Öncelikle Demirtaş’ın
mahkemedeki savunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kişisel kanımca Demirtaş yerinde ve doğru bir savunma
yapıyor.
İktidarın bütün hukuksuzluklarını, yalanlarını somut olarak
ortaya döküyor. Hukuki temelde ama aslında siyasi bir savunma yapıyor.
Hukuksuzluklar öyle ki, hukuku savunmak bile siyasi bir anlam kazanmış
bulunuyor. Bu özgül durumu iyi kavramış somut bir savunma.
Ama müsaade ederseniz savunmanın zerinden yapılan
manipülasyonlara ve spekülasyonlara karşı burada küçük bir ek yapmam gerekiyor.
Demirtaş savunmasında hem iktidara ve Erdoğan’a karşı yoğunlaştığı
için, hem Öcalan ile ilişkiler aynı göz hizasından fikir alışverişi biçiminde
olduğu için, kimi ifadelerinin pusuda bekleyen ulusalcılar tarafından nasıl
kullanılabileceğini pek hesaplayamadığından. (Ki bu da normaldir, bir vurgunun
kaymaması, bir fikir akışının bozulmaması için çoğu zaman zorunludur, yazı
yazanlar bu gibi zorlukları bilir ve söyleyen arif değilse, dinleyen arif olsun
ilkesine göre hareket ederler) konunun ayrıntısına girmediğinde, ulusalcıların
istismarına açık ifadeler var ve maşallah onlar da, özellikle haber
başlıklarında, istismar ve tahrif etmekten çekinmediler.
Bunu açıkça görüyoruz. Somut olarak görelim.
Örneğin şu ifadeye bakalım.
“Boykot kararı aldık.
Ne yaptılar biliyor musunuz? “Bunlar İmralı’dan talimat alıyor” diyorlardı ya.
Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana
getirdi. Niye, referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz
için. İnkar ederlerse tanıkları burada dinleteceğim. Kabul etmedik….)”
Şimdi ifadenin bu kadarına bakarsanız sanki Öcalan, Hükümet
ile gizli bir pazarlık ve komplo içinde Selahattin Demirtaş’a karşı hükümetin
yanında yer almış gibi.
Ancak Demirtaş’ın ifadesinin devamında gelen yazının ne
olduğunu da söylüyor.
“Hem yazıda öyle bir
şey yok. Abdullah Öcalan’ın el yazısı. Defalarca adada, 8 defa ben İmralı’ya
gittim.
Yazı şu: “Partimiz hangi kararı verirse saygı
duyuyoruz. Ama Anayasa değişikliği acaba yeni bir diyaloğun, çözüm sürecinin
önünü açar mı, parti olarak değerlendirmenizi rica ediyorum.”
Destekleyin ya da
desteklemeyin demiyor. Bunu İmralı’nın talimatı diye hükümet getirdi. Bizim
İmralı’dan talimat aldığımızı söyleyenler Öcalan’ın el yazısıyla getirdi.”
Demirtaş’ın ifadesinde ve aktardığı mektupta Öcalan’ın
sözlerinde böyle bir şey yok.
Demirtaş’ın derdi, hükümetin Öcalan’ın talimatıyla hareket
edildiği iddiasını çürütmek. Bu nedenle aslında Hükümetin itham ettiği şeyi
yapmaya çalıştığını somutlamaya çalışıyor. Bunu alıp sözlerin sanki devamı
yokmuş gibi tamamen ters biçimde aktarılıyor ve yorumlanıyor. Bunlar psikolojik
savaş yöntemleridir.
Ama bunlar bir şeyi iyi kanıtlıyor.
Hükümetin derdi barış değil, seçimler veya referandumda
taktik manevralar. Kürt hareketinin barış arzularını bu manevraların aracı
olarak kullanmaya kalkıyor.
Buna karşılık hem Öcalan’ın, hem Demirtaş’ın amacı barış ve
barışçıl yollardan siyaset. Kendilerinin doğrudan bir kontağı olmamasına, bu
kontak devlet aracılığıyla ve devletin yönlendirmesiyle olmasına rağmen ikisi
de aynı amacı paylaştıklarından devletin ve hükümetin yönlendirme ve kandırma
çabalarına gayet güzel bağımsızca davranışlarıyla direniyorlar.
Öcalan herhangi bir yönlendirme anlamına gelecek söz
etmiyor, Demirtaşlar da barış ve sivil siyaset çizgisinden ayrılma anlamına
gelecek bir karar almıyorlar.
Bir general bir zamanlar amacı kavranılması in iyi
haberleşmeden daha büyük bir koordinasyon ve uyum sağlar demişti. Olan budur.
Ve Demirtaş’ın ifadesi, eğer manipülasyon yaparak bunu özel savaşın bir aracı
olarak kullanmak gibi bir amaç yoksa, bir hareketin doğrudan bir kontağı
olmaması durumunda bile, devletin gözü önünde onun manipülasyonlarına açıkken
bile, nasıl birbirinden bağımsızca uyumlu hareket ettiğinin bir kanıtıdır.
Kusura bakmayın, sorunuzun biraz dışına çıkmış gibi oldum
ama Türkiye’nin bu ortamında böyle bir manipülasyon ortamında böyle bir
açıklamayı da eklemek gerekiyordu.
Bdp’nin 2010
referandumunda “boykot” denesi ardından, 2014’deki cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde Demirtaş’ın aday olması... Bu iki durum da öcalan/Kandil hattına
muhalefetten mi doğdu?
Yukarıda verdiğim cevapta aslında bu sorunuzun cevabı da var
sayılabilir. Hiç de öyle bir şey yok.
Önce boykot konusu.
Selahattin Demirtaş açıkça önceden, kendilerinin boykot
kararı aldıklarını ifade ediyor. Hatta onların bu bağımsız kararını değiştirmek
için Hükümet, Öcalan’ın hiç de öyle bir anlama gelmeyen mektubu ile onları
yanıltmaya ve üzerlerinde İmralı’nın prestijini kullanarak bir baskı kurmaya
çalışıyor.
Tabii Öcalan, hem ilişkileri bir emir komuta ilişkisi
olmadığı için, hem de büyük bir olasılıkla hükümetin bu gibi hilelere de
başvurabildiğini tahmin ettiği için hükümetin istediği gibi bir anlama gelecek
hiçbir şey yapmıyor.
O dönemi hatırlayalım. Anayasa değişikliği sanki demokrasi
için şartmış gibi yapılıyor ama aslında sadece bazı makyaj değişikliği ile esas
olarak anti demokratik değişimleri yapıyordu. Bu durumda evet demek bu anti
demokratik değişikliklere alet olma anlamına gelecekti. Hayır demek ise, sanki
12 Eylül anayasasını savunmak gibi olacağından boykot kararı almıştı. Kanımca o
durumda alınabilecek en doğru tavır da buydu. Ben de boykotu
destekleyenlendendim.
Ama soruna Ulusalcı-Liberal ikileminin problematikleri
içinde bakarsanız. Ya hayır demeniz ya da evet (veya yetmez ama evet) demeniz
gerekir. Kürt hareketi ve gerçek demokratlar ise bu ikilemin yanlışlığını
göstermeye çalıştılar ve bu ikileme karşı mücadele ettiler.
2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili açıklayıcı
olacağı için ben kendim açısından şunu söyleyebilirim. Aynı amacı paylaşanlar
arasında elbet şu veya bu taktik hamlenin mi daha doğru olacağı yönünde
ayrılıklar olabilir. Örneğin ben Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Erdoğan’ın önünü
kesmek için, HDP’nin kendisinden değil, başkalarının da oy verebileceği bir
ismi (ben Bekaroğlu demiştim, sadece Kürtlerden değil, CHP ve AKP’lilerden de
oy alır, ikinci tura kalabilir ve Erdoğan’ın önünü kesebilirdi) düşünmenin daha
doğru olacağını düşünüyordum. Hatta şunu diyebilirim kendi bakış açımdan,
Demirtaş’ın kendini aday göstermesi Erdoğan’ın önünün erkenden kesilmesini
engellemiş Erdoğan’ın işine yaramıştır. Yani sanılanın aksine Öcalan, eğer
Öcalan Erdoğan’a yardım etmek istese, Demirtaş’ın aday olmasını engelleyerek değil, engellemeyerek
hizmet ederdi bile denebilir.
Ama Öcalan’ın da Demirtaş’ın da öyle bir amacı yoktur. Onlar
silahların susması ve bir barış ve demokrasi ortamında açık politik mücadele
yapılabilmesi hedefine yöneliktiler. Bu amaca yönelik bir olanak olarak ateşkes
ve müzakere yaparlarken, Erdoğan bunları kendi diktatörlüğünün aracı olarak
kullanmaya çalışıyordu. Kürt hareketi de, Demirtaş da, Öcalan da bunu
bilmeyecek kadar bilgisiz değildirler. Ama siz bu olanağı kullanarak kendi
alanınızı açabilirsiniz. Bu amaçlar ve strateji bakımından hiçbir sorun yoktur
ne Öcalan ne de Demirtaş arasında. Ve böyle yapılmasının ne kadar doğru
olduğunu bizzat 7 Haziran seçimleri göstermiştir. Öcalan ve Demirtaş’ı kendi
amaçlarının aracı olarak kullanamayacaklarını, bir parça barış ve demokrasinin
Kürt hareketine yaradığını gördüklerinde oyun bitti diyenler Ergenekon-Erdoğan
ittifakı olmuştur.
Seçimlere parti olarak girme sorununa gelince.
Biz biliyoruz ki ta 2000’lerin başından beri Öcalan her zaman
seçimlere parti olarak girme eğiliminde olmuştur. Hareket bağımsız adaylarla
girelim dediği için o öneriye uygun davranmıştır. Hatta önceki seçimlerde,
Parti olarak girilmesine karşı çıkanlar genellikle Kürt Burjuvazisi denebilecek
kesimlerdi. Öcalan her zaman hareket içindeki belli kesimlerin direncine rağmen
parti olarak girilmesi yönünde eğilim beirtmiştir.
Keza Öcalan barajın pek bir sorun olmadığını da aksine daha
çok oy alınabilecekken azda kalındığını da söylemiştir parti olarak
girildiğinde de ve hareketi bu bakımdan çok eleştirmiştir.
Öcalan/Kandil hattı
sizce Demirtaş’ı istemiyor mu? İstemiyorsa neden?
Ben o kanıda değilim. Öcalan veya Kandil’in gizli hesapları
yoktur. Aynı amacı paylaşan farklı mücadele biçimlerinde ve yerlerde
yoğunlaşmış önderler vardır. Bu durumda kimi farklılıklar olabilir. Ama
bunların her biri hem diğeri ne diyor, ne düşünüyor diye bakar; hem de genel
olarak hareket ve müttefikler hatta düşmanlar ne diyor diye bakar.
Yani ortada pasif olarak izleyip, “hah Kandil Demirtaş’ı
istemiyor ondan tasfiye ediyor” diye bakılacak bir süreç yoktur.
Diyelim ki, Kandil ve Demirtaş arasında izlenecek strateji
konusunda farlılıklar var. Ama sizin tavrınız, göstereceğiniz tepkiler hem
Demirtaş’ın hem Kandil’in (ki muhtemelen tek bir Kandil de yoktur orada da
taktiklere ilişkin farklar vardır) görüşlerini ve tutumunu değiştirmesine yol
açar.
Maalesef “bileşenler” böyle davranmıyorlar. Kandil’e (eğer
öyle bir durum varsa) yanlış düşünüyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz demiyorlar.
Kendilerine denilene veya öyle iletilene uymakla yetiniyorlar. Ama buna
direnenler de var. Örneğin bir vekil, kendisine eş başkanlık önerildiğinde
reddetmiş. Diyelim ki şimdiki de öyle davranabilir, kandil öyle istiyor diye
kabullenme yoluna girmeyebilirdi. Tabii bunlar Kandil’in Demirtaş’ı istemediği
varsayımı üzerinden yapılan doğru davranışın ne olacağı üzerine akıl
yürütmeler. Biz kendimiz ne yapmalıyız, en birey olarak ne yapmalıyım diye
düşünmemiz gerekiyor. Bakmayın. Kandiller, Öcalan’lar, Demirtaş’lar öğrenmeye herkesten
daha açık ve açtırlar. Bu nedenle ben her yanlışta en büyük suçunun “bileşen”
denen Türk sosyalistleri olduğunu söylüyorum.
Ben aslında bu ilişkileri hiç bilmem ve pek merak de etmem.
Benim yazılarımda yaptığım, kendi programatik, siyasi, stratejik amaçlarım
açısından, yürüttüğüm politik mücadelede, toplumsal güçlerin, sınıfların,
grupların eğilimlerine, nesnel çıkarlarına, karakterlerine, içindeki farklı
stratejilere, bunların politik ifadelerine vs. bakarak birtakım analizler
yapmaya durumu doğru değerlendirmeye çalışmaktır.
Bu bağlamda diyebileceğim şudur. Kandil haklı olarak HDP’nin
politikasından memnun değildir.
Ama yanlışı yanlış yerde aramaktadır. HDP’nin
yapısının değişmesi gerekir. Yapı değişirse bu yanlış politikaların son
bulması için esas adım atılmış olur.
Tabii Türkiyelileşme politikasından Kürt ulusalcıları da
memnun değildi ve Demirtaş bu politikanın da bir sembolü idi.
Bu durumda, aslında amaçları açısından birbirinden farklı bu
gayrı memnunlukların çakıştığı, bu özgül durumda Demirtaş’ın eş başkanlığa
yeniden seçilmemesinin gerçekleştiğini düşünüyorum.
Ama bir süre sonra bu adımın yanlışlığının görüleceğini düşünüyorum.
Bu yanlışlığı göstermek için mücadele etmek gerektiği kanısındayım.
Sizce Demirtaş kendi
isteğiyle mi çekildi. Yoksa baskıdan kaynaklı mı?
Bence Demirtaş kendisine ayrılma yönünde bir öneri yapılınca,
o bunu bir güvenoyuna çevirmek ve bu baskıları savuşturmak istedi.
Ama kendi sözleri kendisine karşı kullanılarak, algı
operasyonları yapılarak, en basit demokrasi ve tüzük kuralları ayaklar atına
alınarak fiilen eş başkanlıktan uzaklaştırıldı. Demirtaş’ın adının her
geçişindeki coşkulu tezahürattan bunu kimsenin hazım ve kabul etmediği
görülüyordu. Yarın öbür gün daha iyi görülecektir. Ben bir süre sonra bu
yanlıştan dönüleceğini düşünüyorum. Tabii bunun için mücadele etmek gerekir.
Bunda sonra ki
süreçte HDP’yi ve Demirtaş’ı ne bekliyor?
Düşünün bir. Dünkü mahkemeye, bir kongre tarafından tekrar
eş başkan seçilmiş bir Demirtaş geliyordu. Bu ne kadar etkili olurdu. Demirtaş’ın
tutukluluğunun devamı ne kadar daha zor olurdu. Hem HDP hem de gelen olarak
demokrasi güçleri saflarında nasıl bir moral yükselişe yol açardı.
Kürt hareketi hatalar yapabilir. Bunlar zaman ve enerji
kayıplarına yol açabilir. Ama temelde haklıysa, ki haklıdır, bunlar bir süre
sonra unutulur. Nice büyük hataları da olmuştur Kürt hareketinin ama bunların
hepsini bir şekilde aşmayı bilmiştir. Bunu da aşacağını düşünüyorum.
Sorun yanlıştan kolayca ve demokratik bir tartışma içinde
dönülmesini sağlayacak yapısal dönüşümlerdir.
Kürt Hareketinin bu arada geçen zamanda dayandığı sosyal
temel çok değişti. Köylü bir tabanın yerini şehirli bir taban aldı örneğin. Bu
taban hala kırk yol öncesinin ilişkilerini düzenleyen yapıyla yol alamaz. Bu
ciddi sürtünmelere, enerji ve zaman kayıplarına yol açar. Demirtaş’ın yeniden
seçilmemesini böyle bir bağlama da oturtmak gerekir.
Esas sorun “bileşen” denen Türk sosyalistlerinin bu durumda
en geri ve gerici kesimlerin iş birlikçisi durumuna düşmeleridir.
Çünkü kaybedecek şeyleri var, küçük dükkanları. Dükkanlarını
da muhafaza etsinler ama birer eşit birey olarak bir örgütün içinde mücadele
edip, fikirleri ve eylemleriyle bir yere gelmeye, fikirlerini kabul ettirmeye çalışsınlar.
Bileşen kotalarının rahatlığı içinde hareket etmeyi kendi
başına bir amaç olarak benimsemiş bulunuyorlar.
Marks boyuna “zincirlerinden baka kaybedecek şeyi
olmayanlar” demiyordu. Bir küçük örgüt, bir pozisyon, büyük bir hareketin
gözeneklerinde küçük bir yaşam alanı da kaybedilecek bir şeydir genellikle.
15 Şubat 2018 Perşembe
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder