5 Mayıs 2017 Cuma

OHAL ve KHK’ların Ekonomi Politiği

Bir Sosyal Devrim ile bir Karşıdevrim’in her zaman çok temel bir farkı vardır.
Bir Karşı Devrim, mülkiyetin sahibini değiştirir, ilişkilere ya da yapıya dokunmaz.
Bir Sosyal Devrim ise ilişkileri değiştirir mülkiyetin sahibi ile uğraşmaz.
Burada sahiplik kavramını sadece belli bir mülkiyetin sahibi olarak da anlamamak gerekir. Kadrolar, “münhal” (boş) işler, verilen ihaleler, yok pahasına devredilen veya işlemeye verilen, kiralanan kıymetli araziler, tesisler vs.yi de bunlara eklemek gerekir.
Türkiye’de bütün karşı devrimler, bütün demokrasi düşmanlığı ve bu keyfi, baskıcı, militer devlete duyulan taparcasına hayranlık, hem dar; hem de bu geniş anlamıyla bu mülkiyetin sahiplerinin el değiştirmesi üzerinden yürür.

Devlet böylece insanları baştan çıkarır, satın alıp ve onları her türlü namussuzluğu, kanunsuzluğu kabullenecek, kendisine bile saygısı kalmamış, devlete mahkûm ve devlete tapan insan posaları haline dönüştürür.
Türkiye’deki Hıristiyanların (Ermeniler, Süryaniler, İyonyalılar, Pontuslar vs.) katli ve sürülmesi ile ele geçirilen “emvali metruke”nin Müslümanlara dağıtılması, yani mülkiyetin sahibinin el değiştirmesi ile o Müslümanlar, kendisine bunları veren devlete tapan birer Türk’e dönüştürülmüştür.
Bu nedenle Türk ulusu daha doğuşunda anti demokratik, hastalıklı ve zehirlenmiş bir ulustur.
Evet, ulusun ve ulusçuluğun kendisi zaten dünya tarihsel olarak Aydınlanma’ya karşı bir karşı devrimdir ama her ulusun ortaya çıkışında böyle kan ve irin içinde bir doğum yoktur.
Ayrıca bu sadece bir kere de olmaz neredeyse her on yılda bir saat intizamıyla tekrar da eder.
1934 Trakya, 1940’lar “Varlık Vergisi”, 1955’de 6-7 Eylül, 1964 Rum sürgünü, 1974’te son kalanların da gidişi vs. hepsi aynı zamanda Müslümanlara bir mülkiyet transferidir.
Aynısı Kıbrıs’ta da yaşandı, sürülen ve katledilen Kıbrıslı Rumların malları bu devlet tarafından Türkiye’den götürülen kolonizatörlere verildi. Bu devlete, onun en zehirli ve gizli özüne, Ergenekon’a bağımlı “Kıbrıs Türkleri” yaratıldı. Yerli Kıbrıslılar kendi ülkelerinde azınlık ve parya oldu.
Pek işlenmiş bir konu değildir ama 90’lardaki savaş boyunca benzerinin Kürdistan’da da yaşandığı, devletin işbirlikçisi koruculara benzer aktarmalar yapıldığı tahmin edilebilir. Devletin hala Kürdistan’da bunca destek bulmasının ardında vergilerden koruculara ödenen maaşlar, saymakla bitmeyecek arpalıklar, kayırmalar, köy yakmalar sonucu boşalmış alanlar, mezralar az mı yer tutar.
Bu devletin ve ulusun sert ve demokrasi düşmanı çekirdeğinin ekonomi politiği buradadır.
Kısa ve özce denebilir ki, Türk ulusu, katledilen ve sürülen Hıristiyan ahalinin mallarının Müslümanlara devredilmesi ve peşkeş çekilmesiyle bu devlet tarafından Müslüman ahaliden yaratılmıştır.
Uluslar ve ulusçuluk zaten genel olarak Aydınlanmanın hümanizmine, evrenselciliğine, kozmopolitizmine karşı gelişmiş egemen sınıfların bir karşı devrimidir.  Ama diğer ülkelerin bu karşı devrim üzerinden, yani uluslar ve ulusçuluk üzerinden özünde karşı devrimci bu düzene geçişleri, yine de iyi kötü, kapitalizm öncesinin feodal imtiyazlarına göre belli bir ilerleme ve refah, hatta modern yurttaşın ters yoldan da ortaya çıkışı gibi bir işlev görmüştür. Ama bu böyle katliamlara ve mülkiyet transferlerine dayanmayan uluslarda, örneğin bir İran, bir Irak, bir Suriye, bir Mısır gibi uluslarda böyledir; Türkiye’de ve Türk ulusunda değil.
Ama Türk ulusunun ortaya çıkışı, Hıristiyanların mallarını gasp ederek el koymanın bir sonucu olmuştur.
Bu nedenle doğuşundan irinlidir. Türklük üzerinden her hangi bir demokratik hareketin çıkması mümkün değildir. Çünkü en küçük bir demokrasi özlemi bile, Türklüğün ortaya çıkışındaki bu kanlı eylemler ve el değiştirmelerle karşılaşmak, bu cerahati temizlemek sorunuyla karşılaşacaktır. Bu irin ise Türklüğün ayrılmaz bir parçasıdır.
Türklük oksijende yaşayamayan, oksijenin öldürücü zehir etkisi gösterdiği aneorobik bakteriler gibidir.  Demokrasinin Türklükle ve bu devletle ilişkisi de böyledir. Demokrasinin olduğu yerde bu devlet ve Türklük, Türklüğün olduğu yerde demokrasi var olamaz.
Bu devlet ve Türklük, bu irin, çevresindeki her şeyi yutan yuttukça daha da büyüyen büyüdükçe yutma kapasitesi artan, kendi ağırlığı üzerine çöken bir kara delik gibidir.
*
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da her zaman her türlü ırkçılık, faşizm, en anti demokratik rejimler, her zaman bu tür mülkiyet aktarımlarına, bu mülkiyet aktarımlarından nemalananların o ırkçılığa, faşizme, gericiliğe, demokrasi düşmanlığına ölümüne destek olmalarına dayanarak güçlenmiştir.
Türkiye’nin o korkunç gericiliğinin, insanlarının kabalığı ve sevgisizliğinin, kadınlara, çocuklara, hayvanlara, işçilere, yoksullara, Hıristiyanlara vs., yani korumasızlara, güçsüzlere karşı şiddetin özünde hep bu lanetli aktarımlar, suça ortak olmalar, kendine saygıyı kaybetmeler; onun ardında da işin bu “ekonomi politiği” vardır.
Bizzat İsrail bunun en somut örneğidir. Bu yola bir kere girildi mi, orada demokrasinin esamisi okunmaz olur, zehir tüm bünyeyi kaplar. İsrail ilk kurulurken ilk kurucuları içinde Arapların ve Yahudilerin birlikte yaşayacağı demokratik bir Filistin devleti özlemi olanlar hiç de küçümsenmeyecek kadardılar. Bugün ise öyle bir dünya hayal bile edilemez hale gelmiştir.
*
Bu cinayetler, sürgünler ve aktarılan servetlerin üzeri örtülerek Türkiye’de en küçük bir demokratikleşme gerçekleşemez.
Devletin en büyük korkusu, bunun gündeme gelmesi, Türklerin kendi nefsine karşı mücadeleye girerek birer demokrata dönüşmeleri, bunu yapmadan ne kendilerinin huzur göreceğini ne de kimseye huzur vermeyeceklerini anlamalarıdır.
Çünkü o zaman bu arınma beraberinde, Türkiye’nin gerçek egemeni, bu beş bin yıllık devletin tasfiyesini de getirecektir.
Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve istikrarı da bu servet aktarımlarına dayanmıştır.
"Neden 30 Ağustos`un kanlı zaferinden sonra gelen şey "istikrar" oldu da, 27 Mayıs'ın kansız zaferinden sonra gelen "istikrarsızlık" oldu? "Sosyalizm" ya da "ilke" tartışmalarından mı? Hayır.1960 yılındaki durumumuz, 1923 yılındaki durumla taban tabana zıttır. Ekonomi alanında "mübadele" denilen yığınla insan transferleri, politika alanında evren ve bağımsızlık savaşlarıyla devrimlerdeki insan kırımları yüzünden ortaya açılmış boşluk;1920'den sonraki açlara ve işsizlere, ters, olumsuz eksi yoldan da olsa, geçim ve iş alanları sağlamıştı. Bütün bayındır Anadolu'nun zenginlik kaynaklarını tekellerinde tutan "gayri Müslim”lerin tasfiye yollu sınır dışı edilişi, gelgeç de olsa, ansızın yerli unsurlara geniş fırsatlar, hâttâ kimi Müslüman açıkgözlere yağma alanı açmıştı. Sıra sıra devrimlerden sonra, seri halinde Trablus, Balkan, Birinci Dünya Savaşlarının cephelerde ve cephe gerilerinde su gibi harcadığı yüz binlerce "münevver-memur"dan "münhal" kalmış yerler, terhis edilen ordu ve sivil kadrolara bol bol hizmet kapıları açtı. Mübadele sayesinde, yüzyıllardan beri yabancı ajanı gayri Müslimlerin topraklarımızdan sökülüp atılmaları, yerleri doluncaya kadar olsun, halkımızı bir an için ekonomik sömürülmeden bir ölçüde kurtulmaya ve istikrara kavuşturdu. Elle tutulur önemli zenginlikler el değiştirip paylaşıldı. İmparatorluğun sekiz on yıllık -en az 1908'den beri 15, 1809'dan beri 115 yıllık- çözülüş ihtilalleri ve savaşlarınca tırpanlanmış aydınların devlet kapısındaki açık yerleri öylesine çoktu ki, yeni yeni devlet kadroları kurulduğu sıralar göze çarpan memur açığıyla karşılaşıldı. Bugün beş-altı yılda bitirilemeyen yüksek öğrenim o zaman iki-üç yıldı. Ankara Hukuk'u, 2 yıl içinde zincir usulü ilkokuldan gelmiş her yaşta öğrencilerden bile akın akın diplomalılar yetiştirdi..." (Hikmet Kıvılcımlı, "Sosyalizmimiz ve Devletçiliğimiz")
(Bu alıntıda Kıvılcımlı’nın “yabancı ajanı gayri Müslimlerin topraklarımızdan sökülüp atılmaları” kimi ifadelerinin ve vurgularının eleştirisi hem ayrı bir yazı gerektirir hem de bu zehrin nerelere kadar ulaştığını gösterir. Kıvılcımlı’nın bir tür “zengin Yahudi” düşmanlığı benzeri “zengin Hıristiyan” düşmanlığı, yani “enayiler sosyalizmi”ne ve Türk milliyetçiliğine sadece Kıvılcımlı’ya has da değildir, Stalinizme, hatta bir ölçüde genel olarak Marksizm’e de damgasını vurmuştur. Kökleri çok derinlerdedir ve zaten bütün yazılarımızın temel konusu olan milletlerin ve milliyetçiliğin ne olduğuyla ilgilidir. Ama konuyu dağıtmamak için şimdilik bunun üzerinde durmuyoruz.)
Bu gibi servet transferleri aynı zamanda Nazilerin ve Hitlerin de kullandığı bir silah olmuştur. Yahudilerin uğradıkları karşısında suskunluk ve görmezden bilmezden gelmede onlardan boşalan yerlerden nemalanmamın her zaman büyük bir etkisi vardır.
Örneğin Stefan Zweig şöyle yazıyor:
''Yahudilerin servetine el koymanın mantıklı ve anlaşılır bir tarafı vardı, çünkü Yahudilerin elinden alınan fabrikalar, mobilyalar, villalar ve Yahudilerin boşalttığı işyerleriyle kendi insanlarını doyurabilir, yandaşlarını ödüllendirebilirdi..''
*
Erdoğan’ın OHAL’in verdiği güçle ve KHK’ler aracılığıyla on binlerce insanı işinden gücünden etmesi; kayyumlar aracılığıyla kutsal bilinmiş “mülkiyet hakkına” bile tecavüz etmesi gibi uygulamalar genellikle sadece hukuksuzluk ve insanların mağdur edilmesi (Adalet) yönüyle ele alınıyor; ya da özellikle İslamcı muhalifler arasında “işi ehline vermek” ilkesi üzerinden eleştiriliyor.
Bu sorunu sadece “hukuk”, “adalet”,  “yurttaşlık hakları” vs. üzerinden ele almak, ya da “işi ehline vermek” gibi idarecilik ve örgütlenme yetenekleri bakımından eleştirmek, bu yapılanların “ekonomi politiği”nin, yani çim çiğ maddi çıkarlarla ilişkili yanının ve dolayısıyla asıl tehlikeli ve pratik yanının görülmesi üzerinde bir sis perdesi oluşturuyor.
Bu da Erdoğan’ın ağlarını örmesini kolaylaştırıyor.
Çünkü bir tür “kuşa bak” durumu ortaya çıkıyor.
Çünkü Erdoğan bütün gücünü, kendine midesinden bağlı kapıkullarından alıyor.
Erdoğan bu güne kadar bütün gücünü, ihaleleri, boş işleri, devlet arazilerini vs. kendi adamlarına dağıtarak, kendine göbeğinden bağlı bir zümre yaratarak sağladı. Bu güce dayanarak siyasi gücünü hem parti hem de devlet içinde pekiştirdi; sonra yine bu siyasi güce dayanarak elde ettiği olanaklarla yeni kaynaklara ve yetkilere ulaştı ve kendine çim çiğ çıkarlarla bağlı kesimleri daha da genişletme olanağı buldu. Yani siyasi güç ve ekonomik kaynaklar üzerindeki güç bir tür emme basma tulumba gibi çalıştı ve çalışıyor.
Erdoğan’ın iktidar döneminde ihale kanunlarının onlarca kez değiştirmesi ve her değiştirmenin keyfiliği arttırmaya yönelik olması bir rastlantı değildir. Dağıtılan ihaleler aracılığıyla kendine bağlı bir sermaye zümresi oluşturmuştur.
Şimdi de insanlar işlerinden edilirken, şirketlere, iş yerlerine, belediyelere kayyumlar atanırken bunlar aynı zamanda Erdoğan için, kendisine bağlı insanlara dağıtılacak “münhal” işler, iş yerleri, fabrikalar, ihaleler vs. anlamına da gelmektedir.
Artık bu işe almalarda, kadroları doldurmalarda, mülkiyetlerin devrinde en küçük bir nesnelliğin de yeri yoktur. Bur tek ölçü vardır AKP ve Erdoğan taraftarlığı. Kaldı ki öyle olmayıp da “yanlışlıkla” belli imkânlara kavuşanlar da zaten o iş yerini veya mülkü sayesinde edindiği Erdoğan’ın bir gönüllüsü olacaktır.
Erdoğan KHK’ları kendi politik gücünü arttırmak için yeni ekonomik olanaklar olarak kullanıyor; tıpkı Hitler gibi kaderlerin kendi kaderine bağlı bir suç ortakları zümresi yaratıyor. Daha doğrusu zaten çoktan yaptığı bu işi daha da genişletmek için, OHAL ve KHK’ları kullanıyor.
Keşke birileri Erdoğan’ın ta belediye başkanlığı günlerinden beri nasıl bir örümcek gibi bu ağlarını ördüğünü ve dağıtılan maddi çıkarlar üzerinden nasıl bir muazzam güç oluşturduğunu ayrıntılarıyla, somut olarak incelese ve gösterse.
5 Mayıs 2017 Cuma
Demir Küçükaydın
Twitter: @demiraltona
Demirden Kapılar Okurları Grubu: https://www.facebook.com/groups/demirdenkapilar/

Hiç yorum yok: