150 yıl önce, 1867’de, Karl Marks’ın “modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldıran” ölmez eseri Das Kapital Hamburg’ta yayınlandı.
Das Kapital,
yayınlandığında görmezden gelinmiş ve hiçbir yankı uyandırmamış; tam anlamıyla,
Hikmet Kıvılcımlı’nın da çok şikayet ettiği ve en azından Marksist söyleme
yerleştirdiği deyimle, bir susuş komplosu (“susuş kumkuması”) ile
karşılanmıştı.
Hatta Marks ve Engels bu susuş kuşatmasını kırmak için,
Engels’in bir burjuvanın bakış açısından Marks’ın eserini eleştirmesi gibi,
savaş hileleri bile planlamışlardı.
Das Kapital, on
yıl içinde sadece 1000 adet satılmıştı. (Muhtemelen çok daha az da okunmuştu.)
Eser İngilizceye neredeyse yirmi yıl sonra çevrilmişti.
Almanya’daki işçi hareketinin yükselişi olmasaydı, Marks ve Das Kapital, bugün bile adı bilinmez
kalabilirdi.
Yüz elli yıl sonra bugün bile, hala, çok sınırlı ve giderek
sayısı da azalan küçük Marksist bir entelektüel kesim dışında, bütün büyük
eserler gibi, pek okunmamış ve anlaşılmamış bir eser olma özelliğini
korumaktadır.
Vaktim olsaydı Kapital’in
biyografisini yazmak isterdim. Kapital’in
doğuşu, yayılışı, baskıları, çevirileri, etkisi, üzerine yapılan tartışmalar,
inişler, çıkışlar vs..
Böyle bir eser hem düşüncenin saf hareketinin (mantık ve
metot), hem tarihsel hareketinin hem de toplumun son yüz elli yıllık tarihinin
yoğunlaşmış bir özeti olabilirdi.
Bir gün birilerinin bunu iş edinmesini dileyelim.
*
Kapital’in
basılışının bu 150’nci yılını vesile ederek ona dikkati çekmeye, Kapital’in en az anlaşılan yanlarına
vurgular içeren kendi yazımızdan önce, Isaac Deutscher’in Kapital’in yöntemine ve
estetik yanına da özel bir önem veren ve geçen yüzyılın ilk yarısında kuzey
Avrupa’daki sosyalist ve işçi hareketinin atmosferine ilişkin ilginç ve çarpıcı
vurgular ve gözlemler içeren yazısını aktararak bir başlangıç yapmış olalım.
Bu metin 1980’lerin ikinci yarısında Ergun Aydınoğlu’nun
inisiyatifiyle, benim de aralarında bulduğum Avrupa’daki sürgünlerce Devrimci Marksist Tartışma Defterleri’adıyla
yayınlanmış derginin[1] Haziran 1987 tarihli 5’inci
ve son sayısında yayınlanmıştı. (Çeviri Yusuf Onur imzasını taşıyordu.)
Ne var ki hem bu dergi o zamanlar Türkiye’ye çok sınırlı sayıda
girebilmişti; hem de aradan 30 yıl geçmiş bulunuyor.
Ama Deutscher’in bu yazısını yayınlamanın öznel bir nedeni
daha var.
Deutscher’ın Kapital’i okuma ve anlama macerası, kendi
Kapital’i okuma macerama çok benziyor. Benim de Kapital’i okuma maceram da
benzer aşamalardan geçti gibi.
En son olarak, 1980’lerin ikinci yarısında, Lenin’in “Felsefe Defterleri”nde “Marks bize büyük harflerle bir Mantık
bırakmadı ama Kapital’in mantığını bıraktı”
aforizmasını okuduktan sonra bir uygulamalı diyalektik mantık kitabı olarak Kapital’i okumuştum.
Ve şimdi hala, seyrek te olsa zaman zaman Kapital’in özellikle ilk cildinden bazı
bölümleri sırf bir estetik ve mantık şöleni yaşayabilmek ve bazen kimi moralim
bozulduğu zamanlarda “iman tazelemek”
için okurum.
26 Ekim 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
Das Kapital’i Keşfetmek
Isaac Deutscher
Genç bir Polonyalı entelektüelin
1920’lerde ya da 1930’larda Das Kapital’i etüd ettiği koşullar, Batı’nın
birçok ülkesinden farklıydı. Bizim için kapitalizmin çöküşüne ilişkin Marksist
öngörü, sadece günlük yaşantımızın gerçekleri konusundaki bilinmezlikleri,
ötelerden açığa çıkaran bir bakış değildi.
Eski toplumsal düzen
gözlerimizin önünde çöküyordu. Bu, varlığımızın nedeni olan ezici olguydu. Ben
kendi çocukluk ve yetişkinlik dönemimde bu olguyla defalarca sarsıntı geçirdim.
Üç imparatorluğun sınırları arasındaki bir uçta sıkışan Krakov’da ve Krakov’la Auschwitz’in ortasındaki küçük bir kentte büyüdüm. Onbir yaşında bir çocukken, Romanov,
Habsburg ve Hohenzol hanedanlıklarının çöküşünü gördüm. Nesiller boyu halkımızı
korku içinde yaşatan eski iktidarlar, kutsallıklar ve fetişler, bir gece içinde
ortadan siliniyordu. Rus devriminin sıcak nefesini hissediyorduk. Arkadan,
sınırın öbür tarafından ansızın Budapeşte komünü alevlendi ve kan içinde
boğuldu. On üç yaşındayken, Kızıl Ordu’nun Varşova’ya doğru ilerlediği haberini
izleyen büyüklerin gerginlikleri dikkatimi çekmişti. Yıllarca, neredeyse
sürekli iç savaş, hızlı enflasyon, kitlesel işsizlik, kitlesel katliamlar,
erken ve ölü doğmuş devrimler, neticesiz karşı-devrimler yaşadık.
Ancak bütün bu ani ve
şiddetli sarsıntıların arifesinde, dışarıdan bakıldığında gerçeğin özünü
yansıtmayan 1914 öncesinin sevimli çağında, Marksizm neredeyse işçi sınıfımızın
tümünce kabullenilmiş ideolojiydi. Sağ kanat sosyal demokratlarımız, Das Kapital’i işçi sınıfının
İncili olarak görmek konusunda hiç de komünistlerimizden aşağı kalmıyorlardı. Eski
İncil gibi, o da tozluydu ve okunmamıştı, fakat saygınlığı vardı. Marx ve
Lassalle’nin portreleri tüm sendika lokallerinin, sosyalist gençlik
örgütlerinin ve hatta birçok siyonist klüplerin duvarlarından bize bakıyordu.
Tarihsel materyalizm ile
ilk kez eski okul arkadaşlarım sayesinde tanıştım; benim orta sınıf ve Ortodoks
Yahudi terbiyesiyle yetişmem tarihsel materyalizme ters düşmesine rağmen,
toplumsal varlığımızın sarsıntı içinde olması, ortamın bazı devrimci
düşüncelerini çekingenlik içinde kavramama neden oldu. Das Kapita’i gençlik yıllarımın
sonunda okumaya çalıştım fakat direnemedim. Bana çetin bir ceviz gibi göründü
ve ayrıca ekonomi politiğe karşı fazla bir ilgim de yoktu. Erken çağda şairliğe
ve edebiyat eleştirmenliğine başladım ve sanatta felsefi bir yaklaşımın arayışı
içindeydim.
Das Kapital’den uzaklaşarak, Marx ve Engels’in daha küçük eserlerinden, Plekhanov,
Lenin, Mehring, Buharin ve diğerlerinin yazılarından bu çizgileri kavramaya
çalışıyordum.
Ancak onların felsefi
teorileri, insan bilincinin çok yanlı biçimlerinin altını çizerek, devamlı
olarak sosyo-ekonomik gerçeklere dönüşüyordu. Ve böylece Das Kapita’i inceleme ve onun
ekonomik doktrininin daha kolay anlaşılabilir açıklamalarını yutmaya koyuldum.
Bunları yeterince inandırıcı buldum ve ilerideki edebi, felsefi çalışmalar ve
politik mücadele için beni yeterince teçhiz ettiği sanısına kapıldım.
Marx’ın Das Kapital’e
yazdığı önsözlerden birindeki şu uyarıyı sessiz bir öfke içinde okuduğumu bile
söyleyebilirim: bilim düz ve geniş bir yol tanımaz ve “sadece bilimin dik yamaçlarına tırmanma sıkıntısına katlananlar, onun
açık tepelerine ulaşma şansına sahiptir.” Marx’ın, yamaçlardaki patikaları
dikleştirdiği konusunda kuşkum vardı. Onun diyalektik inceliklerinin bazan
bana, modası geçmiş olan önemsiz bir aşırı özenme gibi göründüğü olmuştur; ve
bunların konuyla ne ölçüde ilişkisi olduğunu merak etmişimdir. Marx’in izahı, dünyayı anlamakta ve hızla değiştirmekte benim gibi sabırsız bir
kimseye pek yavaş ve ivedisiz görünmüştü.
Ünlü parlamenterimiz,
sosyalizmin piyoneri, Viyana ve Varşova parlamentolarının dikkatle kulak kabarttığı
parlak hatip Ignacy Doszynski’den Das Kapital’in çetin ceviz olduğunu duymak beni rahatlatmıştı.
Ignacy Doszynski bir çeşit övünmeyle şöyle demişti: “Das Kapital’i okumadım fakat Kari Kautsky okumuş
ve popüler bir özetini yazmıştır. Ben Kautsky’yi de okumadım, fakat partimizin
teorisyeni Kelles-Krauz okudu ve Kautsky’nin kitabını özetledi. Ben
Kelleş-Krauz’u da okumadım; fakat şu akıllı mali uzmanımız Nerman Diamand Kelles-Krauz’u
okumuş ve bana anlattı.”
Büyük Doszynski’den
farklı olarak, ben azından Kautsky’yi ve Das Kapital’in diğer popülarize edilmiş bir sürü özetini okudum.
Bu arada yasa dışı Komünist Partisi’ne katılarak politikaya da girmiştim.
Yıllarca, edebiyat dergileri yayınlamak, siyasi yorumlar, illegal bildiri ve
broşürler yazmak, işçilere seslenmek, hatta köylüleri örgütlemek, Pilsudski’nin
ordusunda bir asker olarak yeraltı propogandası sürdürmek ve sürekli olarak da
jandarma ve siyasi polisten kaçmakla uğraştım. Bu koşullar altında Das Kapital’le ciddi olarak
uğraşmayı düşleyemezdim bile.
Birkaç yıl sonra, 1932’de
anti-stalinist muhalefetin sözcüsü olarak partiden ihraç edildiğimde, bu işin
zamanı gelmişti. Kendi politik düşüncemi, komünizm ve Marksizm’in ilkelerini
yeni baştan inceleme gereksinmesi duydum. Hiçbir şeyi önceden mutlak olarak
kabullenmemeye karar verdim. Stalinist
siyaset ve bunun pratikleri
Marksizmin terimleriyle haklı gösterilebilir miydi? Marx’in
kapitalizm tahlili ve eleştirisi, zamanımızın olaylarına dayanabilecek miydi?
Beni tedirgin eden sorular bunlardı. Das Kapital’in üç ciltlik tamamına ve aynı zamanda birkaç
ciltten oluşan Artı Değer Teorileri’ne
dalmaya karar verdim. Bu entelektüel yapıtın tümünü serinkanlılıkla ve kuşkuyla
incelemekte ve olası çatlak ve yarıklara karşı uyanık olmakta kararlıydım. Esprit de contradiction beni
pek sarmıştı. Marx’in yanlışlığını kanıtlamaya yönelmiş gibiydim. Belki
bu yoğun karmaşıklık ya da benim artan entellektüel olgunluğum nedeniyle, “dik
patikalar”ı bu kez engelleyici bulmadım. Bundan sonraki üç dört yıl boyunca,
büyük yapıtı bütünlüğü içinde beş altı kez üst üste okudum. Marx’ın başvurduğu geniş ekonomi literatürünün de içine daldım. Marx’a
yöneltilen burjuva, akademik ve sosyal demokrat eleştirileri inceledim; Kautsky, Lenin, Hilferding, Luxemburg, Buharin ve başkalarının Das Kapital9e
ilişkin geliştirdikleri yorumlarla da tanıştım. Başlangıç noktam olan şiir ve
estetiği gerilerde bırakarak, tüm entelektüel tutkumu, ticari dolaşım, toprak rantı,
tarımda sermayenin yoğunlaşması, kâr oranının düşmesi ve işçi sınıfının
yoksullaşmasına ilişkin mali doktrinlere ve bu bahtsız bilimin diğer yönlerine
yönelttim. Ricardo, Sismondi, Sombart, Böhm-Bawerk ve Keynes’in ilk
zamanlarındaki çalışmalarından, tekrar ve tekrar Das Kapital9e döndüm;
onun teorik zenginliği, tarihsel örgüsü ve tahlilindeki berraklık yeni baştan,
ama hiç sona ermeyecek şekilde beni büyüledi. Tepeye tırmanma uğraşım düpedüz
bir heyecana dönüşmüş oldu. Marx’in
beni “zirve”ye çıkararak, toplumun
sınırsız ufkunu önümde açmış olması karşısında duyduğum sarsıcı heyecanı hiçbir
zaman unutamayacağım. Hiçbir eser beni bu denli etkilememişti.
Peki Das Kapita’de aradığım çatlaklar ne
oldu? Benim yaptığımı deneyimde; doğrusu ben bulamadım. Eseri her yeni
okuyuşumda, düşündüğümden daha ikna edici ve inandırıcı buluyordum. Başlangıç
bölümünde Marx’dan farklı düşünülebileceğini ve marjinal yararlılık
teorisyenlerinin peşinden gidilebileceğini gördüm. Yine de marjinal yararlılık
teorisi beni tatmin etmedi; o teoriyi, Marx’ın değer, meta ve emek
anlayışına bir alternatif olarak kabul edemedim. Ve bir kere daha Marx’ın öncüllerini benimsedim; sonuçlarına kadar onu izlemekten başka bir şey
elimden gelmedi. Bir kimyagerin elemanları incelediği gibi, Marx’ın
da kapitalizmi “saf biçimi” ile incelediğini biliyordum; ama bunun yanı sıra,
gerçekten kapitalizm daha önceki bütün toplumsal düzenlerin artıklarını emmişti
ve bunları kendi içinde taşımaktaydı. Şimdiye kadar Marx kadar
hiç kimse vurgulayarak bunun altını çizmemişti. Ve hiç kimse içinde yaşadığımız
toplumun yapısal karmaşıklıklarını, onun tarihsel realizmine yaklaşabilecek
düzeyde aydınlatmamıştı. Marx’ın kapitalist örgütlenmenin daha sonraki yarı-tekelci
biçimleriyle değil, laissez faire (bırakınız geçsinler -ç-) ile uğraştığı doğrudur.
Bence bu, Marx’in tahlilini geçersiz hale getirmez, çünkü Marx laissez faire'in içinden tekelci biçimlerin inkişafına şaşmaz
bir biçimde işaret ediyordu; ekonomik gelişmenin bu evreleri arasındaki organik
bağı açıklıyordu. Das Kapital'in yayınlanmasından yirmi yıl önce, Proudhon’un serbest rekabeti idealize
etmesiyle tartışmaya giriştiği Felsefenin Sefaleti'nde bile, serbest rekabetin kendi
diyalektik zıddı olan tekele doğru bir eğilim içinde olduğunu işaret etmişti. Marx daha
sonra Das Kapital'de, birçok işletmecinin çok daha az sayıdaki ‘sermaye kodamanlarınca
mülksüzleştirilmesine yol açan ‘birikimin
tarihsel eğilimi’ni açıklarken, sermayenin yoğunlaşma sürecinin dramatik
sonuçlarını göstermiştir. Ancak tartışırken, eksiksiz bir rekabeti varsayması
bile, sadece rekabetin zorunlu olan yıkıcı yapısını kanıtlamak içindi. Ve bu
yüzden, Marx’ın zamanımızın ‘eksik rekabetinden habersiz olduğunu
ileri süren akademik eleştirileri anlamakta zorluk çekmekten başka bir şey
elimden gelmedi ve gelmiyor. Aslında, Hilferding ve Lenin de
dahil, Marksist olsun ya da olmasın tekelci sermayeye ilişkin daha sonraki
benzer yapıtlar, ekonomik evrimin bu noktasında Marx’ın öngörülerinin
doğrulanmasının göstergesinden başka bir şey değildir.
Daha da önemlisi, Marx, işçiler
açısından laissez faire kapitalizminin
bile tekelcilikten başka bir şey ifade etmediğini göstermiştir. Sermaye ile
emek arasında hiçbir zaman eksiksiz bir rekabet olmadı ve olamazdı, çünkü en
‘adalet’li ücret sisteminde, işverenle işçi arasındaki ideal eş değerler
değişimi koşullarında bile, üretim araçları üzerindeki egemenlik sermayenin
elindedir. Bu böyle oldukça, toplumsal düzenin ikincil özellikleri ne denli
değiştirilse de Marx’ın teorisinin zamanının geçmeyeceği sonucuna vardım.
O zamanlar, otuz otuzbeş
yıl önce bile, Marx’ın teorisinin özünü, onun ticari dolaşım
tahlilinin şu ya da bu yönüne ya da politik olarak önemli olsa da, işçi
sınıfının göreceli veya mutlak yoksullaşmasına ilişkin görüşlerinde görmedim. Marx’ın kimi konuları çözümlemeden kararsız bıraktığı durumlar olabilir. Fakat
bence onun tahlilinin özü, toplumsal düzenimizin merkezi çelişkisine, yani
toplumsallaşan üretim süreci ile bu süreç üzerinde kapitalist mülkiyetçe
uygulanan toplumsal olmayan denetim karakteri arasındaki uyuşmazlığa ilişkin
olarak söylediklerinde yatmaktadır. Bu durumun doğası gereği, işçi kendi
emeğine, emeğinin
ürünlerine, onun emeğiyle varlığını sürdüren toplum yapısına
yabancılaşmaktadır. ‘Refah devleti’miz bu yabancılaşmayı görünüşte
hafifletmekle, onu sadece derinleştirmektedir ve birey olarak işçilerin diğer
işçilere yani kendi sınıfına karşı yabancılaşmasını acımasızca ağırlaştırmaktadır.
Das Kapital’i incelemek, onun sosyal demokrat reformizmin uyuşuk karakteriyle
uyuşmazlığı konusundaki düşüncem de dahil olmak üzere, sadece Marksist inancımı
desteklemekle kalmadı; aynı zamanda, klasik Marksizm ile ruhsuz skolastik
düşünce ve Stalinizmin engizisyon yöntemleri arasındaki ayrımın bütün
derinliğini de bana gösterdi. Bundan sonra Stalin’den ötürü Marx’ı suçlamak,
ortaçağın dogmaları ve Engizisyonundan ötürü İncil’i ve Aristo’yu suçlamak
kadar uyumsuz göründü bana. Ve Stalinizme, bir Marksist olarak muhalefet etmeyi
sürdürdüm.
Das Kapital’in stili karşısında, başlangıçta yavaş, fakat daha sonra önüne geçilmez bir
coşkuya kapıldım. Benim gözümde Das
Kapital akıl yürütme ve anlatım gücünün en üst düzeydeki
örneğiydi; öyle bir düzey ki, Marx’in
takipçilerinden en büyükleri bile o
düzeye ulaşamamıştır. Bu düzeyi diğer düşünür ve yazarlardan istemenin
haksızlık olacağını kavramakla beraber, Das Kapital, toplumsal ve politik sorunlardaki düşünme stili
konusunda, sanki beni bir çeşit yüce duygusallığa itti. Herhangi bir sosyalist
ya da komünist beyanın niteliğini, onun dili ve biçimine bakarak
onaylayabileceğimi düşünüyordum. Uzun bir süre, genellikle benim estetik
duygum, öykünücü ya da sahte Marksizm’in belirli bir bölümünden hoşnutsuzluk
içindeydi; ancak daha sonra Marksizm’in politik, felsefi ve ekonomik içeriğini
incelemeye koyuldum. Şimdi bile genel olarak bir çeşit estetik huzursuzluk
yüzünden, görünüşte sözde Marksist her türden gerekçelere karşı dikkatliyim.
Ara-Marksistler, geçici-Marksistler, egzistansiyalistler ve yapısalcılar
arasındaki yabancılaşma, genç ve olgun Marx, Marksizmin 4hümanist’leştirilmesi
ve diyalektik düşüncenin kategorileri gibi moda haline gelen tartışmaları
gördükçe bu huzursuzluğu sık sık duymaktayım.
Das Kapital’i okumakla, yazarının, kimi zaman bu tehlikenin belirtilerine işaret etmiş
olmasına rağmen, neden diyalektiğin ilkelerinin sistemli bir açıklamasını
sunmak gibi bir meselesi olmadığını kavradım. Besbelli ki, o bu ilkeleri tam
anlamıyla açıklamaktan çok, uygulamayı tercih etmiş ve ne kadar da haklıymış.
Şurası bir gerçektir ki,
diyalektiğin kurallarını formüle etme çabaları, genellikle kuru skolastikle
sonuçlanmaktadır. Diyalektik gerçekten Marksist düşüncenin grameridir. Nasıl
ki, gramer bilgisi gramer kurallarını sıralayarak değil, yaşayan lisanla
öğrenilirse, diyalektik kavrayış da onun formüllerini düşünerek değil, fakat
tarihte ve çağdaş sorunlardaki özgül, geniş ve hayati konuları yakalayarak
gösterilir. Diyalektiğin kuralları şüphesiz ki öğrenilmelidir; iyi bir gramer
kitabı gibi, iyi bir el kitabının da yararları vardır. Ancak tek yanlı olarak
soyut metodoloji ile uğraşmak, ‘Praxis’
üzerinde fazla durmaya ve ‘Praxis’in
‘P’sini büyük harflerle telaffuz etmeye tutkun olanlar için bile, çoğu kez
ideolojik kaçışın bir ifadesidir.
Das Kapital, ampirik toplumsal tecrübeyi tabaka tabaka sürüp işlemek için, tüm
soyutlama gücünü kullanan diyalektik düşüncenin eyleme dönüşen üstün bir
örneğidir. Elbette ki Marx, gerek başkalarından miras kalan ve gerekse bizzat
yarattığı kendi felsefe atölyesinin sorunlarıyla ve entelektüel alet ve
edavatlarının niteliğiyle de uğraşmıştır. Ancak atölye ve aletler, tek
başlarına yapılıp bitmiş şeyler değildi; onlar, ekonomik ve sosyo-politik
hammaddeyi işleyerek, tamamlanmış ürüne dönüştürülmeliydi.
Önem bakımından olmasa
da, son olarak bir noktayı belirtmek isterim: Das Kapital benim için unutulmaz bir sanat olayıydı. Çağ açan
diğer buluşlar gibi, Das Kapital'in de sadece sağlam bir akıl yürütme ve cesur
araştırmanın değil, fakat akıl yürütme ve araştırmayı sayısız sıçramalardan
birisi için koşturan yaratıcı imgeselliğin bir sonucu olduğunu kavradım.
Bilimdeki bu tür sıçramalar, evrende maddenin yapısında ve türlerin ortaya
çıkışı ve gelişmesinde yeni kavrayışlar getirmiştir. Kopernik, Newton, Darwin ve Einstein’ın, dünyayı selefleri ve çağdaşlarından farklı olarak yeni bir
biçim, perspektif ve aydınlıkta görebilmiş olmaları için, her birinin
olağanüstü imgeleme kapasitesine sahip olmuş olmaları da gerekirdi.
Adı geçen bu bilim
devlerinin her birinin içinde arka planda duran bir sanatsal deha da
yaşamıştır. Bence aynı şey Marx için de doğrudur. Çünkü, toplumun geçmişinin
imgesiyle, geleceğinin görünüşü konusunda düşüncelerini başka türlü nasıl bir araya
getirebilirdi. O düşünceler ki, insanlığın bir kesimine ilham kaynağı olurken,
diğer kesimince de korkuyla karşılanmaktadır.
Marx’in sanatçı yeteneği, Das Kapital’in güçlü ve saf klasik mimarisinde, dilinin sakinliği
ve gücünde, ciddi dramatik dokunaklığında, yergisinde ve betimlemesinde apaçık
görülür. Bu söylediklerimin, Das Kapital’le
çevirisinden boğuşmuş ve Marx’ın yazı dilini sıkıcı ve çapraşık bulmuş olanları
şaşırtacağını biliyorum. Mevcut çeviriler esnek ve becerikli yapılmış
olmalarına rağmen, maalesef Marx’ın
dili ve stili İngilizleştirilemez. Shakespeare’i Polonyaca diline yapılan berbat çevirilerinden okuduğumda
buna benzer bir deneyi yaşamıştım. Ancak, İngilizce’yi öğrendikten ve
Shakespeare’in satırlarını İngiliz sahnelerinde duyduktan sonra şairlik gücüne
hayran kaldım. Wer den Dichter
will verstehen, muss im Dichters Lande gehen (şairi
anlamak isteyen, şairin ülkesine gitmelidir -ç-). Orijinal metnin üstünlüğüne
gelince, titiz bir edebiyat eleştirmeni ve önce Marx’in şiddetli muhalifi ve
sonra izleyicisi olan Franz Mehring,
Marx’ın yazı dilindeki şiirsel
niteliğe ilişkin olarak özel bir deneme yazısı yazmaya girişmişti. Mehring, Das Kapital'deki benzetme ve mecazları tahlil ederek imgesel buluşçuluk ile kavramsal
kesinlik arasındaki ender sayılan kombinasyonun altını çizer ve sadece Goethe’nin
benzetme ve mecazları ile Marx’ınkiler
arasında paralellikler bulur. Elbette
ki bu, Marx’a bir Alman edebiyat eleştirmenince büyük değer
verilmesinin bir göstergesidir.
Son olarak bir çift söz
daha: Das Kapital’i etüt edişimin üzerinden otuz yıldan fazla bir süre geçti; tüm ciltleri
kitaplığımda durmasına rağmen, bir daha ona dönmedim. Tüm bu süre boyunca,
birkaç kez alıntı yapmak istediğim bir pasajı aradığımda, sadece sayfalarına
göz atmakla yetindim. Son haftalarda onu yeniden okumaya başladım. Geçen süre
içinde, anlaşılmazlığı ve karmaşıklığı ile özel olarak ün yapan ve Marx’- ın da
“soyut ve Hegelci biçim”inden dolayı biraz özür dilediği ilk üç bölümü
bitirdim. Eski tanıdık sayfalar, benim için hala çekiciliğini koruyordu; fakat
daha öncekinden farklı olarak şimdi dikkatimi çeken, Das Kapital'\n temelli
basitliğidir.
Isaac Deutscher
[1] Bu dergiler son
zamanlarda dijitalize edildi ve PDF dosyası olarak internetten indirilebilmektedir.
Şu adresten indirilebilir: https://yadi.sk/d/yDtuXyu53N26hW
Ergun Aydınoğlu’nun bu vesileyle yazdığı yazıda şu bilgiler
bulunmaktadır:
Bu
linkte, 1. sayısı Ekim 1985, 5. ve son sayısı ise Haziran 1987'de yayınlanmış
olan Devrimci Marksist Tartışma Defterleri adlı derginin tıpkı çekim, arama
yapılabilir pdf versiyonları var. İleride gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra
epub versiyonu da paylaşılacak.
Bu
dergiyi yurtdışında farklı ülkelerde yaşayan bir grup mülteci arkadaş
çıkartmıştık. Grubun büyük çoğunluğu, Dördüncü Enternasyonal’in İngiltere,
Fransa, Almanya ve İsveç seksiyonlarının üyesiydi. Hatırladığım kadarıyla ilk
sayı Londra'da, diğerleri Paris, Stuttgart ve Stockholm'de basıldı. İlk sayının
hazırlığının 1985'in ilk aylarında başladığı düşünülürse, bu beş sayı iki
yıldan fazla bir zamanımızı almış olmalı.
Derginin
iki ismi vardı: Devrimci Marksist Tartışma Defterleri ve Tartışma Defterleri.
İkinci ismi sadeceTürkiye'de dağıtılacak kopyalar için düşünmüştük. Nasıl bir
oran olduğunu hatırlamıyorum, ama herhalde "yüzde seksen yurtdışı, yüzde
yirmi yurtiçi" şeklinde -biraz fazla iyimser- bir hesap yapmış olabiliriz.
Bildiğim kadarıyla Türkiye'ye çok az sayıda dergi sokulabildi. Ama bu iki yıl
içinde Türkiye'den -dördü cezaevinden olmak üzere- toplam 19 mektup aldığımıza
göre, demek az sayıda da olsa Türkiye'de de okuyucusu vardı.
Her
sayı 500 civarında basılmıştı. Sayfa boyutu A5'ten biraz daha büyüktü.
Dergide
bazı arkadaşlar bazı yazı ve çevirilerinde müstear isim kullanmışlardı: A.
Ender (Dario Navaro), Ayşe Tütüncü (Serpil Arısoy), Celal Aydın (Demir
Küçükaydın), Mehmet Salâh (Ergun Aydınoğlu), Nuray Ekin (Nuran Sarıca), Sait
Kaya (Selçuk Eralp), Yusuf Onur (Ersen Olgaç).
O
dönem Türkiye solunun farklı eğilimlerinden kişilerle yapılan röportajlarda da
-görüşülen kişilerin istekleri doğrultusunda- müstear isim kullanılmıştı. 1.
Sayıda Taner Akçam, 2. sayıda Doğan Tarkan, 3 sayıda Muzaffer Doyum, 5. sayıda
da İrfan Yavru ile yapılmış röportajlar yer alıyor.
2.
ve 4. sayılardaki İran Devrimi ve Polonya işçi hareketi üzerine olan
röportajlar da, Dördüncü Enternasyonal'in İran ve Polonya seksiyonlarının
Paris'te mülteci olarak yaşayan iki üyesi -Saber Nikbin (Torab Saleth) ve
Zibigniew M. Kowalewski- ile yapılmıştı.
Bu
beş sayıya ek olarak, "Devrimci Marksist Tartışma Defterleri
Yayınları"nın ilk ve son yayını olan, "Sosyalist Devrim ve Kadın
Kurtuluş Mücadelesi" broşürü de vardı (Dördüncü Enternasyonal Dünya
Kongresi'nin Kadın Kurtuluş Hareketi üzerine kararı). Bir kopyası
bulunabilirse, onun da taraması yapılır herhalde.
Beş
sayı toplam 600 küsur sayfadır (bu muhtemelen yaklaşık bin normal kitap
sayfasına tekabül ediyor).
1.
Sayı (Ekim 1985)
Çıkarken
Türkiye İşçi Sınıfı: (1960-1980) (Ergun Aydınoğlu)
Marksist Terminoloji ile Metafizik Sosyoloji (Demir Küçükaydın)
Tek Ülkede Sosyalizm “Teori”si (Dario Navaro)
Taner Akçam ile Röportaj
Değinmeler
Kitaplar: Sovyetler Birliği’nin Sosyo-Ekonomik Karakteri (Antonio Carlo); From Red to Green (Rudolf Bahro); Was da alles auf uns zukommt (R. Bahro, E. Mandel, P. von Oertzen), Textes/Trotsky (Jean Paul Scot - Ed.), Evlilik Mahkumları (Lee Comer)
Türkiye İşçi Sınıfı: (1960-1980) (Ergun Aydınoğlu)
Marksist Terminoloji ile Metafizik Sosyoloji (Demir Küçükaydın)
Tek Ülkede Sosyalizm “Teori”si (Dario Navaro)
Taner Akçam ile Röportaj
Değinmeler
Kitaplar: Sovyetler Birliği’nin Sosyo-Ekonomik Karakteri (Antonio Carlo); From Red to Green (Rudolf Bahro); Was da alles auf uns zukommt (R. Bahro, E. Mandel, P. von Oertzen), Textes/Trotsky (Jean Paul Scot - Ed.), Evlilik Mahkumları (Lee Comer)
2.
Sayı (Ocak 1986)
Yeni
Gündem ve “Demokrasi”si (Ergun Aydınoğlu)
Zaferi ve Yenilgisi ile İran Devrimi (Torab Saleth)
Batı’da Kadın Kurtuluş Hareketi ve İşçi Sınıfı (Serpil Arısoy)
Almanya’da Kadın Hareketi (Nuran Sarıca)
Doğan Tarkan ile Röportaj
Kitaplar: Feminizm, Sosyalizm ve Eylemde Birlik (Lynne Segal, Hilary Wainwright), Kadınlık Durumu (Juliet Mitchell); Les Titistes (Enver Hoca); The Stalinist Legacy (Tarik Ali –Ed.); Rendez-nous nos usines! (Zbigniew M. Kowalewski)
Zaferi ve Yenilgisi ile İran Devrimi (Torab Saleth)
Batı’da Kadın Kurtuluş Hareketi ve İşçi Sınıfı (Serpil Arısoy)
Almanya’da Kadın Hareketi (Nuran Sarıca)
Doğan Tarkan ile Röportaj
Kitaplar: Feminizm, Sosyalizm ve Eylemde Birlik (Lynne Segal, Hilary Wainwright), Kadınlık Durumu (Juliet Mitchell); Les Titistes (Enver Hoca); The Stalinist Legacy (Tarik Ali –Ed.); Rendez-nous nos usines! (Zbigniew M. Kowalewski)
3.
Sayı (Hazian 1986)
Sovyet
Devletinin Sınıf Karakteri (Ernest Mandel)
Çin’in ve 1980’ler Türkiyesi’nde Aydınlıkçılığın Evrimi (Ergun Aydınoğlu)
Muzaffer Doyum ile Röportaj
Bir Mektup
Kitaplar: Elveda Proletarya (André Gorz); Tekelci-Bürokratik Sosyalizm (Jacek Kuron-Karol Modzelewski); Socialismus und Neostalinismus (Alexander Simin)
Çin’in ve 1980’ler Türkiyesi’nde Aydınlıkçılığın Evrimi (Ergun Aydınoğlu)
Muzaffer Doyum ile Röportaj
Bir Mektup
Kitaplar: Elveda Proletarya (André Gorz); Tekelci-Bürokratik Sosyalizm (Jacek Kuron-Karol Modzelewski); Socialismus und Neostalinismus (Alexander Simin)
4.
Sayı (Aralık 1986)
Batı’da
Sosyalist Strateji (Ernest Mandel)
Türkiye Solunun Yakın Tarihi Üzerine Bir Deneme (Ergun Aydınoğlu)
Troçki’nin Eleştirel Biyografisi Üzerine (Zhu Tingguan)
Çinli Yazarlar Troçki’yi Kısmen Rehabilite Ediyor (Ernest Mandel)
Perry Anderson ve Batı Marksizmi (Alex Callinicos)
Polonya Devrimi Üzerine (Zbigniew Kovalewski)
Türkiye Solunun Yakın Tarihi Üzerine Bir Deneme (Ergun Aydınoğlu)
Troçki’nin Eleştirel Biyografisi Üzerine (Zhu Tingguan)
Çinli Yazarlar Troçki’yi Kısmen Rehabilite Ediyor (Ernest Mandel)
Perry Anderson ve Batı Marksizmi (Alex Callinicos)
Polonya Devrimi Üzerine (Zbigniew Kovalewski)
5.
Sayı (Haziran 1987)
Marx’ın
Düşüncesinde İşçi Sınıfının Devrimci Potansiyeli (Ernest Mandel)
Troçkizm Tartışmalarına Katkı – Doğu Perinçek’e Cevap (Ergun Aydınoğlu)
Gorbaçev’in İkilemi (Ernest Mandel)
Sesli Düşünmeler (Demir Küçükaydın)
İrfan Yavru ile Röportaj
Kitaplar: Das Kapital’i Keşfetmek /Isaac Deutscher; Stalin and European Communism (Paola Spriano); China: Crossroads Socialism (Chen Erjin)
Troçkizm Tartışmalarına Katkı – Doğu Perinçek’e Cevap (Ergun Aydınoğlu)
Gorbaçev’in İkilemi (Ernest Mandel)
Sesli Düşünmeler (Demir Küçükaydın)
İrfan Yavru ile Röportaj
Kitaplar: Das Kapital’i Keşfetmek /Isaac Deutscher; Stalin and European Communism (Paola Spriano); China: Crossroads Socialism (Chen Erjin)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder