Sosyalistlik ya da Marksistlik demek devlet, millet ve sermaye düşmanlığı demektir. Ama bu işin başıdır.
Gerek şartıdır. Sosyalist ya da Marksist olabilmek için ikinci şart: önce “kendi” devletine, “kendi” milletine ve “kendi”
burjuvazine veya egemen sınıflarına düşman olmaktır.
Genelkurmayın psikolojik savaş dairelerinde oluşturulmuş
ulusalcı sosyalizm en büyük ideolojik dayanağını, millet ve devlet düşmanlığından arındırılmış bu sözde “Marksizm” ya
da “sosyalizm”de buldu.
Genelkurmay’ın egemenliğini sürdürmek için gerekli ideolojik
argümanları 68’lerin kimi taktik sloganlarında bulması, zaten kapıkullarının
çocukları olan ve kapıkulu olmak üzere yetiştirilmiş, gençliklerinde sola
bulaşmış orta sınıflarca Genelkurmay’ın anti-emperyalistleşmesi gibi görüldü.
Böylece hepsi birer devlet yalakası olurken kendilerinin
değil, yalakalık yaptıkları devletin değiştiği düşüncesiyle gençlik ideallerine
bağlı oldukları yönünde bir vicdan rahatlığı içinde bulundular.
Türkiye’nin devletçiliği, özünde devlet düşmanı olan Marksizm’i
ve sosyalizmi, (Unutmayalım, Marks, benim katkım sınıflar ve sınıf mücadelesini
bulmak değildir, bu şeref burjuva tarihçilere aittir; benim katkım, bu savaşın
var olan devletin parçalanmasını getireceği ve getirmesi gerektiği (“Proletarya Diktatörlüğü”) çıkarsamasıdır
diyordu; Lenin, Ekim Devrimi arifesindeki kaçaklık günlerinde Marksizm’in bu
unutulmuş önermelerini gün yüzüne çıkarmaya yönelik arkeolojik kazılar
yapıyordu “Devlet ve Devrim” adıyla
yayınlanacak kitabında.) kendisi gibi devletçi yaptı ve devlet sınıflarının
egemenliğinin bir ideolojik aracına dönüştürdü.
Aynı devlet sınıflarının, bu egemenliği sürdürmek için
reformlar yapmalıyız diyen kanadı, yani “aynı
kalmak için değişmeliyiz” diye kanadı, sosyalizmin ve Marksizm’in bu
bayağılaşmış ve özü çıkarılmış versiyonlarının askeri bürokratik oligarşinin en
ırkçı, intikamcı ve gerici kesimince kullanılmasını fırsat bilerek bunu Marksizm
ve sosyalizm sanki buymuş gibi Marksizm’e ve sosyalizme karşı ideolojik
mücadelenin vesilesi yaptı. Mahçupyan’dan Belge’ye kadar bütün liberaller bunun
farklı versiyonlarıdır.
Aslında liberaller ve ulusalcılar arasındaki kayıkçı dövüşü,
aynı özne açısından bir strateji tartışmasından başka bir şey değildir.
Elbette bizler açısından ırkçı ve inkarcı kesimler
karşısında liberaller politik olarak desteklenmesi gereken ve ittifak yapılması
gereken bir güçtür.
Bizim liberallere eleştirimiz, onların aslında teorileri,
politikaları, mücadele ve örgüt biçimleriyle ulusalcıları (yani devlet
sınıflarını, askeri bürokratik oligarşiyi, daha da somut olarak Genelkurmayı) güçlendirdikleri.
Onlara karşı kararlı mücadele etmedikleri, onlara akıl verdikleri noktasındandır.
Bu ulusalcı ve liberal kayıkçı dövüşleri dışında bir üçüncü
yolu, bu ikisinin de aslında aynı madalyonun iki yüzü olduğunu söyleyenler ve
savunanlar da her zaman olmuştur.
Örneğin biz, Murat Belge’yi birçok kez eleştirdik. Ama Murat
Belge’yi eleştirilerimiz hiçbir zaman ulusalcıların eleştirdiği noktadan ve
onların yöntemleriyle olmadı. Aksine Murat Belge’yi yeterince demokrat
olmadıkları, ideolojik eklektisizmleri, demokrasi mücadelesini zayıflattıkları
bakımından eleştirdik.
Ama işte tam bu noktada Türkiye’nin teorik ve entelektüel
sefaletine geliyoruz. Bu eleştiriler hiçbir zaman görülmez, görmezden gelinir,
sıradan bir devlet yalakasının veya ulusalcıların saldırıları hedef alınarak
aslında dolaylı olarak bu kayıkçı dövüşüne destek çıkılır. Böylece sözde
seviyesizliği, demokrasi düşmanlığına çatılır gibi olurken o seviyesizlik ve
demokrasi düşmanlığı yeniden üretilir.
Murat Belge tartışmalarına bir de bu açıdan bakmak gerekir.
Elbet Murat Belge bu saldırılar karşısında politik olarak, savunulmalıdır.
Elbette liberaller ulusalcılar karşısında demokratların ve sosyalistlerin müttefikleridirler
ve desteklenmeleri gerekir.
Ama gerçek demokratlar, bu liberallerin demokrasi
mücadelesini nasıl zayıflattıklarını da göstermeli, onlara karşı sapanlarından
taşı eksik etmemelidirler.
Hele liberallerin liberal destekçileri gibi hiç
davranmamalıdırlar.
Yok yurt dışına iş için çıkıyormuş da, yok kaçmıyormuş da
diye savunmamalı.
Açıkça bu devletle daha iyi savaşabilmek için hicret
farzdır, devletin eline geçip esir olmaktan ise, başka ülkelere gidip
savaşa daha büyük katkıda bulunmak için yollar aranması açıktan savunulmalıdır.
Böyle yapıyorsa doğrudur diye savunulmalıdır ve açıkça böyle
yapmadığı için eleştirilmelidir.
Bizler Belge ve benzerlerini, bu devleti açıkça düşman olarak
tanımlamadıkları, ona karşı açık bir mücadele çağrısı yapmadıkları için eleştirmeliyiz.
Ve onu savunanlar da bu açıdan eleştirilmelidir.
Tüm yasaları ayaklar altına almış, tüm temel hakları işine
geldiği gibi çiğneyen Erdoğan-Ergenekon İslamcı-Türkçü faşist diktatörlüğünü
açıkça düşman güç olarak tanımlamak gerekiyor.
Çünkü bu iktidar, bu devlet ülkede yaşayan bütün demokratları,
sosyalistleri, özgür düşünceli insanları, Kürtleri, azınlıkları hatta bir hukuk
düzeni isteyenleri bile açıkça düşman olarak tanımlamış bulunuyor.
Bunlara düşmanlığımızı ve bu düşmanı yenebilmek için Şeytan’la
ve Şeytan’ın büyük annesiyle bile ittifaklar yapabileceğimizi açıkça ilan
etmeliyiz.
O devlet yalakası ulusalcılar bu dilden anlarlar.
*
Aşağıda iki farkı tarihte yapılmış iki Murat Belge
eleştirisi var. Bunları yayınlıyoruz ve göreceksiniz kimse bu eleştireler hakkında
bir şey yazmayıp, ulusalcı yalakalarla kayıkçı dövüşünü yeniden ve yeniden
üretmeye devam edip aslında bizlerin temsil ettiği devrimci, Marksist ve
demokrat çizgi karşısında fiili ittifaklarını sürdüreceklerdir.
18 Şubat 2018 Pazar
Murat Belge,
“Biz”, “Toplum” Ulus ve Marksizm
Murat Belge iyi yetişmiş bir entelektüeldir.
Eh insan Kemalizmi doktrinleştirme iddialı ve onu şu solun
başına bela eden önemli kaynaklardan biri olan “Kadro’nun kadrosu”ndan ve Menderes’in “çeşnici başı” yemek uzmanı
Burhan Belge’nin oğlu; yine “Kadro’nun
Kadrosu”ndan Yakup Kadri’nin yeğeni ise; yani Türkiye’nin Asyalı, köylü ve
bürokrat ortamında az çok modern burjuva birikimi olan bir dünyada gözlerini
dünyaya açmış ve büyümüşse; Avrupa’larda iyi bir eğitim görmüşse ve de hele
gençliğini 60’lı yıllarda, o yirminci yüzyılın son entelektüel ve teorik “kuğu
çığılığı”nda geçirmişse, iyi yetişmiş bir entelektüel olmamak için büyük bir
yetenek gerekir.
Murat Belge, şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtan
bir aydındır. Hatta bundan öte, onların, sosyalizme sempati duyanlarının,
sosyalizan eğilimlilerinin teorisyenidir.
Türkiye’de bu sol eğilimin somut ifadesi, Dev-Yol, ÖDP
çizgisidir. Murat Belge ve Birikim
dergisi de bu eğilimin fiili ve “gizli
teorisyeni”dir.
“Gizli teorisyen”
dememizin nedeni şu: diğer sol örgüt veya hareketlerin teorisyenleri ile o
hareket veya örgüt arasında organik ve çoğu kez örgütsel bir ilişki vardır.
Teorisyen genellikle o örgütün veya hareketin lider kadrosunda yer alan bir
isimdir veya doğrudan lideridir. Murat Belge ve Birikim ile (Ömer Laçiner de kısmen onun gibidir) Dev-Yol arasında
böyle bir ilişki yoktur.
Dev-Yol’un önder kadrosunun esas özelliği, tipik “aparatçiki”, yani tipik örgütsel aparat
adamı, olmalarıdır. Zaten bu nedenledir ki, Türkiye’in en demokratik örgütü
geçinen Dev-Yol’un önder kadrosu, hiçbir zaman şu beğenmediği Stalinist
örgütler kadar bile olsun, önderliğinin seçildiği veya hesap verdiği bir
örgütsel yapı ve kongre bile yaşamamıştır. O Önder kadronun daha teoriye
meraklıları aslında popularizasyoncudurlar.
Biraz devekuşu gibi bir durum vardır. Ortada adı konmuş bir
örgüt yoktur ama fiilen de bir örgüt vardır. Kongre yapmak, program ve ilkeler
belirlemek, yöneticileri seçmek veya onların hesap vermesi gibi işler söz
konusu olduğunda ortada örgüt yoktur. Ama henüz şekillenmemiş bir hareketin
kendiliğindenliği ve kendiliğinden işleyen bir demokrasisi arandığında, ortada
son derece güçlü, her şeyi belirleyen bir kadro-aparat vardır.
Tabii bu durumun, Kuran’ı yorumlama hakkını ele geçirmiş
İran’ın mollaları gibi, fiili olarak aparatın başındakilere, hiçbir örgütte
bulunmayacak, muazzam bir güç bahşedeceği açıktır. Fiilen tüm kontrol
ellerindedir ama aynı zamanda hiçbir sorumlulukları yoktur; hiçbir organ
tarafından seçilmemişlerdir, onlara “Biat”
edilmiştir; geri alınamazlar ve hesap vermezler.
Biraz da bu nedenledir ki, bir zamanlar ÖDP ile ilgili
yazdığımız bir yazıda, “Oğuzhan bu gün ne
derse, yarın Dev-Yol, dolayısıyla da ÖDP onu der” diye yazmıştık.
Elbette özellikle 70’lerdeki Dev-Yol bu modele daha yakındı.
Sonra bölünmeler oldu vs.. Elbet Dev-Yol içinde bu duruma itiraz edenler de
oldu. Dev-Yol bir kitlesel hareket olduğu için, onda diğer sınıfların
eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulmuştu. Ama bu çizgi esas olarak bu gün
ÖDP içinde de devam ediyor.
Dev-Yol (ÖDP) ve Murat Belge (Birikim) ilişkisi de diyalektik olarak o fiili Dev-Yol örgüt ve
liderlik işleyiş modeline tencere ve kapağı gibi uyar. Teorisyenin de “Hareket”
ya da “örgütle” hiçbir organik ya da örgütsel bağı yoktur, dolayısıyla bir
sorumluluğu. Belge’nin dedikleri, Belge’nin dedikleri olarak kalır; Birikim’deki görüşler Birikim’deki görüşler olarak kalır. Ama
fiiliyatta onlar çok kısa bir süre sonra Dev-Yol veya ÖDP’lilerin görüşleri
olurlar. Böylece tıpkı önder kadro gibi teorisyen de her türlü tartışma dışında
kalır ve bir teorik tartışma ve gelişme olmaz.
Dikkat edilirse Dev-Yol’un hiçbir zaman teorik bir yayın
organı olmamıştır. En kıytırık sol örgüt bile, bir tane teorik, bir tane
politik, bir tane de (ekonomik) kitle yayın organı çıkarmaya çalışmıştır.
Dev-Yol’da böyle bir teorik organ da olmamıştır.
Bunun nedeni, Birikim’in
aslında Dev-Yol’un teorik organı olmasıdır. Dev-Yol’un bütün kadrolarının
ufkunu o belirler ve teorik gıdalarını ondan alırlar. Ya da tersi, Birikim ve Murat Belge, onlara
ihtiyaçları olan yaklaşım, kavram veya formülasyonları sağlar. Burada bilinçli
bir çabadan söz etmiyoruz. İşler kendiliğinden öyle yürür.
Bu nedenle, istese de istemese de, Murat Belge (ve de Birikim) Dev-Yol’un (ÖDP’nin)
teorisyenidir ve bir anlamda da şehir orta sınıflarının eğilimlerini dile
getirir.
Bu durumda; kötü kopyalarla, popülarizasyonlarla
uğraşmaktansa, kaynağıyla ilgilenmek çok daha doğru olur.
Belge’ye bu eleştiri aslında bir Dev-Yol (ÖDP) eleştirisi
olarak da; Türkiye’deki Sol hareketi kakırdatan, Dev-Yol (ÖDP) ve Şehir Orta
sınıflarına egemen, gerici Türk milliyetçiliğinin eleştirisi olarak da
okunabilir
*
Bir süredir, Türkiye sosyalistlerinin iliklerine, kanlarına
işlemiş gerici milliyetçiliklerini somut olarak göstermek babından özellikle “Biz” ve “Türk Toplumu” veya “Türkiye
Toplumu” gibi kullanım ve kavramlara ilişkin bir yazı yazmayı düşünüyorduk.
Ama olayların akışı içinde “aman şu konuyu da boş bırakmayalım” gibi
kaygılarla, gelişmelerin peşinde koşmaktan, buna hiçbir zaman vakit bulamıyorduk.
Derken, bugün, yine “aslolan
hayattır” diye bir e-gruptan Murat Belge’nin bu günkü Radikal’de yayınlanan
“Yaşamaya Doğru” yazısının tavsiyesi
gelince, artık sırasıdır hiç olmazsa konuyu çıtlatalım diyerek işte bu
satırları yazmaya başladık.
*
Murat Belge’nin yazısına geçmeden önce şu “Biz” ve “Türkiye Toplumu” kavramlarını ve kullanımlarını, bunların neyi
nasıl gizlediği konusunu biraz açalım.
Bir sosyalist’in “Biz”i,
ezilenler, eğer bu sosyalist kendine Marksist falan da diyorsa, Dünya İşçi Sınıfı olur veya olmalıdır.
Bir ulus, hatta bir ülkenin işçileri bile olamaz ve olmamalıdır. Yani o dünyaya,
dünya işçi sınıfının çıkarları açısından bakmalıdır; onun bir unsuru olarak
düşünmeli ve davranmalıdır. “Biz”’in
bunun dışındaki her kullanımı en gericisinden milliyetçiliktir. Çünkü İşçi
Sınıfından başka bir özne açısından düşünmek ve davranmak demektir bu. Bunun da
Marksistlikle bir ilişkisi olmaz. Marks’ın da daha Komünist Manifesto’da çok açık olarak belirttiği gibi, Komünistler,
işçi sınıfının tarihsel ve genel çıkarını savunurlar veya öyle olanlara
Komünist denir.
Bu nedenle, herhangi birisinin bir yazısı veya bir
konuşmasını incelerken, gerçekte ne dediğini anlamak isterken, öncelikle onun, gizli öznesini; hangi özne açısından konuştuğunu ve muhataplarının kimler olduğunu analiz edip ortaya çıkarmak, sınıf
mücadelesinin labirentlerinde kaybolup gitmek istemeyen için, ilk yapılması
gereken iştir.
Başka bir özne açısından söylenen ve/veya ezilenleri ve
işçileri içsel olarak muhatap almayan en doğru gibi görünen sözler bile,
yanlıştır.
“Biz”in dünya işçi
sınıfı dışında bir özne olması ve/veya ezilenler ve işçiler dışında bir
muhatap, fiiliyatta en gerici milliyetçilikle sonuçlanır dedik. Niçin?
Çünkü, “Biz”i, herhangi
bir ülkenin işçi sınıfı anlamında kullanmak bile; veya fiilen öyle bir özne
açsından düşünüp davranmak bile, bu günkü dünya, kendini, dile, dine, kültüre,
yere vs. göre tanımlamış ulusal devletlerden oluştuğundan, o devlet içindeki
işçileri kastettiğinden, gerici bir ulusçuluğa göre tanımlanmış bir işçi bölüğü
anlamında kullanılmış olacağından milliyetçidir.
Ayrıca işçi sınıfı yerine (ki işçi sınıfı ancak dünya
ölçüsünde, “Dünya tarihsel” bir
sınıftır), onun bir zümresini kastettiğinden, yani zümre çıkarını sınıf
çıkarının önüne aldığından, oportunisttir. Oportunizmin Marksist teorideki
tanımı, “zümre çıkarını sınıf çıkarına
üstün tutmak”tır.
Bu sadece “Biz”i
belli bir ulusun işçileri anlamında kullanmada bile böyledir.
Ama şu ara Kürt sorunuyla yüzleşmekten kaçmak için çok hızlı
“sınıfçı” kesilen Türk Solunun aslında sınıfla falan pek ilgisi olmadığından,
onlar “Biz”i bu anlamda bile hiç
kullanmazlar. “Biz” dediklerinde,
kendi örgütlerini kastetmiyorlarsa, daima Türk ulusunu kastederler. Yani
aslında bir Marksist, bir sosyalist olarak değil, bir Türk olarak, bir Türk’ün
gözüyle dünyaya bakarlar. Onlar sözde en “Marksist”, en “demokrat” en
“devrimci” sözleri bile ederken, bu “biz”
onların gerçek gözlerini, gerçek öznelerini, gerçek ideolojilerini ele verir.
“Gözler yalan söylemez”
diye bir söz vardır. “Biz”ler de
yalan söylemez.
*
Örneğin, şu an elimin altında yok, ama örneğin Taner
Akçam’ın Türk ulusçuluğu ya da Ermeni katliamı konusunda yazılarını okurken bu
“Biz”in gerçek karşılığı çok açık
görülür. O bütün sorunu bir Türk olarak tartışır.
(Burada pedagojik olarak, Türk olmayan birinin, “biz”i
Türklük, Türk vatandaşlığı, Türkiyelilik olmayan birinin, “Türk” gibi konuşmasını
kastetmiyoruz. Bu baka bir sorundur. Örneğin, biz bir tarihte “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak için Türk
Girişimi” kurmuştuk. Burada özellikle Türk vurgusu yapmamızın nedeni,
kendimizi Türk olarak görmememize rağmen; elimizde olmadan Türk olduğumuz, ezen
ulustan olduğumuz için, bu durumu vurgulayan, buradan hareketle tavır koyan
politik bir duruşu net olarak koyabilmekti amaç. Çünkü Türklerin hepsi onun kanını
içmek istiyor veya daha demokrat ve solcuları “aman bu dertten de kurtulduk”,
“istemem yan cebime koy” diyerekten için için seviniyorlardı. Buna karşı
provakatif olarak Türk’lük yapmak başkadır. Bir Türk özne açısından dünyaya
bakmak başkadır. Bu kısa parantezden sonra devam edelim.)
Taner Akçam veya onlarca başka yazarınki böyle bir
“Türk”lüğü ortadan kaldırmak için, onunla daha iyi mücadele edebilmek için
“Türklük” yapmak değildir. Onlar kendiliğinden, kendilerini Türk olarak kabul
ederek, Türklüğü nasıl daha iyi, daha demokratik yapacaklarını tartışırlar.
Yani aralarından rasgele Taner Akçam’ı örnek olarak
aldığımız onlarca, yüzlerce, sosyalist bilinen veya kendini öyle tanımlayan
yazarın “Biz”i dünya işçi sınıfı
değil, “Türklük”dür. İster Evrensel’i
açın, ister en radikal yayınların makalelerini, inceleyin, onların gizli “biz”lerini, analiz edin, hepsinin
altından aslında Türkiye, Türk ulusu çıkar. Sorunları o özne açısından
tartıştıklarını ve muhataplarının o ulusun içindeki belli kesimler olduğunu
görürsünüz. Çok nadirdir aksi durumlar.
*
Bu durum en açık biçimde, Ermeni katliamı ve Jenositi
tartışmalarında görülür.
Türkler sorunu, ister sağcı, ister solcu olsun, özür dileyip
dilememe bağlamında tartışırlar. Özür dilemek gerekir diyenler de Türk olarak
tartışmaktadırlar. Onların “biz”leri,
Ermeni soykırımının en radikal mahkum edilişlerinde bile, hap Türklük olarak
kalır. Çünkü “Özür” ancak Türklerin,
kendini Türk olarak kabul edenlerin yapacağı bir eylem veya düşüncedir. Türklük
ile sorunu Özür Dileme bağlamında tartışmak arasında kopmaz bir bağ vardır.
Sosyalist, Marksist bir insan; sorunu Dünya İşçi Sınıfı’nın
öznesi olarak tartışan bir insan ise, sorunu Özür dileyip dilememe değil,
nedenlerini anlama ve mahkûm edip etmeme bağlamında tartışır.
Bir sosyalist, Evet, bir Ermeni Katliamı olmuştur, bir
soykırım olmuştur, bunu Türk devleti yapmıştır (veya Türkler Kürtler veya
Osmanlılar vs.) milliyetçilik ve milliyeti bir din, dil ile tanımlayan bir
milliyetçilik bunun gerçek müsebbibidir, o halde ulusun dil, din, etni,
(Türklük, Kürtlük, Ermenilik) ile tanımlanmasını ortadan kaldıralım; genel
olarak ulusları yok edelim der.
Türk olarak tartışan ise, kendine ne kadar “kızıl komünist”
derse desin, Özür dileyelim, Türklüğü bu suçlardan arındıralım, Türklüğü başka
türlü tanımlayalım der. Onun sorunu ulusla değil, hatta ulusun bir dil, din,
etni, kültür, soy ile tanımlanmasıyla bile değil; bu ulusun (Türk ulusunun) ve
Türklüğün nasıl tanımlanacağı noktasındadır.
Bu nedenle, Ermenilerden Türk olarak özür dilemek, aslında
bütün demokratik görünümüne rağmen, devrimci demokratik bile değildir. Dil, din,
etni, tarih, soy vs. ile tanımlanmış biçimler; örneğin, Türklük, Kürtlük,
Ermenilik gibi biçimler dışında, başka bir ulus var oluşunu kabul etmediği;
kendini bunlarla tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğu bile savunmadığı, hatta
onu reddettiği için, ancak Türklüğe dayanan bir ulusçuluğu savunanların
yapabileceği bir iştir.
Örneğin ulusun herhangi bir dil, din etni, tarih, soy ile
tanımlanmasını reddeden bir demokratik ulusçu, (dikkat edin bir sosyalist bile
değil, devrimci demokratik bir ulusçu), yani bir burjuva devrimcisi bile Ermeni
katliamının suçlusunun ulusçuluk değil, demokratik ulusçuluk değil; ulusun bu
gerici kriterlere göre tanımlanması olduğunu söyleyebilir.
Diğer bir ifadeyle Türk olarak Özür dilemekten söz edenler,
devrimci demokratik bir ulusçu bile değildirler, onlar ulusun Türklük, Kürtlük,
Ermenilik ile tanımlanmasını sorun etmemektedir; onların sorunu Türklüğün nasıl
tanımlanacağıdır.
Yani örneğin Türklüğü Orta Asya’dan gelmekle, kanla, ırkla
da tanımlayabilirsiniz ya da Anadolu’daki bütün medeniyetlerin mirasçısı
olmakla da. Böyle Anadolu’daki tarih ve kültürle tanımlanmış bir Türklük, Türk
Ulusu, daha doğrusu Türk ulusçuluğu da mümkündür. Ermenilerden Türkler olarak
Özür dilemeyi savunanlar, aslında ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı
değildirler; Türklüğün neyle tanımlanacağını tartışmaktadırlar.
Bu fark tıpkı klasik sömürgecilik ile modern yeni
sömürgecilik arasındaki fark gibidir. Klasik sömürgecilik, biyolojik bir
ırkçılığa dayanıyordu; yeni sömürgecilik ise kültürel bir ırkçılığa dayanır.
Benzer şekilde, Klasik Türk Milliyetçiliği, kana, ırka, Orta
Asya’ya dayanan bir milliyetçiliktir. Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın
tıkanması gibi bu milliyetçilik sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Bu durumda,
tıpkı emperyalist ülkelerin, klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe,
dolayısıyla biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa geçmeleri gibi, aslında
Türk ulusçuluğu da, kana dayanan bir ulusçuluktan kültürel bir ulusçuluğa
geçmeye çalışıyor. Ermeni soykırımı konusundaki tartışmalarda, özür dilemeyi
veya bu soykırımın tanınmasını veya mahkum edilmesini isteyen Türkler, burada
bu geçişi savunanlardır.
Bu günkü politik konjonktürde, tıpkı biyolojik ırkçılık karşısında
kültürel ırkçılığın; sömürgecilik karşısında yeni sömürgeciliğin ilericilik
olarak görülmesi gibi; kültürel milliyetçilik daha demokratik ve ilerici
görünmektedir. Ancak, özünde, ulusun bir dil, din, etni, soy, tarih ile
tanımlanmasını reddetmediği için, aynı ölçüde gerici bir ulusçuluktur.
Bu günkü dünyada, territoryal bir ulusçuluk bile, dünyanın
yoksullarını bin bantustana tıkmak, bir apartheit rejimini savunmak, yani
ırkçılık sonucu verirken, kültürel bir ulusçuluk aslında çok daha büyük bir
gericilik anlamına gelir.
O zaman şu olgunun nedeni de daha açık olarak ortaya çıkar:
Türkiye’deki demokratik hareketin zayıflığı.
Kendine demokratik diyenler veya bugün öyle görünenler,
savundukları ulusçuluk anlayışlarıyla aslında demokratik kategorisine bile
girmezler. Bugünün Türkiye’sindeki tartışma, devrimci ve demokratik bir
ulusçulukla gerici bir ulusçuluk arasında olmaktan ziyade; gerici ulusçuluğun
hangi biçimlerinin çağa daha uygun olduğuna ilişkin bir tartışmadır. Tartışma:
ulusun Türklükle tanımlanmasına değil; Türklüğün neyle tanımlanacağına ilişkin
bir tartışmadır. Ve zaten bu bağlamda ancak bir özür dileme ve dilememe
tartışması yapılabilir. Özür dileyelim diyenler de dilemeyelim diyenler de aynı
gerici ulusçuluk anlayışını paylaşmaktadırlar. Tam da aynı anlayışı
paylaştıkları için, tartışma özür dileyip dilememe bağlamında yürümekte ve
gerici ulusçuluğa karşı, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir
tartışmaya dönüşememektedir.
Bu tartışma olmadığı, yani ulusun bir dil, etni, soy, tarih
ile tartışmasını reddeden bir demokratik ulusçuluk bile bulunmadığı içindir ki
de, “özür dileyelim” diyenler bunca zayıftır. Çünkü reformlar aslında devrimci
mücadelenin yan ürünleri olur. Gerçek bir devrimci demokratik bir ulusçu
hareket olsaydı; ulusun Türklükle, yani bir dil, din, etni, soy, tarih ile
tanımlanmasına karşı bir güçlü hareket olsaydı, o zaman pabucu pahalı gören
kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan Türk milliyetçilerinin hepsi, Türklüğü
kültürle tanımlama reformatörleri olurlardı. Aslında MHP’de son zamanlarda
görülen bu yönde zayıf bir eğilimdir.
Görüldüğü gibi, o basit gibi görünen, Türkçe’de çoğu kez, “biz” zamirini bile kullanmadan, cümlenin
içeriğine yedirilmiş olarak kullanılan ve bu nedenle de tespiti bazen epey zor
olan o “biz”, nasıl bir milliyetçilik
ve millet sorunuyla ve programla ilgilidir ve hiç de öyle masum değildir.
*
İşte, açın Türk solcularının veya sosyalistlerinin
yazılarını, hepsinin “biz”i Türklük,
“Türk devletinin yurttaşları”; “Türkiye’de yaşayan insanlar” veya “Türkiye’nin
ezilenleri” gibi anlamlarda kullandığını görürsünüz. Bu, sosyalistlerin
sosyalist olmadıklarının, basit milliyetçiler olduklarını, hatta Türklüğü
devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak isteyen gerici milliyetçiler olduklarını
görürsünüz. Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak gerici bir
ulusçuluğu savunmak olmaktan çıkmaz. Yıllarca bütün dünya komünist partilerinin
yaptığı tam da buydu. Ve tam bu nedenledir ki, hepsi sıfır numara gerici
milliyetçiler biçiminde ortaya çıktılar.
Peki bu işin Murat belge ile ilişkisi ne?
İşte Murat Belge’nin “biz”i
hep Türk halkı, Türkler, Türk devletinin yurttaşları, yani Türk ulusudur. Bütün
ÖDP ve Dev-Yol geleneği de böyledir. Meraklısı ciddi bir tarama yaparak, bunu
yüzlerce binlerce kere kanıtlayabilir. Zaten Belge’nin şehir orta sınıflarının
eğilimlerini yansıtmasının nedeni budur. Onlar bu kullanımdan dolayı
bilinçsizce bir yakınlık hissederler, tıpkı kendi duygu ve düşüncelerini
yansıtan bir müziği dinleyen bir insanın duyduğu duygu ve düşünce yakınlığını
duyarlar.
*
Bu gerici milliyetçiliğin, özne olarak Dünya İşçi Sınıfının
değil de, bir ulusun, Türk ulusunun bakış açısından sorunları ele almanın ve
sorunları o özne açısından tartışmanın, gizli “biz”den daha rafine, özel bir biçimi
daha vardır.
Bunda “biz” iyice gizlenmiş, nesnel, taraf ve olayların
dışında bir bilim adamı kisvesine bürünmüştür. Keşfi çok daha zordur.
Sanki milliyetle ve milliyetçilikle, Türklükle vs. hiç
ilişkinizi yok gibi görünürsünüz, ama aslında bütünüyle Türk ulusunun
sorunların tartışıyorsunuzdur.
Bu da “Türk Toplumu” ya da “Türkiye Toplumu” kavramlarıyla sağlanır.
Hatta bazen de sadece “Toplum” kavramı kullanılır. Ama bu
kavramların gerçek içeriğini incelediğinizde karşınıza yine o Türk Ulusu çıkar.
Dev-Yol’cu (ÖDP’li)
söylemin veya terminolojinin ayrılmaz bir bileşenidir “Türkiye Toplumu” veya “Türk
Toplumu” kavramları.
*
Aslında, metodolojik ve bilimsel olarak en küçük bir
eleştiriye dayanamayan saçma bir kavram çiftidir. Bunu kısaca gösterelim.
“Toplum” diye bir şey yoktur dünyada. Toplum sosyolojik bir
kavram, sosyolojik bir soyutlamadır. “Türkiye Toplumu” olmaz. “Türkiye Halkı”,
“Türk Ulusu”, “Türkiye Ulusu”, “Türk Devletinin Yurttaşları” vs. olabilir.
Bütün bunlar hukuk, politik ve ideolojik kavramlardır.
Toplum ise sosyolojik bir kavramdır. Bir imparatorluk, bir
devlet, bir ülke, bir ulus veya ulusun bir bölümü ile özdeşleştirilemez veya o
anlamlarda kullanılamaz. Bu yanlıştır. Toplum kavramının bunlarla
çiftleştirilmesi otomatikman onu da bir ideolojik kavram haline getirir. Bu
nedenle yanlışlığı bilindiği takdirde, yanlışlığı biline biline, “galatı meşhur lügati sahihten yeğdir”
babından kullanılabilir. Ama mantık bu yanlışa göre kurulamaz.
Örneğin “Osmanlı
Toplumu” diye bir şey yoktur. Osmanlı Devleti veya İmparatorluğu, ülkesi
vs. vardır. Ama “Osmanlı Toplumu”
yoktur. Bu, politik bir kavram ile (Osmanlı) sosyolojik bir kavramı (Toplum)
çiftleştirmektir.
“Türk” ya da “Türkiye” toplumu da öyledir. Türk ya da Türkiye, politik ve ideolojik
kavramlardır, sosyolojik kavramlar değildirler. Örneğin “Türkiye” dendiğinde
eğer bir toprak parçası veya orada yaşayan insanlar kast ediliyorsa, bu toprak
parçasının belirlenmesi bütünüyle politiktir. Dolayısıyla orada yaşayan
insanların tanımlanışı da politiktir. Türk ile örneğin belli bir devletin
yurttaşları kast ediliyorsa, bu bütünüyle politik bir kavramdır. Bu durumda yapılan
iş, politik bir kavram ile sosyolojik bir kavram ile çiftleştirilmektir. Bu ise
en temel mantık hatasıdır. “İki kere iki
mum eder” gibi bir hatadır. İki kere iki bir milyon eder derseniz mantıkta
bir hata yoktur, hesap hatası vardır. Ama iki kere iki mum eder derseniz,
mantık hatası yapmış olursunuz. Örneğin yeşil iyilik gibi saçma bir kavram
çifti yaratmış olursunuz. Böyle bir çift pek ala edebi bir imgenin aracı olarak
kullanılabilir. Ama biz imgeleri değil, bilimsel kavramları tartışıyoruz.
Bir zamanlar “Revizyonist
Ülkeler” gibi bir kavram çifti vardı örneğin. Revizyonizm bir düşüncede,
bir doktrinde olabilir. Bir sosyo ekonomik formasyon, bir rejim, bir üretim
biçimi değildir. Ama bu kullanımda tam da bu anlamlarda kullanılır. Ülke’nin
revizyonisti olmaz, düşünce veya bir doktrinin revizyonisti olur. Mantıken bir
yanlış vardır ortada.
Örneğin bir “feodal toplum”dan, bir “kapitalist toplum”dan
söz edilebilir ama “İngiliz Toplumu”ndan, “Fransız Toplumu”ndan söz edilemez.
Feodal ya da kapitalist sosyolojik kavramlardır, ama İngiltere ya da Fransa
politik ve ideolojik kavramlar.
İşte, Türkiye Toplumu, Türk Toplumu ya da bunlar karşılığı
kullanılan “Toplum” kavramları, her şeyden önce böyle bir mantık ve metodoloji
hatasıyla maluldürler.
*
Solcular içlerine işlemiş olan milliyetçiliğin kavramlarını
kullanmamak, gerçek milliyetçiliklerini gizlemek için, böyle saçma kavram
çiftleri yaratırlar.
“Türk ulusu” dese,
“Türk devletinin yurttaşları” dese, o
zaman Türk Ulusunun, Türk devletinin yurttaşlarının sorunlarını tartıştığı,
onlara çözüm aradığı; dolayısıyla Türk Ulusu ve Devletini olumladığı ve zımnen
savunduğu ortaya çıkacaktır.
Bunu gizlemek için, “Türk
toplumu” der, “Türkiye toplumu”
derler. Sanki sosyolojik bir sorunu tartışıyormuş gibi bir izlenim yaratırlar.
“Toplum” boru mu bu? Toplumcu lafı bile ondan geliyor. Böylece sosyalist ve de
tarihsel maddeci, Marksist bir ton da verilmiş, bir ima da yapılmış olur. Bir
taşta iki kuş.
“Türkiye Toplumu”ndan
söz eden metinleri alın, hepsinde aslında Türk ulusunun, hatta Türk devletinin
sorunlarının tartışıldığını görürsünüz. Aslında o özne açısındandır bütün
yaklaşım, ama “Toplum” lafının
ardında nesnellik ve bilimsellik örtüsünün altına gizlenmiştir.
*
İşte burada artık esas konumuz olan, Murat Belge’ye gelelim.
Biz yazıları hep bu arka plan ile okuduğumuzdan, Murat
Belge’nin bu çok ilerici gibi görünen, bu yazının başında sözünü ettiğimiz
yazısında, aslında, son derce gerici bir özne açısından sorunu tartıştığı hemen
dikkatimizi çekti.
Murat Belge, bu yazısında “toplum” kavramını kullanıyor. Ama “toplum”u sadece bir bütün olarak ulus anlamında değil, o ulusa
egemen veya onu yaratan, egemen bürokratik oligarşi anlamında kullanıyor ve
aslında, tam da o öznenin bakış açısından bütün sorunu tartışıyor. O Özneye “böyle gitmez” diyor.
Şimdi önce okuyucu Murat Belge’nin yazısı okusun. Aşağıya
yazıyı olduğu gibi aktarıyoruz:
“Yaşamaya doğru
Murat Belge
02/05/2006
Türkiye'de
modernizasyon hamlelerinde başı çeken kadrolar kadar, modernizasyonun içinde
geliştiği genel koşulların da mahiyeti, doğal olarak, bu sürecin biçimlenmesini
belirlemiştir. Modernizasyonun kendisi, aslında Tanzimat'la bile değil, II.
Mahmud'la ve Vaka-i Hayriye ile başlamış olsa da, bu uzun sürecin 1876 sonrası,
yani 93 Harbi'ni izleyen bölümünün özel bir önemi olduğunu düşünüyorum.
Rus ordusunun
Yeşilköy'e kadar yürümesi, mütareke koşulları, verilen kayıplar
('territorialism' zihniyetinden çıkamayan bu devlette her şeyden önemlisi
buydu), daha sonra Berlin'de geri alınan birkaç şeyin karşılaşılan bütün
sorunlara bir 'ölüm kalım kavgası' çerçevesinde bakmak, bir alışkanlık haline
geldi.
Ama 20'nci yüzyıla
giriş biçimi, bu karamsarlığın üzerine yeni yeni bulutlar getirip yığdı.
1876'da I. Meşrutiyet'in ilanı ile 93 Harbi'nin başlaması üst üste gelmişti.
1908'de II. Meşrutiyet'in ilanının sevinci ile Avusturya'nın Bosna-Hersek'i
resmen ilhak etmesinin burukluğu da benzer bir biçimde çakıştı. Ama bunu 1911
Trablus, 1912 Balkan Harbi ve nihayet büyük Dünya Harbi izledi. Bunların hepsi
yenilgi ve toprak kaybıyla sonuçlandı. 'Makûs talih' işte 93'ten başlayan bu
diziydi. Savaş, iyiden iyiye bir kader haline gelmişti. Yok olmak kaderse bu savaşla
gelecek, ama ufukta bir kurtuluş varsa bu da savaşla kazanılacaktı.
Bu maddi koşullar,
toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi. Örneğin Harp
Mecmuası... Harbiye Nezareti'nin yayımladığı bu derginin ilk sayısı 1915'te
çıkmış ve yayın 1918'e, savaşın sonuna kadar devam etmiştir.
İyi kâğıda basılan,
bol fotoğraflı dergi, doğal olarak, bir propaganda dergisiydi (yeni harflerle
özet baskısı yakında yapıldı: Kaynak Yayınları, 2004). Dünya tarihinde,
'topyekûn harp' kavramının günün yeni gerçeği olarak yerini aldığı bir evrede,
bütün bir toplumun savaşa hazırlanması amacıyla yayımlanıyordu. Her sayısında,
'Yaşayan Ölüler' ve 'Mübaret Şehitlerimiz' başlıklarıyla, savaşta can
verenlerin fotoğrafları yayımlanır. Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra
sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.
Savaş sonuna doğru,
Cenap Şahabettin'in Rıza Tevfik'e mektubundan öğrendiğimiz gibi, en tanınmış
yazarlar, dolgun ücret karşılığında, 'milli, vatanî, hamasî' edebiyat yapmaya
çağrılır. Ama bu edebiyat zaten yapılmaktadır. Mehmet Akif 'Çanakkale
Şehitleri'ni yazarken 'dolgun ücret' düşünmemiştir. Çevre koşulları, eli kalem
tutan insanlara zaten üzerinde yoğunlaşacak başka konu bırakmamaktadır.
Bu olaylarda
yadırganacak bir şey yok. Savaşlarda kaybettiği insanlara borcunu, onları en
içten sevgi ve saygıyla anarak ödemekten kaçınacak bir toplum herhalde
düşünülemez.
Burası böyle olmakla
birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve değerlerinin
temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan
da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı
ve anlaşılır bir duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir. Değindiğim zor
koşullar, son analizde, somut bir konjonktürün getirdiği şeylerdi. O konjonkürü
ebedileştirmek de sağlıklı bir şey değil. Toplumlar zor durumlarla
karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci de harekete
geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve öldürme'
edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm
değil hayatın kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.”
*
Murat Belge’nin yazısında Toplum sözü geçen şu sözleri önce
alt alta aktaralım:
“Bu maddi koşullar,
toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.”
“Bu, ister istemez,
toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.”
“Burası böyle olmakla
birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve değerlerinin
temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan
da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı
ve anlaşılır bir duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir”
“Toplumlar zor
durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci
de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme
ve öldürme' edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur.”
“Toplumların asıl
ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.”
*
Biraz dikkatli bir analiz, Murat Belge’nin Toplum sözünü
aslında “Uluslar” veya “Türk Ulusu” karşılığında kullandığını
ortaya çıkarır.
Ama sadece bu kadar değildir. Murat belge, “toplum”u aynı zamanda, Osmanlı’ya egemen
olan ve Türk ulusunu yaratan Bürokratik kast karşılığı da kullanmaktadır.
Örneğin, bir sürü yenilgiyi sıraladıktan sonra, “Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını
hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.” diyor.
Söz konusu “Toplum”
Osmanlı İmparatorluğu’dur. Peki “Toplum”
denen Osmanlı İmparatorluğu içinde hiç de böyle olmayan “Toplum”lar yok muydu?
Bir kere Balkan Ulusları, Rumlar, Ermeniler, hiç de o “Toplum” denen Osmanlı bürokrasisi gibi
düşünmüyorlardı. Osmanlı Bürokrasisi için yenilgi ve kayıp olan onlar için
kazançtı.
Eğer Toplum gerçekten nötr bir kavram olarak, Osmanlı’da
yaşayan bütün insanları kast ediyorsa, o zaman Belge’nin ifadesi doğru değildir
ve gerçeği yansıtmamaktadır.
O İnsanların bir bölümünün duygu ve düşüncelerini, olayları
algılayışını, “toplumun” diyerek tüm
imparatorluk ahalisinin algılayışı olarak tanımlamaktadır.
Ayrıca bu algılayış, sadece Hıristiyan değil, Osmanlı’nın
Müslüman ahalisinin de algılayışı değildi. Anadolu’daki köylünün böyle bir
derdi olmadığını, zaten yeğeni Olduğu Yakup Kadri Yaban’da anlatmaz mı? (Haşa biz Türk değiliz, onlar Haymana’da
yaşar – Yaban). O algılayış küçük bir bürokratik kastın algılayışıdır.
Aslında Toplum derken, Murat Belge’nin ilk cümlede,
kastettiği, Osmanlı Bürokratik oligarşisidir. Onların ruh haldir. Ama bunu
toplumun ruh hali gibi koymaktadır. Çünkü kendi ruh halidir aynı zamanda, o
özne açsından düşünmekte ve hissetmektedir. Zaten kendisi de bir şekilde onlara
dahildir.
Bu nedenle, bilinçsizce, tam da Freudyen biçimde, güdük
fiiller veya dil sürçmelerinde olduğu gibi, onların kendi ruh hallerini tüm
Müslüman ahalinin ruh hali yapma ve onlardan bir ulus yaratma çabalarını da hep
toplumun yasaları gibi koymaktadır.
*
İkinci Cümlede, “Toplum”
aslında, kendisinden ulus yaratılacak olan Müslüman ahali anlamında
kullanılmaktadır.
“Bu, ister istemez,
toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.”
Osmanlı’nın en azından Trakya, Anadolu’daki Hıristiyan
yurttaşları için “Sıra sana gelebilir”
her halde anlamsızdı. Egemen bürokrasinin onlara böyle bir mesaj vermek gibi
bir derdi de yoktu. Çünkü onlar aslında, Osmanlı egemenliğinden kurtuluş için
sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar veya bunun için çalışıyorlardı.
Belge, tam bir Türk milliyetçisi gibi düşünmekte ve algılamaktadır Osmanlı’yı,
yani sadece Müslüman ahali olarak. Biz’ine dolayısıyla “Toplum”una dahil değildir Murat Belge’nin, Osmanlı’nın Hıristiyan
ahalisi. Ancak böyle bir arka planla insan böyle bir cümle kurabilir. Burada, “Toplum”un aslında gerici ulusçuluk
anlamında bir “Biz”in yerine kullanılması çok açık olarak görülmektedir.
*
Elbette bu makaleyi Murat Belge, öyle iş olsun diye
yazmıyor. Tarih aslında bu günkü politik veya programatik duruşlara bir gerekçe
sağlamaya yöneliktir. Tarihin tarihle ilgisinin olmadığı açıktır.
Murat Belge’nin “toplum”u Müslüman ahali ve egemen
Bürokratik kast anlamında kullandığı görüldü. Bu anlamlarla okuduğumuzda,
dediği şudur Bürokratik kasta veya kendisinden artık bugün Türk ulusu
yaratılmış ahaliye, yani Türk ulusuna:
“Ölümü kutsayan”
bir Türk ulusçuluğu iyi değildir, “hayatı
kutsayan” bir Türk ulusçuluğu daha iyidir.
“Toplum”ların
karşılığı olan gerçek anlamları koyduğumuzda, Murat Belge’nin yaptığının,
aslında nasıl bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç bulunduğu; nasıl bir
milliyetçiliğin veya Türk tanımının, “Türk”
veya “Türkiye Toplumu”nun çıkarlarına
daha uygun olacağına ilişkin görüşler ileri sürmektir.
Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın ölümü ve şiddeti
kutsaması, yeni sömürgeciliğin, kültürel ırkçılığın bunu reddetmesi gibi; Murat
Belge de klasik Türk ulusçuluğunun, bürokrasinin Türklüğü, ırka, dile, soya
dayanarak tanımlayan ulusçuluğunun ayrılmaz kardeşi olan “ölümü kutsayan” bir ulusçuluğun yerine; Türklüğü kültürel olarak
tanımlayan bir ulusçuluk gibi, “Hayatı
kutsayan” bir ulusçuluk öneriyor.
*
Bu kimin sorunu olabilir?
Türk ulusçusunun sorunudur.
Bunu kime öneriyor?
Ve Türk ulusçuluğunun yaratıcısı bürokratik kasta öneriyor.
Hem de dışından bile değil içinden.
İşte en entelektüel ve demokrat bilinen Murat Belge’nin o
güzel sözlerinin ardındaki acı gerçek.
Meyvenin etli kısımlarını soyduğumuzda elimizde kalan, sert
ve zehirli çekirdek: Türklüğün nasıl tanımlanacağı tartışmasıdır.
Önerilen: ölümü değil, yaşamı yücelten bir Türklük,
dolayısıyla Türk ulusçuluğu.
Muhatap da Özne de Osmanlı yadigarı egemen bürokratik
Oligarşi.
Kadro’nun yaptığı
da bu Bürokratik Oligarşiye bir doktrin oluşturmak değil miydi?
Anlaşılan her şey aslına dönüyor.
Topraktan geldik gene toprak oluyoruz.
02 Mayıs 2006 Salı
Kavrambaz Hakkında
Sevan Nişanyan, Taraf’ta
yazdığı “Kelimebaz” ile Etimoloji
veya Linguistik ile nasıl politika yapılabileceğinin dünyada belki de eşi
benzeri bulunmayan nefis bir örneğini sunmuştu.
Sevan Nişanyan’ın bu ülkede yaşayan insanların şanssızlığı
olan şansı vardı: Türkiye gibi, Türk Dil ve Tarih kurumlarıyla, birkaç yönden hafızasını
yitirmiş veya yitirmeye zorlanmış bir ülkede yazıyordu.
Birinci şansı, bir Türk ulusu yaratabilmek için, Alman
Emperyalizminin Hint yolunu açma hedefleri için yaratılmış Orta Asya ve
oralardan gelen Türk ulusuna dair bir uydurulmuş bir resmi ve egemen Tarih
anlatısını doğru kabul etmiş insanlara yazıyordu. Bu insanlar, eski
uygarlıkları feth eden fatihlerin, hiçbir yerde, nüfusun yüzde beşinden veya
onundan fazlasını oluşturmadığını; fatihlerin genleri aynı kalsa bile; kültürel
kotlarıyla feth ettikleri tarafından fethedildiklerini; yani Orta Asya’daki
göçebelerin değil; kültürel ve genetik olarak binlerce yıldır bu topraklarda
yaşamış insanların torunları olduklarını bilmiyorlardı. Yüzde doksanıyla
genetik ve kültürel “soydaş”ları Azeriler, Özbekler veya Türkmenler değil,
bugün düşman belledikleri Rum ve Ermenilerdi. Bu soydaşlık en sıradan,
dolayısıyla en az değişen, en bildik kelimelerde en çarpıcı biçimlerde ortaya
çıkıyordu.
Birinciye bağlı İkinci şansı, yüzyılın başlarında katliamlar
ve sürgünlerle yok olmuş çoğu Hıristiyan halkların bu yok oluşunu unutmaya
çalışmış ve hafıza kaybına uğramış insanlara yazıyordu.
Üçüncü şansı, Kelimebaz’ı, artık bir dile, dine ve ırka
dayanan ulusların ve ulusçuluğun ömrünün iyice dolduğunun açığa çıktığı; “çok
kültürlülük” veya “ulus devletin sonu” gibi bir “post modern durum”da; Kürt
özgürlük hareketinin yükselişi dolayısıyla artık ülkeyi boğar hale geldiği bir
dönem ve yerde yazıyordu.
Her sözcüğün tarihi, bir bakıma bu hafıza kaybına uğramış
ülkenin insanlarına unuttukları veya unutmaya çalıştıkları geçmişlerinin bir
çağrısı gibiydi.
Ve bu ülke, bugünkü dünyanın iktisadi ilişkilerine ve teknik
gelişimin bu düzeyine ayak uydurmak istiyorsa bu geçmişin, “üzerine bir kâbus
gibi çöken” devleti ve sistemi ile bir hesaplaşmaya gitmek; onu değiştirmek
gerektiğini hissediyordu.
Ama Nişanyan’ın radikal bir demokrat olan siyasi tavrına
uygun olan etimolojik ve etimolojik olduğu kadar da siyasi açıklamaları; bir
yandan böyle bir değişimi isteyen ve artan gücüne paralel olarak politik
iktidardan artık daha büyük pay isteyen; ama diğer yandan ezilen sınıflardan
korkan, onlarla ilişkisinde deliye taşı andırmak istemeyen, yani radikal bir
demokratik dönüşümden ve fikirlerden korkan burjuvazinin direncine takıldı.
Birden sahneden ve ramp ışıklarından uzaklaştırıldı.
Kitapların, Facebook’ların, Blok’ların dünyasına gönderildi.
Demokratik bir hareketin, bu hareket içinde de İşçilerin ve
Pleplerin ağırlığının yükselişi olursa, bu yükseliş tekrar Nişanyan’a ve Kelimebaz’a
sahnenin ön saflarında yer açar. Ama çoğunluk egemenliğinin demokrasi diye
vaftiz edildiği bu günkü ilişkiler devam ederse bu durumun bir değişme şansı
yoktur.
İşte, “Kavrambaz”a
ilham veren Nişanyan’ın bu “Kelimebaz”ıdır.
Ve aynı zamanda “Kavrambaz” adıyla “Kelimebaz”ı sürekli bir hatırlatma
çabasıdır da.
Peki, “Kavrambaz” nedir ve ne yapmaya çalışacak?
“Alet işler el övünür”
derler.
İmgeler sanatın; Kavramlar düşüncenin, bilimin aletleridir.
Bu nedenle, “imgeler
çalışır duygular övünür; kavramlar
çalışır düşünce övünür” denebilir.
Elinizde işinize uygun iyi ve gelişmiş aletler yoksa hiçbir
şey yapamayabilirsiniz. Bazen en sıradan küçücük bir aracın yokluğu aşılmaz bir
engel olur. Ateş yakacak bir çakmak taşı ve kav, bir kibrit, bir çakmak yoksa
örneğin donup ölebilirsiniz.
Kavramlar da öyledir. Elinizde (kafanızda) kavramlar yoksa
olayların özünü kavrayamazsınız, anlayamazsınız. Kavramlarınız ne kadar dakik
ve gelişmişse, ne kadar derindeki ilişkileri ifade ediyorsa, olayların o kadar
derinine nüfuz edebilir; o kadar derin anlayabilir, o kadar doğru öngörülerde
bulunabilir ve tavırlar alabilirsiniz.
Üretici Güçler son duruşmada insanın kullandığı aletlere indirgenebilir.
Aletlerin değişimi o aletlerle üretmeyi sağlayan ilişkilerin değişimini, o
ilişkilerin değişimi de toplumların değişimini belirler.
Buna paralel olarak, olgular hakkında bildiklerimiz, kavramlarımızı;
kavramların değişimi de düşüncelerin değişimini belirler diyebiliriz.
Kavramlar fikirlerin, görüşlerin yapı taşlarını oluşturur.
Kavramları incelemek bir canlının anatomisini; bir toplumun maddi üretim
temelini incelemek gibidir.
Her isim, sıfat, eylem, yani her sözcük bir kavramdır. Her
kavram aynı anda hem böler hem birleştirir. Yeşil dediğiniz an yeşil’i diğer
renklerden ayırır, bölersiniz. Ama aynı zamanda bütün yeşil şeyleri de
birleştirmiş olursunuz.
Ama her bölmenin bir birleştirme olduğu; yani bölme
kavramının aslında kendi zıddı olduğu daha da derin bir diyalektik kavrayışı
gerektirir.
Nasıl anatomide biçimsel olarak birbirine benzeyen, benzer
işlevleri olan organlar çok farklı yapılara sahip olabilirlerse, (örneğin bir
balina ve bir balığın kuyruğu ve yüzgeci birbirine benzer ama bunlar anatomik
olarak çok farklı yapılarda organlardır.) düşüncede de kavramlar benzer özellikler
gösterirler toplumsal veya düşüncedeki işlevleri bakımından. Ancak kavramların
anlamları üzerine derin analizler onların dış benzerlikleri ardındaki derin
farklılıkları bize gösterebilir.
Buna kavramların kavramsal analizi denilebilir. Kavramlar ne
kadar dakik, gelişkin, öze değin ise, kavramların kavramsal analizi, yani
düşüncenin kendi üzerine düşünebilmesi de o kadar öze değin olabilir.
Ama burada bir “fasit
daire” ile de karşılaşılır. Kavramsal araçlarınız sınırlı ve yüzeysel
olduğu için kavramları da daha derin, gelişkin ve dakik olarak
tanımlayamazsınız; kavramları daha derin, dakik ve gelişkin olarak
tanımlayamadığınız için de kavramsal araçlarınızın yetersiz olduğunu
göremezsiniz.
Bu tıpkı fakirlikten çıkmaya çalışan bir toplumun çıkmazına
benzer. Aletler geri yani emek üretkenliği düşük olduğu için yeterince bol artı
ürün elde edilemez, yeterince bol artı ürün elde edilemediği için de emek
üretkenliğini arttıracak aletler edinilemez, geliştirilemez ve yoksulluktan
çıkılamaz. Yoksul olduğunuz için yoksul olmaya devam edersiniz; yoksul
olduğunuz için daha çok israf edersiniz. Halkın binlerce yıllık tecrübesiyle
anlayıp dediği gibi: “Zengin dağdan aşırır,
fakir düz yolda şaşırır.”
Bu nedenle, bu fasit dairelerden çıkış ya da kurtuluş için tarihteki
büyük toplumsal sıçramalarda olağanüstü koşulların, dış etkilerin, doğal
koşullardaki istisnai durumların ve zorlamaların her zaman büyük önemi
olmuştur. Gerek insan türünün evriminde, gerek Neolitik Devrim gibi büyük
sıçramalarda, sıçrama için özel şartlar sağlayan doğadaki özgül koşulların ve
değişmelerin büyük önemi görmezden gelinemez[1].
Benzer şekilde toplumda bir topluluğun dışındaki gelişmeler
genellikle bu ilk sıçramayı, itkiyi, birikimi sağlarlar ve fasit daireyi
kırabilmenin koşullarını oluştururlar.
Verimli Hilal’de hayvan ve bitkiler ehlileştirilmeseydi,
Mezopotamya’nın balçıklarında uygarlığa geçilemezdi. Subtropikal ırmak
boylarında uygarlıklar kurulmasaydı bir dünya ticareti gelişemezdi. Ve bir
dünya ticareti gelişmeseydi, Kaptan Drake’ın korsanlıktan elde ettikleriyle
uzak dış ticarete; uzak dış ticaretten elde edilen sermaye birikimi olmasa ve
yine bu ticaret için koyunlar insanları yemese, şehirler üretim araçlarından
“özgürleşmiş” “Özgür işçilerle” dolmaz ve kapitalizme geçilemezdi. Benzer bir
süreçle Osmanlı’da kesim düzeniyle topraklarından olanlar şehirlerde işçi
değil; dağlarda Celali olur. “Şelaleye /
düşmüştür / zeytinin dalı / celaliyim / celalisin / celali” Cemal Süreyya nam
kişinin dediği gibi.
Belki de bu eksojen, dış etkinin büyük sıçramalardaki
belirleyiciliği nedeniyle bütün peygamberler muhacirdir. “Muhacirlik peygamber zanaatıdır” diye boşuna konuşmamıştır halk
bilgeliği. İbrahim dışarıdan gelir, Urfalıdır. Musa Firavun’un sarayında büyür.
Muhammet Şam’a ticaret yollarında manevi birikimini yapar; Medine’ye kaçar,
Muhacir olur; İsa’ya atfedilen “Kimse doğduğu yerde peygamber olamaz”
diye bir söz vardır.
Kavrambaz da Türkiye’nin entelektüel ortamı ve yaygın kavram
kullanımları karşısında biraz bu “fasit daire”den kurtarmaya çalışan bir
“eksojen” bir dış etki gibi işlev görmeye çalışacaktır. Bu eksojen etki, Dünya
işçi hareketi ve Marksizm’in büyük Aydınlanma devriminden beri, onun
kazanımlarına hem sahip çıkarak hem de eleştirerek geliştirdiği kavramsal
araçlar olacaktır. Nasıl Verimli Hilal’in ova ve yaylalarında hayvan ve
bitkiler ehlileştirilmese, Aşağı Mezopotamya’nın balçıklarında medeniyete
geçilemez idiyse; Marksizm’in (Diyalektik sosyoloji) şu iki yüzyılda
geliştirdiği kavramsal araçlar olmadan da Türkiye’nin entelektüel dünyası;
Türkiye aydınlarının ve demokratlarının, burjuvazinin kavramlarının
balçıklarından çıkabileceğe benzemiyor.
*
Türkiye’nin entelektüel hayatına, Murat Belge ve Birikim
ekolünün çekirdeğini oluşturduğu bir çevre ve eğilim egemendir. Bunların
ideolojik ve kültürel etkisi, suya atılan bir taşın etrafında oluşan daireler
gibi adım adım tüm ülkenin bütün düşünce hayatına yayılırlar. Bu da özellikle
herkesin kullandığı kavramlar aracılığıyla olur.
Şu son kırk yılda ülkenin düşünce hayatına bir bakılsın, en
kritik anlarda en önemli kırılmalar hep bu çevreden gelir.
Bu çekirdeğin temel bir özelliği vardır. Kendisini daima
geri olana göre tanımlar ve insanların kendisine göre geriliğini bir silah
olarak kullanır. Gerilikle mücadele eder gibi yapar ama aslında o geriliğe yaslanır
ve o geriliği besler.
Ne demek istiyoruz? Önce bunu açıklayalım ve en azından bir
örnek verelim.
Gramsci, ezilenlerin fikirler savaşı (teorik savaş,
ideolojik savaş) ile politik ve askeri savaşı arasındaki çok temel bir farka
işaret etmiştir bir yerde. Fiziki savaşta, güçlerin en irisini düşmanın en
zayıf ve yaralanabilir yerine yığmak tayin edici önemdedir. Ama der Gramsci,
ezilenler açısından fikirler savaşanda tam tersi olmalıdır. Bir fikrin en
aptal, en çapsız, en geri temsilcilerini değil, en gelişkin, en yetkin, en
kaliteli savunucu ve temsilcilerini hedef alıp onlara eleştiri yöneltilmelidir.
(Hatta böylesi yoksa bile olası ama var olmayan böyle bir rakip yaratılıp o
eleştirilmelidir.) Ezilen yığınların geri yanlarına hitap etmeyen, aksine o
geri yanlarla mücadele edip, ezilenleri geliştirmek isteyen, yani devrimciler, Marksistler,
böyle davranır ve böyle davranmak zorundadır.
Açın bakın, Murat Belge’den Ömer Laçiner’e; Halil
Berktay’dan Etyen Mahçupyan’a bütün bugünkü Türkiye’nin düşünsel ve entelektüel
hayatına damgasını vuranlara, bunların hepsi, tam da Gramsci’nin dediğinin
zıddını yaparlar; kendilerini en gerilere göre tanımlarlar. Kendilerinden ileri
olanı hiçbir zaman hedef almazlar; yokmuş gibi yaparlar.
Bunun elbet tarihsel ve sosyal bir temeli de vardır. Bu vesileyle
bu tarihsel ve toplumsal temele de değinmek gerekir burada biraz. Yoksa Hem
mücadele edeceğimiz bu eğilimin hem de Kavrambaz ile yapmaya çalışacağımızın
niçin mümkün ve gerekli olduğu anlaşılamaz.
Modern çağda, hele yirminci yüzyılda, İşçi Sınıfı’nın
örgütlerinin ve mücadelesinin gücü ile elde ettiği haklar sonucu Sınıfta
radikalizmden bir uzaklaşma; bir pembeleşme; bir “mora kayma”, bunun ayrılmaz bir zıttı olarak da Küçük burjuvazinin
de yoksullaşması ve çözülüşüne bağlı olarak, bir radikalleşmesi ve bir “kızıla kayma”sı vardır. Bu iki zıt yöne
eğilim hem dünya çapında (İleri ülkelerde reformizm, sosyal devlet,
Keynezyanizm; geri ülkelerde devrimci ve radikal hareketler; Türkiye’de
işçilerin reformist burjuvaziyi, Küçük burjuvazinin Radikal hareketleri
desteklemesi) görülebilir. Bu nedenle politik arenayı Reformistler ve
Radikaller doldurur. İşçi hareketi bile bunlar arasında bölünür. Herkes
sosyalisttir görünüşte ve herkes İşçi hareketinden söz eder ama aslında
bağımsız bir programı ve gücü olmadığından işçi hareketi yok; burjuvazi ve
küçük burjuvazi arasında bir mücadele vardır.
Bu “kızıla kaymaya” uğrayan küçük burjuvazi, sadece iktisadi konumuyla burjuvazi ve işçi
sınıfı arasında yer almaz.
Sınıfların bir de tarihsel ve kültürel
konumlanması vardır. Tarihsel ve Kültürel konumlanmasıyla Küçük Burjuvazi,
geçmiş üretimin yadigârı olduğu için, modern üretimin ürünü olan ve onu da
aşmaya yetenekli işçi sınıfın arasında değil; burjuvazinin ötesindedir; işçi
sınıfına burjuvaziden bile daha uzaktır. Yani iktisadi konumuyla burjuvazi ve işçi sınıfı arasında yer alan İşçi Sınıfının reformistleşmesine paralel olarak
radikalleşen Küçük Burjuvazi, tarihsel ve kültürel konumlanması ve
özellikleriyle işçi sınıfına burjuvaziden bile daha uzaktır.
Bu biraz, bir uygarlık dini olan İslam ulemasının, uygarlığa
uzak neolitik köy komünü dinindeki Aleviler için, “Müslüman olmak için önce Hıristiyan olmaları gerekir” demelerine
benzer. Gerçekten de Alevilik, yazıya yani uygarlığa ve sınıflı topluma
geçememiş köy komünlerinin “kitapsız”
dini olarak, Müslümanlığa, bir “kitaplı”
“Hak dini”, yani yazıya geçmiş
toplumların uygarlık dini, olan Hıristiyanlıktan bile daha uzaktır.
Benzer şekilde, küçük burjuva sosyalizminin de gerçek bir
işçi sosyalizmi olabilmesi için, önce burjuva sosyalizmi olması, sonra bu burjuva
sosyalizmini de eleştirip aşması gerekir. Bu ise çoook uzun bir yoldur. Bu
nedenle Küçük burjuvaziden yaratıcı hiçbir Marksist teorisyen çıkmamıştır.
Marks dâhil bütün büyük teorisyenler Burjuvazinin kültürünü de içselleştirmiş,
kapitalist toplumun eşitsizlikleri ve yabancılaşmaları karşısında işçi
hareketinin de yükselişiyle, İslam’ın “kendi
nefsine karşı savaş savaşların en kutsalıdır” dediği türden ruhsal ve
entelektüel derin iç mücadelelerle, burjuva dünyasından kopmuş insanlardan
çıkar.
Radikalleşen küçük burjuvazi yirminci yüzyılda kendisini,
politik ve ideolojik olarak Sosyalist bir terminoloji ve bayrakla ifade
etmiştir. Ve burjuvaziyle farkını vurgulamak için, burjuvazinin ufkunu aşacak
kavram ve kurumlardan yoksun oldukları için; o ufkun içinde burjuvaziyle olan
farkı ifade edebilmek için, özellikle mücadele
biçimleri ve sembollerde radikal olurlar[2].
Ama özünde, burjuva uygarlığının kurum ve kavramlarından uzak oldukları için,
burjuvazinin ufku içinde kalırlar.
İşçi sınıfı ise, burjuvaziyle savaşında mücadele biçimlerine
ve sembollere değil; içeriğe, kavramlara, programa, yani özdeki radikalliğe
önem verir. Ama ortalık, reformistleşmiş bir işçi sınıfı ve radikalleşmiş bir
küçük burjuvaziyle dolu olduğu için, bu eğilim, Marks’ın devrim köstebeği gibi,
hep görünmez ve yer altında kalır. Elbette burjuvazinin kasıtlı engellemelerini
burada ayrıca zikretmeye gerek yoktur.
*
İşte, yukarıda adı örnek olarak sayılan başta M. Belge vs.,
Türkiye’nin (aynısı dünyada da geçerlidir) entelektüel dünyasında belirli bir
egemenlik kuranlar, hep bu küçük burjuvazinin kültür ve Marksizm’ini, Marksizm
veya sosyalizm olarak hedefe alırlar. (Aslında kendileri de oradan gelmişlerdir
çoğunlukla. Gençliklerinin radikal zamanlarında, küçük burjuva radikalizminin
saflarında keskin Marksistlik yapmışlardır.)
Ama böyle yaparak, insanların geri yanlarına hitap etmiş
olurlar. Ama sadece bu kadar da değil. Küçük burjuva radikalliği ile bu çatışma
aslında fiilen Marksizm’e ve İşçi Sınıfı sosyalizmine ve programına karşı bir “Susuş Komplosu” olur; onu gözlerden uzak
tutmaya; önemsiz göstermeye, gündemden düşürmeye de yarar.
*
Kendimizden bir örnek verelim. 1974 veya 1975 yıllarında,
kitle hareketinin yükselişinin eşiğinde; Murat Belge bir Kıvılcımlı Eleştirisi
yazdı. Bu eleştiri hem yükselen küçük burjuva radikalleşmesinin eğilimlerine
(örneğin Kurtuluş birçok görüşünü aldığı Kıvılcımlı’yla hem bir hesaplaşmadan
kaçtı hem de bu kaynaklarını gizledi.) hem de Portekiz ve Vietnam devrimlerinin
başarısından hız alan içini boşalttığı, “Doktorcu”luktan kurtulmak ve Sovyet rüzgârlarıyla
yelkenlerini doldurmak isteyen TSİP için iyi bir bahane oldu.
Murat Belge’nin bu eleştirisi çıkıp da kimse cevap
vermeyince, biz iş başa düştü deyip, genç bir sosyalist militan olarak
Türkiye’nin bu en iyi yetişmiş aydınlarından biri olan Murat Belge’nin
alfabetik düzeyde bile Marksizm’i bilmediğini gösteren; onun bütün tez ve
eleştirilerinin yanlışlığını gösteren bir eleştiri yazdık.
Görmezden geldi. Çünkü bu yazı onun tipik olarak hedefe
aldığı, küçük burjuva sosyalizminin dogmatizminden çok uzaktaydı. Eleştirseydi,
hem zayıflığı görülecek hem de hiç de gündemleştirmek istemediklerinin
gündemleşmesine hizmet etmiş olacaktı. Bir teorinin toyca savunuluşlarını ele
alıp eleştirmek elbette çok daha kolaydı.
Ama bu davranış, ezilenlerin geri yanlarına hitap etmiş;
Gramsci’nin dediği gibi bir görüşün en iyi değil, en ucuz temsilcilerine; yani
rakibinin en güçlü değil en zayıf yanına yönelmiş olmakla damgalı oldu. Türkiye
sosyalistleri ve entelektüel hayatı için, M. Belge’nin sözde işini bitirdiği
Kıvılcımlı, unutuldu, gündemden düştü ve bilinmez kaldı.
Ya da seksenlerin ikinci yarısı göz önüne getirilsin.
Sosyalistler ilk kez Stalinizmle hesaplaşmaya eğilim gösteriyorlardı. Klasik
Marksist gelenekle ve onun temsilcisi olan Troçkist denen gelenekle tanışıyorlardı.
Batı Marksizm’i yavaş yavaş keşfediliyordu. İşçi ve Kürt hareketinin senkronize
bir yükselişi başlar gibiydi. Birbiri sıra sosyalist teori dergileri
yayınlanıyordu.
Belge’nin çıkardığı Gündem
dergisi Demirel’leri demokrasi havarisi yaparak, bugün piyasayı kaplayan bir
yığın saçma sapan kavramı piyasaya sürerek, bu günkü ideolojik iklimin
neredeyse bütün kavramlarını ortaya attı ve tedavüle çıkardı.
Aynı günlerde Avrupa’da çıkan Devrimci Marksist dergisinde bunlar eleştiriliyor ama bütün bunlara
hiçbir zaman cevap verilmiyordu. Sosyalizmin dogmatik ve ilkel savunucuları
hedef yapılarak geri yanlara hitap edilmeye devam ediliyordu. Onlar
eleştirilerek sosyalizm eleştiriliyordu. Onlara karşı sosyalizmi savununlar yok
sayılıyordu.
Bu eğilim, bu stil aynen bugün de devam etmektedir. Örneğin
açın Halil Berktay’ın yazılarına bakın. Kolay hedeflere, yaygın basit
yanlışlara yönelmiştir. Ama bunları hedef alarak asıl daha tehlikeli ve büyük
yanlışları egemen kılmaktadır. Aslında onların Marksizm diye saldırdıkları
kendi küçük burjuva radikalliklerini yaşadıkları zamanın Marksizm’idir. O zaman
da Marksist değillerdi şimdi ona saldırırken de.
Fakat ortada öylesine muazzam bir ideolojik ve kültürel bir
egemenlik vardır ki, politik olarak bunlara karşı olanlar bile ki bunlar küçük
burjuva radikalizmini ifade ederler burjuva liberalizmi karşısında, karşı
olduklarının kavramlarıyla düşünürler. “Jakoben”;
“Ulus Devlet”, “Ötekileştirmek” gibi bir yığın kavram bunların da dilinden düşmez.
Aslında bunda şaşılacak bir durum da yoktur. Küçük burjuva radikalizminin,
Burjuvazinin ve onun reformizm ve liberalizminin ufkunu aşamamasının bir somut
görünümüdür de bu.
“Kavrambaz”, işte bu kavramları alacak ve tek tek hepsinin
ne kadar saçma ve yanlış içeriklerle dolu olduğunu veya doldurulduklarını
gösterecek. Bütün bu kavramları piyasaya süren Belge’lerin, Berktay’ların, yani
liberallerin birer eleştirisi de olacaktır bu yazılar zımnen.
“Kelimebaz”, nasıl askeri bürokratik oligarşinin artık iyice
çağ dışına düşmüş egemenliğine karşı demokrasi cephesinin bir ideolojik
mücadele aracı olduysa; Kavrambaz da, Burjuva liberalizmine ve reformizmine
karşı radikal demokrasinin olduğu kadar; İşçi ve sosyalist hareketinin 150
yıllık birikimlerinin burjuva dünyasına ve egemenliğine karşı mücadelesinin bir
aracı olmaya çalışacaktır.
Demir Küçükaydın
29 Eylül 2011 Perşembe
[1]
Afrika’daki göller bölgesinden Antakya’nın Simon Dağı’na ‘(Samandağ) kadar
uzanan fay hattının ve bu hattaki yükseltilerin oluşumunun, Afrika’daki bitki
örtüsü ve iklimde yaptığı değişiklikler, ağaçlarda meyvelerle yaşayan maymun ve
insan atalarının savanlarda yaşamaya başlamasına, ayağa kalkmaya, ağaç
dallarını kavrayışın taşı ve sopayı kavramaya ve sonu insana varan değişik
maymun türlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. On bin yıl önce son buzul
çağının sona ermesiyle, Verimli Hilal’deki iklim ve bitki örtüsü değişikliğinin
de neolitik devrimin başlamasıyla ilgisi görmezden gelinemez.
[2]
Türkiye ve dünyadaki neredeyse bütün teorik tartışmaların mücadele biçimlerine
hapsolması bu nedenledir. Ta “Tepeden mi aşağıdan mı?”, “Halk savaşı mı
Sovyetik Ayaklanma mı?”, “ Parlamenter mi, silahlı mı?” gibi tartışmaların
gündemi belirlemesinin nedeni hem küçük burjuvazinin iktisadi olarak kızıla
kayması, hem de tarihsel ve kültürel olarak burjuvazinin karşısında daha
gelişkin bir program ve kavram sistemiyle çıkamamasıyla ilgilidir. Sloganların
da bütünüyle programatik değil de rozet karakteri taşıması yine bu nedenledir.
Mahir, Hüseyin, Ulaş; Kurtuluşa kadar Savaş”tan “Tek ol devrim”e veya “…mız,
söke söke alırız”a kadar hepsi. Bugün de yine tartışma” Jakoben mi Demokratik
mi?” gibi formülasyonlarla aynı biçimde sürmektedir.
2 yorum:
Demir,merhaba,
Yukardaki girişte:''Ekim Devrimi arifesindeki kaçaklık günlerinde Marksizm’in bu unutulmuş önermelerini gün yüzüne çıkarmaya yönelik arkeolojik kazılar yapıyordu “Devlet ve Devrim” adıyla yayınlanacak kitabında.) kendisi gibi devletçi yaptı ve devlet sınıflarının egemenliğinin bir ideolojik aracına dönüştürdü.''
Burası anlaşılmıyor.
Orada parantez var. parantesin başına git onun önündeki cümleciğin devamı olarak oku. O zaman anlaşılır. Sağol.
Yorum Gönder