12 Ocak 2019 Cumartesi

Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm (İslam ve Sol Çalıştayı Vesilesiyle)


Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yönünde yerleşmiş ve yaygın bir yargı vardır. Bu yargıyı savunan ve yerleştirenler, İslam ve Aydınlanma’nın içini boşaltanlar; onları karşı devrimlerle olmamışa çevirenler ve bu karşı devrimci mirası şimdi sürdüren “Aydınlanmacılar” ve “Müslümanlar”dır.
Birbirlerine zıt olduklarını söyleyenlerin, zıt olduklarında böyle anlaşabilmeleri bile zıtlıktan çok daha büyük bir ortaklık içinde bulunduklarının da bir kanıtıdır.
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısını paylaşmaları, onların bu iddialarının bizzat bu iddialarının kendisiyle kendileri tarafından çürütülmesinden başka bir anlama da gelmez.
Şunu iyi ayırmak gerekmektedir: Aydınlanma ve İslam’ın zıt olduğu yargısındaki bu ortaklık, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam’ın sürdürücüsü ve devamcısı olduklarını iddia edenlerin bir ortaklığıdır.
Unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçek şudur: Aydınlanma da, İslam da, daha doğdukları noktada, ilk adımlarında başarısızlığa uğramış ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilip yenilmiş birer projedirler.

Ve tam da bu projeleri birer karşı devrimle yok edenler, birbirlerinin zıttı oldukları yönündeki aynı iddiayı ortaklaşa savunmaktadırlar.
Diğer bir ifadeyle, Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu iddiası, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam bayraklarıyla, Aydınlanma ve İslam içinde iktidarı ele geçirmiş gericiliğin ve karşı devrimin bir iddiasıdır. Ve tam da bu nedenle karşı devrimcilerin ortaklığının bir ifadesidir.
Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özünü ve doğuşundaki idealleri savunan biz ise, onları birbirine zıt değil, aynı soruna tarihin iki ayrı döneminde ve ayrı koşullarda verilmiş aynı özde iki cevap ve çözüm olduğunu söylüyoruz. Ve bugünün koşullarında aynı soruna aynı özde yeni bir cevap sunuyoruz. Budur Marksizm’i İslam ve Aydınlanma’nın sentezi ve gerçek mirasçısı yapan.
*
Aydınlanma ve İslam, aynı soruna, iki farklı çağda ve iki farklı koşulda ve iki farklı biçimde ama aynı özde verilmiş iki cevap veya iki çözümdürler dedik.
Niçin ve Nasıl?
Aydınlanma ve İslam, her ikisi de, köyünün ya da aşiretinin ötesini görmeyen, içine kapalı komünler ve çürüyen klasik uygarlıklardaki imparatorlukların, dünya ticaretinin ve ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun bir “Üstyapı” yani “Din” ya da toplumsal düzen  sunamamalarına karşı bir cevaptılar.
Bu nedenle her ikisi de evrensel, tüm insanlığa yönelik ve tüm insanlığı kapsama iddiasında birer projeydiler.
Onların özü evrensellikleri; tüm insanlığı kapsama ve birleştirme iddialarıydı. Bu hedeflerini, farklı koşullarda ifade ettikleri için gerekçelendirişleri farklıydı.
Bizans, Sasani, Hint ve Çin uygarlıklarının çürümesi ve bu çürümeye bağlı olarak orta ve kuzey yollarının (İpek yolu) kapanması sonucu, Hint alt kıtasının güneyinden ve denizden açılan Güney Yolunun, henüz totemli komünler (Putlar) dönemini yaşayan Arabistan’ı bir anda dünya ticaret yollarının ve ticaretinin merkezi durumuna getirmesinin yarattığı gerilime bir cevaptır İslam.
Bu nedenle, İslam, Allah ile ifade ettiği evrenselliğini özellikle komünlere ve onların dini (üstyapısı) olan totemlere (Putlara) karşı şekillendirdi. Allah, her şeyden önce, aşiret düzeninin totemleri (putlar) karşısında bu evrenselliği ifade eder.
Elbette bunun yanı sıra çürüyen ve yozlaşmış klasik uygarlıklar ve onların dinlerine karşı da, Müslümanlığı sadece bir inanç bildirimine indirgeyen sadeliği ile, tüm Müslümanları silahlı kardeşler yaparak; günde beş kere herkesi aynı safa dizerek; tüm uygarlıklar boyunca din adamlarının tekelinde olmuş ve onların egemenliklerine hizmet eden okma ve yazmayı “oku” emriyle demokratikleştirerek, din adamı diye bir şey tanımayarak ve bir din adamları oligarşisi (Kilise, İran’ın Mecusi rahipleri) veya kastına (Hinduizm, Brahmanlık) imkan tanımayarak bir çözüm sunuyordu.
İslam da elbette, doğuşunda, bütün büyük devrimci hareketler gibi yoksullara, Mekke’nin ve Medine’nin Pleplerine (Müslim) dayanıyordu, Particiler (Kureyşli asil ve zenginler) karşısında.
Ama daha ilk adımda, bu “gönlü uzlaştırılmış” Particiler (Mekkeli zenginler ve Kureyşli asiller) İslam’ın içinde iktidarı ele almanın komplolarına başladılar ve belki Muhammet’in ölümünün bile sorumlusuydular.
Önce örtük ve küçük adımlarla başlayan bu İslam içindeki sınıf savaşı ve karşı devrim çabaları, İslam’ın yayılması binlerce yılık medeniyetler mezarlığı-bataklığı Mezopotamya balçıklarına ulaştığında, daha Sehabe (ilk saatin işçileri) hayattayken ve büyük ölçüde onlara karşı bir savaş içinde, Muaviye ve Emeviler ile kesin başarıya ulaştı.
Bundan sonra İslam, İslam olmaktan çıktı, bütün diğer klasik uygarlıklarda olduğu gibi çürüyen uygarlıkların ve egemenlerin bir aracı oldu.
Daha sonra sadece, Berberiler (İberik Yarım Adası), Oğuzlar (Anadolu ve Balkan yarım adaları),  Özbekler (Hint alt kıtası) gibi, henüz komün geleneklerini yaşayan halkların eşitleştirici ve gençleştirici etkileriyle (Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle: “Barbar akınları”, “Tarihsel Devrimler”) tekrar kısmi canlanmalarını ve yayılmalarını sürdürebildi.
Bu taze kanlar sayesinde, Çin hariç, üç büyük uygarlık alanına (Akdeniz-Ortadoğu, İran-Afganistan, Hindistan) yayılan bir din olmasına rağmen, feth ettiği uygarlıklar tarafından feth edilmekten kurtulamadı. Hint alt kıtasında, Kast sistemine son veremedi. İran’da Mecusi (Zerdüşt) rahipler Şii Ayetullahlar oldular; Osmanlı bir “üçüncü Roma” olmaktan öteye gidemedi.
Tam da İslam, sınıf mücadeleleri ve karşı devrimler sonucu egemen sınıflar tarafından ele geçirilip, onların kendi iktidarlarının bir aracına dönüştürüldüğü, yani başarısızlığa uğradığı için; Aydınlanma bin yıl sonra ortaya çıkmak zorunda kaldı.
Hint, İran, Ortadoğu ve Akdeniz uygarlıkları, bin yıl sonra da tıpkı Muhammet’in zamanında olduğu gibi çürümüş ve dünya ticaret yolları yine tıkanmıştı. Bu yolları açmak için yapılan Batı’dan Haçlı seferleriyle Doğu’dan Cengiz ile yapılan girişimler (“barbar akınları”), kısmi canlanmalar yaratmaktan öteye gidememişlerdi.
İslam, benzer bir tıkanıklığı Hint alt Kıtasının güneyinden açışın ürünüydü. Bu sefer bin yıl sonra tıkanıklığı Afrika Kıtasının güneyinden veya dünya yuvarlak olduğundan, Batı’ya giderek yeni yollarla açma girişimleri başladı. Bin yıl önce masallara geçmiş Kaptan Sinbatların yaptıklarını bu sefer Vasko dö Gama, Kolomb ve Macellenlar yapıyordu.
Bu yollar açılınca da Dünya ticaretinin ve ticaret yollarının merkezi, tıpkı bir zamanlar Arabistan’da olduğu gibi; o zamanlar dünyanın “kenarındaki”, henüz yeterince uygarlaşmamış ve komünal ilişkilerin yaşadığı ve Protestanlık biçiminde farkını ortaya koyduğu Batı Avrupa’ya kaydı.
Tüm dünyayı birleştirecek ve ticaret yollarının emniyetini ve birliğini sağlayacak evrensel bir düzen ihtiyacı, tıpkı Muhammet zamanı Arabistan’ında olduğu gibi, bu sefer Batı Avrupa’da en şiddetli biçimde ortaya çıkmıştı.
Ama bu ihtiyacın en çok ortaya çıktığı yerde, Batı Avrupa’da, düzeni belirleyen artık, Muhammet dönemindeki gibi totemler döneminin komünleri (putlar) değildi; varlığını Hıristiyan bir form içinde sürdüren güçlü komün gelenekleriydi. Komünlerin totemlerine artık tapılmıyordu; onlar Hıristiyan şövalyelerin ve prensliklerin armalarına dönüşmüşlerdi.
Batı Avrupa’daki soyluluk ve prenslikler bizzat bu komün geleneklerinin yaşayışının bir yansımasıydı da. Çünkü kapı kulluğunu binlerce yıl önce keşfetmiş klasik uygarlıklarda soyluluğun yeri olmazdı artı ürüne el koymak için.
Artık evrenselliği totemler (Putlar) karşısındaki Allah ifade edemezdi bu yeni koşullarda, İslam ona olabilecek en soyut biçimi ve kapsayıcı anlamları vermesine rağmen, Allah’ın bizzat kendisi de klasik uygarlıkların yozlaşmasına uğramıştı. Allah şark devletinin sembolü olan Nemrut ve Firavunlara ve onların keyfiliğine isyanın bir bayrağı olarak ortaya çıkmıştı. Ama bir süre sonra bu Nemrut ve Firavunlar, kendilerinin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu söylemeye ve Allah’ı bile kendi egemenliklerinin aracı olarak kullanmaya başlamışlardı.
Yani yeni din, tüm insanları eşit kılan bir evrensel düzen ihtiyacını, totemlere karşı Allah’ı çıkaran İslam gibi çözemezdi. Komün şefliğinde kökleri olan feodal beylerin bizzat kendileri Allah’a inanıyorlar ve onun aracılığıyla düzenlerini sürdürüyorlardı. Uygarlıkların beşikleri olan Doğu’da ise Firavun ve Nemrutlara karşı mücadelenin bir aracı ve bayrağı; tüm insanları eşitlemenin aracı olan Allah; Şark uygarlıklarının Nemrutluğunun, Firavunluğunun bir aracı haline gelmişti.
Gerek Batı Avrupa’da, gerek Doğu’da yani Magrip’ten ta Hint ve Çin’e kadar klasik uygarlıklar alanında, Allah artık egemenlerin aracı ve eski düzenin sembolüydü. Yani bizzat Allah’ın kendisi artık çözümün değil sorunun bir parçası haline gelmişti.
Bu durumda, tıpkı İslam gibi, evrensel bir düzen ve bu düzende insanları eşit kılmanın yolu, komün ve uygarlık dinlerinin toplumsal hayatın örgütlenmesindeki belirleyiciliklerini ortadan kaldırabilmek, toplumsal düzeni örgütlerken, bir politik ve özel ayrımı yapmaktan ve dini de bir “inanç” diyerek “özel” alana atmaktan ve onları bu yeni, özel politik ayrımına dayanan dinin basit bir bileşeni yapmaktan geçiyordu.
Böylece özel ve politik ayrımı, o zamana kadar hiç tasavvur bile edilememiş bir ayrım, toplumsal hayatın örgütlenmesinin ve insanları eşit kılmanın ilkesi haline geldi.
Yeni dinin, yani Aydınlanmanın özü, bizzat bu ayrımın kendisi ve eski uygarlıkların dinlerinin, özel denilerek toplumsal sistemin örgütlenmesinden dışlanmasıydı. Önceki toplumların dinlerini özel diyerek toplumsal hayattan dışlamanın kendisi bizzat bir dindi.
Analiz edilip yakından bakıldığında, İnsan veya Yurttaş Hakları Beyannamelerinin ve Kelimei Şahadet’in aynı soruna, aynı özde ama farklı koşullarda ve biçimde verilmiş iki cevap veya bulunmuş iki çözüm olduğu görülür.
Sanılanın aksine İnsan Hakları Bildirileri, bir canlı türü olarak insanların haklarından değil; İnsan olmanın veya sayılmanın koşullarından söz ederler, tıpkı Kelimei Şahadet’in Müslüman olmanın koşulundan söz etmesi gibi.
Eğer soyu veya inancı ne olursa olsun insanların eşit olduğunu kabul etmiyorsanız, bir canlı türü olarak insan olmaya devam etmenize rağmen, bir İnsan olamazsınız; tıpkı Allah’a şirk koşanın, yani aynı zamanda bir toteme (Puta) tapanın Müslüman olamaması gibi.
Eğer İslam başarılı olsaydı, Aydınlanmaya gerek kalmazdı. Aydınlanma İslam’ın başarısızlığı koşullarında, aynı soruna verilmiş ikinci bir çözümden başka bir şey değildi. İslam da Hıristiyanlığın, Hıristiyanlık da Museviliğin başarısızlığına birer cevaptılar.
Büyük aydınlanma düşünürleri büyük ölçüde bu paralelliğin ve yakınlığın farkındaydılar.
Bu aynı soruna, özde aynı ama biçimde farklı çözümler, bir bakıma, biyolojide farklı canlı türlerinin aynı çözümleri birbirinden farklı yollardan bulmalarına (“konvergenz”) benzetilebilir. Örneğin canlılar gözü birbirinden bağımsızca en az kırk kere keşfetmişlerdir. Uçabilmek için bir kanat, böcekler, sürüngenler, dinozorlar ve memelilerce birbirinden bağımsızca bulunmuştur. Ama örneğin aynı uçmayı sağlayacak kanatları, nasıl dinozorlar (kuşlar) farklı, memeliler (yarasalar) farklı biçimlerde ve koşullarda farklı anatomik yapılarla geliştirdilerse öyle.
Ne var ki, Aydınlanma da kendisini İslam’ın kaderinden kurtaramadı. Egemen sınıflar daha ilk adımda, tüm insanların eşitliği ve tüm insanlık için bir düzen programını terk ettiler. Aydınlanma Kozmopolitizminin ve Humanizminin yerini Milliyetçilik aldı. İnsanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliği aldı. Yeryüzünde boş bir metre kare bile yer bırakmamış uluslar bu karşı devrimin ürünüdürler ve o karşı devrimi sürdürmenin aracıdırlar. Başlangıçta eşitliği sağlayan, eski düzene karşı mücadelenin bayrağı olan, Özel ve Politik ayrımı da Allah’ın kaderini paylaştı.
Başlangıçta, tüm insanların eşitliğini sağlamak için ortaya çıkan özel ve politik ayrımı; önce politiğin bir yerde yaşayanlarla, sonra giderek bir dille, bir soyla, bir kültürle, hatta bir ırkla tanımlanmasıyla, bizzat insanların eşitsizliğini savunmanın bir aracına dönüştü.
Tıpkı eşitlik için ortaya çıkmış Allah’ın Şark’ın Mutlak devletinin ve din adamları oligarşisinin bir aracına dönüşmesi gibi.
Yani ulusçulukla birlikte Aydınlanma, tıpkı Emeviler sonrasının İslam’ı gibi, tıpkı İznik Konsülü sonrasının resmi Hıristiyanlığı gibi, içi boş bir kabuk; bir karşı devrimin kendisini gizlediği bir bayrak oldu.
Bu anlamda, Aydınlanma da İslam gibi başarısız kalmış, gerçekleşememiş bir projedir.
İşte Aydınlanma ve İslam’ı ele geçirmiş bu karşı devrimci egemen sınıflar, Aydınlanma ve İslam’ın birbirinin zıttı olduğu fikrinde, anlaşarak, Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özlerine karşı ortaklaşa savaş yürütmektedirler.
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısı, Aydınlanma ve İslam arasındaki bir savaşın değil; Aydınlanma ve İslam’ı ele geçirmiş egemen sınıfların, karşı devrimin Aydınlanma ve İslam’ın özüne karşı savaşının bayrağıdır.
*
Ama Aydınlanma ve İslam da, her iki büyük ve evrensel din de, tıpkı birbirinden bağımsızca aynı çözümü üretmeleri gibi, kendi kaderlerini açıklayacak teorilere de birbirlerinden bağımsızca ulaştılar.
İslam, Marksizmi (yani Toplum Bilimini, Sosyolojiyi, Tarihsel Maddeciliği) Marks’tan yüzyıllarca önce İbni Haldun ile keşfetti: İnsanların geçimlerini sağlama yolları, onların toplumsal düzenlerini belirliyordu.
Aydınlanma, İbni Haldun’dan yüzyıllarca sonra ve tamamen ondan bağımsızca, Marks ile toplum bilimini ikinci kez kurarak aynı sonuçlara ulaştı: Yani Üretici Güçler, Üretim İlişkilerini ve Üstyapıyı belirliyordu.
Birbirinden bağımsız bu iki büyük keşif bile, Aydınlanma ve İslam’ın özündeki ortaklığın bir görünümünden başka bir şey değildir.
Yeryüzünü totemlerin veya tanrıların kapladığı dönemlerde tüm insanlığa yönelik bir evrensel proje ve buna bağlı olarak da bir toplum kavramı, dolayısıyla da bir toplum bilimi ortaya çıkamazdı.
Toplum kavramının ve dolayısıyla Toplum biliminin var oluş koşulu evrensel bir dindir, yani evrensel bir düzen tasavvuru ve iddiasıdır. Bu tasavvur, bu iddia ve bu din ise ancak dünya çapındaki bir ticaretin ürünü olarak ortaya çıkabilir.
Yani Marks ve İbni Haldun’un önermeleri, bu satırlarda, bizzat kendi var oluşlarını da açıklamaktadır.
*
İslam da Aydınlanma da farklı yollardan aynı çözümü yani tüm insanlara biçimsel bir eşitliği sağlıyorlardı.
Ama bu biçimsel eşitlik iktisadi bir eşitlikle tamamlanmadığı takdirde bizzat bu biçimsel eşitliğin kendisi bile var olma şansını elde edemiyordu. Bizzat İslam ve Aydınlanma’nın tarihi ve kaderi bunun en esaslı kanıtıydı.
İslam, toplumsal eşitsizliklere karşı, Allah’ı her şeyin ve o zamanların temel zenginlik kaynağı olan toprakların sahibi kılarak, yani özel mülkiyeti büyük ölçüde sınırlayarak ve dağılım ve bölüşümde eşitleyici tedbirler önererek çözüm aramış ama hiçbir Allah korkusu ve ahlaki öğüdün bunları sağlayamayacağını da kendi kaderiyle göstermişti.
İbni Haldun, ticaret ve imaret erbabının (Tefeci Bezirganların ve Devlet Sınıflarının), tarım ve zanaatlar ile elde edilmiş zenginliklere el koyduğunu görmüştü, ama henüz Kapitalizm ve işçi Sınıfı ortaya çıkmadığından, her uygarlığın çürümesini ve yıkılmaya yazgılı oluşunu doğru olarak tespit ediyordu. Kısmi çözümü ise komün geleneklerine dönüşten başka bir yerde göremiyordu haklı olarak.
Marksizm’in kökenindeki sosyalizm düşüncesinin doğuşunda da aynı sorun vardır. Evet Aydınlanma bütün insanların eşitliğini sağlıyordu belki ama gerçek bir eşitlik için, ekonomik bir eşitlik de gerekiyordu.
İlk sosyalistler bu eşitliğe giden yolu, tıpkı dinler gibi, ahlaki ilkeler veya bölüşümde eşitlik ile sağlamaya çalıştılar.
Marks’ın katkısı, bir bakıma, bu eşitliğin ve sınıfların kaldırılmasının, yani bu kötü kaderden kurtuluşun yolunun tüketim ve bölüşümde veya ahlaki vaazlarda değil; üretim ve mülkiyet ilişkilerinde dolayısıyla onların değiştirilmesinde yattığını söylemesindeydi.
Ancak o zaman, zenginlik tüm toplumun refahı ve eşitliğin bir aracı haline gelebilirdi.
Tüm dünya tarihi, ama her şeyden önce de İslam ve Aydınlanma’nın kaderi, ne tanrı korkusunun, ne bölüşüm ve tüketim eşitliğini sağlamaya yönelik ahlaki önermelerin sınıfları dolayısıyla da egemen sınıfları ve onların egemenliğini ortadan kaldıramadığını göstermişti. Sınıfları kaldırmak için ise, mülkiyet ilişkilerini değiştirmek gerekiyordu.
Marksizm böylece, Aydınlanma ve İslam’ın, gerçek eşitlik bir yana, niçin biçimsel eşitliği bile sağlayamayan projeler olarak kaldığını ve başarısızlıklarının sırrını açıklamış oluyordu.
Öte yandan bu yasa ile birlikte bu yasayı ortaya çıkaran ve uygulayabilecek bir toplumsal güç de ortaya çıkmış bulunuyordu: İşçiler.
Bu ikisi, yani İşçiler ve bu yasanın bilinmesi ve açığa çıkarılması bile (Devrimci Sınıf ve Devrimci Teori, Tarihsel maddecilik) Aydınlanma’yı İslam’ın kaderinden kurtarabilecekmiş gibi görünüyordu.
Ne var ki, Marksizmin kendisi Aydınlanma’nın çocuğu olduğundan, Aydınlanma’nın toplumu düzenlemek için ortaya koyduğu ve kendisinin içine doğduğu ilkeyi, yani dinin özele ilişkin olduğuna dair bir ilkeyi, dolayısıyla politik ve özel ayrımını, bir sosyolojik kavrammış gibi ele alarak dinin ne olduğunu anlayamadı ve Aydınlanmanın da bir din olduğunu anlaması olanaksızlaştı.
Dinin ne olduğunu anlayamadığı için, Politik özel ayrımının bizzat bir din olduğunu; Politik olanı bir ulusa göre tanımlamanın da, yani ulusçuluğun da Aydınlanma içinde bir karşı devrim; bu dinin gerici biçimi olduğunu anlayamadı. Anlayamadığı için de, kökeninde aydınlanmanın idealleri olmasına rağmen, kendisi de aynı karşı devrimi yaşadı ve kendisi ulusçuluğa dönüştü. Çünkü ulus ve ulusçuluğun bilgisinin olmadığı yerde bir boşluk değil, ulus ve ulusçuluğun ulusçu kavrayışı yani ulusçuluk olur.
Elbet bu dönüşüm sadece fikirlerin ve kavramların kendi iç evrimiyle ve mantık sonuçlarına varmasıyla gerçekleşmedi. İşçilerin ilk kez Rusya gibi geri bir ülkede iktidara gelmesi; bu devrimin yayılamaması ve savaş ve iç savaşın toplumu korkunç bir yoksulluğa gömmesi ve bunun sonucunda bizzat sosyalizm idealinin de başına tıpkı İslam ve Aydınlanmanın başına gelen geldi. İslam’da Muaviyelerin, Aydınlanmada Bonapartların temsil ettiği karşı devrimi sosyalizmde Stalinler yaptı.
Ancak nasıl Hıristiyanlık ve İslam’da, onun devrimci döneminin ideallerini yaşatanlar zındık olarak kovuşturuldu ve Batıni tarikatlarda varlıklarını sürdürdülerse, Aydınlanma ve Marksizm içinde de onun devrimci niteliklerini sürdürenler var oldu ve kovuşturuldu.
Ama bu eleştirel ve devrimci özü koruyanlar bile, Din ve Ulus söz konusu olduğunda, Aydınlanmanın Din; Ulusçuluğun Ulus kavramından ötesine gidemediler.
Halbuki Din’in ne olduğu konusunda, İslam çok daha açık ve doğru görüşe sahipti. Dinin bir inanç veya özele ilişkin olmadığını bildiği, bu gerçekten hareket ettiği için, İslam’ın Din kavramı, Aydınlanmanın Din kavramından çok daha sosyolojik gerçekliği yansıtıyordu.
Marksizm’in dinin bir inanç olmadığını; onun tüm toplumsal üst yapının ifadesi olduğunu; bizzat dine inanç demenin bir din olduğunu görmesi, aslında kendi kavram sistemini aydınlanmanın kalıntılarından arındırmak; kavramlarını mantık sonucuna götürmektir.
Ama bu aynı zamanda İslam’ın din kavrayışıyla Aydınlanma’yı bir senteze ulaştırmak olarak da görülebilir.
Bu anlamda, Marksizm, Aydınlanma ile İslam’ın sentezidir. Marksizm Aydınlanma’nın Din kavramından arındığında İslam’ın Din kavramıyla buluşmuş ve Aydınlanman da bir din olduğunu ve kendisinin de eğer gerçekten devrimci olmak istiyorsa, bir din olması gerektiğini; yani tüm insanlık için tüm toplumsal yapıyı düzenleyen bir çağrı olması gerektiğini görmüştür denilebilir.
*
Bugünün dünyasında egemen olan, on binlerce yıl boyunca kıtlık içinde ve neolitik devrim sonrasında da köy komünü biçiminde insanın var oluşunu sağlamış ama tarımsal uygarlıkların ve Dünya Ticaretinin gelişimi ile bu gelişimin önünde bir engele dönüşmüş Totemler (Putlar) yok artık.
Bugünün dünyasında egemen olan, Klasik Antik uygarlıklar ve bu uygarlıkların dinleri ve klasik İmparatorluklar da değil.
Dolayısıyla bugün yaşadığımız dünyada, ne İslam’ın Totemler karşısındaki Allah’ı; ne klasik uygarlıkların dinlerini Politik alanın dışına atmaya yarayan Özel-Politik ayrımı, İnsanlığın ihtiyaçlarına uygun bir düzen kurma olanağı sağlayamaz.
Bugünün dünyasında politik olanı, yani kendisini ulusla tanımlayan yüzlerce devlet, tıpkı Muhammet döneminin totemleri, gibi insanların biçimsel bir eşitliğinin önünde bile bir engel haline gelmişlerdir.
O halde yapılacak iş bellidir: aşiret gibi olan uluslara ve ulusal devletlere ve totemler gibi olan ulusal bayraklara karşı Muhammet gibi savaş açmak.
Ve bu savaşta, Aydınlanma’nın Antik uygarlıkların dinlerine yaptığını bu uluslara yapmak: yani ulusal olan nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik alandan dışlamak, ulusal olanı, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, tıpkı antik uygarlıkların ve komünlerin dinleri gibi özele atmak.
Yani uluslara ve ulusal sınırlara karşı, biricik dünya topluluğu için savaş.
Şimdiye kadar demokrasi ve sosyalizm şu iki yüzyılda ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu açıklayamadığı için onun karşı devrimci niteliğini görüp ona karşı mücadeleye girmedi ve tamamen yanlış bir yol izledi.
Şimdiye kadar olduğu gibi, sosyalistler ve demokratların fiilen yaptığı, maalesef, uluslar ve ulusal sınırlar çerçevesinde eşitlikçi talepleri yükseltmek, ulusu, içinde mücadele edilip iktidara gelinebilecek tarafsız bir ortam olarak görme anlamına geldiğinden; dolayısıyla ulusu ve ulusal devleti sınıfsız toplum gidişin aracı olabilirmiş gibi gördüğünden, uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemden düşürdüğünden, nesnel olarak gericiliğe ve karşı devrime hizmet eder oldu.
Bu mantığın sonucu olarak, bir dünya cumhuriyeti, sosyalist olmuş ulusların ve ulusal devletlerin birleşmesinin sonucu ulaşılabilir bir uzak hedef olarak görüldü.
Bu baştan aşağı yanlış, gerici ve gerçekleşemez anlamında ütopik bir programdı ve Marksizm’in kendi önermeleriyle bir çelişki içindeydi.
Çünkü bizzat Marks, İşçilerin var olan devlet cihazını alıp kullanamayacaklarını; onun yapısının sınıfsız topluma gidişin aracı olmaya uygun olmadığını, bu nedenle onu parçalamak gerektiğini söylemişti.
Bu önerme doğruysa, (ki bizce doğrudur) uluslar ve ulusal devletler de sınıfsız topluma gidişin araçları olamazlar ve parçalanmaları gerekir.
Yani Paris Komünü’nün derslerini mantık sonuçlarına götürmek bile, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşı; onları parçalamak için mücadeleyi en başa almak gerektiğini göstermektedir.
O halde, tıpkı İslam’ın Allah’ının putlara karşı mücadelesi gibi, uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi başa almak; tıpkı Aydınlanmanın önceki dinlere yaptığı gibi; ulusal olanı, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik alanın dışına atmak ve bir tek dünya cumhuriyeti için savaşmak, Aydınlanma ve İslam’ın bir sentezidir ve onların vasiyetinin yerine getirilmesidir.
Ancak bürokratik olmayan bir dünya cumhuriyetinde, ezilenler, tüketim ve bölüşüme yönelik tedbirlerin ve ahlaki vaizlerin eşitliği sağlayamayacağını yine Marksizm sayesinde bileceklerinden ve üretim ve mülkiyet ilişkilerini sınıfların var olmasına veya ortaya çıkmasına değil; yok olmasına yönelik olarak düzenleyebileceklerinden, bu devrimin, ilk kez İslam ve Aydınlanma’nın kaderinden kurtulma ve onların yarım kalmış ve gerçekleşememiş vasiyetlerini yerine getirme şansı ortaya çıkar.
Bunun için de yapılması gereken ilk iş, bir İnsanlık ve İn, düzeltilmişsanlar Dini/Partisi kurmaktır.
Buradaki “İnsan” kavramı, biyolojik bir kavram olan sosyal varlık olarak insanı değil; sosyolojik olarak İnsanı tanımlar.
İnsan, tıpkı totemi değil Allah’ı tanıyan Müslim gibi; İnsan, tıpkı soyu ve inancı ne olursa olsun tüm insanları eşit kabul edenlerle tanımlanması gibi bir anlama sahiptir.
İnsan: sadece soyun ve inancın değil, ulusal olanın da politik olmasını kabul etmeyendir.
Nasıl bir insan hem bir puta tapıp hem de Müslüman olamaz ise; nasıl insanların soyları ve inançları ne olursa olsun eşitliğini kabul etmeyen bir insan, İnsan olamaz ise; politik olanın ulusal olanla çakışması gerektiğini savunanlar da (milliyetçiler de) İnsan olamazlar.
Bir insan hem milliyetçi (ulusal olanın politik olanla çakışmasını kabul eden) hem bir İnsan olamaz. Bir insan (yani biyolojik olarak küçük herfle yazılmış insan) hem bir Kürt, Türk, Alman, Amerikalı hem de bir İnsan (yani sosyolojik olarak, büyük harfle yazılmış İnsan) olamaz. Ya da tersinden, bir insan, hem İnsan; hem de Türk, Kürt, Alman, Çinli vs. olamaz.
Önce İnsanların, Türkler, Kürtler, Almanlar, Çinliler, Hintliler vs. karşısında üstünlük kurmaları; Türklüğü, Kürtlüğü, Almanlığı, Çinliliği, Hintliliği vs. politik alandan dışlayıp tıpkı gerçek bir laikliğin dinlere yaptığı gibi özele ilişkin kılmaları gerekiyor.
Ancak o zaman İnsanlar, Kapitalizm ve meta üretimine dayanan bir sistemle mi, yoksa ihtiyaçlara ve kullanım değerleri üretmeye yönelik planlı bir ekonomiyle mi yaşayacaklarına karar verebilirler.
Türklerin, Kürtlerin, Almanların, Çinlilerin, Hintlilerin bir sosyalizm kurabileceklerini söylemek, fiilen bugünkü ulusal devletleri; yeryüzünü kaplamış putlar düzenini savunmaktan başka bir sonuç vermez.
Zaten bütün dünyada Sosyalist ve İşçi hareketinin bunalımının temel nedeni de budur.
Biz Türkleri, Kürtleri, Çinlileri, Amerikalıları, Hintlileri İnsan olmaya çağırıyoruz.
Kendi nefsine karşı savaş savaşların en kutsalıdır.
Türklerin Türklüğe, Kürtlerin Kürtlüğe, Çinlilerin Çinliliğe, Hintlilerin Hintliliğe, Amerikalıların Amerikalılığa karşı savaşı, yani nefislerine karşı savaşı en kutsal savaştır.
Bu savaşı vermeden kimse İnsan olamaz.
Yeryüzü ölçüsünde bir insanlık topluluğunu, Türkler, Kürtler, Çinliler, Amerikalılar, Hitliler değil, İnsanlar kurabilir; tıpkı Allah’ın egemenliğini putlara tapanların değil, Müslümanların kurabilmesi gibi.
04 Ocak 2010 Pazartesi
Demir Küçükaydın
(“İslam ve Sol Çalıştayı” vesilesiyle 8 Ocak 2018’de bazı üslup düzeyinde düzeltmeler yapılmış yeni versiyon.)



Hiç yorum yok: