal güçler arasında olur. Bu mücadelenin,
her sıradan basit silahlı savaş yaşayanın bile bildiği gibi kendine özgü yasaları
da vardır. A durumunda doğru olan, B durumunda tamamen yanlış olabilir. En
mekanik arabayı sürerken bile hep aynı hızla gidilmez. Yokuşta vites düşürülür,
bir araba geçerken diğer arabaların hızları ve konumları gözlenir, motor
elveriyorsa hızlanılır vs. Mutlak reçeteler yoktur. Her verili durumda en
doğrunun, kurtuluşa azami katkının ne olacağı yeniden tespit edilmek
durumundadır. Aksi takdirde azami katkı yapılamamış, dolayısıyla nesnel olarak
ahlaki davranılmamış olur.
Tabii bunu başarabilmek için de tarihin ve toplumun hareket
yasalarını, ki bu yasaların kendileri de kimi temel olanları daha yavaş olmakla
birlikte, sürekli değişmekte ve evrim geçirmektedirler, bilmek yetmez, sınıf
mücadelesinin derslerini ve yasalarını, genel olarak savaşın yasalarını vs. de
bilmek gerekir.
Yani ahlaklı olmak isteyen aynı zamanda iyi bir tarihçi ve
sosyolog yani Marksist olmak zorundadır. (Marksizm dışında toplumsal hareketi
anlamayı sağlayacak bir toplum teorisi yokur)
Ama Marksistlik de öyle kolayca olunan bir şey değildir. Tarihin
ve toplumun yasalarının birazcık olsun sırrına varmak, bir ömür boyu tarih ve
toplum üzerine araştırma çabası göstermek demektir. Sadece bu kadar da değil,
tıpkı bir fizikçinin ömrünü laboratuvarda deneylerle tüketmesi gibi, her türlü
toplumsal mücadele içinde bir öğrenci ve gözlemci gibi bulunmayı, bunları
örgütlemeyi vs. de gerektirir. Bütün bunların sonu da yoktur. Sadece biraz daha
özüne varılır gibi olur. Hepsi o kadar.
Yani Marksist olmaya çalışmak, yani insanlığın kurtuluşuna
azami katkı, yani ahlaklı bir insan olmaya çalışmak, bir bakıma Fena Fillah’a,
Nirvana’ya ulaşmak, Simurg’u bulmak için yola çıkmak gibidir. Ama o
yaklaşıldıkça uzaklaşır. Bilginiz arttıkça bilgisizliğinizin farkına
varırsınız. Bu nedenle ona ulaşılamaz. Fakat bu ulaşma çabasının kendisi insanı
Simurg’a dönüştürür, Fena Fillah’a ulaşılamayacağını kavramının kendisi Fena Fillah’a
ya da Nirvana’ya ulaşmak olarak ortaya çıkar.
*
Şimdi somut olarak şu açlık grevlerine gelelim. Açlık
grevlerinin dolayısıyla onlara karşı tavırların da politik olarak doğru yani
aynı zamanda ahlaki, yani aynı zamanda bilimsel olup olmadığı bu grevlerin hem
genel olarak ezilenlerin kurtuluş çabasına, hem de özel olarak Türkiye ve
Ortadoğu’daki demokratik mücadeleye ne ölçüde katkısı olduğu ve olacağı ile
belirlenebilir.
O halde açlık grevlerine ilişkin tavır tartışması, toplumsal
güçlere, onların eğilimlerine, politik mücadelenin ve savaşın yasalarına vs.
göre tartışılmalıdır. Yani bilimsel ve sosyolojik kavramlara dayanarak bir
politika, program ve strateji, örgüt ve mücadele biçimlerine ilişkin, savaş ve
mücadele sanatının derslerine ve ilkelerine ilişkin bir tartışma olmak
zorundadır.
Yukarıda değinildiği gibi, Bir Marksist için burada orun yoktur. O bu bağlamda
tartıştığı ve çıkardığı sonuca göre davranışını belirler ve bu ahlaki bir davranış
olabilir.
Ama tahlili yanlışsa, öznel olarak hangi tarih ve toplum
üstü ahlaki kaygıyla hareket etmiş olursa olsun, nesnel olarak ahlaksızca
davarınmış olur.
Bu nedenle ahlaki davranışlarla, en soyut ve karmaşık gibi
görünen tarihsel ve toplumsal kategoriler ve kavramlar üzerine tartışma aslında
aynı zamanda en doğru politika ve programların ne olduğu üzerine bir tartışma
olduğu gibi verili durumda en ahlaki davranışın ne olduğu üzerine de bir
tartışmadır.
Şimdi bu durumda nesnel olarak yapılanın yanlış olduğunu
söyleyip, öznel ahlaki kaygılarla onlara dur demenin yanlış olduğunu söylemekten
kaçanlar, alında diyalektik olarak kendi zıtlarına dönmekte ve en büyük öznel ve
nesnel ahlaksızlığı yapmış olmaktadırlar.
İşte tam da bu nedenle, herkesi, en azından öznel bir ahlaksızlık
ve çelişki durumuna düşmemek için, bu eylemleri ister doğrudan hedefi, ister
aracı bakımından yanlış bulanları imza vermeye çağırıyoruz. Bu imza
kampanyasının gerekçeleri ve amaçları ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesine azami
katkının verili durumda nasıl sağlanabileceği düşüncesiyle belirlenmiştir. Yanlış
olabilirler, ama o zaman bu yanlışın gösterilmesi tarih, sosyoloji, politika
sanatı vs.den argümanlarla gösterilmelidir ki yanlış yapanlar da yanlış
yapmaktan kurtulabilsinler.
Yani bu gerekçelerin şu ya da bu yanını veya bu kampanyayı
yanlış bulabilirsiniz ama o zaman somut başka bir yol önermeniz gerekir.
*
Tabii bir de aslında bu eylemin yanlışlığını bilip görecek
teorik ve pratik deneye ve donanıma sahip olmakla birlikte, bile bile lades
diyerek, içinden yanlış olduğu düşündüğü eylemi dışa karşı doğru bir eylem gibi
savunanlar var.
Tabii bunlar gerçek fikirleri ile savundukları arasındaki
uçurumun büyüklüğü ölçüsünde sekterce bunu savunurlar. Genellikle böyledir bu
işler. Kafasında en çok kuşku bulunanlar, bu çelişkilerden en sert savunularla
kurtulmaya ve o çelişkiyi örtmeye çalışırlar.
Ama olaylar inatçı olduğundan bir süre sonra tersine
dönerler, bu nedenle en hızlı ve inanılmaz dönüşleri yapanlar en sekter ve
acımasızlardan çıkar. Liderleri veya örgütleri tanrılaştırıp yanılmaz papa
yapanlar, ilk hayal kırıklıklarında en iflah olmaz her türlü lider ve örgüt düşmanlığına
geçerler.
Örneğin gezinin bir başarısızlık nedeni de budur. Gezi
tarihin böyle bir savrulma döneminde, böyle bir zamanın ruhunda ortaya çıktığı
için, Gezi kuşakları kendisi bunları yaşamamış olsa bile bunların sonuçlarının
yükünü taşımak zorunda kaldı ve bu yükün altında ezildi. O yükü taşıyacak gücü
ve birikimi olmadığı için.
*
Gelelim Açlık grevlerine
Bu grev her şeyiyle yanlıştır.
Birincisi, hedefi yanlıştır.
Bu yanlışlıkların bir kısmına daha önce birkaç başlık
altında değindik. Öcalan’ın demokrasi ve eşitlik aracılığıyla Kürtlerin üzerindeki
baskıya son verilmesi şeklindeki Demokratik Cumhuriyet programına fiilen bir
reddidir.
İkincisi. İçinde bulunulan aşamadaki özgül hedefi yanlıştır.
Bugün barış hedefi demokrasi güçlerini böler.
Üçüncüsü, barış için Öcalan’a görüşme olanağının seçilmesi
yanlıştır.
Bunların hepsinde arabanın atın önüne koşulması olduğun
gösterdik
Mücadele biçimi yanlıştır. Başarısı da başarısızlığı da
yenilgiye mahkumdur. Daha baştan saçma bir durumu vardır. Bugünkü Devlet ve
hükümetin yasaları uygulamak gibi bir taahhüdü ve amacı olduğu varsayımına
dayanmaktadır.
Ama daha korkuncu, tam da devletin ve hükümetin istediği
şeyle, yani açlık grevindekilerin ölümüyle hükümeti ve devleti tehdit
etmektedir. Hangi açlık grevcisi, bu devletin açlık grevindekilerin ölümünü
istemediğini söyleyebilir. Söylüyorsa bu devleti ve hükümeti hiç tanımıyor
demektir. Söyleyemiyorsa, bunu hangi mantıkla açıklamaktadır.
Aksine seçilen yöntem, hükümetin geri adım atma niyeti olsa
bile bu niyetinden vaz geçmesi için ona ideal koşullar sunmaktadır.
Bu hükümet ve devlet aptal değildir. Kendi çıkarının nerede
olduğunu bilir. Hiçbir geri adım atmayarak ve daha çok insanın ölmesini
sağlayarak, demokratlar ve Kürt özgürlük hareketi kitlesi ile (ki bu kitlenin
çoğu eylemi yanlış bulmaktadır) PKK’nın ve benzeri durumdaki örgütlerin arasına
bir daha belki hiç kapanmayacak bir kama sokabilecektir. Çünkü bu mücadele
biçimi, zamanı vs. yanlışlığıyla devlete bu silahı vermektedir.
Bunu görmek için kahin olmaya gerek yok. Karşı taraf kendi
ayağıyla kendini tuzağa düşürmüşse, niye onu kurtarmak için çaba sarf edesiniz
ki? Fırsatını bulmuşken tencerenin dibini kazıyıp, sonuna kadar gitmenizi ne
engelleyebilir?
Savaş ve politika sanatı açısından yanlıştır.
Ama bunlara daha girmedik bile. Onlara da sonraki yazılarda gireriz.
Ama bunlara daha girmedik bile. Onlara da sonraki yazılarda gireriz.
Burada bu imza kampanyasıyla korkunç bir sondan demokratları
ve Kürt hareketini kurtarmaya çalışıyoruz.
henüz nasıl büyük bir tehlikenin kapıda beklediği ve yaklaştığının kimse farkında değil. Hatta açlık grevindekiler bile.
henüz nasıl büyük bir tehlikenin kapıda beklediği ve yaklaştığının kimse farkında değil. Hatta açlık grevindekiler bile.
Kendileri bile ciddiyetten uzaklar.
Örneğin PKK’nın ölüm oruçları yasağını delmek için “sınırsız
dünüşümsüz açlık grevi” dediler sanki adı değişince sonuç değişirmiş gibi.
Sonra bir grup “ölüm orucu”na başladı. Yani öbürü “sınırsız
ve dönüşümsüz” yani ölüm orucu değilmiş gibi.
Yani ölüm orucu içinde ölüm orucu. Ama bu sefer yasağı delme
için adlandırma hilesi de yok.
Peki bunca gayrı ciddi yürütülen, tıpkı hendekler ve
özerklik ilanları gibi son derece ciddi ve isyandan başka bir anlama gelmeyen
bir mücadelenin gayrı ciddi yürütülmüş olması gibi, şimdi açlık grevleriyle
ikinci bir hendekler yenilgisinin geleceği apaçık görülüyor.
O zaman kimse ağzını açıp bir kelime edemiyordu.
O zaman da “ahlaki olmaz” deniyordu bunun yanlış oluğunun
söylenmesi.
Galiba bir tek biz yazdık “İsyanla Oynanmaz” diye.
*
İşin kötüsü, zamanından önce yeterince güçlü bir şekilde
demokratik kamuoyu ve özgürlük hareketi ağırlığını koyamaz ise, belli bir
noktadan sonra geri dönüş de olanaksız hatta yanlış hale gelebilir. Çünkü bazen
savaş içinde bir yanlış görülmesine rağmen, artık belli bir sınırdan sonra o
yanlıştan dönmek de daha büyük bir yanlış olup daha büyük bir yıkım
getirebilir.
Bu nedenle yüzleri aşkın günlerde açlık grevindeki binlerce
mahkumun buraya gelmeden yanlıştan dönebilmesi için, şimdiden on binlerce,
hatta yüz binlerce imza toplanması gerekiyor.
Ahlaki kaygılarla, yanlış buluyorum ama etik olmaz diyenler,
bu yanlışı durdurmak için hiçbir şey yapmayanlar, hiç de ne ahlaki, ne politik
ne de bilimsel olarak savunulamayacak bir sonu hazırlıyorlar.
Bizim imza kampanyamız, bu devletin direnenlerin ölümünü
isteyeceği, dolayısıyla ölümün bu devlete karşı bir silah olamayacağını veri
kabul ettiği için, bu devlete tam bir reddiyedir ve aslında yüzbinlerce insanın
imzalarıyla bu devleti reddiyesi, yüz bin insanın devleti öcalanı görüşmeye
davet etmesinden çok daha radikal ve bu devleti korkutucu bir yaklaşımdır.
Biçimce bir imza gibi görülse ve bir ölüm orucuyla kıyaslanamayacak
olsa bile, içerikçe devleti hukuka davet eden ölüm oruççularının tavrından çok
daha radikaldir. Ve bir yan ürün olarak, yüzbinlerce yurttaşın imzalı
reddiyesini engellemek için, geri adım attırmaya da daha uygundur.
Bu farkın üzerine biraz düşünülürse bu görülür.
O halde demokratlar ve özgürlük hareketi. Lütfen susuşa son
veriniz. Bu kampanyayı destekleyiniz. Yayınız. Bu kampanya biricik çıkış
yoludur.
Ahlakidir. Politik olarak doğrudur ve bilimseldir.
2 Mayıs 2019 Perşembe
Demir Küçükaydın
[1] Bunun en somut örneğini
geçenlerde Selahattin Demirtaş ifade etti. Aynen şunları söyledi yazılanlara
göre:
"Açlık grevi eylemine değil ama taleplerine
desteğim sürüyor elbette. Sayın Öcalan'la görüşülmesini, tecridin
kaldırılmasını istemek barış için yapılmış bir girişimdir aynı zamanda. (Yani
mücadele biçimini yanlış buluyor)
Ben açlık grevcilerin eylemlerinin sürdürmesini
bekleyemem, isteyemem bu ahlaki olmaz. (Yani sürdürülmesini bekleyen ve
isteyenlerin ahlaki davranmadığını söylemiş oluyor) Ama bitirmeleri için baskı
da yapamam bu da sonuç alıcı olmaz. (Burada da örneğin bu imza kampanyasının
sonuç alıcı olmayacağı için desteklemeyeceğini söylemiş oluyor.) Taleplerinin
gerçekleşmesi yoluyla bir an önce eylemlerini bitirmelerini istemek ve bunun
için çaba sarf etmek daha gerçekçidir. (Peki bu nasıl olacak? Cevap yok. Ayrıca
grevciler gibi demokrasi mücadelesi veren ve aynı safta bulunanların çağrıları
bile grevcilerde yankısızlığa mahkumsa, yani onlar dostlarının isteklerine
kulaklarını tıkayacakları baştan belliyse, demokratları kedine can düşmanı
gören devletin onların onların cılız seslerini ciddiye alacağı hangi kanıta
dayanıyor? Açık ki aslıda Demirtaş, bu orunlara girmeyip, son duruşmada, yanlış
bulduğu eylemin en az kayıpla, hatta mümkünse kayıp olmadan ve aslında devletin
yenilgisiyle, ya da en azından kuşattıklarını yok edememesiyle sonuçlanması
için hiçbir şey yapmamaktan başka somut bir şey önermiş olmuyor.)
Bir an önce ve başkaca da bir ölüm olmadan seslerinin,
taleplerinin duyulmasını, açlık grevi eyleminin bu vesileyle hemen son
bulmasını tüm kalbimle istiyorum."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder