17 Şubat 2018 Cumartesi

Demirtaş’ın Savunmasıyla İlgili Sorulara Cevaplar

Öncelikle Demirtaş’ın mahkemedeki savunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kişisel kanımca Demirtaş yerinde ve doğru bir savunma yapıyor.
İktidarın bütün hukuksuzluklarını, yalanlarını somut olarak ortaya döküyor. Hukuki temelde ama aslında siyasi bir savunma yapıyor. Hukuksuzluklar öyle ki, hukuku savunmak bile siyasi bir anlam kazanmış bulunuyor. Bu özgül durumu iyi kavramış somut bir savunma.
Ama müsaade ederseniz savunmanın zerinden yapılan manipülasyonlara ve spekülasyonlara karşı burada küçük bir ek yapmam gerekiyor.
Demirtaş savunmasında hem iktidara ve Erdoğan’a karşı yoğunlaştığı için, hem Öcalan ile ilişkiler aynı göz hizasından fikir alışverişi biçiminde olduğu için, kimi ifadelerinin pusuda bekleyen ulusalcılar tarafından nasıl kullanılabileceğini pek hesaplayamadığından. (Ki bu da normaldir, bir vurgunun kaymaması, bir fikir akışının bozulmaması için çoğu zaman zorunludur, yazı yazanlar bu gibi zorlukları bilir ve söyleyen arif değilse, dinleyen arif olsun ilkesine göre hareket ederler) konunun ayrıntısına girmediğinde, ulusalcıların istismarına açık ifadeler var ve maşallah onlar da, özellikle haber başlıklarında, istismar ve tahrif etmekten çekinmediler.

Bunu açıkça görüyoruz. Somut olarak görelim.
Örneğin şu ifadeye  bakalım.
“Boykot kararı aldık. Ne yaptılar biliyor musunuz? “Bunlar İmralı’dan talimat alıyor” diyorlardı ya. Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana getirdi. Niye, referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz için. İnkar ederlerse tanıkları burada dinleteceğim. Kabul etmedik….)”
Şimdi ifadenin bu kadarına bakarsanız sanki Öcalan, Hükümet ile gizli bir pazarlık ve komplo içinde Selahattin Demirtaş’a karşı hükümetin yanında yer almış gibi.
Ancak Demirtaş’ın ifadesinin devamında gelen yazının ne olduğunu da söylüyor.
“Hem yazıda öyle bir şey yok. Abdullah Öcalan’ın el yazısı. Defalarca adada, 8 defa ben İmralı’ya gittim.
Yazı şu: “Partimiz hangi kararı verirse saygı duyuyoruz. Ama Anayasa değişikliği acaba yeni bir diyaloğun, çözüm sürecinin önünü açar mı, parti olarak değerlendirmenizi rica ediyorum.”
Destekleyin ya da desteklemeyin demiyor. Bunu İmralı’nın talimatı diye hükümet getirdi. Bizim İmralı’dan talimat aldığımızı söyleyenler Öcalan’ın el yazısıyla getirdi.”
Demirtaş’ın ifadesinde ve aktardığı mektupta Öcalan’ın sözlerinde böyle bir şey yok.
Demirtaş’ın derdi, hükümetin Öcalan’ın talimatıyla hareket edildiği iddiasını çürütmek. Bu nedenle aslında Hükümetin itham ettiği şeyi yapmaya çalıştığını somutlamaya çalışıyor. Bunu alıp sözlerin sanki devamı yokmuş gibi tamamen ters biçimde aktarılıyor ve yorumlanıyor. Bunlar psikolojik savaş yöntemleridir.
Ama bunlar bir şeyi iyi kanıtlıyor.
Hükümetin derdi barış değil, seçimler veya referandumda taktik manevralar. Kürt hareketinin barış arzularını bu manevraların aracı olarak kullanmaya kalkıyor.
Buna karşılık hem Öcalan’ın, hem Demirtaş’ın amacı barış ve barışçıl yollardan siyaset. Kendilerinin doğrudan bir kontağı olmamasına, bu kontak devlet aracılığıyla ve devletin yönlendirmesiyle olmasına rağmen ikisi de aynı amacı paylaştıklarından devletin ve hükümetin yönlendirme ve kandırma çabalarına gayet güzel bağımsızca davranışlarıyla direniyorlar.
Öcalan herhangi bir yönlendirme anlamına gelecek söz etmiyor, Demirtaşlar da barış ve sivil siyaset çizgisinden ayrılma anlamına gelecek bir karar almıyorlar.
Bir general bir zamanlar amacı kavranılması in iyi haberleşmeden daha büyük bir koordinasyon ve uyum sağlar demişti. Olan budur. Ve Demirtaş’ın ifadesi, eğer manipülasyon yaparak bunu özel savaşın bir aracı olarak kullanmak gibi bir amaç yoksa, bir hareketin doğrudan bir kontağı olmaması durumunda bile, devletin gözü önünde onun manipülasyonlarına açıkken bile, nasıl birbirinden bağımsızca uyumlu hareket ettiğinin bir kanıtıdır.
Kusura bakmayın, sorunuzun biraz dışına çıkmış gibi oldum ama Türkiye’nin bu ortamında böyle bir manipülasyon ortamında böyle bir açıklamayı da eklemek gerekiyordu.

Bdp’nin 2010 referandumunda “boykot” denesi ardından, 2014’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın aday olması... Bu iki durum da öcalan/Kandil hattına muhalefetten mi doğdu?
Yukarıda verdiğim cevapta aslında bu sorunuzun cevabı da var sayılabilir. Hiç de öyle bir şey yok.
Önce boykot konusu.
Selahattin Demirtaş açıkça önceden, kendilerinin boykot kararı aldıklarını ifade ediyor. Hatta onların bu bağımsız kararını değiştirmek için Hükümet, Öcalan’ın hiç de öyle bir anlama gelmeyen mektubu ile onları yanıltmaya ve üzerlerinde İmralı’nın prestijini kullanarak bir baskı kurmaya çalışıyor.
Tabii Öcalan, hem ilişkileri bir emir komuta ilişkisi olmadığı için, hem de büyük bir olasılıkla hükümetin bu gibi hilelere de başvurabildiğini tahmin ettiği için hükümetin istediği gibi bir anlama gelecek hiçbir şey yapmıyor.
O dönemi hatırlayalım. Anayasa değişikliği sanki demokrasi için şartmış gibi yapılıyor ama aslında sadece bazı makyaj değişikliği ile esas olarak anti demokratik değişimleri yapıyordu. Bu durumda evet demek bu anti demokratik değişikliklere alet olma anlamına gelecekti. Hayır demek ise, sanki 12 Eylül anayasasını savunmak gibi olacağından boykot kararı almıştı. Kanımca o durumda alınabilecek en doğru tavır da buydu. Ben de boykotu destekleyenlendendim.
Ama soruna Ulusalcı-Liberal ikileminin problematikleri içinde bakarsanız. Ya hayır demeniz ya da evet (veya yetmez ama evet) demeniz gerekir. Kürt hareketi ve gerçek demokratlar ise bu ikilemin yanlışlığını göstermeye çalıştılar ve bu ikileme karşı mücadele ettiler.
2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili açıklayıcı olacağı için ben kendim açısından şunu söyleyebilirim. Aynı amacı paylaşanlar arasında elbet şu veya bu taktik hamlenin mi daha doğru olacağı yönünde ayrılıklar olabilir. Örneğin ben Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Erdoğan’ın önünü kesmek için, HDP’nin kendisinden değil, başkalarının da oy verebileceği bir ismi (ben Bekaroğlu demiştim, sadece Kürtlerden değil, CHP ve AKP’lilerden de oy alır, ikinci tura kalabilir ve Erdoğan’ın önünü kesebilirdi) düşünmenin daha doğru olacağını düşünüyordum. Hatta şunu diyebilirim kendi bakış açımdan, Demirtaş’ın kendini aday göstermesi Erdoğan’ın önünün erkenden kesilmesini engellemiş Erdoğan’ın işine yaramıştır. Yani sanılanın aksine Öcalan, eğer Öcalan Erdoğan’a yardım etmek istese,  Demirtaş’ın aday olmasını engelleyerek değil, engellemeyerek hizmet ederdi bile denebilir.
Ama Öcalan’ın da Demirtaş’ın da öyle bir amacı yoktur. Onlar silahların susması ve bir barış ve demokrasi ortamında açık politik mücadele yapılabilmesi hedefine yöneliktiler. Bu amaca yönelik bir olanak olarak ateşkes ve müzakere yaparlarken, Erdoğan bunları kendi diktatörlüğünün aracı olarak kullanmaya çalışıyordu. Kürt hareketi de, Demirtaş da, Öcalan da bunu bilmeyecek kadar bilgisiz değildirler. Ama siz bu olanağı kullanarak kendi alanınızı açabilirsiniz. Bu amaçlar ve strateji bakımından hiçbir sorun yoktur ne Öcalan ne de Demirtaş arasında. Ve böyle yapılmasının ne kadar doğru olduğunu bizzat 7 Haziran seçimleri göstermiştir. Öcalan ve Demirtaş’ı kendi amaçlarının aracı olarak kullanamayacaklarını, bir parça barış ve demokrasinin Kürt hareketine yaradığını gördüklerinde oyun bitti diyenler Ergenekon-Erdoğan ittifakı olmuştur.
Seçimlere parti olarak girme sorununa gelince.
Biz biliyoruz ki ta 2000’lerin başından beri Öcalan her zaman seçimlere parti olarak girme eğiliminde olmuştur. Hareket bağımsız adaylarla girelim dediği için o öneriye uygun davranmıştır. Hatta önceki seçimlerde, Parti olarak girilmesine karşı çıkanlar genellikle Kürt Burjuvazisi denebilecek kesimlerdi. Öcalan her zaman hareket içindeki belli kesimlerin direncine rağmen parti olarak girilmesi yönünde eğilim beirtmiştir.
Keza Öcalan barajın pek bir sorun olmadığını da aksine daha çok oy alınabilecekken azda kalındığını da söylemiştir parti olarak girildiğinde de ve hareketi bu bakımdan çok eleştirmiştir.

Öcalan/Kandil hattı sizce Demirtaş’ı istemiyor mu? İstemiyorsa neden?
Ben o kanıda değilim. Öcalan veya Kandil’in gizli hesapları yoktur. Aynı amacı paylaşan farklı mücadele biçimlerinde ve yerlerde yoğunlaşmış önderler vardır. Bu durumda kimi farklılıklar olabilir. Ama bunların her biri hem diğeri ne diyor, ne düşünüyor diye bakar; hem de genel olarak hareket ve müttefikler hatta düşmanlar ne diyor diye bakar.
Yani ortada pasif olarak izleyip, “hah Kandil Demirtaş’ı istemiyor ondan tasfiye ediyor” diye bakılacak bir süreç yoktur.
Diyelim ki, Kandil ve Demirtaş arasında izlenecek strateji konusunda farlılıklar var. Ama sizin tavrınız, göstereceğiniz tepkiler hem Demirtaş’ın hem Kandil’in (ki muhtemelen tek bir Kandil de yoktur orada da taktiklere ilişkin farklar vardır) görüşlerini ve tutumunu değiştirmesine yol açar.
Maalesef “bileşenler” böyle davranmıyorlar. Kandil’e (eğer öyle bir durum varsa) yanlış düşünüyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz demiyorlar. Kendilerine denilene veya öyle iletilene uymakla yetiniyorlar. Ama buna direnenler de var. Örneğin bir vekil, kendisine eş başkanlık önerildiğinde reddetmiş. Diyelim ki şimdiki de öyle davranabilir, kandil öyle istiyor diye kabullenme yoluna girmeyebilirdi. Tabii bunlar Kandil’in Demirtaş’ı istemediği varsayımı üzerinden yapılan doğru davranışın ne olacağı üzerine akıl yürütmeler. Biz kendimiz ne yapmalıyız, en birey olarak ne yapmalıyım diye düşünmemiz gerekiyor. Bakmayın. Kandiller, Öcalan’lar, Demirtaş’lar öğrenmeye herkesten daha açık ve açtırlar. Bu nedenle ben her yanlışta en büyük suçunun “bileşen” denen Türk sosyalistleri olduğunu söylüyorum.
Ben aslında bu ilişkileri hiç bilmem ve pek merak de etmem. Benim yazılarımda yaptığım, kendi programatik, siyasi, stratejik amaçlarım açısından, yürüttüğüm politik mücadelede, toplumsal güçlerin, sınıfların, grupların eğilimlerine, nesnel çıkarlarına, karakterlerine, içindeki farklı stratejilere, bunların politik ifadelerine vs. bakarak birtakım analizler yapmaya durumu doğru değerlendirmeye çalışmaktır.
Bu bağlamda diyebileceğim şudur. Kandil haklı olarak HDP’nin politikasından memnun değildir.
Ama yanlışı yanlış yerde aramaktadır. HDP’nin yapısının değişmesi gerekir. Yapı değişirse bu yanlış politikaların son bulması için esas adım atılmış olur.
Tabii Türkiyelileşme politikasından Kürt ulusalcıları da memnun değildi ve Demirtaş bu politikanın da bir sembolü idi.
Bu durumda, aslında amaçları açısından birbirinden farklı bu gayrı memnunlukların çakıştığı, bu özgül durumda Demirtaş’ın eş başkanlığa yeniden seçilmemesinin gerçekleştiğini düşünüyorum.
Ama bir süre sonra bu adımın yanlışlığının görüleceğini düşünüyorum. Bu yanlışlığı göstermek için mücadele etmek gerektiği kanısındayım.

Sizce Demirtaş kendi isteğiyle mi çekildi. Yoksa baskıdan kaynaklı mı?
Bence Demirtaş kendisine ayrılma yönünde bir öneri yapılınca, o bunu bir güvenoyuna çevirmek ve bu baskıları savuşturmak istedi.
Ama kendi sözleri kendisine karşı kullanılarak, algı operasyonları yapılarak, en basit demokrasi ve tüzük kuralları ayaklar atına alınarak fiilen eş başkanlıktan uzaklaştırıldı. Demirtaş’ın adının her geçişindeki coşkulu tezahürattan bunu kimsenin hazım ve kabul etmediği görülüyordu. Yarın öbür gün daha iyi görülecektir. Ben bir süre sonra bu yanlıştan dönüleceğini düşünüyorum. Tabii bunun için mücadele etmek gerekir.

Bunda sonra ki süreçte HDP’yi ve Demirtaş’ı ne bekliyor?
Düşünün bir. Dünkü mahkemeye, bir kongre tarafından tekrar eş başkan seçilmiş bir Demirtaş geliyordu. Bu ne kadar etkili olurdu. Demirtaş’ın tutukluluğunun devamı ne kadar daha zor olurdu. Hem HDP hem de gelen olarak demokrasi güçleri saflarında nasıl bir moral yükselişe yol açardı.
Kürt hareketi hatalar yapabilir. Bunlar zaman ve enerji kayıplarına yol açabilir. Ama temelde haklıysa, ki haklıdır, bunlar bir süre sonra unutulur. Nice büyük hataları da olmuştur Kürt hareketinin ama bunların hepsini bir şekilde aşmayı bilmiştir. Bunu da aşacağını düşünüyorum.
Sorun yanlıştan kolayca ve demokratik bir tartışma içinde dönülmesini sağlayacak yapısal dönüşümlerdir.
Kürt Hareketinin bu arada geçen zamanda dayandığı sosyal temel çok değişti. Köylü bir tabanın yerini şehirli bir taban aldı örneğin. Bu taban hala kırk yol öncesinin ilişkilerini düzenleyen yapıyla yol alamaz. Bu ciddi sürtünmelere, enerji ve zaman kayıplarına yol açar. Demirtaş’ın yeniden seçilmemesini böyle bir bağlama da oturtmak gerekir.
Esas sorun “bileşen” denen Türk sosyalistlerinin bu durumda en geri ve gerici kesimlerin iş birlikçisi durumuna düşmeleridir.
Çünkü kaybedecek şeyleri var, küçük dükkanları. Dükkanlarını da muhafaza etsinler ama birer eşit birey olarak bir örgütün içinde mücadele edip, fikirleri ve eylemleriyle bir yere gelmeye, fikirlerini kabul ettirmeye çalışsınlar.
Bileşen kotalarının rahatlığı içinde hareket etmeyi kendi başına bir amaç olarak benimsemiş bulunuyorlar.
Marks boyuna “zincirlerinden baka kaybedecek şeyi olmayanlar” demiyordu. Bir küçük örgüt, bir pozisyon, büyük bir hareketin gözeneklerinde küçük bir yaşam alanı da kaybedilecek bir şeydir genellikle.
15 Şubat 2018 Perşembe

Demir Küçükaydın

Hiç yorum yok: