Bu referandum bir yandan çoğunluk azınlık; bir yandan
kararların kimler tarafından nasıl alınabileceği; haklar üzerine karar alınıp
alınamayacağı gibi konuları gündeme taşımış bulunuyor. Bütün bu konular aslında
Demokrasi başlığı altında toplanabilir.
Acil olarak #HAYIR dense, çoğunluğu kazansa ve diktatörlük
bir yenilgiye uğratılsa bile, demokratik bir toplumun kurulması demokrasinin
demokratik bir anlayışının toplumda genel kabul görmesiyle mümkün olabilir.
Bu nedenle bu #HAYIR çalışmaları bağlamında demokrasi
konusundaki kavram kargaşasına bir ölçüde olsun son verebilmek için bir seri
yazılar yazmak gerekecektir.
Bu nedenle, önce Demokrasi’nin Politik (Hukuki) ve
Sosyolojik anlamlarını ayırıp, bu konuda bir temel açıklık getirmek önemlidir.
Bu temel olmadan demokrasi üzerine her söz havada kalmaya mahkumdur.
Demokrasinin Politik ve Sosyolojik anlamlarının farkını göstermek
için Özgürlük kavramı tipik birörnek olarak alınabilir.
Sosyolojik anlamıyla Demokrasi
ve Özgürlük bir arada bulunamaz; iki ayrı dünyadırlar.
Politik veya Hukuki anlamıyla ise, Demokrasi ve Özgürlük birbirinden ayrı olamaz; aynı dünyaya
aittirler.
*
Hepimizin kafasında demokrasinin özgürlükler olmadan var
olamayacağına ilişkin sarsılmaz bir yargı vardır. Yani Demokrasi ve Özgürlük
kavramları birbirinden ayrılmaz görülür. Ancak bizler böyle
düşünürken aslında demokrasiyi ve özgürlüğü bilimsel
veya sosyolojik değil; politik veya hukuki kavramlar olarak
tanımlamış oluruz.
Demokrasinin ve özgürlüğün sosyolojik anlamları üzerine kafa
yorduğumuzda demokrasi ve özgürlüğün ayrılmazlığı bir yana, bir arada bulunamayacağını görürüz. Neden
ve nasıl?
Sosyolojik olarak, yani bilimsel bir demokrasi kavramına
ulaşmak için, demokrasinin işlevi ve hangi koşullarda var olabileceği
konusunda bir açıklığımız olması gerekir.
Demokrasi kararların
nasıl alınabileceği ve alınması
gerektiği sorusuyla ilgilidir. Ama bunun için öncelikle karar alma gibi gerekliliğin
ve imkânın nasıl ve hangi tarihsel
koşullarda ortaya çıkabileceği sorusuna cevap vermek gerekir.
Öte yandan karar, adı üstünde uygulanmak üzere alınır?
Peki, birileri karara uymaz veya uygulamazsa ne olur?
O zaman uymasını sağlamak gerekir, yani yaptırım ve zor.
Yani Demokrasi ile zor ve yaptırım arasında kavramın
içeriğinden doğan zorunlu bir ilişki vardır. Demokrasi ancak zor ile bir arada bulunabilir. Zor ve demokrasi zıt değil, birbirine bağlı kavramlardır.
Ama sorun burada da bitmez, sınırları belirli bir topluluğun
varlığı da demokrasinin bir olmazsa olmazıdır.
Yani kararlara kimler katılacak ve/veya kimler için geçerli
olacaktır?
Bir sürüde
demokrasi mümkün değildir. Çünkü sürüde karar ve yaptırım olmaz. Sürü kavramının
kendisi zaten bunu dışlar; bir araya geliş tamamen gönüllüdür ve her birey
istediği zaman ayrılabilir. Sürü sadece bir arada bulunmanın avantajlarından
yararlanır.
Ya da gönüllülerden oluşan ortak çıkarlar arasında geçici
olarak bir araya gelmiş çetelerde de
demokrasi olmaz. Herhangi bir karar hoşlarına gitmediğinde ayrılırlar.
Kararlara uyma gönüllüdür. Zor veya yaptırım yoktur. Ama kararlara gönüllü
katılım olabilir.
Ama toplum, parçanın bütüne tabi olduğu; ortak bir iradenin
bulunduğu bir birliktir. Bunun için de topluluğun sınırları ve o sınırın içindekilere yaptırım (Ceza, zor) toplum olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Yani sınırları
belirlenmiş bir topluluk ve ortak bir
irade ve bu iradeyi uygulayacak zor,
toplum olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Bunların olmadığı yerde toplum değil sürü veya çete vardır.
*
Tarihsel olarak Homo Sapiens en azından 200.000 yıldır;
insan türü de en azından 2.000.000 yıldır var olmasına rağmen, toplumun şunun
şurasında 70.000 veya 100.000 yıldır vardır.
Çünkü en eski sanatsal ya da dinsel bir anlamı deniz kabuklarından
süslere vs. ancak bu tarihten sonraki kalıntılarda rastlanabiliyor. Ondan
önceki en azından yüz veya yüz otuz bin yıl boyunca, Homo Sapiens var olmasına
rağmen böyle kalıntılara rastlanmıyor. Yani İnsan
türü ve sürüleri vardı ama toplum yoktu. Bu nedenle, toplum insandan farklı
kendisi ayrı bir canlı türüdür de denebilir. Topkı bir karınca kolonisinin tüm
koloni olarak bir canlı olması gibi; çok hücreli hayvanların hücrelerinden
farklı olarak ayrı bir canlı olmaları gibi, toplumdaki insanlar da, vücuttaki
hücreler veya kolonideki karıncalar gibi ayrı bir canlı değildirler. Toplumun
kendisi tek bir canlıdır. Ve bu canlının ilk yaptığı da yeryezendeki insan
türlerini yok etmek olmuştur. Bu nedenle yernyüzürde bugün var olan bütün
insanlar 70.000 yıl önce yaşamış bin kişi kadar bir popülasyondan
gelmektedirler. Bütün diğer homo Sapiens sürüleri de bu Toplum denenm canlı
tarafından yok edilmiştir.
Bu verilerden hareketle şöyle bir varsayımda bulunulabilir: Toplum denen varoluş biçimi ve toplumsal denen
hareket biçimi, en fazla 100.000 yıldır vardır ve daha büyük bir olasılıkla
çok daha yenidir ve muhtemelen ilk kez 70.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Ondan
önce en azından 100.000 yıl boyunca bizlerle tümüyle özdeş biyolojik ve mental
özelliklere sahip olmalarına rağmen Homo Sapiensler sürüler halinde
yaşıyorlardı. Bu dönemde yeryüzünde birçok başka insan türü de vardı.
Bunun şöyle bir sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsanın “toplumsal bir hayvan” olarak tanımlanması
yanlıştır. Çünkü insan türünün tarihinde toplumun
ortaya çıkmadığı; yani sınırları belirli ve yaptırımları olan birliklerin
ortaya çıkmadığı çok uzun bir dönem vardır.
Peki, bir toplumun sınırlarını ve o sınırlar içindekilerin
ilişkilerini ne belirler?
Din.
Din’in esas işlevi budur. O halde, Toplum dinin ortaya
çıktığı noktada çıkar. Ondan öne, toplum değil sürü vardır. Dolayısıyla demokrasinin
de koşulu olan, karar ve yaptırım gibi olmazsa olmaz iki özellik yoktur.
O halde, demokrasi ancak toplumun ortaya çıktığı andan
itibaren var olabilir.
Demokrasi bu karar ve yaptırımın nasıl oluşacağına ilişkin
bir cevaptır.
Toplum demokrasinin var oluş koşuludur.
Ama toplum da topluluğun sınırlarını, ilişkilerini,
kurallarını ve yaptırımlarını belirleyen din denen şeyin ortaya çıktığı noktada
var olabilir. O halde sosyolojik ve tarihsel anlamıyla dinin olmadığı yerde
toplumdan toplumun olmadığı yerde de demokrasiden söz edemeyiz.
Elbette parçayı bütüne tabi kılan bir topluluk biçimi,
gönüllü bir araya gelişten oluşan ve hiçbir ortak irade gösteremeyen bir topluluk
biçimine göre, yiyecek kaynak ve alanlarını ele geçirmede çok büyük avantajlara
sahip olur.
Tam da bu nedenle, ilk kez bir dini olan, sürüden topluma
geçen topluluk ya da popülâsyon, yeryüzündeki bütün diğer henüz topluma
geçememiş diğer Homo Sapiens sürülerini veya Homo Neandertal vs. gibi diğer
insan türü sürülerini yok etmiştir.
Bu nedenledir yeryüzünde en az 200.000 yıldır Homo Sapiens
var olsa da bugün yeryüzündeki tüm insanların 70.000 yıl önce yaşamış küçük bir
popülâsyondan, hatta aynı fiktif (hayali) “mitokondriyal
Havva”dan gelmelerinin nedeni. Sürüden topluma geçişin, bu “büyük patlama”nın “arka plan ışıması” gibidir tüm insanların 70.000 yıl önceki bir
kadından geliyor olmaları yoksa Endenozya’da patlayan bir yanardağın, tüm diğer
insan sürülerini yok etmesinin değil.
*
Toplum ortaya çıktığı andan itibaren, sosyolojik kavramların konusu ortaya çıkar.
O zaman soru şudur?
Topluluğun genel çıkarı için bir iradenin ve bu iradenin
gerçekleşmesi için de yaptırımın sürü ile toplumun farkını oluşturduğun
söyledik.
Peki, hem toplumun var
olduğu, hem de ortak irade ve yaptırımın
olmadığı bir varoluş mümkün müdür?
Yani ortak irade ve yaptırım olmadığı takdirde sürüye
dönülmüş; toplum denen varoluş biçimi son bulmuş olmaz mı?
Ortak irade ve yaptırım olmadan da toplumsal var oluşun
mümkün olduğu bir durum olabilir mi?
Bu sorunun cevabıyla özellikle Devlet bağlamında Marks,
Engels ve Lenin ve çeşitli Marksistler de başka bağlamlarda ilgilenmişlerdir. Esas
olarak bunun mümkün olduğunu söylemişler; bunu devletin, zorun, hakkın ve
eşitliğin geçerli olduğu dünyanın aşıldığı;
özgürlükler âlemi veya “komünist
toplumun üst aşaması” olarak tanımlamışlardır.
Örneğin şu alıntılara bakalım.
Marks: “bütün kolektif
zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra - ancak o zaman,
burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının
üzerine şunu yazabilecektir: "Herkesten
yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!””
Engels: “Ve
özgürlükten söz etmenin olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak var olmaktan
çıkar. Bundan dolayı, devlet sözcüğünün yerine, biz her yerde, Fransızca
"komün" sözcüğünü çok iyi karşılayan o nefis eski Almanca sözcüğün,
"ortaklık" (Gemeinwesen) sözcüğünün konmasını önerirdik"
Veya Lenin: “Biz
(…)genel olarak insanlar üzerinde uygulanan her tür zorun ortadan kalkmasını
son erek olarak alıyoruz. Biz, azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi ilkesine
uyulmayacağı bir toplumsal düzenin çıkagelmesini beklemiyoruz. Ama biz,
sosyalizmi yürekten dileyerek inanıyoruz ki, sosyalizm, evrimi içinde komünizme
varacak ve sonuç olarak, insanlara karşı zora başvurma zorunluluğu, bir insanın
bir başka insana, nüfusun bir bölümünün nüfusun öteki bölümüne boyun eğme
zorunluluğu [sayfa 109] büsbütün oltadan kalkacaktır; çünkü insanlar, zor ve boyun
eğme olmaksızın, toplum halinde yaşamanın yalın koşullarına uymaya
alışacaklardır.”
Yine Lenin’den: “Demokrasi,
eşitlik demektir. Proletaryanın, sınıfların ortadan kalkması anlamında almak
koşuluyla, eşitlik ve eşitlik sloganı için savaşımının taşıdığı çok büyük önem
kolay anlaşılır. Ama demokrasi yalnızca biçimsel eşitlik anlamına gelir. Ve
bütün toplum üyelerinin üretim araçları mülkiyetine göre eşitliği, yani emek
eşitliği, ücret eşitliği gerçekleşir gerçekleşmez, biçimsel eşitlikten gerçek
eşitliğe, yani "herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinimlerine
göre" ilkesinin gerçekleşmesine geçmek için, insanlığın karşısına
tamamlanması gereken yeni bir ilerleme sorununun dikildiği görülecektir.
İnsanlık bu yüce ereğe doğru hangi evrelerden, hangi pratik önlemlerden geçerek
gidecektir, bilmiyoruz, bilemeyiz de.”
Bütün bu alıntılarda şunu görüyoruz: bir yanda: “demokrasi”,
“zorunluluk”, “eşitlik”, “emeğin ölçü olması”; diğer yanda “devletin ortadan
kalkması”; “emeğin bir ölçü olmasının ortadan kalkması”, “demokrasinin ortadan
kalkması”, “özgürlükler âlemi”; “zenginliklerin gürül gürül akması” vardır. İki
ayrı “âlem”den, iki ayrı dünyadan söz edilmektedir. Zorunluluklar âlemi; hak eşitliğinin sağlandığı âlem, yani
demokrasinin gerekli ve mümkün olduğu âlem; özgürlükler
âlemi; eşitliğin ötesindeki âlem; demokrasinin mümkün ve gerekli olmadığı âlem.
Bunlar ne demek?
Şimdi konuya daha temelden girelim.
*
Karar, yaptırım ne zaman gereklidir? Ne zaman mümkündür?
İnsanlar için yaşam araçlarının veya kullanım değerlerinin
sınırlı olarak bulunduğu bir dünyada, karar ve yaptırım, yani toplum, insanlara
büyük bir avantaj sağlar. Ondan sonra bu yaşam ya da tüketim araçlarının toplumun
bireyleri arasında nasıl dağılacağının düzenlenmesi gelir. Sınıf mücadelesi son
duruşmada, bu dağılımın nasıl yapılacağı mücadelesidir.
Ama sınıfların olmadığı bir toplumda, gerçek eşitliği
sağlamak için, hala “çalışmayana ekmek
yok” ,“herkese emeği kadar”
ilkesini uygulamak da bir zoru ve
yaptırımı mümkün ve gerekli kılar.
Yani toplumsal zenginliğin oluşmasına yaptığınız katkı kadar
ondan pay alabilirsiniz. Bunun da tek ölçüsü vardır harcadığınız emek. Bu emeğin yoğunluğu
ve uzunluğu, verdiğiniz emeğin
miktarını dolayısıyla (yıpranma, felaketler, genişletilmiş üretim, hastalar,
eğitim, idari görevler vs. gibi belli toplumsal fonlar çıkarıldıktan sonra)
alabileceğiniz miktarı belirler.
Burada hala devlet, yani demokrasi var demektir. Ama artık
bu devlet, sınıf mücadelesinin aracı olan
bir devlet değil, hak eşitliğini
sağlamaya yarayan sosyalist ve sınıfsız toplumun bir “devleti”dir.
*
Hepsi aynı “devlet” kavramıyla karşılanmakla birlikte, şu devletleri
birbirinden ayırmak gerekir. 1) Sınıfsız toplumun hak eşitliğini sağlayan devlet (Yani sosyalizmdeki Devlet); 2)
Sınıfsız topluma geçişte işçi sınıfının bu geçişin aracı olarak egemen
sınıflara karşı kullanabileceği kendisinin kullanabileceği devlet (yani Geçiş
Dönemi devleti, yani “Proletarya Diktatörlüğü” ya da Proletarya Demokrasisi
devleti; 3) Bugünkü burjuva toplumlarının, burjuvazinin egemenliğinin aracı
olan devlet (Modern burjuva devlet);
4) bizim gibi geri ve Asyalı toplumlarda, ekonomi dışı zor ile egemenliğini
sürdüren, geçmişin kalıntısı Asyalı, keyfi, militer ve bürokrat devlet (modern araçlarla donanmış antik devlet).
Türkiye’deki mücadele henüz bu dördüncü türden devlete karşı
mücadeleden ibarettir.
Daha doğrusu esas
sorunun bu olduğunu anlatma mücadelesinden ibarettir.
Bu nedenle bütün yukarıda yazılanlar entelektüel gevezelik
vs. gibi görünebilir ama tam da bu nedenle demokrasi ve devlet konusunu öne
almak ve bu soruna yoğunlaşmak için gereklidir.
*
Hak eşitliğini sağlayan sınıfsız toplumun devletinin nasıl
bir şey olacağını somutlamak için hapishanedeki komünler gerekli değişiklikler
yapıldığında ilginç bir örnek oluştururlar.
Örneğin bir hapiste bir araya gelmiş devrimciler bir komün
kurduklarında, dışarıdan gelen yiyecek ve paraları eşit olarak paylaşmayla ve
eşit olarak emekleriyle toplu yaşamanın gereklerine katkıda bulunduklarında, hak
eşitliğini sağlayacak sınıfsız toplumun devleti gibi bir devlet kurmuş olurlar.
Bu devlet artık kendi içlerindeki bir sınıf mücadelesinin aracı değil; eşitliği
sağlamanın ve sürdürmenin aracıdır.
Diyelim ki biri nöbetinde temizliği iyi yapmadığında veya
başka bir arkadaşının hakkı olan lokumu çalıp yediğinde, sigarayı içtiğinde,
“emeğinden” daha fazlasını, hakkından fazlasını aldığı için, komündeki
arkadaşları ona yaptırım uygulanmak zorundadır. Diyelim ki bir iki kere
eleştirebilirler, nasihat verebilirler. Ama devam ederse, ya dışlanır ya da
örneğin üç gün fazladan yemek yaparak; tuvaletleri temizleyerek
cezalandırılmasına karar verebilirler.
İşte bu da Devlettir ve bir bakıma aynı zamanda en saf
biçimiyle demokrasidir. Burada devlet artık bir hak eşitliğini sağlayan, “herkese
emeği kadar” ilkesini uygulayan bir araçtır.
*
Yani toplum, zenginliklerin gürül gürül akmadığı zorunluluklar âlemindeyse, orada hak eşitliğini sağlayan bir devlet veya demokrasi hem gereklidir hem
de mümkündür.
Bu eşitliğin burjuva ufkunu aşmayan bir şey olduğunu
vurgulamak için de Marks buna “Burjuva
hak eşitliği” demiştir.
*
Peki, bu eşitliğin
ötesinde ama yine de sınıfsız bir toplum mümkün müdür?
Yani Devletin ve sınıfların olmadığı bir toplum mümkün
müdür?
Marksizm'in buna verdiği cevap, bunun mümkün olduğudur.
Bugünkü somut koşullarda şöyle bir cevap verilebilir Marksist
geleneğe uygun olarak: Evet eğer insanlık önümüzdeki birkaç yüzyılda yok olmaz
ve sermaye ve devletlerin (ulusal ve aynı zamanda sınıf mücadelesi aracı olan
devletlerin) egemenliğine son verebilirse, ondan bir süre sonra, örneğin birkaç
yüzyıl sonra, hak eşitliğinin ötesinde, toplumun bayrağına “herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneği kadar”
diye yazabileceği; yani yaptırım ve zorunluluğun ötesindeki bir âleme
geçebileceği öngörülebilir.
Eğer öyle bir âleme geçilebilirse, kozmik ya da jeolojik bir
felaket olmadığı takdirde insanların yüz binlerce yıl daha yaşayabileceği ve
insanlığın tarihinin çok küçük bir bölümünde zorunluluklar âleminde; bunun da
çok daha küçük bir bölümünde sınıf mücadelelerinin geçerli bir bölümünde geçmiş
olacağı öngörülebilir.
*
Toparlarsak, demokrasi, yani karar ve yaptırım ancak zorunluluklar âleminde mümkün ve
gereklidir. Özgürlükler âleminde
demokrasi hem gerekli değildir hem de mümkün değildir.
Ama özgürlükler âleminin önkoşulu üretkenliğin muazzam bir
yüksekliği, enerji ve madde kaynaklarının sınırsızlığı; emeğin sadece bir ölçü
olmaktan çıkışı, değil, aynı zamanda yok olması, “zenginliklerin gürül gürül akması”dır.
Yani bütün işleri robotların yapması durumunda, insanlar
cennetteki Adem ve Havva veya Olimpos’un tepesindeki eski yunan tanrıları gibi
yaşayabilirler. Orada demokrasi, zor, yaptırım, devlet olmaz. Çünkü bunlar
tarihin zorunluluklar âleminde var olabilecek pislikleridir. Özgürlükler âlemi
ise zorunluluklar âleminin ötesindedir.
Böylece “toplum” bir bakıma yok olur; insanın yaşaması için,
kıtlığın ortaya çıkardığı bir varoluş biçimi olmaktan çıkar; bolluk içinde
yaşayan insanın, birçok memeli ve kuş türü gibi, sosyal bir hayvan olmasıyla
bağlantılı; biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını gidermenin bir aracı haline
gelir. İnsanlarla ilişkiler tüm maddi bağlardan soyutlanır, tümüyle biyolojik ve
psikolojik ihtiyaçların giderilmesine yönelik olur; toplum kıtlık içinde var
olmanın aracı olmaktan çıkmış; evrimin insanın özünde geliştirdiği özelliklerin
giderilmesinin bir aracı haline gelmiştir.
Toparlarsak, demokrasi zorunluluklar âleminde var olabilir.
Özgürlükler âleminde demokrasi var olamaz. Demokrasi ve özgürlük bir arada bulunamaz.
Bunu Gezi, İnternet ve Dil örneklerinde göstermeyi
deneyelim..
*
Gezi’nin “altyapısı” suni ve istisnai biçimde, iki hafta
boyunca “zenginliklerin gürül gürül aktığı”; emeğin yok olduğu; insanlara
zenginliklerin emeklerine göre değil de ihtiyaçlarına göre dağıtıldığı ve
onların yetenekleri ölçüsünde verdiği bir üst komünist toplum ekonomisi oldu.
Gezi, bir bakıma ekonomik olarak, dışarıdan gelen bağışlar;
Gezi dışından oraya gelenlerin getirdikleri malların bolluğu ortamında;
malların değişim değerlerini fiilen
kaybedip birer kullanım değerine,
yani zenginliğe dönüştükleri ve tam da bu nedenle artık bir zenginlik olarak
görünmedikleri bir bolluk adasıydı.
Hiçbir kararın alınmadığı; hiçbir yaptırım mekanizmasının
olmadığı bir biçim böyle bir ekonomi temeli üzerinde mümkündü. Yani Gezi’nin
altyapısı emeğin yok olduğu bir bolluk toplumu; üstyapısı demokrasinin yok
olduğu bir özgürlük toplumu olarak görülebilir.
Bu anlamda Gezi, Marks’ın Komünist toplumun üst aşamasına
ilişkin kavramlarının ve öngörülerinin ne kadar doğru olduğunun tarihsel bir
deneyle somut olarak kanıtlanması gibidir.
Böyle bir bolluk adasında herhangi bir karar almadan,
yaptırım olmadan yaşanabilirdi.
Hayatlarında ilk kez politik bir eyleme girmiş gençler iki
hafta boyunca, biraz altyapısı “komünist
toplumun üst aşamasına” benzeyen bir düzenin içine düşmüşler veya
bulutların üzerindeki öyle bir yere yükselmişlerdi. Taksim Gezi’de para ortadan
kalkmış; “herkesten yeteneği kadar
herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olduğu; zenginliklerin gürül
gürül aktığı bir ortam doğmuştu.
Gezicilerin o günleri unutamamasının, bir rüya gibi
hatırlamasının nedeni budur. Gerçekten iki hafta boyunca çok özel bir dünyada
yaşadılar ve bu o güne kadar içinde yaşadıkları dünyadan çok farklı, eğer
insanlığın yaşarsa birkaç yüzyıl sonra ulaşabileceği bir dünyanın
laboratuardaki örneği gibiydi.
Ama bu bir istisnai durumdu ve Taksim Gezi’nin dışında,
sınıflı toplumun ve onun mücadelelerinin yasaları geçerliydi.
Gezi’nin en büyük hatası, bu durumun istisnai olduğunu;
gerçek duruma ve ilişkilere uygun olmadığını, er veya geç yıkılacağını ön görüp
ona göre hazırlıklarını yapmamış olmasıdır. Gezi, yaşadığı özgürlükler âlemi
ile Türkiye’de yaşadığı zorunluluklar âleminin farkını görmemiş; bu nedenle
demokrasiyi, yani kararı, oylamayı, yaptırımı, zoru reddetmiş ve bu nedenle de
gerçekten demokratik organlar yaratmamıştır. Bu da Gezi’nin sonunu getirmiştir.
Gezi günlerinde ve forumların kalabalık olduğu ilk günlerde
karar alma ve oylamanın reddi fikrinin herkese egemen olduğu hatırlanabilir.
Ama demokrasinin bu reddi, gerçek dünyada, Gezi’yle ilgisiz
“Taksim dayanışma” gibi organların; Gezi’nin eğilimlerini yansıtmayan
örgütlerin her türlü etkisine ve manüplasyonuna imkân tanımıştır. Gezi başını
küçük örgütlü güçlerin ele geçirdiği, şekilsiz bir kitleye dönüşmüş; tam böyle
kaldığı için Taksim Dayanışma’nın ufuksuz ve yaratıcılıktan uzak çağrılarıyla
her gün gücünü yetirmiş; sığındığı Park ve Forumlarda da aynı eğilimi
sürdürerek sonunda fiili ve örgütsel bir ifadeye kavuşamadan yok olmuştur.
Yeniden doğuşu ancak bu hatasını aşma üzerinden olabilir.
Demokrasi her şeyden önce bir karar alma mekanizması, bir
yönetim biçimi; kararların kimlerce nasıl alınacağı sorusuna bir cevaptır. Bununla
hiç uğraşmadı. Şu satırlarda yapılanı ve bu satırlara vesile olan konuları
gündeme almadı.
Bir sürüde demokrasi olamaz örneğin. Çünkü sürüde bir karar
alınmaz, alınamaz.
Gezi hem demokrasi diyordu hem de karar almayı; bunun en
doru biçimde eğilimleri yansıtacak biçimleri, bunların en özgürce tartışılıp şekillenmesini,
azınlık ve çoğunlukların oluşmasını teoride ve pratikte reddediyordu.
Bu reddediş tartışmaların yürütülüş biçiminden; tartışmaları
kimlerin nasıl organize ettiğine kadar her alana yansıyor ve istenen amacın tam
tersi sonuçlar veriyordu.
Gezi Demokrasiyi keşfetmek; onun gerçekleşmesinin araçlarını
yaratmak zorundadır.
*
Özgürlük ve zorunluluklar âleminin; nasıl farklı olduğunu
anlayacak bir analojiyi bize dil de sağlayabilir.
Her hangi bir dili konuşurken, sözcükleri “herkes ihtiyacına göre ve yeteneği kadar”
kullanabilir. Dilin kelimelerini kullanımda, özgürlükler âlemi vardır. Belli
bir kelimeyi kullanmak için belli bir emek miktarına gerek yoktur.
Ama diyelim ki, insanların kelimeleri Hayatları boyunca sadece
onar defa kullanma hakları olsaydı ne olurdu?
On defadan fazla kullanımları tespit etmek, kullananları
cezalandırmak için bir zora gerek olurdu. Yani dil, özgürlükler âleminden
zorunluluklar âlemine geri düşerdi. Ya da belli sözcükleri kullanmak belli bir
ücrete tabi olsaydı, dil de demokrasi âlemine, zorunluluklar ve yaptırımlar âlemine
düşmüş olurdu.
Bu, dildeki kelimelerin kullanımının sınırlanması veya
ücrete tabi olması gibi, ilk bakışta okuyucunun "olur mu öyle
şey?" diyebileceği saçma bir durumu, gözlerimizin önünde sanal uzayda
(“cyberspace”, daha bilinen deyimiyle İnternet) yaşıyoruz.
Sanal Uzayda her hangi bir bilgiyi, bir yazıyı, bir müziği,
bir resmi, yani dijitalize edilebilen her şeyi, yani görme ve işitme
duyularıyla kavranabilen her şeyi (belki ilerde dokunma da simülasyonlarla bu
kategoriye girebilir) (bir bilgisayarı olup internete fazla telefon masrafı
kaygısı olmadan girebilen gelişmiş ülkelerin orta gelirli bir yurttaşı için
olanaklı bir durumdur bu), pratik olarak ihmal edilebilir bir emekle, yani
bilgisayarınızın tuşuna basıp kopyala emrini vermekle, yine pratik olarak
ihtiyacınız ölçüsünde çoğaltıp kullanabilirsiniz. Sanal Uzay, en azından belli
bir toplumsal kesim için, dijitalize edilebilir nesneler alanında,
zorunluluklar âleminin ötesindeki özgürlükler âlemidir teorik olarak.
Ama gözlerimizin önünde, sanal uzayın, tıpkı dildeki
kelimelerin kullanımının ücrete tabi olması gibi, özgürlükler âleminden bir zorunluluklar
ve yaptırımlar âlemine çekilişini yaşıyoruz.
Burjuvazinin bütün çabaları bu emeksiz çoğaltma ve kullanma
olanağını, ekonomi dışı cebir
aracılığıyla ortadan kaldırmaya, sanal uzayı, özgürlükler âleminden
zorunluluklar âlemine düşürmeye yöneliktir. Tıpkı dildeki kelimelerin
kullanımını bir defayla sınırlamak, ya da belli bir ücrete tabi kılmak ve bir
emek karşılığı yapmak gibi.
Kapitalizmin dokunulmaz kutsal özel kişi mülkiyetiyle
özgürlükler âlemi bir arada yaşayamaz. Bir müziğin isteyence istenildiği kadar
kopyalanıp dinlenebilmesi ve bunun yaratacağı toplumsal ruhsal zenginlik, o
müziği yapanın bireysel maddi zenginliğine feda edilmektedir. Bu nedenle tıpkı
bir kelimeyi kullanımın ücrete tabi kılınması gibi, kopyalamayı
olanaksızlaştıran teknikler araştırılmakta, sanal uzay dışı zor
aracılığıyla cezalandırmalarla, hükümetlerin kontrol çabalarıyla orası bir zorunluluklar âlemi haline getirilmeye
çalışılmaktadır.
Bu durum, bu gün kullandığımız dildeki kelimeleri
üretenlerin, ürettikleri kelimelerin başkaları tarafından kullanılmasını
yasaklamalarına benzer. İnsanlık binlerce yıl böyle bir şeyi düşünmemiştir
bile. Ama şimdi, birçok firma kendi adının kullanımını bile patente veya
copyright hakkına bağlayarak böyle bir durum yaratmaktadır. Örneğin, yukarıda, "ekonomi dışı zor" kavramından
esinlenerek, "sanal uzay dışı zor"
diye bir kavram kullandık. Muhtemelen bu kavramı ilk kullananız. Bunun
patentini alıp başkaları tarafından kullanılmasını yasakladığımız ve kullanmak
isteyenin bize belli bir meblağ ödemesi gerektiği bir durum düşünelim. Tam
böyle bir duruma denk düşmektedir bu gün gözlerimizin önünde oturtulmaya
çalışılan sistem.
Konumuz sanal uzayın ekonomi politiği olmamakla birlikte,
demokrasinin özgürlükler âleminin berisinde, zoru zorunlu kılan bir âlem
olduğunu göze batırabilmek için; demokrasinin bir bolluk âleminde kullanılmaya
kalkmasının ne kadar irrasyonel ve yoksullaştırıcı olduğunu göze batırabilmek
için sanal uzayı ve dili bir örnek olarak aldık.
Elbette bu sorunlar, henüz kendi dilini konuşma özgürlüğü
için bir mücadelenin yürütüldüğü koşullarda çok anlamsız gibi de görülebilir.
Bizlerin günlük hayatta karşılaştığımız zor ise, demokrasinin kendi içindeki,
çoğunluğa uyma zoru, kıtlıktan doğan zor, emekten doğan zor değil, demokrasiye
karşı bir zor.
*
Burada şu Özgürlük kavramına da bir açıklık getirmek
gerekiyor. Nasıl demokrasi kavramının politik ve sosyolojik anlamlarını
birbirinden ayırdıysak, özgürlük kavramının da bu farklı anlamlarını ayıralım.
Özgürlük kavramı, Klasik Alman Felsefesi’nde,
"zorunluluğun bilince çıkması" olarak tanımlanır.
Daha önce Bacon tarafından, "doğayı itaat altına
almak istiyorsanız ona itaat ediniz", yani doğa ancak doğa kanunları
bulunup onlara uyularak kontrol altına alınabilir tarzındaki İngiliz ampirizminin
bu formülasyonu, Alman felsefe geleneğinde daha sofistike bir ifadeye
kavuşmuştur: “doğaya itaat etmek”, bir “zorunluluğu bilince çıkarmak”
değil midir? İnsan doğaya itaat ederek onu itaat ettirebildikçe doğaya
bağımlılığı artıp ondan özgürleşmemiş midir? O halde, “özgürlük zorunluluğun
bilince çıkmasıdır!
(Bu vesileyle ekolojistlerin bizler doğayı itaat altına
almıyoruz demelerinin de yanlış ve saçma olduğunu değinelim. Onlar doğayı itaat
altına almıyoruz diyerek aslında doğanın yasalarına uygun olarak davranarak
doğayı itaat altına almaktadırlar)
Marks, klasik Alman felsefe geleneğinden gelen bir düşünür
olarak, zorunluluk ve özgürlüğün bu ilişkisi anlayışından beslenmiş ama onu
aşmış ve onların ilişkisini felsefi değil sosyolojik bir kavram olarak tanımlamıştır: bu
anlamıyla özgürlük, artık zorunluluğun bilince çıkması değil,
zorunluluklar âleminin ötesidir;
yani zenginliklerin gürül gürül aktığı; emeğin ortadan kalktığı; çalışmanın bir
zorunluluk değil, ruhsal ve bedensel bir
ihtiyaç, bir oyun olduğu bir dünyanın; diğer bir ifadeyle, "komünist
toplumun üst aşaması" denen toplumsal sistemin özünün tanımıdır.
Özgürlüğün burjuva ufku içindeki kavranışında, özgürlük
zorunlulukla bir arada, onun bilince çıkması olarak tanımlanırken, tarihsel
maddecilikte özgürlük, zorunluluklar âleminin ötesindedir ve onunla bir arada
olamaz.
Burjuva ufkundaki özgürlük kavramı felsefi olduğu kadar
tarih ve toplum dışıdır, Marksist özgürlük kavramı ise tarihsel ve
toplumsaldır. Burjuva özgürlük kavramı felsefi bir kavramdır; Marksist özgürlük
kavramı ise Sosyolojik bir kavramdır yani Tarihsel Maddeciliğin bir kavramıdır.
*
Ne var ki, özgürlük kavramı, Fransız toplumsal mücadeleler
geleneğinde politik alana ilişkin haklar olarak da tanımlanmıştır. Yani
düşünceleri ifade edebilme, onlar etrafında serbestçe birlikler oluşturabilme
hakları olarak. Bu politik anlamıyla özgürlük
olmadan, demokrasi mümkün değildir.
Elbet bu özgürlük kavramının ardında, Fransız
aydınlanmasının geliştirdiği, yine tarih ve toplum üstü, toplum ve insan
kavramları vardır. Bütün feodal ve ataerkil bağlarından kurtulmuş, eşit ve
özgür bireyler ve bunların toplu yaşamak için bir sözleşme yapmaları (Rousseau,
“Toplumsal Sözleşme”) gibi.
Ama bu tarih ve toplum üstü insan ve toplum anlayışı, özünde
somut tarih ve toplum içinde modern burjuva toplumunun; kapitalizmin ortaya
çıkardığı toplumun anlayışı ve gerçekliğidir.
21 Şubat 2017 Salı
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder