Duyduğumda kusma duygusu uyandıran sözcüklerin başında “tolerans” ve “hoşgörü” gelir.
Bunları “ötekileştirmek”
veya “ötekileştirmemek” izler.
Bunları da “çok
kültürlülük”, “çok renklilik”
izler.
Keza bunları da “yaşasın
halkların kardeşliği” izler.
Daha niceleri var ama bu kadarı yeter.
Bunların hepsi, nedense kendilerini solcu ve demokrat
görenlerce enflasyoner bir şekilde kullanılan milliyetçi ve ırkçı kavramlardır.
Ama bunları bolca kullananlar bunu bilmezler ve tam da esas
sorun olan budur.
En tehlikeli ırkçılık ırkçı olduğunu bilmeden yapılan ırkçılıktır; en tehlikeli milliyetçilik milliyetçi olduğunu bilmeden yapılan milliyetçiliktir.
*
“Hoşgörü” mü?
Hoş görenin hoş gördüğü ile eşit bir durumda olmadığı
varsayımı ile var olabilir.
Bir demokrat özellikle de “hoşgörü”ye karşı hoşgörüsüz
olmalıdır.
Bir Demokrat, “hoşgörü”yü değil, tüm yurttaşların, yani o
topraklarda yaşayanların hak ve hukuk eşitliğini savunur. Bir İnsan ise
yeryüzündeki tüm insanların hak ve hukuk eşitliğini savunur.
Hak ve hukuk eşitliğinin olduğu yerde “hoşgörü”ye
gerek olmaz.
“Hoşgörü” fakirlere duyulan “merhamet” gibidir.
Merhamet zenginliğin ve yoksulluğun olduğu yerde, sosyal
eşitsizliklerin olduğu yerde var olabilir.
Bir Sosyalist, tıpkı bir Demokratın ve bir İnsan’ın “hoşgörü”ye
karşı hoşgörüsüz olması gerektiği gibi, “merhamet”e karşı merhametsiz olandır
ve olmalıdır.
*
“Ötekileştirmemek” mi?
Bir demokrat, “ötekileştirmemek”ten söz edenlerin hepsini
ötekileştirmelidir. “Ötekileştirmemek”ten söz edenler ötekileştirilmeden
“ötekileştirme” yok edilemez.
Sorun ötekileştirmek veya ötekileştirmemek değildir. Çünkü
herhangi bir şeyi “ötekileştirmemek” mümkün değildir.
Sorun: kimin veya neyin ötekileştirileceğidir.
Örneğin. “Ötekileştirme” kavramı üzerinden toplumu
düzelteceğini sananların hepsi, ulusu bir dile, tarihe göre tanımlayan gerici
milliyetçilerdir, gerici milliyetçileri ötekileştirmeden, “ötekileştirme” yok
edilemez.
Tersinden, “ötekileştirmemek”ten söz edenler “ötekileştirmemenin
mümkün olmadığını, sorun neyin ötekileştirildiğinde olduğunu” söyleyen Demokratları
ve İnsanları, “insanları ötekileştirmeyelim” derken fiilen
ötekileştirirler.
*
“Halkların kardeşliği” mi?
“Halklar” “kardeş” olamaz.
“Halkların kardeşliği”nden söz etmek, “halk”, ulusun
utangaçça söylenmiş bir biçimi olduğundan, fiilen “ulusların kardeşliğinden”
söz etmektir. Ulusçuluğun sola mal olmuş bir sözcükle boyanmış biçimidir. Bu
durumda onu özüyle ifade edersek: “Uluslar kardeş” olamaz!..
Hele bir dil, din, tarih, kültür, “etni”, “ırk” ile
tanımlanmış uluslar hiç olamaz.
Bir toprak parçasıyla tanımlanmış uluslar bile olamaz.
Ulusların bir dille, dinle, tarihle tanımlanmasına karşı
mücadele edenler, yani Demokratlar; ulusları ve ulusçuları yok etmek için
mücadele edenler, yani nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik
olanla çakışması ilkesine karşı savaşanlar, yani İnsanlar kardeş
olabilir.
*
“Çok kültürlülük” mü?
“Çok Kültürlülük” tarihin en büyük yalanıdır.
Çok kültürlülük, aslında en gerici milliyetçilerin “kültür”
kavramının diğer “kültürlerin” kültür kavramları üzerindeki diktatörlüğüdür.
Bugünkü gerici ulusçuluk, Kültür’ü politik olmayan olarak
tanımlar ve bu bir sosyolojik kavram değil, normatif ve hukuki bir
kavramdır.
Bunu görmek de çok basittir.
“Benim kültürümde ve kültürümün kültür kavramında politik
diye bir şey yoktur devlet yoktur, bu nedenle devlete vergi vermeyeceğim, onun
ve yasalarını tanımıyorum, madem çok kültürlüyüz, benim kültürümün kültür
kavramını da tanımanız gerekir” deyin ve görün çok kültürlülüğün nasıl
belli bir kültür tanımının diktatörlüğü olduğunu.
Bunu dediğiniz an çok kültürlülüğün politik olmayan anlamında
hukuki bir kavram olduğunu, politik alana girmenin çok kültürlülüğü savunanlara
göre kültürden sayılmadığını, neyin kültün olduğuna onların karar verdiğini; bu
devleti tanımaz ve vergi vermezseniz, bunun en ağır cezalarla cezalandırılacağını
acı acı görürsünüz.
*
Böyle nice kavram liberallerden en keskin sosyalistlere kadar
kimsenin dilinden düşmüyor.
Muhalefet, demokratlar ve sosyalistler bir adım bile adım
atamıyor.
Bu “çağ ruhu”, bu “post modern” ideoloji, bu reaksiyonerlik, bu
gericilik, bu eklektisizm kendisine en karşı oluğun sananları bile egemenliği
altına almış bulunuyor.
Bu kavramların hiçbirinin zerrece bilimsel değeri yoktur.
Bu kavramlara dayanarak hiçbir demokratik ve insani düzen
kurulamaz.
Bu kavramlar en küçük bir eleştiriye dayanamazlar.
Bu kavramlar, olsa olsa bilinçsiz özlemlerin ifadesi
olarak kabul edilebilirler.
Bu kavramlar biraz Engels’in bir zamanlar verdiği örnek olan
“adil bir işgünü için adil bir ücret” parolasını açıklarken söylediği gibi,
bilimsel olarak ve içerikçe saçma ve yanlıştırlar; ama trajedi
oradadır ki, tarihsel olarak haklı özlemleri ifade ederler.
İşte çağımızın sorunu, post modernizmin ve eklektisizmin
egemen kıldığı, demokratik özlemlerin en anti demokratik kavramlarla ifade
edilmesi ve savunulmasıdır.
Bu kavramların tahakkümünden kurtulmadan, onlara karşı bir
açıklama yapılmadan ve bu zihinlere yerleşmeden Türkiye’de veya başka bir yerde
en küçük bir demokratikleşme gerçekleşemez.
Çünkü bu kavramlara dayanarak demokratik bir program
geliştirilemez.
Demokratik bir program olmayınca demokratlar olamaz.
Demokratlar olmadan da bir demokrasi mücadelesi verilemez ve
demokrasi gelemez.
*
15. İstanbul Bienali’nin başlığı “İyi bir komşu” imiş.
T24 de, bienal
başlayana kadar bu konuda her pazartesi sürpriz bir yazardan bir yazı
yayınlayacakmış.
Bu bağlamda Rober Koptaş’tan bir yazı istenmiş ve Rober
Koptaş’ın yazdığı yazının başlığı: “Yandı bitti
kül oldu”
Rober Koptaş’ın kaslarla sinirlerle yazılmış yazısının arada
kaynamasına gönlüm razı olmadı.
Rober Koptaş’ın yazısı yukarıdaki önermelerle ne dediğimizi
anlamak için önemli.
Rober Koptaş’ın bu yazısı, başlığı öyle olmasa da, “kötü
bir komşu olabilme hakkını” savunuyor.
En iyisi okurların bu yazıyı yukarıda verilmiş linkine tıklayarak
okumaları. (Tembeller için bu yazının altına yazıyı da koyduk.)
Bu vesileyle kötü olma ve hata yapma hakkını savunan iki eski
yazıyı da aynı bağlamda oldukları için aşağıya koyuyoruz.
Birinci yazının ezilenlerin hata yapma hakkı ile ilgili
bölümü aynı zamanda o zamanlar süren ölüm oruçları ile de ilgili.
Bugün de ölüm oruçları var.
Ve “Güneşin altında
yeni bir şey yok”
5 Nisan 2017 Çarşamba
Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme
Hakkı (2001)
Son yıllarda, "beton kafalı” Türk ve Sünni Müslüman çoğunluğu,
başka din, inanç, ulus ve dilden insanlara karşı "toleranslı" olmaya
çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik kafalıların” temel argümanları,
onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de
zenginleştireceği gibi noktalarda toplanıyor.
Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden
üretmektedir.
Yani kendilerini zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen
kabul edilmektedir.
Ya da "azınlıklar" iyi insanlar olmasa, hiç
de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak.
"Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan
ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi insanlar"dır.
Türkiye'de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler,
Aleviler, Kürtler hep "iyi insanlar"dır. Çünkü onlar
"iyi" olmak zorundadırlar.
Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her davranışını kılı kırk
yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar.
Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma
silahıdır.
Bu kahredici çoğunluk kendinden olmayanları "iyi"
olmaya zorlamaktadır.
Onların “iyi” olmama hakları yoktur.
Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, herhangi bir
kötülük yapma hakkı vardır.
Bir Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi
olarak mahkûm edilir. Türkler mahkûm edilmez. Gazeteler “bir Türk cinayet
işledi” diye haber yapmazlar.
Hiçbir yayın organı onun aynı zamanda bir Türk olduğunu
belirtmez.
Ama maazallah bir Ermeni bir suç işlese, önünde bir de Ermeni
sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile önemi yoktur,
o bir Ermeni'dir.
*
Ezilen ulus ve inançtakilerin hakları, onlar sizi “zenginleştireceği”
ya da “iyi insanlar” oldukları için değil; sizi fakirleştirecekseler de
savunulmalıdır.
Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da
inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları
savunulmalıdır.
Bunun ise bir tek yolu vardır. “Azınlıkları” yok etmek. Tümk
yurttaşları, yani aynı topraklar üzerinde yaşayanları hek ve hukukça eşit
kılmak. Çalışan ve vergi veren herkesi aynı haklarla donatmak. Tabii bunun da
şartı, çoğunluğu yok etmektir. Çoğunluğun olmadığı yerde azınlık da olmaz.
Çoğunluğu ylok etmenin tek yolu vardır: Ulusu veya devleti bir dil, din, etni,
soy, tarih, ırk vs. ile tanımlamaya son vermek. Yani, eğer Türkiye için
somutlarsak, Türklüğün hiçbir politik
anlamının olmaması için mücadele etmek. Dillerin, dinlerin, kültürlerin,
etnilerin vs. kişilerin özel sorunu olması için mücadele etmek.
*
Aslında, Kürt uyanışı karşısında, sözümona liberal veya
demokrat ve hatta sosyalist Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk ve düşmanca
durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi"
olmaktan, Malcolm X’in çok güzel kavramlaştırdığı imge gibi “Tom Amca” olmaktan çıkıyorlar, onlar
artık "iyi" olmadıkları, “kötü olmayı” göze aldıkları ve kötü olma
hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları
kadar mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar.
Hâlbuki onlar "iyi" olmaya devam etseler,
mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam
etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün!
*
"Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi
ezilenlerin, baskı ve sömürüye karşı direnenlerin hata yapma hakkı da yok. Şu
an cezaevlerinde yüzlerce mahkûm ölümün sınırında geri dönüşü olmayan bir
noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı!
Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik
kafalıların tavrından farklı değildi. (Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.)
Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır değilseler; kimi solcular da
ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak onlar hep "doğru"
yapıyorlarsa desteklemeye hazırdırlar.
Onlar, sanki ortadaki bir sportif mücadele ve önceden
belirlenmiş kurallar var gibi olaya yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama
öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkûmdan yana görünen solcu ve gazeteci
"arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi
yaklaşıyorlar olaya.
Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan
yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan zaferi kazanmıştır ve üsttedir.
Biri, yani baştan yenik olan, altta olan ne kadar aptalca, ne
kadar yanlış mücadele yürütürse yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez;
öbürü ne kadar akıllıca ve doğru mücadele yürütürse o kadar tehlikeli ve o
kadar yanlıştır.
Ezen ve ezilenin kavgasında tarafsızlık mümkün değildir. Koca
bir adam küçük bir çocuğu döverken “tarafsızlık” çocuğun dövülmesine destek
olmaktır.
Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme
attığında, mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz
ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı vurma hakkını savunmayı akıllarına bile
getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak ve hata yapmayan solcular
olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar.
Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları
ve mücadeleleri açısından yaptıkları tartışmalarla ve ayrılıklarla
karıştırılmamalıdır.
Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı zaten veridir;
kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu
hakemler, ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların,
işveren karşısında işçilerin; erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında
ezilen ulusların özünde her zaman haklı olduğunu; ne kadar aptalca
işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan kaldıramayacağını
ve ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak
istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar.
Ve bunu hala hatırlatmak isteyen bizim gibi dinozorlarla
köprüleri atıyorlar.
Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme ve
yanlış yapabilme hakkını savunmaktır.
20 Ocak 2001 Cumartesi
Sevag'ın Annesinin Mektubu ve
Türklerin Kötülük Yapma Hakkına Karşı Mücadele (2013)
Bu ülkede sadece Sevag cinayetini işleyen bir Türk değildir,
bütün cinayetleri işleyenler; bütün hırsızlıkları yapanlar, bütün
dolandırıcılar Türk’tür.
Çünkü bu ülkede kötülük yapmak sadece Türklerin hakkıdır.
Ezilen azınlıkların kötülük yapma hakları yoktur. Bir Türk
bir cinayet işlerse, adının önüne Türk konmaz. Ama bir Ermeni, bir Rum
özellikle bu ülkede dokunulmaz parya muamelesi gören Hıristiyanlar veya o
halklardan olan biri bir suç işlerse adının önüne Ermeni, Rum gibi tanımlar konmadan
adı anılmaz.
Adının önüne Türk ve Müslüman sıfatı konulmadan cinayet
işleme, hırsızlık yapma hakkı olanlar sadece Türk ve Müslüman olanlardır.
Bu nedenle ezilen azınlıklardan olan insanlar hep iyi
insanlardır. Çünkü onlar iyi olmak zorundadırlar. Çünkü onların kötülük yapma
hakları yoktur. İyilik onların biricik silahıdır. Bu ülkede kötülük yapma hakkı
sadece Türklerin ve Müslümanların hakkıdır.
Türkler ve Müslümanlar bırakalım İnsan olmayı bir yana, bir
parçacık demokrat olmak istiyorlarsa, kendilerinin bu imtiyazına karşı
mücadeleye girmeli, Türk ve Müslüman olmayanların kötülük yapma hakkı için
savaş vermelidirler.
Bunun bir tek yolu var. Herhangi bir cinayet, hırsızlık,
dolandırıcılık vs. ne olursa olsun, hangi motifle işlenmiş olursa olsun, bir
Türk ve Müslüman birisi tarafından işlendiğinde ve yapıldığında her zaman
adının önüne Türk ve Müslüman sıfatı koyularak anılmalıdırlar. Bütün Türk
basınını, Türk gazetecilerini böyle davranmaya davet ediyorum. Türkler kendi
kendilerini köle eden imtiyazlarıyla ancak böyle mücadele edebilirler.
Hazreti Muhammet savaşların en kutsalı kendi nefsine karşı
savaş diyordu.
Türkler kendi nefislerine karşı savaşa böyle başlayabilirler.
Ölen Ermeni olduğu için öldürülmüş olmasa bile, ölen bir
Ermeni olduğu sürece bütün katiller Türk’tür ve Türk olarak kalacaktır.
Türklerin bu utançtan kurtulması için, Türk olarak, kötülük
yapma imtiyazlarına karşı mücadeleye girmeleri gerekmektedir.
Bir Türk olarak Türkleri kötülük yapma haklarına karşı, kendi
imtiyazlarına karşı mücadeleye çağırıyorum.
*
Bugün buraya bir Türk tarafından öldürülen Sevag'ın anısına
saygı olarak; unutmamak ve unutturmamak için Sevag'ın Annesinin Mektubu'nu
aktarmaktan başka yapabilecek bir şey aklıma gelmiyor.
"Sayın
Hâkim ve Savcılar,
İki
yıldır, öldürülen oğlumun peşi sıra size güvenerek, gerçekleri göreceğiniz
ümidiyle burada hazır bulunduk. Gidiş gelişlerimizde yolu ve coğrafyanın
doğusunu sorun etmedik. Çünkü insan canının parçasının ölüm haberini aldığı ilk
anda kilitleniyor. Bu yollar her defasında altımızdan akıp gitti ama bizim için
zaman, oğlumuzun ölüm haberini aldığımızda donmuştu zaten.
Cinayetin
kimin tarafından işlendiğini biliyor olmakla birlikte, “Neden?” sorusunun
cevabını bulacağımızı umut ettik. Maalesef bizi tatmine edecek bir yanıt
verilmedi. Şayet verilseydi, bu toplumda bir Ermeni olarak değil toplumun geniş
kesimine ait bir birey olarak hissedecektik. Aslında bize deniyor ki; sizin
oğlunuz 24 Nisan’da, hem Paskalya Bayramı olan hem de Soykırım anma gününde
öldürüldü ama haşa, Ermeni olduğu için öldürülmedi. Keşke bu ülkede buna
inanabileceğimiz bir zemin olsa. Keşke bu ülkede sırf Ermeni olduğu için
birilerini öldürüp ‘kahraman’ olacağını zanneden zihniyet son bulsa. Bizim
çocuklarımız da askere kimliğinden dolayı ezilme, aşağılanma, ötekileştirme,
fişlenme tedirginliği olmadan gidebilse.
Bu
sürede canımın parçası oğlumun yaşam hakkını elinden alan şahısla aynı havayı
soluduk. Kâh o tetiği çeken elleri gözümüze takıldı, kâh salon dışında gayet
mutlu gülen yüzü bizi oldukça rahatsız etmesine rağmen soğuk kanlılığımızı
elden bırakmamaya çalışarak duruşmaları takip ettik. Eğer baba, amca veya dayı
iseniz biraz empati yapmanız, bizi anlamanıza yardımcı olacaktı sanırım.
Bir
insan suçsuzsa, kazara bir insanın canına kıydıysa neden şahitleri etki altına
alır ki? Etki altında olmadan verilen ilk ifadeler neden göz ardı edilir? Bu
cinayeti ‘kaza’ olarak nitelendirip, “görevimiz bitti” diyebilir misiniz?
Bunları anlamakta zorlanıyoruz.
Neticede
anladığım asıl suçlu oğlum; o tüfeğin önünde neden durmuş ki? Durursan, o gün
de tesadüf ise, bu cinayetin adına da ister ‘kaza’, ister ‘ecel’, ister ‘kader’
der geçeriz.
Bizi,
‘vatanımızı’, uluslararası platformlarda zorda bırakacak kararlara imza
atabilecek organizasyonlara başvurmak zorunda bırakanlar utansın diyerek
soruyorum:
Bu
ülkede; emeğiyle, sanatıyla, sevgisiyle yaşayan, burada doğup büyüyen bizler mi
daha çok vatanseveriz, yoksa bu ülkeyi başka ülkelere rezil eden mi?
Kamuoyu
bunu her 24 Nisan’da, bir buçuk milyon artı ikinci kişiyi Kıvanç Ağaoğlu’nun
öldürdüğünü bizzat kendisine ve onun gibi düşünenlere hatırlatacaktır.
Sayenizde
Sevag birdi, bin oldu.
Beş
gün sonra doğum günü olan oğluma hediyesini götürürken, sizin ‘hediye’nizden de
bahsetmekten çekinmeyeecğime emin olabilirsiniz.
Bu
karardan sonra sizlerle ilgili tek dileğim; çocuklarınıza sarılırken Sevag’ın,
annenize sarılırken benim gözlerim aklınızdan çıkmasın.
Sevag,
tel örgülerden hâlâ şaşkın; “Abi neden?” diyerek bize bakmaya devam
edecek."
*
Demir Küçükaydın
28 Mart 2013 Perşembe
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
https://demirden-kapilar.blogspot.de/
Videolarımız şu adreste:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA
*
Ek: Rober Koptaş’ın yazısı aşağıda olduğu gibi yer alıyor.
(2017)
Yandı bitti kül oldu
Rober Koptaş
Komşunuz çok mu iyi? Çok mu yardımsever, çok mu anlayışlı? Ne
zaman desteğe ihtiyaç duysanız iki eli kanda bile olsa yardımınıza mı koşar?
Gürültünüzü, nazınızı niyazınızı çeker, peygamber sabrıyla ve anlayışla mı
karşılar? Ne mutlu size… Ama bir dakika, iyi düşünün. Bu iyiliği, aranızdaki
pürüzsüz iyi komşuluk ilişkisini, bu büyük armağanı, onun sürekli boğuşmak
zorunda kaldığı, sizinse pek fark etmediğiniz, hatta muhtemelen parçası
sayılabileceğiniz bir sorunlar yumağına borçlu olmayasınız? Komşunuz neden bu
kadar iyi? İyi olmaktan, iyi, çok iyi bir komşu olmaktan başka çare
bulamadığından olabilir mi acaba?
İyi komşuluk diye bir şey var mı gerçekten? Hele İstanbul’da
ya da memleketimizin giderek çirkinleşmekte birbiriyle yarışan bilumum
şehrinde, konserve kutusundaki sarmalar misali tıkıldığımız beton bloklardaki
kâğıttan ince duvarlı dairelerde? Evliya değilseniz eğer, komşunun sesi
(öksürük, kahkaha, birtakım şehvet inlemeleri), akan banyosu, okul çağındaki
oğlunun bitmeyen blok flüt çalışması, sigara ya da yemek kokusu, ağzını
bağlamadan kapı önüne bıraktığı çöpü, geç ödediği apartman aidatı, bir ters
sözü, bir kem bakışı gibi saymakla bitmeyecek ve potansiyel olarak her gün
tekrarlanabilen bin bir sinir bozucu etken varken, mümkün mü iyi komşu olmak?
Hele siz tam kendinizi müziğe kaptırmışken yan duvardan gelen “küt küt küt!”
(halbuki sesi o kadar da açmamıştınız) ve de evinize gireni çıkanı kontrol eden
‘muhtarist’ yaklaşımlar varken, mümkün mü iyi komşuluk?
Modern zamanları geçelim, bu yazının iddiası o ki, tarih
boyunca hiçbir dönemde iyi komşuluk mümkün değildi. Olsaydı eğer, o anlı şanlı
On Emir’in ikisi, adlı adınca söylersek 9. ve 10. Emirler, komşulukla ilgili
olur muydu? Oran: Yüzde yirmi. Eğer iyi komşular olabilecek olsaydık, Tanrı
onca değerli olan kelamını komşuluk üzerine öğüt vermekle harcar mıydı? Bir
bakın hele: (1) Başka ilahların ve (2) putların olmayacak (ikisinin de âlâsı
var insan dediğin çiğ süt emmişte), (3) Rabbin ismini boş yere ağzına
almayacaksın (her dakika alıyoruz) (4) Sebt günü hiçbir iş yapmayacaksın
(yapıyoruz) (5) Babana ve anana hürmet edeceksin (tövbe tövbe!) (6)
Öldürmeyeceksin (öldürüyoruz) (7) Zina yapmayacaksın (Asla!) (8) Çalmayacaksın
(Bir gofret bile mi?) (9) Komşuna karşı yalan şahitlik etmeyeceksin (Hiç
apartman toplantısına katılmadınız mı?) (10) Komşu evine tamah etmeyeceksin
(Ama… Size de bazen komşunun tavuğu kaz görünmez mi yüce Tanrı!)
Başa dönersek, eğer çok iyi bir komşunuz varsa, onun başka
çaresi olmadığı için iyi bir komşu olduğu ihtimalini göz önünde bulundurmanız
gerek. Bunu biliyorum. Biliyorum, çünkü ben, iyi komşu olmayı adeta genetik bir
özellik haline dönüştürmüş bir topluluktan geliyorum hasbelkader, Türkiyeli bir
Ermeniyim. Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız ve Ermeniyseniz, bir apartman
dairesinde ikamet ediyorsanız, komşularınıza karşı anlayışlı, onların
yaratabileceği her türden sorunu sineye çeken, gürültü çıkarmayan, temiz,
tertipli, aidatını geciktirmeden ödeyen, komşularının yardımına koşan bir komşu
olmaktan başka çareniz var mıdır? Onyıllardır canınıza ve malınıza dair her
türlü tacizle birlikte yaşamışsanız, ikinci sınıf vatandaş olduğunuz,
güvenilmezliğiniz, buralarda istenmediğiniz, ancak “hoşgörüldüğünüz” ve bunun
sizin için bir lütuf olduğu türlü şekillerde hissettirilmişse ve de halen
hissettiriliyorsa, yaşam alanınızda, size sığınak olan evinizde ve onun
birincil çevresinde kendinizi biraz olsun rahat hissedebilmek için, iyi bir
komşu olmaktan gayrı bir yol kalır mı size?
Elbette salt buralı Ermenilere özgü değil, evrensel bir durum
bu. Türkiye’nin batısında bir Kürt, Almanya’nın bir taşra kasabasında sarı
kafaların arasında epesmer bir Türk, Los Angeles’ın hip beyaz mahallesinde bir
siyah, dünyanın dört bir yanında akın yanında kara, karanın yanında ak olan kim
varsa, öğrenilmiş bir çaresizlik içinde, komşuları kendilerini sevsin, onlara
kötü gözle bakmasın, onları kabul etsin diye bin bir takla atıyorlar her gün.
Ben çocukken, doğup büyüdüğüm ve İstanbul’un belki de bugüne
kalmış tek kozmopolit mahallesi olan Kurtuluş’un son durağında, bizim sokağın
Ramazan adında bir kabadayısı vardı. Ramazan’dan herkes ölümüne korkardı. Önüne
gelene küfreden, kafasına taktığına eziyet eden, sarhoş sarhoş sokakta nara
atan bir kabadayı. Eski kabadayıların esasında dürüst insanlar olduğunu,
mahallede bir tür adalet sağladıklarını kitaplardan okudum yaşım ilerleyince,
ancak biz Ramazan’ın bir halta yaradığını görmemiştik, düpedüz baş belası
herifin tekiydi. İşte ben 7-8 yaşlarındayken, gençliğinde haksızlığa tahammülü
olmayan, boyu bosu yerinde, damarı tutarsa başına neler gelebileceğini uzun
uzadıya düşünmeden bıçkınlık eden ve bu nedenle hapse de düşmüş ve hasmına
haddini bildirdiğini düşündüğü için bundan pek de pişmanlık duymamış babamın,
kendisinden iki karış kısa ve ufarak Ramazan’a, bir çırpıda hakkından
gelebilecekken neden hiç ses çıkarmadığını, onun küfrederek yaklaştığını
duyduğunda neden sessiz sedasız evin perdelerini kapattırdığını anlayamazdım.
Bugünse, babamın karakterine sahip birinin, kendisi Ermeni, Ramazan ise Türk
olmasaydı, o şekilde davranmayacağını iyi biliyorum.
Türkiye sinemasının en önemli karakter oyuncularından Nubar
Terziyan’ın, Yavuz Turgul’un Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde, bir
arkadaşlarının cenaze namazında saf tutan cemaat sayıca az diye tabutun
arkasında duaya durduğu sahne, son zamanlarda sosyal medyada çokça paylaşılır
oldu. Ortak belleğimizde yücegönüllülüğün, saflığın, iyi olan ne varsa onun
simgesi olan Nubar Terziyan’ın, Yeşilçam gibi bir kurtlar sofrasında hayatta
kalabilmek için bir iyilik meleği olmaktan başka çaresi var mıydı sizce? Ve
fakat nostaljik bir burun direği sızlaması eşliğinde gülümseyerek
karşıladığımız cenaze namazında saf tutan gayrimüslim tiplemesi gerçek hayatta
o kadar da hoşgörüyle karşılanmıyor tabii. Yakın dostu Ayhan Işık’ın ardından
verdiği sevgi dolu cenaze ilanına “Nubar Amcan” diye imza atan Terziyan’a
karşılık, Işık’ın ailesi, “Görülen lüzum üzerine” yayımladıkları bir karşı-ilanla
“sevgili varlıkları” Ayhan Işık’ın “Amcan Nubar Terziyan diye çıkan ilanla
hiçbir ilişkisi olmadığını” açıklama ihtiyacı duyuyordu misal. Ne kadar
gaddarca ve de öte dünyadaki Ayhan Işık’ı kim bilir hangi derin utançlara gark
ederek… Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ndeki cenaze sahnesinde hepi topu
altı kişilik safta duranlardan biri ise, ne gariptir ki, hayatı boyunca Ermeni
olduğunu gizlemek zorunda kalarak tıpkı filmdeki gibi boyunu çok aşan ağır bir
yükü sırtlanmak zorunda kalan Sami Hazinses’ti (Samuel Uluç). İşte, utanç ve
keder duymak için bir neden daha bize.
Türkiyeli Ermeniler arasında kendini ifade edebilme anlamında
belki de en cesur figür olan, sağın solun kendisi hakkında ne diyeceğini en
kafaya takmaz görünen Hayko Cepkin’in bile, ilk albümünde şarkıları
Kurtuluş’taki evinde komşular rahatsız olmasın diye masanın altında, şarkı
sözlerini adeta fısıldayarak kaydetmesi, alameti farikası olan brutal vokali
hiç kullanmaması, o yüzden albümün onun gerçek soundundan çok farklı bir yerde
durması ilginç değil mi? Cepkin’in “Sakin Olmam Lazım” adını koyduğu albümün
kapağında, çıldırmanın kıyısında sakin kalmaya çalışarak gözümüzün içine
bakması da mı bir şey söylemiyor? Size söylemiyor olabilir, ama ben muhayyel
“İyi Komşu: Ermeni” adlı belgesel çalışmamda bu albümü soundtrack olarak
kullanmayı düşünüyorum.
Özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’nin yaşadığı
hızlı dönüşüm, geçmişe dönük bir özlemi popüler kültürün önemli bir parçası
haline getirdi. Artık tarih olmuş bir İstanbul’a, onun kültürüne,
adabımuaşeretine, mutfağına, gece hayatına duyulan bir hasret, daha önceki
zamanlarda buralarda yaşayan ve o otantik kültürün yaratıcılarından olan
gayrimüslimlere dair bir özlemi de gündeme getirdi. Kimileyin neredeyse
‘azınlıkperver’lik düzeyine varan bu hal, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin
günlük hayatın türlü yüzlerinde kurmuş olduğu hayatı adeta bir asr-ı saadet
olarak yad ederken, “Ah ne güzel komşularımızdı onlar!” nidasıyla, kılık
kıyafet, güngörmüşlük, adap erkân sahibi olma ve giderek müzik, meyhane
nostaljisi içinde, bu insanların çektiği bin bir çileyi, üzerlerindeki siyasal
ve toplumsal baskıları, uğradıkları ayrımcılıkları, yaşadıkları ve nihayetinde
artık yok olmalarına neden olan şiddet ortamını hiç dikkate almadan, bundan hiç
söz etmeden, “Meze, Beyoğlu’na çıkmak, taverna, şapka takan kadınlar, işinin
ehli Rum garson” basitliğine indirgiyordu. En hafif tabirle bir şeyleri
“ıskalayan” bu bakışa yönelik en net ve bugün artık sloganlaşmış tepkiyse,
resimleri ve karikatürleriyle üzerini örtmeye çalıştığımız karanlıkları
kurcalayan Aret Gıcır’ın, kahramanına “Ben topik değilim!” diye isyan
ettirmesiyle geldi. Evet, Ermeni, Rum, Yahudi komşular topik, lakerda ya da
borekitas değildi, ama onlar nedense ancak bir renk, bir koku, bir lezzet
olduklarında sevilebilir, sindirilebilir hale geldiler.
Topik ve sindirmek demişken, geçenlerde bir internet
sitesinde okuduğum ve beni hem şaşırtan hem sarsan bir hikâyeden bahsetmek
istiyorum (Bu konularda hâlâ şaşırabildiğime sevinmeli miyim, bilmiyorum). İyi
bir eğitim almış, köklü bir üniversiteden mezun olmuş, Beyaz Türk tabir
ettiğimiz sınıftan bir zat-ı muhterem, adına Kemal Bey diyelim, Bodrum’daki
yazlığından komşusu olan Ermeni bir aileye, kendisi için, o güne dek hiç
yemediği ve tadını çok merak ettiği topiği yapıp yapamayacaklarını sorduğunu
anlatıyordu yazıda. Bilenler bilir, topik, hazırlaması zor, ustalık isteyen,
saatlerce uğraşılması gereken bir mezedir. Biz meyhanelerde artık topiğe pek
benzemeyen topikleri iki dakikada mideye indiriyoruz ama onu hazırlaması ev
koşullarında saatler sürüyor. Kilolarca soğanın soyulup doğranması, kavrulması,
onlarca iç ve dış malzeme, yüzlerce nohutun haşlandıktan sonra zarlarının tek
tek çıkarılması ve daha nice uğraş… Kemal Bey’in “Bana topik yapsanıza!” yollu
ağır angaryası karşısında Ermeni aile, tabii ki iyi komşu olduklarından, önce,
“Topik hazırlamak zordur, biz de sürekli yemeyiz, ancak senede bir ya da iki
kez, o da bayramlarda yaparız!” filan diyerek talebi bertaraf etmeye çalışsa
da, ertesi gün, muhtemelen “Adam ağzıyla istedi, yapmazsak ayıp olur!” diye
düşünerek ve yine çok muhtemel ki içlerinden söylene söylene, topik toplarını
bin bir uğraşla hazırlayıp komşularına götürmüşler. Kemal Bey ise, ilk kez
gördüğü ve tadınca çok beğendiği topiğin bir meze olduğunu ve ancak çatal
ucuyla yendiğinde lezzetli olabileceğini hesaba katmayıp, komşuları evden
ayrıldıktan sonra bütün topikleri bir oturuşta yemiş ve sonrasında da bütün
gece mide ve bağırsak rahatsızlığı çekince, her şeyi tümden yanlış anlayıp, “Komşularımın
topiği neden senede bir-iki kez yaptığını anladım, bu meret insanın midesini
mahvediyormuş!” deyivermiş. İşte size, görgüsüzlüğünün ve şımarıklığının
kusurunu topiğin gaz yapmasına atan, üstelik bunu bir de yazıyla çevresine
duyuran gerçek bir komşu. Kıssadan hisse, siz siz olun, iyi olmaya zorladığınız
komşularınızın saatlerce emek verip, ağzınızın tadıyla yemeniz için getirdiği
topiği bir oturuşta yemeyin.
Geçenlerde bir komşum, ihtiyar bir teyze, yayıncılık yaptığım
için mücellit tanıdıklarım olduğunu düşünerek, İmam Gazali’nin bir kitabını
getirdi ve bu eskimiş kitabı çok sevdiğini, ondan sık sık dualar okuduğunu ama
kitabın dağılmak üzere olduğunu anlatıp, ciltleyecek birini bulup
bulamayacağımı sordu. Hayhay dedim ve seve seve Beyoğlu’nda tanıdığım ciltçiye
götürdüm kitabı. Son zamanlarda İstiklal Caddesi civarında işe yarayan bir sürü
işyerinin başına gelen şey benim ciltçiye de olmuştu ve dükkân kapanmıştı.
Bunun üzerine bir tanıdıktan öğrendiğim Eminönü’ndeki başka bir ciltçiye
gittim, kitabı teslim ettim ve bir süre sonra da cildi yapılınca komşuma
götürdüm. Sevindi, ödediğim parayı karşılamak istedi, ancak tabii ki parayı
almadım ve “Olur mu öyle şey Hatice Teyze!” diyerek reddettim. Ne de olsa
bizler iyi komşulardık. Hatice Teyze cildi evirdi çevirdi, gözlüklerinin
ardından gülümseyerek, “Çok da güzel olmuş!” dedi, teşekkürler etti ve
memnuniyetle kapıyı kapattı. O an, muhtemelen bu yazının fikrini zihnimde
evirip çevirdiğim günler olduğundan, daha önce aklıma düşmeyen bir düşünce peyda
oldu birden ve benzer bir isteği Hıristiyanlıkla ilgili bir kitap, mesela bir
İncil için benim Hatice Teyze’den, oğullarından veya başka bir komşumdan
isteyip isteyemeyeceğim sorusu geldi zihnime oturdu. Türkiye’yi iyi kötü benim
kadar bildiğinize göre sorunun cevabını az çok siz de tahmin edebilirsiniz.
Bu öğrenilmiş iyi komşuluk halinin bir başka örneğini yine
oturduğum apartmanda yaşadım. Komşularımızdan birinin oğlu olan Fatih kızımla
yaşıt ve geçenlerde bir gün onunla oynamak için bize geldi. Çocuklar bir süre
oynadılar, yemek saati geldiğinde onları sofraya çağırdım. O gün annem de
bendeydi ve Fatih masada çorbasını kaşıklarken birdenbire, “Geçen gün çok
gürültü yaptınız, size kızdık biz. Neden yaptınız?” diye sordu. Annemle ben
birbirimize baktık. Anneme, “Neden bahsettiğini bilmiyorum, gürültü filan
olmadı” anlamında bir bakış attım ve o da, sessizliğin uzamasından tedirgin
olup hemen sazı eline aldı, “Kusura bakma Fatihciğim, bir daha yapmayız!”
deyiverdi. Bana kalsaydı, dört yaşında çocuğa, “Ne zaman oldu bu gürültü Fatih?
Bizden geldiğine emin misin, çünkü biz gürültü çıkarmadık hiç…” filan derdim
ama o an ipi anneme bırakmak bana da rahat geldi. Madem Fatih gürültü
çıkardığımızı düşünüyordu, biz de özür dilemeliydik. Derken kızımın da bu
manzarayı seyrettiğini fark ettim ve bu öğrenilmiş çaresizliğin onun da kaderi
olmaması gerektiği fikriyle paniğe kapılıp, alelacele, “Fatih galiba sen
yanılıyorsun, çünkü biz gürültü yapmadık, belki başka bir komşudan gelmiştir o
sesler” dedim. Fatih, “Hı… hı…” diyerek başını salladı ve çorbasını kaşıklamaya
devam etti. Geç kalmıştım, istediği özrü almıştı, ne de olsa adı Fatih’ti. (Bu
arada, merak etmeyin, Hatice Teyze de, Fatih de komşularımın gerçek adları
değil.)
Birilerinin iyi komşu olmak zorunda kalması nihayetinde
katman katman toplumsal adaletsizliğin üst üste gelmesiyle mümkün. Ve de,
çoğunlukta olanın, kalabalık olanın her gün ve her an, irili ufaklı nice olayda
tekrarlanan, bu tekrarlarla pekişip kabuklaşan aktif ya da pasif onayıyla. Eski
karısı Nicole Brown Simpson’ı öldürdüğü suçlamasıyla yargılanan OJ Simpson’ın
dava sürecini anlatan The People vs. OJ Simpson dizisinde, Simpson’ın siyahi
avukatı Johnnie Cochran’ın, Los Angeles’ta beyazların yaşadığı üst sınıf bir
mahallede arabasıyla gezinti yaparken bir polis tarafından durdurulduğu ve
avukat olduğunu söylemesine, pahalı bir arabanın şoför mahallinde oturmasına,
arka koltukta iki küçük kızının varlığına, ruhsatını polise vermesine rağmen,
arabadan bir suçlu gibi indirilip sıkı bir şekilde arandığı ve aşağılandığı bir
sahnede, yolun kenarındaki restoranlarda oturan yüzlerce beyazın sadece
izlemekle yetinmesi gibi örneğin. Öyle kıyametin koptuğu türden bir olay değil,
basit, sıradan bir an işte, herkesin otuz saniye sonrasında kahvesini
yudumlamaya devam ettiği.
Günter Grass, Nazi partisinin gençlik örgütü içinde yer
aldığını ilk kez anlattığı otobiyografisi Soğanı Soyarken’de, ordu öncesi bir
tür acemi eğitimi aldıkları dönemde, eline tüfek almayı reddeden Yehova Şahidi
bir gencin hikâyesini aktarır. Bütün bölük arkadaşlarının çok sevdiği, onların
her konuda yardımına koşan, botlarını parlatan, yiyeceğini daima paylaşan dünya
iyisi bu çocuk, her sabah kendisine silah verilmek istendiğinde, tüfeği almayı
reddeder, zorla eline tutuşturulan makineyi adeta şaşmaz bir ritüelle yere
düşürür ve hazırolda beklemeye devam edermiş. Neden böyle davrandığını
soranlara, bir çırpıda, “Bizböyleşeyleryapmayız” cevabını veren bu güzel çocuk,
bir süre sonra onun yüzünden bütün bölük ceza görmeye başlayınca, daha dün
kekini paylaştığı akranlarının saldırısına uğramış ve nihayetinde de toplama
kampına gönderilmiş. Grass, sevgiyle andığı bu gencin toplama kampına
gönderilmesiyle o gün bir tür ferahlık duyduğunu anlatıyor hatıratında,
pişkinlik mi, yoksa dürüstlük mü olduğuna emin olamadığım bir açıklıkla.
“Bizböyleşeyleryapmayız” diyenlere karşı
“Amabizyaptırırızzatenyapmazsançokfenaolur” diyenler nedense hep daha
kalabalık.
Bu örnek, beni, komşularımızın bir gün gelip bizlerin
celladı, katili olabileceğine dair, dile getirmesi dahi insanı rahatsız eden,
muhtemelen On Emir zamanlarına kadar giden o kadim bilgiye götürüyor.
Saraybosna’da veya Ruanda’da daha dün olduğu gibi. Solingen’de yakılan Türk
ailelerin katillerinin daha birkaç gün önce market kuyruğunda kurbanlarla
birlikte beklemiş olma ihtimalinin gösterdiği gibi. 1915’te buralarda
Ermenilerin neredeyse tamamının başına geldiği gibi. Faillerinin bir kısmı
halen hayatta, aramızda olan 6-7 Eylül’de olduğu gibi.
Avustralya’ya gittiğimde tanıştığım İstanbullu bir Ermeni,
memleketten hangi şartlarda göç ettiğini anlatırken, dünyanın öte ucuna gitmeye
tek bir anda karar verdiğini söylemişti. 70’li yıllarda beraber bir dükkân
işlettikleri ve çok da iyi anlaştıkları Türk ortağı tek bir kez karakola gidip
ehliyetini çıkarmışken, ondan birkaç saat sonra aynı karakola gittiğinde
kendisinden bir dosya dolusu belge istediklerinde, bu ülkede yaşamak isteği
kalmamıştı içinde. Bir ömür ve üstüne tek bir an. 30 yıl kadar önce ise
Avustralya’ya gelmiş, çalışıp çabalamış, iş sahibi olmuştu ve harikulade
bahçeli, havuzlu villasında oturup, sıcak bir öğle vakti, cennet gibi bir
ortamda bira eşliğinde bana bunları anlatırken gözlerinden yaşların süzülmesine
engel olamıyordu. Aynı seyahatte, yine cennet gibi bir ortamda sohbet ederken,
bir dönem Gençlerbirliği’ne yönetici olarak hizmet vermiş Rafael Demircan,
yıllar yılı takımın yükünü çektikten sonra nihayet emeklerinin karşılığı olan
başarı gelip takım birinci lige çıkınca, kendisinden Ermeni kimliği nedeniyle
nasıl geri plana çekilmesinin istendiğini anlatıyordu, yine gözlerinde yaşlarla
tabii. (Meraklısı Rafael Demircan’ın hikâyesine şuradan ulaşabilir: “Rıfat
Derlerdi ama Ben Rafael’dim."
1915’te pek çok Ermeni aile, evlerini barklarını, kimi zaman
çocuklarını komşularına bırakarak çıktı ölüm yolculuğuna. Pek azı geri
dönebildi. Pek çok örnekte, bütün varlıklarını emanet ettikleri komşuları
emanete hıyanet etmiş, mallarını mülklerini gasp etmişti. Yola çıkmadan önce
sahibi oldukları evlerde dönüşte ancak kiracı olarak oturabilen aileler
biliyorum. Komşuları evlerine el koymuş, sonra da illa evlerinde yaşamak
istiyorlarsa, o halde kira ödemek zorunda olduklarını kibarca bildirmişlerdi.
Bu insanlar komşu muydu? Komşuydu işte.
Lafı fazla uzattım, farkındayım. Başta söylediğimi bir de
sonda söyleyerek bağlayacağım. İyi komşu diye bir şey yoktur. Eğer adalet
yoksa, iyisini bir kenara bırakın, komşu dahi yoktur. Vardıysa bile, çoktan
yandı bitti, kül oldu.
-Komşu, komşu !
-Hu, hu!
-Oğlun geldi mi?
-Geldi
-Ne getirdi?
-İnci, boncuk.
-Kime, kime?
-Sana, bana.
-Başka kime?
-Kara kediye
-Kara kedi nerede?
-Ağaca çıktı
-Ağaç nerede?
-Balta kesti
-Balta nerede?
-Suya düştü.
-Su nerede?
-İnek içti.
-İnek nerede?
-Dağa kaçtı.
-Dağ nerede?
-Yandı, bitti kül oldu.
“iyi bir
komşu” her pazartesi T24'te
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16 Eylül-12
Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu”
başlığını taşıyor.
Mahallelerin ve ev içi yaşantılarının dünyanın her yerinde
geçirdiği köklü değişimler, bir arada var olma şekillerimizin uğradığı
değişimleri konuşmayı da zorunlu kılıyor. “iyi bir komşu”nun kim olduğu, aynı
zamanda kendimizin “iyi bir komşu” olup olmadığı sorusunu soran İstanbul
Bienali, T24 işbirliğiyle internet ortamında bir sohbet başlatıyor.
Bienal başlayana dek her pazartesi sürpriz bir yazar,
sanatçı, akademisyen, mimar, psikanalist veya gazeteci T24’te “iyi bir komşu”
hakkında yazıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder