HDP yöneticilerinden Ayhan Bilgen’in şu sözleri çok
önemlidir ve yol gösterici olmalıdır:
“Siyasette rakibinizin gücü
sizin zaaf ve zayıflığınızın mazereti olamaz. Güçlü bir özeleştiriyle yeniden
yapılanma çalışmalarına başlamalıyız. Cezaevlerinde, ülke dışında özgürlük,
barış isteyenlere, fedakâr halkımıza layık sonuç elde edemedik. Toplumsal
siyaset sandıkta bitmez başlar.”
Bu vesileyle “özeleştiri” ve “yeniden yapılanma” çalışmasının nasıl olması gerektiğine
dair birkaç öneri yapalım ve önerilere uygun örnekleri sunalım
Birincisi, her özeleştiri aslında bir eleştiri olmak
zorundadır. Çünkü özeleştiri özünde bir sorunun nedenlerini araştırmak ve
ortaya çıkarmaktır; eleştiri konusu olan kişiler değil; anlayışlar, yöntemler,
ilkeler, kavramlar, genellemelerdir ve öyle olmalıdır. Bizlerin kişilerle
sorunu olmaz. Özeleştiri bir günah çıkarma ayini değildir.
O halde, genellikle kişilere yönelik bir suçlama veya
günah çıkarma ayini gibi anlaşılabilen “özeleştiri” sözü yerine, “nedenlerin ortaya çıkarılması ve o nedenleri
ortadan kaldıracak değişikliklerin yapılması” gibi bir ifadeyi
kullanmak, çok daha doğru olur.
İkincisi şöyle açıklanabilir: “Türk solu
daha Kemalizm’le hesaplaşmadı”; “Daha 12 Mart yenilgisinin
özeleştirisi yapılmadı” veya “hesabı verilmedi”;
“HDP bu seçim yenilgisinin bir özeleştirisin yapmalı
ve hesabını vermelidir” vs. türünden sözleri duyarsınız bilgeliğin son
harikası gibi.
Bu gibi harcı alem ve zerrece ciddiye alamaya değmez
önermelerde iki temel yanlış vardır
Birincisi, hiçbir güç, örgüt, kesim, sınıf, ulus vs.
yeknesak, monolitik bir yapı değildir. Onların içinde sürekli olarak farklı
teorik temellerin, kavramların, yöntemlerin, stratejilerin bir mücadelesi
vardır. Dolayısıyla “Türk sosyalistleri” veya “HDP’liler” veya “Kürt Hareketi”
vs. diye başlayan önermeler bu özneyi yekpare ve monolitik bir yapı olarak ele
aldığından baştan yanlış ve saçma çıkarsamalara gebedir. Bu kavramlardan, bu
bağlamda ciddiye alınacak bir çıkarsama yapılamaz.
Her partinin, örgütün, sınıfın vs. içinde farklı
açıklama denemeleri olur. Ve genellikle bunların içinden bazıları tam da olmadığı
söylenen şeyi, yani “değerlendirmeyi”, “özeleştiriyi” yapmaktadırlar. Örneğin Kemalizm’le
hesaplaşma mı? Ben yaptım ve Türk veya Türkiye Solu denen kategoriden bir kişiyim.
“Türk solu Kemalizm’le hesaplaşmadı” vs. denildiğinde, aslında örneğin benim
tarafımdan yapılmış bu hesaplaşmaya karşı bir susuş kumkuması ile bir savaş verilmiş
olur. Yani bu tür önermeler gerçekte en önemli hesaplaşmalara karşı bir susuş
kumkuması ile savaşın araçlarıdırlar.
İkincisi, “Özeleştiri yapılmalıdır”,
“değerlendirilmelidir” “eleştirilmelidir” vs. türündeki önermelerin kendisi
saçmadır. Bunların yapılması gerektiğini söylemek, boş laf etmektir. Böyle
laflar edenlerin yapmaları gereken şey, o yapılması gerektiğini söyledikleri
şeyi somut olarak yapmaları veya yapmaya kalkmalarıdır.
Örneğin, “HDP bu yenilginin bir
özeleştirisini yapmalıdır” deniyor. Böyle nefes tüketmeye gerek yok.
Oturun bizzat sizin açınızdan nelerin yanlış olduğunu yazın. Bu kadar basit. “Pudingin tadı yenerek anlaşılır.” Birileri ha bre “Puding
yapın ve yiyin” deniyor. Yapın da yiyelim.
Bu çok temel ve yaygın ama artık sürekli bilgeliğin
şahikasıymış gibi tekrarlandığı için artık gına gelmiş çok temel metodolojik yanlışları
sıraladıktan sonra, bu “eleştiri veya özeleştiri”nin yöntemine gelelim.
*
Bu eleştiri veya özeleştiri, parti organlarının toplantılarında,
kamuya kapalı olarak yapılmamalıdır.
Bu eleştiri ve özeleştiri, tamamen kamuoyu önünde, kim
ne der diye hiç çekinmeden, açıkça, hiçbir sansüre ya da oto sansüre uğratılmadan
yapılmalıdır.
Bütün HDP’lilerin yapılan yanlışlar; yanlışların
nedenleri; programatik, stratejik, taktik, örgütsel düzeyde ne gibi
değişiklikler yapılması gerektiği gibi konularda kendi görüşlerini açıkça
yazmalı ve kamuoyuna sunmalıdırlar. Yani gazetelerde, bloglarında, internette,
sosyal medyada vs. tüm halka duyurmalıdırlar. Hatta özellikle bu işin başını
bugünkü HDP yöneticileri, milletvekilleri vs. çekmelidirler.
Ve sadece HDP’liler değil; HDP’li olmayıp da ona
sempati duyanlar veya başarısını isteyenler de, ortada bir yanlış, eksik vs. ne
görüyorlarsa, bunların nedenleri hakkında kendi görüşlerini oraya koymalı, bu
nedenleri ortadan kaldıracak somut yapısal değişiklikler hakkında kendi önerilerini
sunmalıdırlar.
Hatta bütün bu görüş ve tartışmaların herkesin kolayca
erişebileceği şekilde internette bir yerde toplanmalı; bir data bank ve forum
oluşturulmalıdır.
Böyle bir girişimin bizzat kendisi bile küçük bir
devrim ve fiili bir özeleştiri olur. Türkiye’nin yerleşik politik kültürünün
fiilen değiştirilmesi olur; sol örgütlerinin kabuklarını kırar; yerleşik
gelenekleri sarsar.
Bu fiili bir özeleştiri, hatta bir küçük bir devrim
olur dedik.
Neden?
Somutlayalım. Facebook’ta Fehim Caculi şunları yazıyor
örneğin:
“2 Gündür 1 Kasım seçim
sonuçlarının tartışıldığı toplantılara katılıyorum.. Türkiye demokrasi
güçlerinin önünde bu kadar vahim bir tablo varken HDP hariç, CHP dahil
istisnasız hepsinin ( kendi partim YSGP dahil ) kendi örgütünün derdine düşmüş
ve içindeki grupçukların da kendi varoluşları üzerinden cümle kurmaya, süreci
tanımlamaya çalıştıklarını gözlemledim.
İktidar Blokunun kurduğu mevcut
korkunç senaryoya alternatif bir senaryo kurmaya, ortak aklı yürütmeye,
alternatif bir oyun kurucu olmaya, birlikte bir politika oluşturmaya uygun
yapılar olmadıklarını düşünüyorum.
Bunun yanında hala HDP projesinin
Türkiye için büyük bir şans olduğunu herkesin bu parti etrafında kenetlenmesi
gerektiğini düşünüyorum.
Bu sebeple 68 ve 78 kuşağı
siyasetçilerin tamamının siyaseten emekli edilmesi gerektiğini ve bunların
kurduğu tüm örgüt(çük)lerin de tekke ve zaviyeler yasasına tabi olması
gerektiğini düşünüyorum.”
Bu dediğimiz yöntem, Caculi’nin şikâyet ettiği sol
grupların yönteminin fiili bir eleştirisi olur. Dikkat edin hiçbir sol grubun
önediğimiz yöntemi izlemek ve fiilen uygulamak gibi bir derdi yok. İşin kötüsü,
HDP bunu yapamadığı takdirde, şu an hala canlı bir hareketi ifade edebilen, HDP’nin
de onlardan bir farkı kalmaz.
O halde, ancak böyle, nedenler ve tedavi yolları
üzerine bir tartışma kamuoyu önünde açıkça yapılıp; farklı teşhis ve tedaviler arasında
tartışmalar sürdürülüp; belli görüşler
etrafında yoğunlaşmalar, billurlaşmalar; sistemli görüşler oluştuktan; yani birbirine
alternatif açıklama ve stratejiler (teşhis ve tedaviler) netleştikten sonra bir
kongre ile bunlar sonuca bağlanmalıdır.
Ve sonuca bağlanırken de farklı açıklamaların
taraftarları oranında yönetime yansıması sağlanmalıdır.
Ama HDP’ye bakalım, böyle mi yaklaşıyor olaya. Bütün
bunları yapmak gerektiğinden ve öneminden söz etmiyor; fiilen böyle bir çabaya
girişmiyor; bir kongre yapmaktan söz ediyor. Sorun sadece hukuki bir
prosedürmüş gibi koyuluyor. Bir kongre açıkça yapılmış ve tüketilmiş bir
tartışmanın hukuki biçimlere kavuşturulması olursa anlamlıdır.
Fikri, nedenler üzerine, teşhis ve tedaviler üzerine
bir tartışmanın yeri bir örgütün organları ve iç yaşamı değildir; tüm örgütsel,
sınıfsal, partisel hatta ulusal sınırları aşmış; hiçbir sınırlamaya bağlı
olmayan; hiçbir tabu tanımayan tartışmalardır.
Eleştiri ve özeleştiri, son duruşmada nedenlerin
ortaya çıkarılmasıysa orada bilimin ilkeleri, kuralları ve yöntemleriyle
çalışılmak gerekir. Orada politik dengelerin ya da kaygıların, örgütsel
kaygıların, azınlıkların, çoğunlukların bir kıymeti harbiyesi olmaması gerekir.
“Bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşan alçaktır”
diyordu Marks.
*
Şimdi ise ne görüyoruz? Bu yöntemin karşısında, fiilen
çalışmaya başlamış statüko yöntemi var.
Bu yöntemi de somutlayalım.
Örneğin Hasip Kaplan şöyle demiş:
“HDP eski Şırnak Milletvekili
Hasip Kaplan 1 Kasım seçimleri sonrası sosyal paylaşım sitesi Twitter'dan
HDP’ye seslendi.
HDP’nin 3’üncü parti olarak
çıktığı seçim sonuçlarını ardından Kaplan, "HDP'de tüzük gözden
geçirilmeli. 8 eş başkan, il eş başkanları, parti meclisi ve merkez yönetim
kurulunun yeniden yapılanması şart" dedi.
“Bölünerek kaybettik, birleşerek kazanacağız;
başka yol yok,” diyen Kaplan, "2 dönem kuralı gözden geçirilmeli,
Selahattin Demirtaş devam etmeli" diye belirtti.” (http://www.demokrathaber.net/siyaset/hasip-kaplan-dan-hdp-ye-cagri-demirtas-devam-etmeli-h56749.html)
Dikkat edin, Kaplan aslında kendine göre bir teşhis ve
tedavi öneriyor. Yani fiilen bir özeleştiri/eleştiri yapıyor ve kendine göre
neden olarak gördüklerini de söylemiş oluyor. Önerisi tüzüğü gözden geçirmek,
bunun da esası birkaç organın yapısını değiştirmek ve Demirtaş’ın başkanlığını
sağlamak.
Böyle bir bakış açısı, yukarıda anlatılan gibi bir
yönteme ve tartışmaya hiç de sıcak bakmayacaktır.
Kaplan’ın tedavisinde, örgütün temel yapısının gözden
geçirilmesi gibi bir öneri yok örneğin.
Hâlbuki HDP bugün bir örgütler koalisyonudur. Birey
hukuku geçerli değildir. Birey olarak üye olanlar bile sanki bir örgütsüzler
örgütü gibi kabul edilirler. Kaplan, bunda bir sorun görmüyor belli ki.
Program ve stratejisinde, taktiklerinde de bir sorun
görmüyor belli ki Kaplan’ın önerileri. Dolayısıyla onun bizimki gibi bir yöntem
önermesi de söz konusu olmuyor.
Aslında Kaplan’ın önerisi, fiilen var olan statükonun,
yapının, programın, stratejinin muhafazasından yanadır. Elbet bu da bir değerlendirme
ve özeleştiridir ama durumu idare eden, statükoyu devam ettiren bir özeleştiridir.
Kaplan’ın önerisi, temel sorunları (program, strateji,
örgüt yapısı vs.) es geçip; konuyu birkaç organın bileşimine vs. indirgeyip;
personel sorunu (Demirtaş’ın tekrar başkan seçilmesi) olarak görmektedir.
Tabii böyle bir anlayış HDP’nin yönetiminde ve üst
organlarında egemense, yukarıda bizim önerdiğimiz gibi bir yöntemin hiçbir gerçekleşme
şansı olmayacaktır. Yani özeleştiri ve eleştiri; teşhis ve tedavi üzerine açık
ve temelden bir tartışma ancak nedenlerin derinde olduğuna dair bir anlayış
varsa gündeme gelebilir. Yani aslında eleştiri ve özeleştirinin nasıl
yapılacağına dair öneriler aynı zamanda bizlerin teşhis ve tedavilerini de
yansıtırlar. HDP’nin yönetiminde sorunların derinlerde olduğuna dair bir
kavrayışın olmadığının bir görünümüdür Kaplan’ınki gibi öneriler veya Kongreyi
hukuki bir prosedür olarak ele alan açıklamalar.
*
Biz HDP’nin sorunlarının çok derinlerde olduğunu
düşünüyoruz. Ve tam da bu nedenle böyle derin sorunları ortaya çıkarabilecek ve
tartışabilecek yöntemler öneriyoruz.
Kanımızca HDP öncelikle, program tartışması açmalıdır.
HDP’nin programı henüz demokratik bir program
değildir. Türkiye’nin ırkçılığı içinde onun gerici milliyetçi karakteri
görülmemektedir.
HDP’nin stratejisi de bu programa bağlı olarak yanlıştır.
HDP’nin örgütsel yapısı da baştan aşağı yıkılıp
yeniden kurulmalıdır. HDP bu örgüt yapısıyla ne kendi içinde demokratik bir
örgüt hayatı olur; ne de Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da demokratik bir
dönüşümün taşıyıcılığını yapabilir.
Örneğin, her şeyden önce, üyelikte birey hukukuna
geçmeli, örgütsel temsile son vermelidir. Gerçek gücün birey hukukuyla oluşmuş
organlara geçmesini sağlamalıdır.
Ancak bunda anlaşıldıktan sonra bunun tüzükte nasıl
bir formülasyonla en iyi ifade edilebileceği gibi bir tartışmaya geçilebilir.
Tüzük tartışması öncelikle yapıya ilişkin bir tartışma
yapıldıktan sonra anlamlı olur.
Bunlar yıllardır bizim yatığımız eleştirilerdir ve
önerilerdir.
Bunlar yıllardır HDP organlarınca görmezden
gelinmektedir.
*
Ama madem nedenlere inen bir usul yok; tartışma yok. O
halde biz, görüşlerimizi somutlayabilmek için Kaplan’ın veya HDP yönetiminin sorunu
tartışmak istediği veya fiilen tartıştığı ve çektiği düzeye gelip, yani taktik
ve personel sorunlarına indirgenmesini kabul ederek, orada tartışarak, o
konudaki görüşlerimizle bu eleştiri ve özeleştiri sürecine bir başlangıç
yapalım ve onları buraya çekmeye çalışalım.
Bizim kanımızca, iki dönem sınırlaması gibi kurallar,
özellikle de ezilen sınıflar için yanlıştır.
Çünkü ezilenlerin içinden önderler kolay yetişmez ve
çıkmaz. Önderlerin değeri bilinmelidir. Onlar muazzam zaman ve enerji
kayıplarını engellerler.
Basit bir örnek vereyim. Ben örneğin bu eleştirileri
yapıyorum. Muhtemelen kimse takmayacaktır. Bu nedenle HDP daha çok yıllar,
muazzam zaman ve enerji yitirecektir. Ama diyelim ki, Öcalan (veya Demirtaş)
bunları söylese, HDP, bu zamanı yitirmeden kendini yenileyebilir. Önderlerin
böyle muazzam bir etkisi vardır. Bu da kolay oluşmaz. Uzun denemelerle bu güven
oluşur. Örneğin Öcalan ile Kürt halkı arasında böyle bir ilişki vardır.
Ayrıca bizzat Erdoğan olgusu, iki veya üç dönem kuralı
gibi kuralların nasıl tam aksine amaçlar için de kullanılabileceğini göstermiştir.
Erdoğan diktatörlüğün bu kurala dayanarak kurmuştur. Diğer eşitleri bu kuralla
tasfiye etmiş ve etrafına artık kendisiyle aynı göz hizasından konuşamayacak
kapıkullarını bu kural aracılığıyla doldurmuştur.
Bu gibi nedenlerle, biz o kuralın tüzükten
çıkarılmasından yanayız. Demirtaş sorunu olmasaydı da çıkarılmasından yanayız.
Ama bu kuraldan bağımsız olarak, Demirtaş’ın HDP’nin
başında kalmasının demokratik mücadeleyi ilerletici olacağını düşünüyoruz.
Selahattin Demirtaş’ın geçekten Türkiye’deki en geniş kesimlerin
benimseyebileceği bir önderdir.
Şimdi bunu not ettikten sonra bir de madalyonun öbür
yüzüne bakalım.
Bugüne kadarki tecrübe, Demirtaş’ın bir stratej, taktisyen
ve örgütleyici olarak başarılı olamadığını da göstermektedir. Demirtaş’ın
yetenekleri ancak doğru bir strateji, taktik ve örgütsel yapı içinde parlayabilir.
Aksi takdirde bu yetenekler yanlış strateji ve taktiklerin hizmetinde olur ve
çok büyük zararlar verebilir ve de vermiştir.
Bu vargımızı somutlayalım.
Örneğin, Öcalan’ın Türkiyelileşme projesi ve stratejisi
olmasaydı, Kürt hareketi içine kapatıldığı gettodan çıkamazdı. Türkiye’nin
batısındaki bütün entelijansiyayı, solcu ve demokratları kendi saflarına
çekemez veya onların sempatisini kazanamazdı. Öcalan’ın bu stratejisi ise,
aslında hem Kürt hareketine, hem de Türk solcularına ancak on yıllık bir
mücadele sonunda kendini kabul ettirebilmiştir.
Örneğin Demirtaş’ın bütün bu dönemde, bu Türkiyelileşme
projesi için mücadele eden nefer ve önderlerden biri olduğunu söyleyemeyiz. Hatta
bu stratejiyi çok sonradan kavramaya ve savunmaya başlamıştır diyebiliriz. Gezi
sırasında verdiği demeçler, o zamanlar, yani iki yıl önce, bunu kavramadığının
ve henüz savunmadığının somut bir göstergesidir.[1]
Ama bir kere kabul edip benimsedikten sonra, bu
stratejinin fiili uygulamasında, bunu popülarize etmekte, geniş kitlelere
yaymakta, hatta önderlik etmekte son derece başarılıdır.
Ve Demirtaş sadece strateji konusunda zayıf değildir;
değişen durumu kavrayıp ona göre yeni taktik manevralar yapmakta da
başarısızdır. Hatta Erdoğan’ın bugün başımıza bu kadar bela olmasında
Demirtaş’ın taktik yönelişlerinin yanlışlığının epey bir payı olduğu bile
söylenebilir.
Bir örnek verelim.
Bütün bu Erdoğan’ın başkanlık ihtirasları daha baştan
engellenebilir; o zaman Erdoğan da üç dönem kuralına takılacağından iki yıl
önce Erdoğan sorunundan kurtulunabilirdi.
Hatırlayalım, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uzun bir
süre HDP’nin ne yapacağı belli değildi.
O dönemde bu satıların yazarı, bugün CHP’ye geçmiş
bulunan Bekaroğlu’nu HDP’nin (CHP ile birlikte veya CHP gelmez ise kendi başına)
aday göstermesini önermişti.
Çünkü o aşamada, taktik bir hedef olarak Erdoğan’ın
durdurulması ve Bekaroğlu’nun onun karşısında Cumhurbaşkanı olması, demokratik
güçlerin muazzam mevziler kazanmasına; hareket alanlarının genişlemesine yol
açardı.
Maalesef bu önerimiz o zamanlar HDP’nin organlarında
hiçbir yankı bulmamıştı.
Hâlbuki biz daha o zaman Erdoğan’ı durdurmanın ne kadar
önemli olduğu, onu durdurmak için de en geniş cephenin nasıl kurulacağı üzerine
kafa yoruyorduk.
O dönemde ise, Selahattin Demirtaş, HDP projesine,
yani Türkiyelileşme projesine uzak duruyordu ve Kürt ulusalcılarının Öcalan’ın
Türkiyelileşme projesine direnişlerini arkasına alarak bir kenara çekilmişti.
Sonunda Kürt özgürlük hareketi, Demirtaş olmadan, Kürt
ulusalcılarından gelen bu direnci kıramayacağını görünce, Demirtaş’ın
karşısında boyun eğerek, onun koşullarını kabul ederek, onun Partinin başına
geçmesine onay vermişti. Ve Demirtaş sadece partinin başına geçmemiş aynı
zamanda biraz da emrivaki ile Cumhurbaşkanı adayı olduğunu ilan edivererek,
resmen aday olmuştu.
O momentte, eğer akıllı bir stratej ve taktisyen ve
durum yargılaması yapan biri olsaydı, Demirtaş, Partinin başkanı olarak,
Erdoğan’ın önünün nasıl kapanacağının hesabını yapar; Bekaroğlu gibi bir adaya sadece
HDP ve CHP seçmeninin değil; aynı zamanda geniş bir AKP seçmeninin de oy verebileceğini
hesaplayabilir, kendini aday göstermeyip pekâlâ Bekaroğlu’nu aday gösterebilirdi.
Böylece CHP’yi de MHP’nin yanından kendi yanına gelmeye zorlayabilirdi.
Bu durumda MHP ve adayı yalnız kalacağından, Bekaroğlu
büyük bir olasılıkla birinci turu geçer ve ikinci turda Erdoğan karşısında kalırdı.
Bu durumda da büyük bir olasılıkla, her kesimden oy alabilecek ve başkanlık
düzeni ihtirasları olmayan bir aday olarak, Erdoğan karşısında üstünlük sağlar,
Cumhurbaşkanı olurdu. Böyle insan hakları ve demokrasi mücadelesi alanında
denenmiş bir insanın cumhurbaşkanı olması durumunda, bugün yaşadığımız
felaketlerin hiç birini yaşamayabilirdik.
Yani aslında biz, bir ölçüde Demirtaş’ın stratejik ve taktik
hatalarının da ceremesini çekiyoruz.
Benzeri hatalar bu 7 Haziran seçimlerinden sonra da
geçerliydi.
Özetle eskilerin dediği gibi Demir-“Taş yerinde ağırdır”
En şifalı ilaçlar, yerinde, zamanında ve dozunda
kullanılmazsa en öldürücü zehirlere dönüşürler; en öldürücü zehirler yerinde,
dozunda ve zamanında kullanılırsa en şifalı ilaçlar olurlar.
Yani Selahattin Demirtaş ancak doğru bir strateji ve
taktiğin uygulayıcısı olursa başarılı olabilir. Bir stratej veya taktisyen veya
örgütleyici olarak aslında çok büyük zaafları bulunmaktadır.
Hasta olanlar bilirler. Doktorlar genellikle güzel iğne
yapamazlar, kan alamazlar, bu işleri hemşireler ve hastabakıcılar çok daha
güzel yaparlar. Ama bunu güzel yaparlar diye hastalıkların teşhis ve tedavisi
onlara bırakılmaz.
Yani, personel sorunu aynı zamanda, insanların
yeteneklerinin en verimli olacağı alanlarda değerlendirilmesi sorunudur.
Tarih insanları iki türlü harcar. Yeteneklerinin
üzerindeki görevlerin altında ezer ya da yeteneklerinin altındaki görevlere mahkûm
eder.
Demirtaş gibi bir değerin böyle bir harcanmaya
uğramaması için de onun nerede, nasıl, en çok yararlı olacağının bilinmesi
gerekir.
Ayrıca Selahattin Demirtaş zeki bir insandır. Canlı
bir hareketin yarattığı; onunla canlı bağları olan bir insandır. Ayrıca
gençtir, yani taşlaşmış değildir, kendini geliştirebilir. Yukarıda önerdiğimiz
gibi açık bir tartışma, Demirtaş’ın kendini geliştirmesi için de eğitici bir
işlev görür.
*
Demirtaş bir örgütçü olarak da başarılı değildir.
Kanıtı mı? Çok basit.
Şu an bile, bizim şu yazdıklarımızı, yani
önerilerimizi ve eleştirilerimizi, kendisi önermediği için, yazmadığı için, bir
örnek sunmadığı için, şu anki taktik hamleyi görmediği için yanlış yapmaktadır.
*
İşte bu yazı kamuoyu önünde açık bir özeleştiri ve
eleştiri için bir başlangıç; bir örnektir. Hem de en kritik kişi (personel) sorunlarını,
kişiselliğe kaçmadan tartışan bir örnek.
Demir Küçükaydın
04 Kasım 2015 Çarşamba
[1]
Gezinin daha ilk günlerinde, 2 Haziran 2013’te, Demirtaş’ın demecini şöyle
eleştirmiştik “Kürt Hareketi ve Taksim direnişi”
başlıklı yazımızda.
“daha vahimi, Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri.
Onları okuyalım.
“BDP lideri Demirtaş, ‘İnsanlar
Gezi Parkındaki ağaçlar için değil, aynı zamanda hükümetin olumsuz
politikalarına da tepki koyuyor. Vatandaşın tepkisini değerli buluyorum. Biz
BDP olarak Gezi Parkı direnişçilerinin yanındayız. Vatandaşa atılan her bir gaz
ve vurulan coplar için hükümeti kınıyorum. Bölgede yıllardır olup biten
İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı’ diye konuştu.
İstanbul’da yaşayanların gazı ilk kez tattığını
belirten Demirtaş, ‘Diyarbakır, Hakkâri ve Şırnak’ta günlerce gaz yedik. Bir
yıl geçmesine rağmen Diyarbakır sokaklarından hala gaz kokusu geliyor. Demin de
belirttiğim gibi müzakere ve barış sürecine karşı ulusalcı ve milliyetçi
kesimler süreci baltalamak için uğraşıyorlar, bunlara karşı dikkatli olmak
lazım. Biz Gezi Parkı’nda yaşananları müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin
vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı
ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını
bilir’ dedi.”
Yine aynı anı ve ruhu anlayamayan ifadeler söz
konusu.
Birincisi, dışarıdan konuşuyor. İçinden değil. Onun
için “yanında” olmaktan söz ediyor. İçinde olmayı içine sindirmiş bir dil böyle
olmaz.
İkincisi, üstten konuşuyor. “Vatandaşın tepkisini
değerli bulmaktan” söz ediyor. Bu nasıl üstten bir dildir? Değersiz bulsa ne
olur? Oradaki tepkisini değerli bulduğu vatandaşlardan biri olarak konuşmak
varken, böyle dışarıdan ve üstten bir dil ne oluyor?
İnsanlar bu gibi ifadelerin böyle hangi özne
açısından hangi nesneye yönelik olarak yapıldığının analizini yapmazlar, ama
hissederler bir şeylerin onlara uymadığını.
Hangi direnişçi bu sözlerde kendini bulabilir? Hiç
biri!
Üçüncüsü, politikada kırgınlıklarla, sitemlerle
mücadele edilmez. Yanlışların hesabı tutulmaz. Onlarla mücadele içindir zaten
politika. Böyle bir hareketi bulmuş olarak sevinecek, içinde yer alacak yerde
bir de sitem ediyor: “Bölgede yıllardır olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca
genç İstanbul dağlarına çıkardı”. Bu mudur bu kritik saatlerde söylenecek olan?
Bunu sıradan Kürtler söylerse anlayışla karşılanabilir, ama Demirtaş bir politikacıdır
ve en azından resmen, “Türkiyelileşmek” ve hatta “Orta Doğululaşmak” diye bir
hedefi bulunan; Türkiye’nin batısı ile doğusu arasındaki memnuniyetsizler
arasında bağ kurmak isteyen; buradan tüm Orta Doğu’ya demokrasi getirmek
isteyen bir hareketin sözcüsü olarak bu sözler çok vahim yanlışlardır. Politika
böyle kırgınlıklar, duygular üzerinden yapılmaz.
İkinci paragrafta iyice açığa çıkıyor mantık.
Demokratik bir Orta Doğu için mücadele eden bir Orta Doğu politikacısı olarak
değil; hatta bir Türkiye politikacısı olarak değil, bir Kürt politikacısı
olarak konuşuyor. Hele ulusalcılara ilişkin söyledikleri tamı tamına onların
ekmeğine yağ sürecek bir nasihat. Görevi bu hareketin içinde yer alıp mümkünse
onun demokratik olarak daha da radikalleşmesi ve demokratik hedeflere sahip
olması için çalışmak iken, dışarıdan (şu ‘biz’ zamiri) ve yukarıdan (tabanımız)
bir uyarı yapıyor. Yani “orada faşistler falan da var; biz orada olmayız,
dışarıdan destek veriyoruz, ama dikkat ha, faşistlerin oyununa gelmeyin!”
Bu nasıl bir kavrayışsızlıktır? Eğer Ertuğrul ve
Sırrı Süreyya olmasa, Kürt hareketi Öcalan’ın onlarca yıldır yapmaya
çalıştığını, iki paragrafla yok etmiş olurdu. Bir zamanların Erbakan’ının,
demokratik bir hareketin yanında yer alacak yerde, “Mum söndü yapıyorlar”
diyerek onu adeta Özel Savaş Dairesinin kucağına itmesinin neredeyse benzeri
konumdadır bu duruş ve söylem.
Dileriz Kürt hareketinin bunca yıllık demokratik
geleneklerine ve emeklerine uygun bir çizgiye yine gelinir. Bu Öcalan’ın
çizgisi değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder