Bir Sosyal Devrim
ile bir Karşıdevrim’in her zaman çok
temel bir farkı vardır.
Bir Karşı Devrim, mülkiyetin
sahibini değiştirir, ilişkilere ya da
yapıya dokunmaz.
Bir Sosyal Devrim ise
ilişkileri değiştirir mülkiyetin sahibi ile uğraşmaz.
Burada sahiplik kavramını sadece belli bir mülkiyetin sahibi
olarak da anlamamak gerekir. Kadrolar, “münhal” (boş) işler, verilen ihaleler,
yok pahasına devredilen veya işlemeye verilen, kiralanan kıymetli araziler,
tesisler vs.yi de bunlara eklemek gerekir.
Türkiye’de bütün karşı devrimler, bütün demokrasi düşmanlığı
ve bu keyfi, baskıcı, militer devlete duyulan taparcasına hayranlık, hem dar; hem
de bu geniş anlamıyla bu mülkiyetin sahiplerinin el değiştirmesi üzerinden yürür.
Devlet böylece insanları baştan çıkarır, satın alıp ve
onları her türlü namussuzluğu, kanunsuzluğu kabullenecek, kendisine bile
saygısı kalmamış, devlete mahkûm ve devlete tapan insan posaları haline
dönüştürür.
Türkiye’deki Hıristiyanların (Ermeniler, Süryaniler, İyonyalılar,
Pontuslar vs.) katli ve sürülmesi ile ele geçirilen “emvali metruke”nin Müslümanlara dağıtılması, yani mülkiyetin
sahibinin el değiştirmesi ile o Müslümanlar, kendisine bunları veren devlete
tapan birer Türk’e dönüştürülmüştür.
Bu nedenle Türk ulusu daha doğuşunda anti demokratik,
hastalıklı ve zehirlenmiş bir ulustur.
Evet, ulusun ve ulusçuluğun kendisi zaten dünya tarihsel
olarak Aydınlanma’ya karşı bir karşı devrimdir ama her ulusun ortaya çıkışında
böyle kan ve irin içinde bir doğum yoktur.
Ayrıca bu sadece bir kere de olmaz neredeyse her on yılda
bir saat intizamıyla tekrar da eder.
1934 Trakya, 1940’lar “Varlık Vergisi”, 1955’de 6-7 Eylül,
1964 Rum sürgünü, 1974’te son kalanların da gidişi vs. hepsi aynı zamanda
Müslümanlara bir mülkiyet transferidir.
Aynısı Kıbrıs’ta da yaşandı, sürülen ve katledilen Kıbrıslı
Rumların malları bu devlet tarafından Türkiye’den götürülen kolonizatörlere
verildi. Bu devlete, onun en zehirli ve gizli özüne, Ergenekon’a bağımlı “Kıbrıs
Türkleri” yaratıldı. Yerli Kıbrıslılar kendi ülkelerinde azınlık ve parya oldu.
Pek işlenmiş bir konu değildir ama 90’lardaki savaş boyunca
benzerinin Kürdistan’da da yaşandığı, devletin işbirlikçisi koruculara benzer
aktarmalar yapıldığı tahmin edilebilir. Devletin hala Kürdistan’da bunca destek
bulmasının ardında vergilerden koruculara ödenen maaşlar, saymakla bitmeyecek
arpalıklar, kayırmalar, köy yakmalar sonucu boşalmış alanlar, mezralar az mı
yer tutar.
Bu devletin ve ulusun sert ve demokrasi düşmanı çekirdeğinin
ekonomi politiği buradadır.
Kısa ve özce denebilir ki, Türk ulusu, katledilen ve sürülen
Hıristiyan ahalinin mallarının Müslümanlara devredilmesi ve peşkeş çekilmesiyle
bu devlet tarafından Müslüman ahaliden yaratılmıştır.
Uluslar ve ulusçuluk zaten genel olarak Aydınlanmanın hümanizmine,
evrenselciliğine, kozmopolitizmine karşı gelişmiş egemen sınıfların bir karşı
devrimidir. Ama diğer ülkelerin bu karşı
devrim üzerinden, yani uluslar ve ulusçuluk üzerinden özünde karşı devrimci bu
düzene geçişleri, yine de iyi kötü, kapitalizm öncesinin feodal imtiyazlarına göre
belli bir ilerleme ve refah, hatta modern yurttaşın ters yoldan da ortaya
çıkışı gibi bir işlev görmüştür. Ama bu böyle katliamlara ve mülkiyet transferlerine
dayanmayan uluslarda, örneğin bir İran, bir Irak, bir Suriye, bir Mısır gibi
uluslarda böyledir; Türkiye’de ve Türk ulusunda değil.
Ama Türk ulusunun ortaya çıkışı, Hıristiyanların mallarını
gasp ederek el koymanın bir sonucu olmuştur.
Bu nedenle doğuşundan irinlidir. Türklük üzerinden her hangi
bir demokratik hareketin çıkması mümkün değildir. Çünkü en küçük bir demokrasi
özlemi bile, Türklüğün ortaya çıkışındaki bu kanlı eylemler ve el
değiştirmelerle karşılaşmak, bu cerahati temizlemek sorunuyla karşılaşacaktır.
Bu irin ise Türklüğün ayrılmaz bir parçasıdır.
Türklük oksijende yaşayamayan, oksijenin öldürücü zehir
etkisi gösterdiği aneorobik bakteriler gibidir. Demokrasinin Türklükle ve bu devletle ilişkisi
de böyledir. Demokrasinin olduğu yerde bu devlet ve Türklük, Türklüğün olduğu
yerde demokrasi var olamaz.
Bu devlet ve Türklük, bu irin, çevresindeki her şeyi yutan
yuttukça daha da büyüyen büyüdükçe yutma kapasitesi artan, kendi ağırlığı
üzerine çöken bir kara delik gibidir.
*
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da her zaman her türlü
ırkçılık, faşizm, en anti demokratik rejimler, her zaman bu tür mülkiyet
aktarımlarına, bu mülkiyet aktarımlarından nemalananların o ırkçılığa, faşizme,
gericiliğe, demokrasi düşmanlığına ölümüne destek olmalarına dayanarak
güçlenmiştir.
Türkiye’nin o korkunç gericiliğinin, insanlarının kabalığı
ve sevgisizliğinin, kadınlara, çocuklara, hayvanlara, işçilere, yoksullara, Hıristiyanlara
vs., yani korumasızlara, güçsüzlere karşı şiddetin özünde hep bu lanetli
aktarımlar, suça ortak olmalar, kendine saygıyı kaybetmeler; onun ardında da
işin bu “ekonomi politiği” vardır.
Bizzat İsrail bunun en somut örneğidir. Bu yola bir kere
girildi mi, orada demokrasinin esamisi okunmaz olur, zehir tüm bünyeyi kaplar.
İsrail ilk kurulurken ilk kurucuları içinde Arapların ve Yahudilerin birlikte
yaşayacağı demokratik bir Filistin devleti özlemi olanlar hiç de
küçümsenmeyecek kadardılar. Bugün ise öyle bir dünya hayal bile edilemez hale
gelmiştir.
*
Bu cinayetler, sürgünler ve aktarılan servetlerin üzeri
örtülerek Türkiye’de en küçük bir demokratikleşme gerçekleşemez.
Devletin en büyük korkusu, bunun gündeme gelmesi, Türklerin kendi
nefsine karşı mücadeleye girerek birer demokrata dönüşmeleri, bunu yapmadan ne
kendilerinin huzur göreceğini ne de kimseye huzur vermeyeceklerini
anlamalarıdır.
Çünkü o zaman bu arınma beraberinde, Türkiye’nin gerçek
egemeni, bu beş bin yıllık devletin tasfiyesini de getirecektir.
Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve istikrarı da bu
servet aktarımlarına dayanmıştır.
"Neden 30
Ağustos`un kanlı zaferinden sonra gelen şey "istikrar" oldu da, 27
Mayıs'ın kansız zaferinden sonra gelen "istikrarsızlık" oldu?
"Sosyalizm" ya da "ilke" tartışmalarından mı? Hayır.1960
yılındaki durumumuz, 1923 yılındaki durumla taban tabana zıttır. Ekonomi alanında
"mübadele" denilen yığınla insan transferleri, politika alanında
evren ve bağımsızlık savaşlarıyla devrimlerdeki insan kırımları yüzünden ortaya
açılmış boşluk;1920'den sonraki açlara ve işsizlere, ters, olumsuz eksi yoldan
da olsa, geçim ve iş alanları sağlamıştı. Bütün bayındır Anadolu'nun zenginlik
kaynaklarını tekellerinde tutan "gayri Müslim”lerin tasfiye yollu sınır
dışı edilişi, gelgeç de olsa, ansızın yerli unsurlara geniş fırsatlar, hâttâ
kimi Müslüman açıkgözlere yağma alanı açmıştı. Sıra sıra devrimlerden sonra,
seri halinde Trablus, Balkan, Birinci Dünya Savaşlarının cephelerde ve cephe
gerilerinde su gibi harcadığı yüz binlerce "münevver-memur"dan
"münhal" kalmış yerler, terhis edilen ordu ve sivil kadrolara bol bol
hizmet kapıları açtı. Mübadele sayesinde, yüzyıllardan beri yabancı ajanı gayri
Müslimlerin topraklarımızdan sökülüp atılmaları, yerleri doluncaya kadar olsun,
halkımızı bir an için ekonomik sömürülmeden bir ölçüde kurtulmaya ve istikrara
kavuşturdu. Elle tutulur önemli zenginlikler el değiştirip paylaşıldı.
İmparatorluğun sekiz on yıllık -en az 1908'den beri 15, 1809'dan beri 115
yıllık- çözülüş ihtilalleri ve savaşlarınca tırpanlanmış aydınların devlet
kapısındaki açık yerleri öylesine çoktu ki, yeni yeni devlet kadroları
kurulduğu sıralar göze çarpan memur açığıyla karşılaşıldı. Bugün beş-altı yılda
bitirilemeyen yüksek öğrenim o zaman iki-üç yıldı. Ankara Hukuk'u, 2 yıl içinde
zincir usulü ilkokuldan gelmiş her yaşta öğrencilerden bile akın akın
diplomalılar yetiştirdi..." (Hikmet Kıvılcımlı, "Sosyalizmimiz ve Devletçiliğimiz")
(Bu alıntıda Kıvılcımlı’nın “yabancı ajanı gayri Müslimlerin topraklarımızdan sökülüp atılmaları”
kimi ifadelerinin ve vurgularının eleştirisi hem ayrı bir yazı gerektirir hem
de bu zehrin nerelere kadar ulaştığını gösterir. Kıvılcımlı’nın bir tür “zengin
Yahudi” düşmanlığı benzeri “zengin Hıristiyan” düşmanlığı, yani “enayiler sosyalizmi”ne ve Türk
milliyetçiliğine sadece Kıvılcımlı’ya has da değildir, Stalinizme, hatta bir ölçüde
genel olarak Marksizm’e de damgasını vurmuştur. Kökleri çok derinlerdedir ve
zaten bütün yazılarımızın temel konusu olan milletlerin ve milliyetçiliğin ne
olduğuyla ilgilidir. Ama konuyu dağıtmamak için şimdilik bunun üzerinde
durmuyoruz.)
Bu gibi servet transferleri aynı zamanda Nazilerin ve Hitlerin
de kullandığı bir silah olmuştur. Yahudilerin uğradıkları karşısında suskunluk
ve görmezden bilmezden gelmede onlardan boşalan yerlerden nemalanmamın her
zaman büyük bir etkisi vardır.
Örneğin Stefan Zweig şöyle yazıyor:
''Yahudilerin
servetine el koymanın mantıklı ve anlaşılır bir tarafı vardı, çünkü Yahudilerin
elinden alınan fabrikalar, mobilyalar, villalar ve Yahudilerin boşalttığı
işyerleriyle kendi insanlarını doyurabilir, yandaşlarını ödüllendirebilirdi..''
*
Erdoğan’ın OHAL’in verdiği güçle ve KHK’ler aracılığıyla on
binlerce insanı işinden gücünden etmesi; kayyumlar aracılığıyla kutsal bilinmiş
“mülkiyet hakkına” bile tecavüz etmesi gibi uygulamalar genellikle sadece hukuksuzluk ve insanların mağdur
edilmesi (Adalet) yönüyle ele alınıyor; ya da özellikle İslamcı muhalifler arasında
“işi ehline vermek” ilkesi üzerinden
eleştiriliyor.
Bu sorunu sadece “hukuk”,
“adalet”, “yurttaşlık hakları” vs.
üzerinden ele almak, ya da “işi ehline vermek” gibi idarecilik ve örgütlenme
yetenekleri bakımından eleştirmek, bu yapılanların “ekonomi politiği”nin, yani
çim çiğ maddi çıkarlarla ilişkili yanının ve dolayısıyla asıl tehlikeli ve
pratik yanının görülmesi üzerinde bir sis perdesi oluşturuyor.
Bu da Erdoğan’ın ağlarını örmesini kolaylaştırıyor.
Çünkü bir tür “kuşa
bak” durumu ortaya çıkıyor.
Çünkü Erdoğan bütün gücünü, kendine midesinden bağlı
kapıkullarından alıyor.
Erdoğan bu güne kadar bütün gücünü, ihaleleri, boş işleri,
devlet arazilerini vs. kendi adamlarına dağıtarak, kendine göbeğinden bağlı bir
zümre yaratarak sağladı. Bu güce dayanarak siyasi gücünü hem parti hem de
devlet içinde pekiştirdi; sonra yine bu siyasi güce dayanarak elde ettiği
olanaklarla yeni kaynaklara ve yetkilere ulaştı ve kendine çim çiğ çıkarlarla
bağlı kesimleri daha da genişletme olanağı buldu. Yani siyasi güç ve ekonomik
kaynaklar üzerindeki güç bir tür emme basma tulumba gibi çalıştı ve çalışıyor.
Erdoğan’ın iktidar döneminde ihale kanunlarının onlarca kez değiştirmesi
ve her değiştirmenin keyfiliği arttırmaya yönelik olması bir rastlantı
değildir. Dağıtılan ihaleler aracılığıyla kendine bağlı bir sermaye zümresi
oluşturmuştur.
Şimdi de insanlar işlerinden edilirken, şirketlere, iş
yerlerine, belediyelere kayyumlar atanırken bunlar aynı zamanda Erdoğan için, kendisine
bağlı insanlara dağıtılacak “münhal” işler, iş yerleri, fabrikalar, ihaleler
vs. anlamına da gelmektedir.
Artık bu işe almalarda, kadroları doldurmalarda,
mülkiyetlerin devrinde en küçük bir nesnelliğin de yeri yoktur. Bur tek ölçü
vardır AKP ve Erdoğan taraftarlığı. Kaldı ki öyle olmayıp da “yanlışlıkla”
belli imkânlara kavuşanlar da zaten o iş yerini veya mülkü sayesinde edindiği
Erdoğan’ın bir gönüllüsü olacaktır.
Erdoğan KHK’ları kendi politik gücünü arttırmak için yeni
ekonomik olanaklar olarak kullanıyor; tıpkı Hitler gibi kaderlerin kendi
kaderine bağlı bir suç ortakları zümresi yaratıyor. Daha doğrusu zaten çoktan
yaptığı bu işi daha da genişletmek için, OHAL ve KHK’ları kullanıyor.
Keşke birileri Erdoğan’ın ta belediye başkanlığı günlerinden
beri nasıl bir örümcek gibi bu ağlarını ördüğünü ve dağıtılan maddi çıkarlar
üzerinden nasıl bir muazzam güç oluşturduğunu ayrıntılarıyla, somut olarak
incelese ve gösterse.
5 Mayıs 2017 Cuma
Demir Küçükaydın
Twitter: @demiraltona
Facebook: https://www.facebook.com/demiraltona
Demirden Kapılar Okurları Grubu: https://www.facebook.com/groups/demirdenkapilar/
Videolar: https://www.youtube.com/user/demiraltona
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder