OHAL ile zaten fiilen kurulmuş olan tek kişinin
diktatörlüğünü vaftiz edecek olan Anayasa değişikliğinin Meclis’ten geçeceğine
kesin gözüyle bakılabilir.
Erdoğan, gelen ekonomik kriz; Suriye’de tekrar çıkmaza
saplanma (Örneğin El Bab önlerine takılıp kalma ve büyük kayıp verme); şu an “beka sorunu” diyerek kendisini
destekleyen Ergenekon ve Ordu ile papaz olma ihtimallerini ve bunların ortaya
çıkaracağı kendi durumunu sarsacak dalgalanmaları minimuma indirmek için,
yangından mal kaçırırcasına Referanduma gidecektir.
Elinden gelse hemen yapmak ister. Ancak teknik nedenlerle
(Referandumun hazırlıklarının gerektirdiği zorunlu zaman nedeniyle) aşağı
yukarı iki veya iki buçuk ay içinde Referandum’un yapılacağına kesin gözüyle
bakılabilir.
Başkanlığa karşı yasal,
kitlesel ve temel yurttaşlık hakları
alanından gidecek direniş hareketinin ise, mümkünse şimdi Meclis’te turlar
devam ederken başlaması ve vekillerde bir tereddüt yaratması, çok önemlidir.
Eğer şimdi başlarsa kafasında soru işareti olan vekillere
karşı Erdoğan ve Bahçeli’nin yaptığı Erken Seçim baskısı ve şantajı karşısında
bir karşı ağırlık oluşturabilir. Kitlesel bir direniş bu iş garanti değil
diyerek vekillerin de sırf kendi çıkarları için bile olsa davranışlarını
etkileyebilir.
Böylece Anayasa değişikliğine ve başkanlık denen
diktatörlüğü gidişe daha Meclis’te takoz koyulabilir.
Aslında bu yapılabilir. Sadece sol hareketlerin konuya bu
yazıda ifade edilecek biçimde bakmasıyla ve derhal davranışa geçmesiyle bile
yapılabilir.
Kitlesel direniş, eğer şimdi başlatılamazsa, referandumdan
en az bir ay önce başlaması gerekir ki büyüyecek; serpilecek ve referandum’un
sonucunu belirleyecek; dağınıklığa son verebilecek; politik atmosferi
değiştirebilecek bir güce ulaşabilsin.
O halde önümüzde en fazla bir ay kadar bir zaman bulunuyor
milyonları harekete geçirecek bir hareketin başlatılabilmesi için.
Bu referandumdan önce bir kitle hareketinin oluşması ve referandumun
sonucu, bu topraklarda yaşayan her türlü insanın ve çocuklarının, onlar bunun
bilincinde olmasalar bile; hatta henüz dünyaya gelmiş olmasalar bile, kaderini belirleyecek
bir hayat memat sorunudur.
Önümüzdeki onlarca yılı belirleyecek mücadeleler şu bir iki
ay içinde verilecektir.
*
Öte yandan, faşizme doğru bu gidişe direnmek isteyenler ve
direnme potansiyeli olanlar öylesine güçsüz, öylesine dağınık, öylesine,
plansız, öylesine moralsizdirler ki sanki yenilgi mukadder gibi görünmektedir.
Ancak toplumsal olaylarda her zaman bir bilinmeyen; hesaplanamayan
değişken vardır.
“Suya bir taş atsan
evren o denli değişir.”
Bu nedenle
“Çanlar kimin için
çalıyor” diye sorulmaz.
“Çanlar senin için
çalıyor.”
Bu belirsizlik unsurunu bir an için bile akıldan çıkarmamak
gerekir.
Paleantolog Stephan Jay Gould’un dediği gibi, canlıların
tarihinin kaseti yeniden çalınsa, aynı şarkının çalınacağının hiçbir garantisi
yoktur. Aynı şey toplumsal tarih için de geçerlidir. Ve yayamın her anı,
kasetin yeniden çalınabileceği bir başlangıç noktasından başka bir şey
değildir.
Mucizeler yaratmalıyız ve yaratabiliriz. Bunun için
kafamızdaki her türlü sorunu, her öneriyi, açıkça ortaya koymalı, sorunları hiç
örtmeden, hiç birini atlamadan, susuşa getirmeden, bizleri diktatörlüğüne mahkûm
etmek isteyenin gözleri önünde tartışmalı; örgütlenmeli ve direnmeliyiz.
Bu bir ham hayal değildir. Televizyon, basın, internet
tümüyle Erdoğan’ın kontrolündeyken bu hem biricik olanaklı yoldur hem de
yapılmak istenenin mahiyeti gereği gereklidir.
Evet mümkündür. Hala küçük de olsa nefes alabileceğimiz alanlar
var. Bunlar mayalanma alanları olarak değerlendirilebilir. Yarın bunlar da
kalmayacaktır.
*
Unutmayalım, son iki yüz yılın modern toplumsal mücadeleler
tarihi şunu göstermiştir: Modern toplumların kaderini belirleyen yerler şehirlerdir;
şehirler içinde de özellikle kültürün, ekonominin, politikanın yoğunlaştığı
büyük şehirlerdir. Büyük şehirlerin de en önemli meydanları, alanlarıdır; şehrin
merkezi semtleridir.
Oralar ise modern üretim ve toplumsal ilişkiler içindeki
yurttaşların yoğunlaştığı yerlerdir.
Genel olarak bu kesimler genellikle ücretliler olsalar bile,
aslında nispi olarak daha müreffeh yaşamları gereği pek mücadeleye girmeye
eğilim göstermezler ve kenarda durmayı tercih ederler.
Ancak Türkiye’nin özgül koşulları nedeniyle, bu kesimler,
Gezi’nin de gösterdiği gibi, mücadele etmeye hazırdır ve gemini kemirmektedir.
Çünkü buralarda yoğunlaşmış “laik yaşam tarzı”ndakiler ve daha
kenar semtlerdeki Aleviler şu an en büyük tehdit altında bulunmaktadır.
Hükümet ulusal olanın İslam ile tanımlanmasını, tıpkı bir
zamanlar Kemalistlerin yaptığı gibi, kamusal alanları diye bir kavram
aracılığıyla politik olanın alanını genişleterek, yani “dinini evinde yaşa”yı;
“içkini evinde zıkkımlan”a çevirerek; “Kamu düzenine ve ahlaki değerlerimize
aykırı” diyerek kadını bugünkü olağan kıyafetiyle bile sokağa çıkamaz kılarak
sözde laikliği hukuken tutarken, pratikte yok edecektir.
Bunu yaparken de, ezilenlerdeki hem üst sınıflara ve yaşam
tarzlarına; hem de devlet sınıflarına duyulan tepki ve düşmanlığı kullanacaktır
ve aslında şimdiden kullanmaya başlamıştır. Otobüslerde, metrolarda kadınların
kıyafetlerine yönelik tehditler ve korku havası bu terör dalgasının ilk
alıştırmalarıdır.
Bu nedenle, gelen bu
tehdidi gören bu kesimler hiçbir zaman olmadığı kadar mücadele etmeye
hazırdırlar.
Biraz kendine güvene, biraz örgütlenmeye, biraz öncülüğe,
biraz neyi nasıl yapacağı ve yapması gerektiği üzerine iyi kötü bir anlayış
birliğine ihtiyacı vardır.
Yani, "laik yaşam tarzı"ndakiler ve Aleviler şu an
bir hareketi başlatmaya hazırdırlar.
*
Ama sadece bunların gücü yetmez. Bunlar Kürtleri, politik İslamcıların
bir kısmını ve gerçekten politik alanın dışında halk İslam’ını yaşatan inanmış Müslümanları
da yanlarına çekmelidirler.
Bunun için sadece kendi sembollerini, jargonlarını, renklerini
öne çıkarmamaları bile yeter.
Ama böyle bir sorunu problematize ettikleri ve nasıl böyle
davranılacağını tartıştıkları bile görülmüyor. Şu an en büyük tehlike, #HAYIR
parolasının belli bir politik kültürün, politik eğimin, dilin damgasını yemesi,
sadeliğini ve yalınlığını kaybetmesidir.
Somut bir hedef ifade eden, herkesin kendini bulabileceği, nötral,
sade, basit, yalın bir sembol, parola veya bayrak hayati önemdedir.
Buna en uygun parola, sözcük, sembol veya bayrak da #HAYIR sözcüğü olarak görünüyor.
#HAYIR’ın daha şimdiden kendiliğinden
sosyal medyada kullanıldığı ve giderek yaygınlaştığı görülüyor. Bu gibi parolalar,
mücadele yöntemleri “sistem kurucularının” kafalarında oluşmazlar.
Şu an öyle görülüyor ki böle bir parola var. Bu, son derece
somut, basit, sade, kapsayıcı ve herkesin kendini bulabileceği: #HAYIR
#HAYIR’ın önündeki diyez işareti hem cep telefonu ve internetle,
sosyal medya ile büyümüş kuşaklara bir davet anlamı taşır; hem Erdoğan’ın sesi
haline gelmiş medyanın dışındaki henüz hala soluk alınabilen tek alana,
İnternet ve Sosyal medyaya bir göndermedir; hem de hastag olarak #HAYIR’ı paylaşanların birbirlerini
görebilmeleri, ilişki kurabilmeleri için bir teknik örgütlenme ve haberleşme
arcı işlevi de görür.
Güzel bir tesadüf ile #HAYIR sözcüğü aynı zamanda iyilik
ve sevap gibi anlamlara da gelmektedir. Bu da çok geniş bir hareket alanı da
sağlamaktadır yaratıcılıklar için. Ayrıca #HAYIR parolasının toplumun daha muhafazakâr
kesimlerinde bir kullanım ve yankı bulmasına da vesile olabilir.
Şunun iyi kavranması gerekir. #HAYIR’ın önüne veya
biçimine veya ardına, “aman bunu da kapsasın”, “aman şu vurguyu da yapsın”, “aman
bunları da dışlamasın” diye getirilecek her ek, her “katkı”, her “genişletme
denemesi” onun yalınlığını, sadeliğini, kapsayıcılığını, birleştiriciliğini
yaralar.
Çünkü “aman bunlara da bir mesaj olsun” diye birilerini
kapsamak için getirilecek her sözcük, her ek, er sembol; birilerini getirirken
başkalarını dışlar.
Örneğin LGBTİ’yi kapsasın diye bir gök kuşağı renkleri, politik
İslamcıları ve gerçekten inanan Müslümanları dışlayabilir, itebilir onlar
kendilerini burada yabancı hissedebilirler.
Tersinden de, bir Müslüman’ın veya İslamcının #HAYIR’ı
İslam’a gönderme olan sözler ve sembollerle “tamamlanması” Alevileri veya
laikleri rahatsız edebilir ve onların kendilerini dışta hissetmelerinin yolunu
açabilir. Bir alevinin Zülfikarı veya Kızılbaşlığa vurgu olan kızılı, Müslümanları
uzaklaştırabilir.
Bu nedenle, herhangi bir ideolojik, dinsel, kültürel,
vurgusu olmayan, renksiz, kokusuz, sade, yalın, ama temel duruşu ve talebi iade
eden somut bir hedef, sembol, bayrak, yani kısaca #HAYIR en toparlayıcı
olandır.
Bu bayrak ya da parola altında herkesin dili, dini, ideolojisi,
politik parti tercihi kendi “özel sorunu” olur. Buraya herkes aynı ortak hedef
için. Sadece #HAYIR’ın duyurmak ve
başka #HAYIR’larla bir arada olmak için gelir.
Bu nedenle hareketin sembolü, parolası, bayrağının hayati
önemi bulunmaktadır.
Ancak bu önem kavranılır ve ona uygun davranılırsa gerçekten
milyonları kapsayan bir direniş başarılabilir.
*
Bunun örneği de Şili’de yaşanmıştır. Pinochet diktasına
karşı o dilde “#HAYIR” anlamına gelen bir tek “NO” sözcüğü, tüm
Şili’deki diktatörlük karşıtlarını birleştirebilmişti.
Sadelik, yalınlık, basitlikle, bayağılıkla karıştırılmamalıdır.
Çinlilerin dediği gibi, sadelik,
yalınlık ancak gelişimin çok üst bir aşamasında ulaşılan bir özellik,
kazanılan bir niteliktir.
Bunun en güzel örneği, resmini bu yazıya aldığımız
Picasso’nun boğalarının evrimidir.
Böyle sırf #HAYIR sözcüğünün yalınlığı ve
sadeliğini ortaya çıkarabilmenin kendisi bile hiç de küçümsenmeyecek bir gelişim
gösterildiğinin bir kanıtı olur.
*
Şunu unutmayalım Somut
bir hedef olmadan milyonları kapsayan hareketler ortaya çıkarılamaz ve
örgütlenemez.
İlkeler’le, yani
aslında ideolojik veya kültürel tanımlamalar ve kavramlarla yapılacak soyut
hedef belirlemeleri bir sekt kurmaktan başka bir sonuca yol açmayacak bölünmelerin
yolunu açar. Kaldı ki, ilkeler üzerinden milyonlarca insan harekete geçmez.
Milyonlar ancak somut basit, sade hedefler için harekete geçerler.
Bu Türk sosyalistlerinin maalesef hiç öğrenemediği en basit
sosyal mücadele ilkesidir.
Sosyalistler slogan attıklarında da somut bir şeyler
söylemezler, kendilerinin alâmetifarikası olmuş sloganları atar pankartları
taşırlar. Bir araya gelmeye kalktıklarında da yine somut hedefler değil, “İlkeler”i
tartışırlar. Her şeyden önce bu nedenle hiçbir zaman kitleselleşemezler. Şu an
sosyalistlere en çok ihtiyaç duyulan momentte, en büyük tehlike sosyalistlerin
bu alışkanlıklarının oluşmakta olan hareketi daha doğmadan öldürmesi, bir
düşüğe yol açması tehlikesidir.
Örneğin sosyalistler ve de “demokratlar” bir araya gelince veya gelmeye kalkınca,
hemen bir takım sınırlar çizen bir tamım ilkeler belirlemeye kalkarlar: “Antiemperyalist”
olsun, “antifaşist” olsun, “başkalarına duyarlı” olsun, “anti seksist” olsun
vs..
Bu gibi ilkelerle ile modern tolumda hiç bir iş yapılamaz.
Çünkü bunların her biri özel bir dile, özel bir politik
kültüre hitap eder ve ardında yine bir ideolojinin kavramlar vardır.
Ama daha da kötüsü, bu kavramların her biri her eğilim veya
örgüt tarafından farklı tanımlanır ve anlaşılırlar.
Bu nedenle ilkelerde birlik olmaz.
İlkelerde birlik olamayacağından başka bir ilke yoktur modern
toplumsal mücadeleler tarihinin bize öğrettiği.
Modern toplumda modern örgütler, birlikler, hareketler, İlkeler
değil, somut açık hedefler ile kurulabilir ve çok farklı ideolojik ve
kültürel hatta politik görüşlerdekiler bir araya getirilebilir.
Örneğin “antiemperyalizm”,
“antifaşizm” bir ilkedir.
İlkeler kavramlara dayanırlar. Kavramlar ise beli tanımlara.
Bir ilkeyi ortaya koymak, belli bir kavramı ve o kavramın
belli bir tanımlanışını dayatmak anlamına gelir.
Bu kimin emperyalist veya faşist olduğunda, nasıl emperyalist
veya faşist olunacağına kadar bir yığın farklı anlayışı ve yorumu beraberinde
getirir. Yani aslında daha “yeni” ve daha “doğru” sınır çizgileri çizilmesine
yol açacak yeni bölünmeleri ve tartışmaları.
Kaldı ki, emperyalizm kavramının bugünün dünyasında geçerli
olmadığını söyleyen de epey bir kesim de vardır.
Böyle bir ilke bildirimi yerine, örneğin “NATO’dan
çıkılacak, hiç bir askeri paktta yer alınmayacak” gibi bir hedef somuttur, yapılacak bir iştir. Bundan bir liberali de, Müslüman’ı da, Alevi’si
de, Sosyalisti de aynı şeyi anlarlar. Bu somutluk, farlı ideolojilerin,
söylemlerin, kavram sistemlerinin yorumuna imkân bırakmaz. Tam da böyle olduğu
için birleştirebilir.
O halde, sadelik, somut olma, yalınlık ve kitlesellik
birbirinden ayrılamaz.
Kitlesel bir hareket için, öncelikle sade, somut bir parola,
hedef gerekir.
#HAYIR sözcüğü bu anlamda bir piktogram, “İşaret
yazısı” gibidir.
Hiç dil bilmediğiniz bir dildeki WORD programını
piktogramlar sayesinde pek ala başarıyla kullanabilirsiniz. Çünkü dili ne
olursa olsun her kullanıcı için o piktogramlar aynı eylemi, somut işi, hedefi
ifade ederler.
Bilindiği gibi Çin yazısı işaret yazısıdır. Çin'de yüzlerce
farklı dil ve lehçe sözlerle anlaşamazlar ama aynı yazıyla anlaşabilirler.
#HAYIR da en farklı ideolojilerden, politik kültürlerden
insanları bir araya getirebilir.
Herkes hiçbir açıklamaya gerek duymadan onun Başkanlığa ve
Anayasa değişikliğine bir #HAYIR anlamına geldiğini anlar ve
bilir. Fazla bir izaha gerek duymaz.
Bir başka örnek. Kimilerinin yaptığı gibi, “Demokrasi için #HAYIR” gibi bir “zenginleştirme” yapıldığını düşünelim.
Zenginleştireyim derken hareketi fakirleştirirsiniz. Biliniyor
ki, bugün çok geniş bir kesim aynı zamanda politik olarak İslamcıdır. Politik İslamcı olmayan inanç Müslümanları
bile, Politik İslam'ın söyleminden epey etkilenmişlerdir.
Politik olarak egemen İslam yorumlarında demokrasi kavramı reddedilmekte,
adalet kavramı esas alınmaktadır. Müslüman biri pek ala demokrasi gibi bir
kavramı reddedebilir ama pek ala Erdoğan’ın bir Firavun veya Nemrut olmaya
özendiğini düşünmekte ve #HAYIR demeye eğilimlidir. Ama siz o
açıklamayı yaptığınızda, kendini o “zenginleştirilmiş” veya genişletilmiş” #HAYIR’ın
içinde veya yanında bulamayabilir ve uzak durabilir.
Bir de laik veya alevi açısından tersini düşünelim. “Hakkın yolundan çıkanlara,
Firavunlaraşanlara, Nemrutlara #HAYIR”
sloganı ile #HAYIR’ın zenginleştirilip genişletildiğini düşünelim. Bu
durumda da ne bir laik, ne de bir Alevi kendini böyle bir #HAYIR parolası
altında bulabilir.
Hâlbuki bizim en büyük ihtiyacımız ise kitleselliktir.
Kitleselleşmek ise çeşitliliktir.
Çeşitlilik her çeşit sloganı ve rengi söylemekle
karıştırılmaktadır.
Aksine tüm renkler bir arada olduğunda ortaya çıkan
renksizlik olur. Aksine ancak hiçbir rengin baskın olmadığı yerde tüm renkler
olabilir. Fizikte bile böyledir.
İnsan gözünün algıladığı bütün renkler bir arada olduğunda,
“gün ışığı” dediğimiz “beyaz ışık” daha doğrusu renksiz ışık olur.
Ve renkler birbirinden ayrıldığında gökkuşağı ortaya çıkar.
Sembollerle konuşursak, demek ki, bizlerin ihtiyacı olan gök
kuşağı değil, gün ışığıdır.
O halde tıpkı gün ışığı gibi olmalı. Herkes bir arada olduğu
için renksiz olmalı. Renksiz gün ışığı olunduğu için bütün renkler bir araya
gelebilmeli.
Milyonlarla sayılmanın ilk koşulu budur.
*
Herkesin şu soruyu sorması gerekir: “Ben kendi özlemlerimi, kendi
dilimi bu #HAYIR’a yapıştırdığımda daha geniş çevreler mi gelecektir daha mı dar
?”
Bunu da özellikle sosyalistler, demokratlar, laikler,
aleviler, yani #HAYIR demek için gemini kemirenler sormalıdır.
Bizler zaten #HAYIR için cepte kekliğiz. Bu bizim
yapımız gereği böyledir.
Ama bizlerin gücü yetmez.
Bizler en karşı cepheden kesimleri #HAYIR’a kazanmalı,
onların gelmesini sağlamalıyız. Bunu yapamazsak en azından #HAYIR'hah bir tavır
almalarını sağlamalıyız.
Bunu yapamazsak en azından tarafsız ve pasif kalmaların
sağlamalıyız.
Bunum koşulu da bütün eski alışkanlıklarımı ve
yargılarımızdan kurtulmaktır.
*
Burada özellikle sosyalistlere çok büyük bir görev düşmektedir.
Onlar varlıklarıyla küçük bir kesimi temsil ederler.
Ama bu küçük kesim bir hareketi “rezil de eder vezir” de.
Onların şu veya bu şekilde davranışı bu hareketin kaderini
belirleyecektir.
Sosyalistler eski alışkanlıklarıyla davrandıkları, "ilkeler" sıraladıkları; basit bir sloganı “zenginleştirmeye” genişletmeye” kalktıkları takdirde; eski yöntemleriyle sokağa çıktıkları takdirde bu hareketi daha doğmadan boğarlar. Düşük yapmasına yol açarlar.
Sosyalistler eski alışkanlıklarıyla davrandıkları, "ilkeler" sıraladıkları; basit bir sloganı “zenginleştirmeye” genişletmeye” kalktıkları takdirde; eski yöntemleriyle sokağa çıktıkları takdirde bu hareketi daha doğmadan boğarlar. Düşük yapmasına yol açarlar.
Bunun izleri şimdiden görülüyor maalesef.
Ama bunlara dikkat ettikleri takdirde, ilk elde bu yönde bir
hareketi başlatacak, tulumbadan su çekmeyi sağlayacak bir maşrapa su olurlar.
Sosyalistlerin tıpkı bir marş motoru ya da fünye gibi, ya da bir katalizatör gibi, bir maya gibi, yağmur damlasının oluşmasına; kristalin şekillenmesine yol açacak bir toz veya tohum gibi başlatıcılık işlevi olmadan ne su çekmek, ne ılık sütün yoğurt yapmak; ya da motoru harekete geçirmek mümkün olmayacaktır.
Sosyalistlerin tıpkı bir marş motoru ya da fünye gibi, ya da bir katalizatör gibi, bir maya gibi, yağmur damlasının oluşmasına; kristalin şekillenmesine yol açacak bir toz veya tohum gibi başlatıcılık işlevi olmadan ne su çekmek, ne ılık sütün yoğurt yapmak; ya da motoru harekete geçirmek mümkün olmayacaktır.
Bir resim bin sözden iyidir. Picasso’nun boğalarına bakıla. Resim
yapmak, fazlalıkları atmaktır.
Sadelik somutluktur. Somutluk veya sadelik ise kitleselliğin
olmazsa olmaz ön koşuludur.
Demir Küçükaydın
16 Ocak 2017 Pazartesi
2 yorum:
Picasso'nun çizimi ile bu enfes yazı arasındaki ilişkiyi çözemedim? Aydınlatırsanız memnun olacağım. :)
Son paragraf gözümden kaçmış. Bir önceki yorumumu geri alıyorum. :)
Yorum Gönder