Dünkü “#Hayır
ve Azınlığın Üç Türü” başlıklı yazımızda, aynı “azınlık” kavramıyla karşılanmasına rağmen, birbirinden mahiyetçe tamamen farklı üç tür azınlık olduğunu;
birinci tür azınlığı ortadan kaldırmak için eşitlik;
ikinci tür azınlığı ortadan kaldırmak için eşitsizlik
gerektiğini göstermiştik.
Üçüncü tür azınlık ise, demokrasi kavramının kendisi tarafından
ortaya çıkarılıyordu. Demokrasi, “azınlığın
çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden rejim” ise, tanımı ya da “fıtratı”
gereği azınlık demokrasinin olmasza
olmazı oluyordu.
Yukarıdaki formülün dayandığı anlayışa dayanarak tersinden formüle
edersek, tabiri caiz ise, “demokrasi:
azınlıkları ortaya çıkarma rejimidir” bile denebilir.
Burada bir çelişki ortaya çıkar. Demokrasi her şeyden önce
bir oylama yapmak, yani azınlık ve çoğunluğu ortaya çıkarmak ise ve kararlar da
çoğunluğun kabul ettiği oluyor ise, azınlığın hakkı ve ağırlığı ne olacak? Sıfır
mı olacak? Bu sorunlu bir durum değil midir?
Öte yandan, çoğunluk, çoğunluk olduğu için, zaten fiilen ve
fiziki olarak daha büyük bir güç demektir. Çoğunluğun keyfi olarak, azınlığın
haklarını da yok eden kararlar almasının önüne nasıl geçilebilir?
Elbet bu sorunlarla daha önce de karşılaşılmıştır. Bulunan veya
getirilen çözümler şöyle özetlenebilir.
Karar ve oylama sürecine ilişkin olarak, oy birliği aranması;
veto hakkı veya çok yüksek oranda bir çoğunluk aranması gibi yöntemler
denenmiştir.
Ancak çoğu durumda bunların, özellikle oy birliği ve
vetonun, çözdüğünden de daha büyük problemler yarattığı; azınlığı koruyayım
derken çoğunluğu iş yapamaz ve karar alamaz duruma getirdiği de ortaya
çıkmıştır.
Bu nedenle, çoğunluğu belli bir alanın dışına çıkarmayacak,
onun içinde harekete zorlayacak kurallar (hukuk) ve çoğunluğun gücünü bir
ölçüde dengeleyecek ve yapısını da çoğunluk iktidarın belirlemeyeceği, ondan
bağımsız olacak güçler yapılandırılır. (Güçler ayrılığı) Örneğin yargıçları
hükümet değil de bizzat yargıçlar seçer vs..
Yani esas olarak, klasik, yerleşmiş, bilinen, alışılmış ve
başka türlü olabileceği hiç düşünülmeyen, evet ve hayır tarzında oylamada,
demokrasi karar hakkını çoğunluğa verir.
Ama bunun ortaya çıkardığı çok büyük bir risk vardır: çoğunluk
zaten çoğunluk olmanın verdiği güçle azınlıktakinin haklarını ortadan
kaldırabilir.
Bunu zorlaştıran mekanizmalarla, (güçler ayrılığı, yüksek
oranlı oylamalar ve kabuller, güçler ayrılığı) bu sorun giderilmeye
çalışılmıştır.
Ancak bütün bunların hiç birisi tam bir güvence oluşturmaz.
Şimdi Türkiye’de de olduğu gibi, çoğunluğu arkasına alan,
biraz uzun ve zahmetli bir yoldan olsa da, bütün bu engelleri aşıp, bütün bu
kuralları, engelleri ortadan kaldırabilir.
Öte yandan veto ve oy birliği ise, çoğunluğu kısıtlayayım
derken azınlığa gerçek ağırlığının üzerinde tersi anlamdı bir güç vererek
çözdüğünden daha büyük sorunlara yol açar.
*
Demokrasiyi “azınlığın
haklarının çoğunluğa karşı teminat altına alınabilmesidir” diye
tanımlayanlar da var.
Ancak böyle bir tanım, bir teminat sağlamaz. Çoğunluğun
demokrat olduğu veya olacağı; azınlık haklarını gözeteceği varsayımına dayanır
bu.
Bu gibi tanımlar, son duruşmada ahlaki bir beklentiye
dayanırlar.
Yapılar ise ahlaklı veya demokrat insanlara göre değil,
ahlaksız ve demokrat olmayanlara göre oluşturulmalıdır.
Bu çıkmazdan, bu çelişkiden bir çıkış yolu yok mudur?
Varsa nedir, nerededir?
*
Evet, bu sorundan bir çıkış yolu vardır.
Ama bunun için bir paradigma değişimi; soruna azınlık
çoğunluk ve karar almanın alışılmış yöntemi olan evet ve hayırın dışından
bakmak gerekmektedir.
Hem de bu yol, kuvvetler ayrılığından bile daha sağlam ve
garantili bir yoldur. Elbet “kuvvetler ayrılığı” da ekstradan bir sigorta
olabilir, ama bu yol çoğu durumda onu bile işlevsiz kılabilir pratikte.
Böyle bir yol varsa neden bilinmiyor ve uygulanmıyor?
Bunun cevabı çok basit ama o nedenle kabulü de çok zor: sadece
alışkanlıkların gücü nedeniyle bu yöntem araştırılmamış, üzerine düşünülmemiş
ve dolayısıyla uygulama ve yayılma olanağı bulamamıştır.
Biz bu yönteme, bilinen klasik oylama yönteminden farklı
olarak OYDAŞMA diyoruz. Bu yöntemi modern matematik yöntemleriyle
kurallara bağlayanlar ise ona “Sistemli Uzlaşma” (Systemische Konsensieren)
adını vermişler. Kelime olarak çevrildiğinde tam karşılığı olmayabilir ama daha
güzel ve kullanışlı olduğundan ve yöntemin özünü yansıttığından OYDAŞMA’nın
tam da cuk oturduğunu düşündüğümüzden bunu kullanıyoruz ve kullanmayı
öneriyoruz.
Aslında bu yöntem, son duruşmada demokrasilerde karar
almanın, dolayısıyla klasik, alışılmış oylamanın dayandığı azınlık ve çoğunluğu
ortadan kaldırmakta; bu anlayışın ufku içinde demokrasiyi de “Azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul
eden yönetim biçimi” olarak tanımlamanın kendisinin de yanlış olduğuna
yönelik olarak yeniden tanımlamakta ve demokrasinin “kendisine karşı en az direnç olan çözümü bulma” olarak tanımlanması
gerektiği anlamına gelmektedir.
Bu OYDAŞMA yöntemi, demokrasi ve bunun
koşulu olarak bilinen karar alma yöntemi, aracı konusunda bir paradigma
değişimidir.
Ve aslında müthiş verimli, sonuç alıcı; azınlık ve çoğunluğa dayanan klasik ve alışılmış yöntemin tüm olumsuz
sonuçlarını ortadan kaldıran bir yöntemdir, bir araçtır.
Bunun için, sadece kafalarda bir devrim yapmak, eski alışkanlıkları
yıkmak gerekmektedir.
Aşağıda bu yöntemi açıklayacağız. Bütün örgütlere, kendi iç
işleyişlerinde bu yöntemi uygulamalarını öneriyoruz.
Ama daha önemlisi, tüm demokratların, bu yöntemi sadece
kendi aralarında ve örgütlerinde uygulamakla kalmayıp, tüm ülkede, bir Anayasa
ile sağlam kazığa bağlanmış şekilde, tüm seçim ve karar almalarda temel yöntem
olarak benimsenmesini bir program haline getirmeleri ve toplumu bunu tartışmaya
çekmeleri de gerekiyor.
Bu yöntem olsaydı, bugünkü sorunların hiç birisi olmaz ve
bunlarla zaman ve enerji yitirilmezdi.
*
Bu OYDAŞMA diye
adlandırdığımız, yöntem aslında karar almada hem dünyanın en eski yöntemidir hem de aynı zamanda en yeni yöntemidir.
Neden böyle?
Çünkü bu insanların kendiliğinden uyguladığı bir yöntemdir
özellikle yakın arkadaş çevrelerinde, ailede, küçük gruplarda. Ama
kendiliğinden uygulandığı için adı bile yoktur.
En yeni yöntemidir şunun şurası beş on yıldır modern
matematiksel yöntemlerle geliştirilip, tanımlanmış ve her türlü topluluk için
uygulanabilir hale getirilmiştir ve bir de isim verilmiştir: OYDAŞMA (Veya eski
ve kendiliğinden isimsiz uygulamasından farkını belirtmek için Sistemli Oydaşma da denilebilir.)
*
Bu yöntemde çoğunluk aranmaz, en az itiraz görecek aranır.
Herkes tüm alternatif öneriler hakkında “oy” verir.
Ama bu yöntemi ayrıntısıyla açıklamadan ve analiz etmeden
önce genel bazı bilgileri vermek gerekiyor.
Karar almanın bu yöntemini aslında bizler farkına bile
varmadan, bilinçsizce günlük hayatımızda uygularız. Kendisini karşısındakinin
yerine koyma, empati, duygudaşlık gibi kavramlar bile bu bilinçsiz uygulamanın
veya buna duyulan gereğin bir ürünü olan kavramlardır aynı zamanda.
Tam da böylesine eski, kendiliğinden ve bilinçsizce
uygulandığı için bu yöntemin adı da yoktur.
Bu yöntemi özellikle aile ve yakın arkadaş çevrelerinde
bilinçsizce uygularız.
Bir aile içinde karar verilirken, insanlar birbirlerinin en
küçük bir mimiğinden bile ne düşündüğünü ve ne istediğini bildiğinden, belki
biçimsel bir oylama bile yapılmadan, daha öneri yapılırken veya sanki bir baba
veya ananın tercihiymiş gibi bildirilirken, en az dirençle karşılaşacak, bir
öneri yapılır veya tercih belirtilir.
Bir ailede, herkes de herkesin hangi alternatife nasıl ve ne
ölçüde itiraz edeceğini bildiğinden, sanki bir babanın kararı gibi görünen şey,
aslında biçimsel usul şartları yerine getirilmemiş, kafada yapılmış bir
oydaşmanın sonucundan başka bir şey değildir.
Başka bir örnek verelim. Arkadaşlarınızla iyi bir akşam
geçirmek istiyorsunuz ve birlikte bir lokantaya gideceksiniz. Ama herkesin
zevkleri ve sevdiği mutfaklar farklı. Bu durumda, çoğunluğun karar vermesini
aramazsınız. Çünkü eğer çoğunluk olarak, “demokratik” bir şekilde karar verdiğinizde,
o tür yemekleri hiç sevmeyen arkadaşınız, demokratik olarak çoğunlukça alınmış
karara uyacak ama hiç hoşlanmadığı bir yere gitmek zorunda kaldığı için, o gece
kendini mutlu ve iyi hissetmeyecek, onun mutsuzluğu elbet, tüm grubun güzel bir
akşam geçirmesini de engelleyecektir.
Bunun yerine, belki hiç kimsenin birinci tercih olarak
benimsemeyeceği ama hiç kimsenin de yüzde yüz itiraz etmeyeceği; herkesin
kendini çok kötü hissetmeyeceği, en az itiraz edilebilecek bir lokantayı tercih
edersiniz.
Ortada biçimsel bir “oylama” olmasa bile, aslında farkına bile
varmadan, kendiliğinden oydaşma yöntemini uygulamış olursunuz. Karar çoğunluğun
ne istediğine göre değil; en az dirençle karşılanacak olana göre alınır fiilen
ve bilinçsizce. Oydaşma da özünde budur. Bu karar alma yönteminin sistematik
hale gelmiş, öznellikten kurtulmuş biçimidir.
Bilinçsizce ve kendiliğinden küçük ve yakın çevrelerde
uygulanan bu yöntem artık bilinçli, nesnel ve çok geniş çevrelere, toplumsal
hayatın her alanına uygulanabilecek bir demokratik karar alma yöntemi halına
gelmiştir. Buna OYDAŞMA yöntemi diyoruz.
Ve gelecekte bu yöntem, bugünkü azınlık ve çoğunlukla karar almanın
yerine geçecektir.
Hatta insanlar ilerde, “nasıl oldu da, yüz yıllarca
demokratik karar almayı sadece azınlık ve çoğunluk olarak evet ve hayır
oylarıyla sınırlı olarak uyguladık”; niye bu kadar basit bir yolu akıl edemedik
diye şaşıracaklardır.
*
Bu vesileyle bu yöntem ile kendimiz nasıl karşılaştık onun hikâyesini
kısaca anlatalım.
Zaten çok eskiden beri, azınlığın da haklarını koruyacak bir
yöntem ne olabilir diye düşünürdüm ama bunun üzerine hiçbir zaman iyice düşünüp,
ciddi bir şekilde üzerinde yoğunlaşmamıştım. Bu sorun aklımın bir kenarında bir
gün dönmek üzere dururdu.
Gezi sürecinde iki gözlem özellikle motive edici oldu.
Türkiye’deki gezicilerin, birbiriyle haberleşebileceği, örgütlenebileceği,
bir tek gezicinin bile tüm gezicilere görüşlerini aktarabileceği; farklı
görüşlerin bir araya gelebileceği ve yoğunlaşabileceği bir ortam, bir mekanizma
yoktu.
Bu yokluk da Gezi'nin örgütlenmesini; bir tür alternatif
demokratik bir ulusun tohumlarını oluşturmasını engelliyordu. Geziciler
doğrudan demokrasi diyorlar, herhangi bir şekilde temsilci seçmeye bile
yanaşmıyorlardı. Ama on binlerce insanın bir araya gelip tartışıp karar alması
mümkün olmadığından tam da bu nedenle kendilerini küçük büyüklüklere hapsetmiş
oluyorlardı.
Gezicilerin hem bu korkularını giderecek, hem doğrudan
demokrasiyi, hem de örgütlenmelerini sağlayacak bir araç İnternette vardı.
Almanya’da Korsan parti deneyi diye bir deney yaşanmıştı ve
bu parti tümüyle internet aracılığıyla örgütlenmişti, tüm tartışmalarını,
kararlarını internet aracılığıyla alıyordu. Bunun için de, Liquid Feedback diye bir programı kullanıyorlardı. Bu program belli
organlar, çalışma grupları vs. kurulmasına, tartışmalar yapılmasına, kararlar alınmasına
olanak tanıyordu. Doğrudan demokrasiyi de mümkün kılıyor ama aynı zamanda
isteyenlerin kendilerini temsil edecek başkalarını da istedikleri an geri almak
üzere seçmelerine veya görevlendirmelerine de olanak tanıyordu.
Bu örnek ve uygulama Gezi’nin örgütlenebilmesi için iyi bir
başlangıç olabilirdi. Bu nedenle gerek Gezi esnasında yazılarımızda, gerek daha
sonra forumlarda söz alarak yatığımız konuşmalarda bu soruna dikkati çekip Liquid Feedback ve bunun dayandığı Liquid Demokrasi (Temsili ve doğrudan demokrasiyi birleştiren:
Akışkan Demokrasi) anlayışlarına
dikkati çekmeye çalıştım.
Forumlardaki konuşmalarım dikkatle dinleniyor ve önemli
bulunuyordu. Bunu konuşma esnasında tasdik anlamına havada dönen ellerden
anlıyorduk.
Forumlarda konuşmalar hep üç dakikayla sınırlı oluyordu. Neyin
gündeme alınacağı bile tartışılmıyor Moderatörlerin anlayışına kalıyordu.
Hâsılı Forum biçimi altında bir konuyu gündeme alıp enine
boyuna tartışma ve karar alma mümkün olmadığından, söylenenler söylendiği ile
orada kalıyordu.
Yine Gezi esnasında sonra da dayanışmalarda, insanların
karar almaktan hatta oylama yapmaktan çekindikleri gözleniyordu. Oylamaların azınlığın
hakkını yeterince gözetmeyeceği yaklaşımı egemendi. Buna karşılık azınlığın
hakkını da gözeten uzlaşma ve anlaşma yolu ile çözüm arandığı söyleniyordu.
Ama bu tür “çözümler” de aslında tamamen örgütlü küçük grupların
manüplasyonuyla kolayca yönlendirilmiş “çözümler” oluyordu.
Bunun üzerine, acaba bu azınlık hakları korkusunu giderecek
başka teknikler, araçlar var mı diye düşünmeye ve araştırma yapmaya başladım.
Elbette burjuvazi her zaman ezilen sınıflardan daha
elverişli koşullarda ve daha akıllı olduğundan, acaba burjuvazi bu alanda bir şeyler
yapmış mı, onlardan bir şeyler öğrenebilir miyim diye Lenin’in de yöntemine
uyarak özellikle menajerlere falan yönelik teknikler konusuna ilişkin alanlarda
araştırma yaparken tesadüfen Systemisches Konsensieren (Sistemli
Uzlaşma) başlıklı siteye rastladım.
Avusturya kaynaklı bir siteydi ve Almanca anlayabildiğim
için, biraz inceleyince tam da aradığım konuda olduğunu gördüm.
Dikkatlice inceleyince azlında çok basit, çok verimli ve çok
akıllıca bir yöntem olduğuna ilişkin kanım giderek güçlendi ve niye şimdiye
kadar böyle bir yöntemi akıl edemedim diye kendime de epey kızdığım oldu.
Konuya biraz hâkim olunca 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle
yazdığım bir yazıda pratik bir öneriyle bağlantılı olarak bu yöntemi tanıtmaya
çalıştım.
Ancak hiçbir yankı görmedi. Daha sonra özellikle Don Kişot’taki
forumlarda bu yöntemi tekrar tekrar tanıtıp uygulamayı önersem de yine bir
yankı görmedi.
Bu arada Gezi’nin kalıntıları da dağılma sürecine girmişti.
Bu arada, Radikal Demokrasi diye bir e-mail grubu kurduk:
Grubun nasıl bir yöntemle karar alabileceği üzerine bir tartışma yapıp bu
yöntemde karar kıldık. Ham de bizzat bu yönteme dayanarak.
Müthiş pratik, uzun tartışmaları kısaltıcı, son derece dakik
kararlar almaya imkân tanıyan özelliklerini bizzat denemeyle de görmüş olduk.
*
Aslında şimdiki Referandum, bu yöntemin ne kadar hayati olduğunu
gösteren en can alıcı örnek.
Öte yandan hayır Meclisleri ve diğer girişimlerin
çalışmalarında karar alabilmeleri için de harika bir araç.
Ne yazık ki, bilinmiyor ve olanakları görülmüyor.
Biz de bu birkaç yazıda tanıtmaya ve olanaklarını göstermeye
çalışacağız.
Ancak yöntemin daha ayrıntılı bir açıklamasına geçmeden
önce, Haziran 2014 seçimlerinde yazdığımız ve bu yöntemi önerdiğimiz yazıyı
koyuyoruz.
Orada ilk kez bu yöntemi somut bir bağlamda önerirken aynı zamanda
kısa bir açıklamasını da yapıyoruz.
Bu yazı aynı zamanda yazıda dile getirdiğimiz önerileri HDP
önerseydi bugün nerelerde olabileceğimiz hakkında da bir fikir verir.
24 Şubat 2017 Cuma
Cumhurbaşkanlığı
Adayı ve Seçim Yöntemi Üzerine HDP’ye Bir Öneri
Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye’de Batıda demokratik bir
hareket ve partner olmadığı için, adeta bu hareketi yaratmaya kendisi soyunmak
zorunda kaldı. Ve herkese bunun adresi ve örgütsel ifadesi olarak HDP’yi
gösterdi. Hazır ve yerleşmiş bir örgütü (BDP) bir kenara koymayı;
destekçilerinin önemli bir kesiminin direnişini ve hatta desteklerini çekme
tehditlerini bile göze alan stratejik bir karardı bu. Kanımızca
“Türkiyelileşmek” de denilen bu strateji özünde doğru bir yaklaşım ve karardır.
Bir kararın doğruluğu onun gerçekleşme şansı olup olmadığına
göre ölçülemez. Özünde doğruysa bir girişimin başarı şansı olup olmadığına bile
bakılmaz, çünkü doğru bir şeyi savunurken yenilmek bile zaferdir. Ama yanlış
bir amacın zaferleri bile yenilgidir. Tabii biz zafer ve yenilgiden söz ederken
hep ezilenlerin yenilgi ve zaferlerinden söz ediyoruz.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu kararı karşısında kimileri
gibi başarı “şansın yok bu işi bırak, Türkiye’yi de bize bırak” (Örnek olarak
bakınız: Metin Kayaoğlu, “Yeni-HDP:
Olmayacak dua veya simya” veya Ferda Koç, “BDP
“Türkiyelileşme”li mi?”) tavrı içinde değiliz. Sizin amacınız, programınız
ve sorunu koyuşunuz doğruysa, Kürt hareketinin bu davranışında bir rakip değil
aslında bir müttefik ve imkân görmeniz gerekirdi diyoruz. Bu nedenle bu gibilerden
farklı olarak başarısı için de kafa yoruyoruz. Zorluklarını biz de söylüyoruz.
Ama el birliğiyle açıkça tartışarak çözümler bulma amacıyla. Ve her adımda değiştirmesi için somut
önerilerde bulunuyoruz.
Örneğin Kürt Hareketi’nin bugünkü programının, dayandığı
güçlerin (küçük sol örgütler vs.) ve
HDP-HDK’nın örgütsel yapısının (bireysel üyelik yerine örgütsel temsil) bu
stratejiye uygun düşmediğini söylüyoruz.
Ancak bunlar düzeltilse bile, yeni bir stratejik yöneliş
sadece programın, güçlerin ve örgütsel araçların doğru seçimi ile de başarıya ulaşamaz. Bir seri taktik manevralar ve küçük de olsa
başarılar gerektirir.
Bu yazımızda da, Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle taktik
alanda nasıl bir esneklikle davranılması gerektiğini somutlamayı deneyelim.
Çünkü HDP’nin Türkiye’nin acil sorunları ve tartışmalarına katılması ve somut
tavırlar koyması gerekir ki, şu “Kürt Partisi” imajından ve yapısından
kurtulabilsin.
*
Bir hafta kadar önce HDK-HDP çevrelerine yakın ve HDK’da
çalışan bir arkadaş, “bakalım sen şu
fikre ne diyorsun, Cumhurbaşkanlığı adayı için HDP’nin Mehmet Bekaroğlu’nu
göstermesine ne dersin?” deyince. “Çok
güzel ve doğru bir olur” diye cevap verdim. Arkadaş da soldaki geniş bir
çoğunluğun böyle önerileri tartışmayı bile reddettiğini aktardı.
Aslında ben de böyle bir isim arıyor ve bu konuda bir yazı
yazmayı düşünüyordum. Ayrıca bu vesileyle, taktik manevralar ve bunların
önemini ele alan bir yazı yazmayı hedefliyordum. Sol sekter politikalar “biz parlamenter mücadeleyi mi esas alacağız
ki aday gösteriyoruz; bizi Cumhurbaşkanlığı seçim ilgilendirmez” gibi
argümanları çok kullandığından, bunların yanlışlığını göstermek; yeni
kuşakların sosyalist siyasi ve teorik eğitimi için de iyi bir vesile idi bu
konu.
İşin doğrusu Türkiye’de kim kimdir çok bilmediğimden, aklıma
Bekaroğlu gelmemişti ama örneğin bildiğim birkaç isimden biri olan Sami Selçuk
gibi bir isim gelmişti. Erdoğan karşısında en kabul edilebilir, en demokrat, en
optimum aday kum olabilir sorusunun cevabını arıyordum.
Ancak bu gibi konularda, taktik içinde taktikler de yapmak
gerekebilir. Örneğin sizin hakkınızda ön yargılar varsa ve sizin birini aday
göstermeniz o kişi için olumsuz ve desteği azaltıcı bir etki yaratacaksa, sanki
sizin öneriniz değilmiş gibi yapmanız veya başka birini öneriyi yapmaya razı
edip, sonradan trene biner gibi yapmanız gerekebilir. Savaş ister askeri, ister
sosyal ve ister biyolojik olsun, bir anlamda karşı tarafı yanıltmaya da
dayanır. Neredeyse bütün canlıların düşmanlarını yanıltmak için görünümlerinde
yaptıkları adaptasyonlar bile savaşın yasalarıyla ve bu yasaların içinde
yanıltmaların önemli payıyla ilgilidir. Bu nedenle konuyu somut bir isim
üzerinden tartışmanın, eğer öyle bir olasılık varsa bile bizim gibi iflah olmaz
bir komünistten gelmesinin o isme zarar vereceğini düşünerek, dolayısıyla
yanlış olabileceği düşüncesiyle bir bekleme ve gözleme döneminde bulunuyordum.
Arkadaş da aynı yaklaşımdaydı ve Bekaroğlu gibi birinin
adaylığını BDP’nin değil de, örneğin her partiden nispeten aykırı ve bağımsız
birkaç milletvekilinden oluşan bir grubun göstermesinin daha etkili olabileceği
yönündeki görüşünü ifade etti. Bizce de elbet böyle davranılabilirdi ve bunu
bozacak bir davranıştan kaçınılmalıydı. Bu nedenle yazarsam genel bir yazı
yazacağımı arkadaşa da belirttim.
Birkaç gün sonra başka bir arkadaş, bize, Birgün gazetesinde “Muhalefetin
Cumhurbaşkanı adayı kim olmalı?” başlıklı kocaman bir Bekaroğlu
resminin de bulunduğu, imzasız ve sadece editörün adı olan bir yazı gösterdi.
Yazı’da Bekaroğlu öneriliyordu.
Yazıyı okuyunca, aslında yazının görünenin tam tersi bir
amaç için yazıldığı sonucuna ulaştım. Arkadaşa, “HDP’nin ve Bekaroğlu’nun önünü
kesmek için yazılmış bir yazı, gerçekte göründüğünden tam zıddına hizmet
ediyor” diye yorumladım. Gösteren arkadaş da aynı yorumu az önce kendisinin de
yaptığını söyledi.
Yazı ismi açıkça zikrederek, yukarıda değinilen
inceliklerden yoksun davranarak hem Bekaroğlu’nun, hem de eğer bir girişimi
varsa HDP’nin önünü kesiyordu. Bir de Bekaroğlu’na dört farklı güç diye dört
CHP’liyi (Mansur, Pavey Oktay, Tanrıkulu) sözde dört farklı eğilim veya
partinin temsilcisi gibi “çalışma
arkadaşı” olarak öneriyordu.
Madem Birgün (ve
muhtemelen CHP) böyle bir hamleyle Bekaroğlu’nun önünü kesmeye çalışıyor ve
eğer varsa Bekaroğlu’nun adaylığını önerecek HDP’nin böyle bir girişimini
sabote ediyor, o zaman HDP’nin bu durumu veri kabul edip; açık bir tavırla
Bekaroğlu’nu önermeli ve bunu savunmalıdır.
Bu nedenle, HDP’ye Bekaroğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak,
ama kendi adayı olarak değil; tüm toplumun kabulüne en uygun aday olarak
gördüğü için önerdiğini, açıkça ilan edip savunmasını öneriyoruz.
HDP bu önerisini Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin bir değişik
seçim sistemi önerisiyle birlikte önermeli ve toplumu bu konuyu tartışmaya
çekmeyi de denemelidir.
Seçtiremese ve başarıya ulaşamasa bile tartışılmasının
kendisi HDP’nin muazzam bir yol kat edip Türkiye Politikası’na ayak basmasını;
önyargıların yıkılmasını sağlamış olur.
Yani HDP’nin stratejik hedefleri açısından Batı’da “Kürt
partisi” imajından kurtulmak için bir taktik hamledir tartıştığımız konu.
Türkiye Partisi olma amacına hizmet edip etmediği açısından doğruluğu ve
yanlışlığı tartışılabilir.
*
Bekaroğlu’nun ön büyük özelliği şudur. Hem iktidarın içinden
çıktığı politik İslam kesimindendir, yani onların çok büyük bir bölümü için
kabul veya tercih edilebilecek en azından tam bir retle karşılanmayacak bir
isimdir; hem insan hakları ve hukuk alanındaki tavrıyla İktidarın karşısındaki
kesimlerin (CHP) ve Kürt hareketinin de saygı duyduğu ve kabul edilebilir bir
isimdir. Ayrıca bütün söz ve davranışlarının ardına sinmiş bulunan, özünde
devletin uzun vadeli çıkarlarını savunan perspektifiyle derin devletin ya da
“Devlet Aklı”nın uzun vadeli düşünen kesimlerinin bile desteğini veya hayırhah
bir tarafsızlığını sağlayabilecek ve direncini minimuma indirebilecek bir
isimdir.
Bütün bu özellikleri ona Erdoğan karşısında, eğer karşı karşıya
kalırlarsa, daha büyük bir şans verir. Ve böylece Erdoğan, bir anda “Dimyat’a
pirince giderken, evdeki bulgurdan” olabilir. Erdoğan’ın böyle bir yenilgisi
Türkiye’deki demokratik güçlere bir kendine güven; iktidarın mutlak gücünü
biraz olsun dengeleyecek; demokratik ve insan haklarına nispeten daha duyarlı
bir karşı güç de daha geniş bir hareket alanı sağlar.
Ama burada bizim açımızdan esas önemli olan, bunu açıkça
savunması halinde, HDP’nin uzlaşmalara ve herkesin kabul edebileceği isimlere
açık tavrı ve bu tavrını açıkça savunmasıyla kat edeceği önemli mesafedir.
Böylece Kürt gettosundan çıkıp başka kıtalarda küçük de olsa bazı köprübaşları
elde edebilir.
Tabii bu öneri sadece böyle kalmamalı. Aynı zamanda
Cumhurbaşkanı Seçimi için somut bir seçim kanunu ve biçimi değişikliği
önermeli. Önerilmesi gereken biçimi aşağıda ayrıntısıyla açıklayacağız. Şöyle
özetlenebilir; yurttaşların kimi
istediklerine göre değil; kimi ne kadar istemediklerine ilişkin bir oylama ve
yöntemle Cumhurbaşkanlığı seçimi.
Bu ne demek?
Demokrasi bizim kafamızda oylama ve çoğunluk ile özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi de zaten bu yöntemle yapılacak. En büyük çoğunluğun oyunu alan seçilecek. Ancak bu yöntem, Cumhurbaşkanlığı için en uygunsuz yöntemdir.
Demokrasi bizim kafamızda oylama ve çoğunluk ile özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi de zaten bu yöntemle yapılacak. En büyük çoğunluğun oyunu alan seçilecek. Ancak bu yöntem, Cumhurbaşkanlığı için en uygunsuz yöntemdir.
Neden?
Cumhurbaşkanı aynı zamanda devletin başkanı olduğundan;
devlet de siyasi farklı görüşler karşısında en azından teorik olarak tarafsız
olası gerektiğinden, birçok ülkede ve zamanda bile, Cumhurbaşkanı seçilirken,
istediği adayı seçtirebilecek güçteki partiler bile, diğer partilerin de kabul
edebileceği; çok fazla itiraz etmeyeceği; en azından devletin tarafsızlık,
siyasi görüşlerden bağımsızlık imajını zedelemeyecek adaylar göstermeye dikkat
ederler. Yani tüm yurttaşlar onda kendinden bir şeyler bulmalıdır.
Erdoğan’ın adaylığı ise bu durumun tam tersi bir anlama
geliyor ve kökten bir anlayış değişikliği ve güç dağılımı yaratıyor. Erdoğan
hem bir partinin görüşlerini savunuyor; hem de o parti içindeki en
kutuplaştırıcı olan çizgiyi temsil ediyor. Bir CHP’li bile bugünkü durumda,
diyelim ki, Erdoğan ve Gül arasında bir seçim yapmak durumunda kalsa, Gül’e
oyunu verme eğilimi gösterir.
Yani Erdoğan’a oy verecekler, seçmenlerin yarısı veya yakını
olabilir ama ona neredeyse yüzde yüz karşı olanlar ve onu kendi varlıkları için
bir tehdit olarak görenler de nüfusun bir diğer yarısını veya yarısına yakınını
oluşturmaktadır.
Bu aynı zamanda iki sonuç ortaya çıkarmaktadır.
Birincisi, tehlikeli bir kutuplaşma. Bu kutuplaşma ilk
krizde çok ciddi çatışmalara ve iç savaşa bile evirilebilir. Böyle bir gidişte
Ordunun ve bir darbenin tekrar bir kurtarıcı olarak karşılanabileceği bir durum
ortaya çıkabilir. (ki böyle giderse gidiş bu yöndedir. Darbe ve Kemalizm
karşıtı liberallerin olayların böyle bir evrimi içinde tıpkı Mısır’ın
liberallerinin Sisi’yi daveti gibi, bir Türk Sisi’sini memnuniyetle
karşılayacakları bile görüler. Bu bizi şaşırtmaz, çünkü bugünün liberalleri
aslında bir zamanların darbecileriydi. Onlardaki değişim kökten ve metodolojik
değildi. Gün Zileli gibi bir “Anarşist” bile seçimlerde CHP’ye oy verin çağrısı
yaparken bunun ipuçlarını veriyordu.)
Ama bu kutuplaşma ve riskin artması, bizzat kutuplaşmanın
kendisine karşı güçlerin de direnme ve birleşme eğilimlerini güçlendirir. Yani
AKP’ye oy veren hiç de küçümsenmeyecek bir kesim, Erdoğan’ın kutuplaştırıcı ve
nüfusun geniş bir kesiminde total bir ret oluşturacak adaylığı karşısında,
başkalarının ve kendilerinin de kabul edebileceği; daha geniş bir kesim
tarafından benimsenebilecek bir adaya oy vermeye eğilimlidir. Türkiye’de “halkın
sağduyusu” denen veya denecek şey de budur.
İşte Bekaroğlu’nu Erdoğan karşısında şanslı yapabilecek olan
tam da böyle bir durum için en ideal isimlerden biri olmasıdır. Yani en çok oy
alacak değildir ama belki en az reddedilecektir. En az reddedileni bulma da bir
demokrasi yöntemdir. Hatta dünyanın en eski ve en yaygın demokratik karar
yöntemidir.
*
Bu yöntem son yıllarda matematikçi, bilgisayarcılarca da
geliştirilip bilimsel bir kavram ve işleyişe de kavuşturulmuştur. Buna
Almancada SK Prensibi, yani Sistematik Uzlaşma Prensibi diye çevrilebilecek bir
isim verilmektedir (Das
SK-Prinzip: Systemisches Konsensieren).
Bu prensip özünde demokrasinin en eski, yaygın ve
kendiliğinden biçiminin nicelleştirilmiş ve geliştirilmiş bir biçiminden başka
bir şey değildir.
Modern toplumda demokrasi, yani karar alma çoğunluk oy ile
belirlenmektedir ve demokrasinin bundan başka yolları olmadığı gibi yanlış bir
fikir kafalarımızda yer etmiştir.
Ancak binlerce yıldır uygulanan; kendiliğinden uygulandığı
için ismi bile olmayan bir karar yöntemi daha vardır. Herkes için en kabul edilebilir olanı bulma.
Diyelim ki bir akşam dört arkadaş bir yerde yemek
yiyeceksiniz. Önünüzde de dört alternatif var. İki arkadaşınız A lokantasına
gitmek istiyor; Biri B’ye biri de C’ye. D hiç kimsenin tercihi değil. Burada
klasik oylama ile A oyların %50’sini aldığı, B ve C %25’de kaldığı için, A
seçilir. Diğerleri bu demokratik sonuca uymalıdır denir.
Ama bu yöntemle alınan kararın uygulanması arkadaşlıkların
bozulmasına veya bir arkadaş kendini iyi hissetmediği için bütün gecenin berbat
olmasına da yol açabilir.
Çünkü bu kendiliğinden binlerce yıldır uygulanan demokraside
herkes şu soruları da sorar kendine: Kim hangisine ne kadar karşı? Yani B ve C,
A’ya gidilmesine yüzde yüz karşı olabilirler; A da B ve C’ye gidilmesine karşı
olabilir. Fakat bunların hepsi, hiç oy almamış ve kimsenin birinci tercihi
olmayan D’ye gitmeye özel bir karşıtlıkları olmayabilir. Yani D, hepsi için
kabul edilebilir bir alternatif olarak ortaya çıkar. Bu durumda ilk çoğunluğa
dayanan oylamada hiç oy almayan D, üzerinde en geniş uzlaşma sağlanan ve
seçilen olur. Birincisinin yüz seksen derece zıttı ve muhtemelen kimse de
kendini çok kötü ve çiğnenmiş hissetmeyeceğinden güzel geçmiş bir yemek ve
geceli bir sonuç.
Günlük hayatımızda, küçük arkadaş gruplarında farkına bile
varmadan aslında sürekli olarak bu tür bir demokrasiye göre öneriler yapar ve
kararlar veririz. En az rahatsızlık yaratacak olanı; en kabul edilebilir olanı
ararız. Bir öneriyi yaparken en çok arkadaşın kabul edeceği; herkesin kendini
olabilecek en iyi şekilde hissedeceği optimum biçimleri önerir veya bu yönde
kararlar veririz. Optimum kavramı aslında tam da bu duruma denk düşer. Doğa,
organ ve canlıların yapısını; teknik aletleri şekillendirirken bu
uzlaşmalardan; herkes için en kabul edilebilir olana göre davranır.
Dikkat edilirse burada karar evet oyları üzerinden değil; kimin neye ne kadar karşı olduğu, hayırlar üzerinden yapılmaktadır.
Örneğin alışılmış çoğunluk prensibine göre Erdoğan’ın
seçilme şansı, CHP ve MHP’nin ortak aday göstermesi halinde bile çok
yüksektir. Ama “Sistemik Uzlaşma” veya
en az reddedilen en çok kabul gören adayın seçilmesi prensibine göre Erdoğan
seçilme olasılığı en zayıf adaydır.
Bu tür oylamada, herkese kimin için oy verdiği değil; kime
ne kadar karşı olduğu sorulur. Örneğin 0 ve 10 arası bir karşı oluş skalası
vardır herkesin. 0 İtiraz yok, 10 ise kesin ret, aradaki rakamlar da sizin
sübjektif olarak vereceğiniz karşı oluşunuzu yansıtan derecelerdir.
Bu durumda, böyle bir oylamada, nüfusun en az üçte birlik
bir bölümünün Erdoğan için kesin ret oyu vereceği açıktır. Ama aynı kişiler
örneğin bir Bekaroğlu için 0 veya düşük ret derecelerinde oy verebilirler. Aynı
durum AKP’liler için de geçerlidir. Diyelim ki Kılıçdaroğlu da karşı aday,
Bahçeli de bir aday ve HDP’nin adayı Bekaroğlu ve HDP bunu bir uzlaşma adayı;
herkesin üzerinde anlaşabileceği bir aday olarak ilan ettiğini; aslında kendi
görüşlerine denk düşen bir aday olmadığını ilan ediyor.
Böyle bir durumda, eğer dünyanın en eski yöntemi olan ve her
gün küçük gruplarda binlerce kez uygulanan yöntemle seçim yapılsa, diyelim ki
bir Kılıçdaroğlu ve Bahçeli de AKP’lilerden çok büyük ret dereceleri alırlar
ama örneğin Bekaroğlu AKP’lilerden o kadar büyük ret oyu almayabilir. Bu
durumda matematik olarak seçilme şansı en büyük aday Bekaroğlu olur.
HDP bu yöntemi, Cumhurbaşkanlığı gibi, tüm siyasetler ve
partiler karşısında tarafsız olması gereken yerler için resmi ve kanunla
tanınmış bir yöntem olarak önermeli ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin bu yöntemle
yapılmasını da istemelidir. Böylece bu konuyu kamuoyunun tartışmasına
sunmalıdır. (Böylece ülkedeki demokrasi kültürünün gelişmesine de epey bir ek
katkı yaparak çok hayırlı başka bir iş daha yapmış olur.)
Bu durumda Erdoğan’a ve AKP’yi, şunu da demiş olur. “Evet,
çoğunluğu alabilirsiniz. Ama Nüfusun çok büyük bir kesiminin tamamen reddettiği
bir aday olmadığınızı da gösterin. Siz tüm halkın mı bir Partinin mi
Cumhurbaşkanı olacaksınız?”
Erdoğan bunu reddettiğinde, aslında kabul edilebilirlik ve
uzlaşma aramadığını; devlet başkanlığı makamını kendi politikasının aracı
olarak kullanacağını; devletin tarafsız olması gereken gücünü ve olanaklarını
kendi görüşleri ve partisi için kullanacağını itiraf etmiş olur. Erdoğan’ın ne
kadar uzlaşmaz bir politikanın izleyicisi olduğu ortaya çıkar. Erdoğan’ın
başkanlığının riskleri daha iyi kavranır ve yaratmak istediği cepheleşme
engellenebilir. Bunun yerine uzlaşma arayanlar ve aramayanlar şeklinde başka
bir bölünme çizgisi geçirilir.
Ve bu da Erdoğan’ın tecridine ve giderek bu uzlaşmazlığın,
kutuplaştırmanın karşısında olanların, uzlaşmazlığı ret korusunda bir uzlaşma
yapmalarına yol açabilir.
Tabii böyle bir durumda, halkın sağduyusu, binlerce yıldır biriktirdiği
tecrübesi, en azından akacak bir kanal bulmuş olur.
Çünkü halk MHP ve CHP’nin AKP’den bile daha berbat
politikaları ve muhtemel adayları karşısında sağduyusunu dışa vuracağı bir
kanaldan bile yoksundur.
Ama böyle bir alternatif olduğunda, bu kanala akarak
(Örneğin 12 Eylül döneminin sonunda Cuntanın adayı karşısında Sunal’ı
reddederek veya 2002 Seçimlerinde bütün diğer partileri sıfırlayarak bunu
yapabildiğini göstermiştir) birden bire tüm dengeleri değiştirebilir.
Tabii HDP, açıkça Bekaroğlu’nu kendi politikalarına en yakın
değil; toplumun en geniş kesimlerinin uzlaşabileceği bir aday olduğu için
önerdiğini açıkça belirtmelidir.
İşte HDP’ye önerilen Cumhurbaşkanı adayı ve yöntemi özetle
böyledir. Açıkça tartışılması dileğiyle.
Demir Küçükaydın
04 Haziran 2014 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder