5 Kasım 2015 Perşembe

HDP’nin Özeleştirisi, Yeniden Yapılanması ve Demirtaş

HDP yöneticilerinden Ayhan Bilgen’in şu sözleri çok önemlidir ve yol gösterici olmalıdır:
Siyasette rakibinizin gücü sizin zaaf ve zayıflığınızın mazereti olamaz. Güçlü bir özeleştiriyle yeniden yapılanma çalışmalarına başlamalıyız. Cezaevlerinde, ülke dışında özgürlük, barış isteyenlere, fedakâr halkımıza layık sonuç elde edemedik. Toplumsal siyaset sandıkta bitmez başlar.”
Bu vesileyle “özeleştiri” ve “yeniden yapılanma” çalışmasının nasıl olması gerektiğine dair birkaç öneri yapalım ve önerilere uygun örnekleri sunalım
Birincisi, her özeleştiri aslında bir eleştiri olmak zorundadır. Çünkü özeleştiri özünde bir sorunun nedenlerini araştırmak ve ortaya çıkarmaktır; eleştiri konusu olan kişiler değil; anlayışlar, yöntemler, ilkeler, kavramlar, genellemelerdir ve öyle olmalıdır. Bizlerin kişilerle sorunu olmaz. Özeleştiri bir günah çıkarma ayini değildir.

O halde, genellikle kişilere yönelik bir suçlama veya günah çıkarma ayini gibi anlaşılabilen “özeleştiri” sözü yerine, “nedenlerin ortaya çıkarılması ve o nedenleri ortadan kaldıracak değişikliklerin yapılması” gibi bir ifadeyi kullanmak, çok daha doğru olur.
İkincisi şöyle açıklanabilir: “Türk solu daha Kemalizm’le hesaplaşmadı”; “Daha 12 Mart yenilgisinin özeleştirisi yapılmadı” veya “hesabı verilmedi”; “HDP bu seçim yenilgisinin bir özeleştirisin yapmalı ve hesabını vermelidir” vs. türünden sözleri duyarsınız bilgeliğin son harikası gibi.
Bu gibi harcı alem ve zerrece ciddiye alamaya değmez önermelerde iki temel yanlış vardır
Birincisi, hiçbir güç, örgüt, kesim, sınıf, ulus vs. yeknesak, monolitik bir yapı değildir. Onların içinde sürekli olarak farklı teorik temellerin, kavramların, yöntemlerin, stratejilerin bir mücadelesi vardır. Dolayısıyla “Türk sosyalistleri” veya “HDP’liler” veya “Kürt Hareketi” vs. diye başlayan önermeler bu özneyi yekpare ve monolitik bir yapı olarak ele aldığından baştan yanlış ve saçma çıkarsamalara gebedir. Bu kavramlardan, bu bağlamda ciddiye alınacak bir çıkarsama yapılamaz.
Her partinin, örgütün, sınıfın vs. içinde farklı açıklama denemeleri olur. Ve genellikle bunların içinden bazıları tam da olmadığı söylenen şeyi, yani “değerlendirmeyi”, “özeleştiriyi” yapmaktadırlar. Örneğin Kemalizm’le hesaplaşma mı? Ben yaptım ve Türk veya Türkiye Solu denen kategoriden bir kişiyim. “Türk solu Kemalizm’le hesaplaşmadı” vs. denildiğinde, aslında örneğin benim tarafımdan yapılmış bu hesaplaşmaya karşı bir susuş kumkuması ile bir savaş verilmiş olur. Yani bu tür önermeler gerçekte en önemli hesaplaşmalara karşı bir susuş kumkuması ile savaşın araçlarıdırlar.
İkincisi, “Özeleştiri yapılmalıdır”, “değerlendirilmelidir” “eleştirilmelidir” vs. türündeki önermelerin kendisi saçmadır. Bunların yapılması gerektiğini söylemek, boş laf etmektir. Böyle laflar edenlerin yapmaları gereken şey, o yapılması gerektiğini söyledikleri şeyi somut olarak yapmaları veya yapmaya kalkmalarıdır.
Örneğin, “HDP bu yenilginin bir özeleştirisini yapmalıdır” deniyor. Böyle nefes tüketmeye gerek yok. Oturun bizzat sizin açınızdan nelerin yanlış olduğunu yazın. Bu kadar basit. “Pudingin tadı yenerek anlaşılır.” Birileri ha bre “Puding yapın ve yiyin” deniyor. Yapın da yiyelim.
Bu çok temel ve yaygın ama artık sürekli bilgeliğin şahikasıymış gibi tekrarlandığı için artık gına gelmiş çok temel metodolojik yanlışları sıraladıktan sonra, bu “eleştiri veya özeleştiri”nin yöntemine gelelim.
*
Bu eleştiri veya özeleştiri, parti organlarının toplantılarında, kamuya kapalı olarak yapılmamalıdır.
Bu eleştiri ve özeleştiri, tamamen kamuoyu önünde, kim ne der diye hiç çekinmeden, açıkça, hiçbir sansüre ya da oto sansüre uğratılmadan yapılmalıdır.
Bütün HDP’lilerin yapılan yanlışlar; yanlışların nedenleri; programatik, stratejik, taktik, örgütsel düzeyde ne gibi değişiklikler yapılması gerektiği gibi konularda kendi görüşlerini açıkça yazmalı ve kamuoyuna sunmalıdırlar. Yani gazetelerde, bloglarında, internette, sosyal medyada vs. tüm halka duyurmalıdırlar. Hatta özellikle bu işin başını bugünkü HDP yöneticileri, milletvekilleri vs. çekmelidirler.
Ve sadece HDP’liler değil; HDP’li olmayıp da ona sempati duyanlar veya başarısını isteyenler de, ortada bir yanlış, eksik vs. ne görüyorlarsa, bunların nedenleri hakkında kendi görüşlerini oraya koymalı, bu nedenleri ortadan kaldıracak somut yapısal değişiklikler hakkında kendi önerilerini sunmalıdırlar.
Hatta bütün bu görüş ve tartışmaların herkesin kolayca erişebileceği şekilde internette bir yerde toplanmalı; bir data bank ve forum oluşturulmalıdır.
Böyle bir girişimin bizzat kendisi bile küçük bir devrim ve fiili bir özeleştiri olur. Türkiye’nin yerleşik politik kültürünün fiilen değiştirilmesi olur; sol örgütlerinin kabuklarını kırar; yerleşik gelenekleri sarsar.
Bu fiili bir özeleştiri, hatta bir küçük bir devrim olur dedik.
Neden?
Somutlayalım. Facebook’ta Fehim Caculi şunları yazıyor örneğin:
2 Gündür 1 Kasım seçim sonuçlarının tartışıldığı toplantılara katılıyorum.. Türkiye demokrasi güçlerinin önünde bu kadar vahim bir tablo varken HDP hariç, CHP dahil istisnasız hepsinin ( kendi partim YSGP dahil ) kendi örgütünün derdine düşmüş ve içindeki grupçukların da kendi varoluşları üzerinden cümle kurmaya, süreci tanımlamaya çalıştıklarını gözlemledim.
İktidar Blokunun kurduğu mevcut korkunç senaryoya alternatif bir senaryo kurmaya, ortak aklı yürütmeye, alternatif bir oyun kurucu olmaya, birlikte bir politika oluşturmaya uygun yapılar olmadıklarını düşünüyorum.
Bunun yanında hala HDP projesinin Türkiye için büyük bir şans olduğunu herkesin bu parti etrafında kenetlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu sebeple 68 ve 78 kuşağı siyasetçilerin tamamının siyaseten emekli edilmesi gerektiğini ve bunların kurduğu tüm örgüt(çük)lerin de tekke ve zaviyeler yasasına tabi olması gerektiğini düşünüyorum.
Bu dediğimiz yöntem, Caculi’nin şikâyet ettiği sol grupların yönteminin fiili bir eleştirisi olur. Dikkat edin hiçbir sol grubun önediğimiz yöntemi izlemek ve fiilen uygulamak gibi bir derdi yok. İşin kötüsü, HDP bunu yapamadığı takdirde, şu an hala canlı bir hareketi ifade edebilen, HDP’nin de onlardan bir farkı kalmaz.
O halde, ancak böyle, nedenler ve tedavi yolları üzerine bir tartışma kamuoyu önünde açıkça yapılıp; farklı teşhis ve tedaviler arasında tartışmalar sürdürülüp;  belli görüşler etrafında yoğunlaşmalar, billurlaşmalar; sistemli görüşler oluştuktan; yani birbirine alternatif açıklama ve stratejiler (teşhis ve tedaviler) netleştikten sonra bir kongre ile bunlar sonuca bağlanmalıdır.
Ve sonuca bağlanırken de farklı açıklamaların taraftarları oranında yönetime yansıması sağlanmalıdır.
Ama HDP’ye bakalım, böyle mi yaklaşıyor olaya. Bütün bunları yapmak gerektiğinden ve öneminden söz etmiyor; fiilen böyle bir çabaya girişmiyor; bir kongre yapmaktan söz ediyor. Sorun sadece hukuki bir prosedürmüş gibi koyuluyor. Bir kongre açıkça yapılmış ve tüketilmiş bir tartışmanın hukuki biçimlere kavuşturulması olursa anlamlıdır.
Fikri, nedenler üzerine, teşhis ve tedaviler üzerine bir tartışmanın yeri bir örgütün organları ve iç yaşamı değildir; tüm örgütsel, sınıfsal, partisel hatta ulusal sınırları aşmış; hiçbir sınırlamaya bağlı olmayan; hiçbir tabu tanımayan tartışmalardır.
Eleştiri ve özeleştiri, son duruşmada nedenlerin ortaya çıkarılmasıysa orada bilimin ilkeleri, kuralları ve yöntemleriyle çalışılmak gerekir. Orada politik dengelerin ya da kaygıların, örgütsel kaygıların, azınlıkların, çoğunlukların bir kıymeti harbiyesi olmaması gerekir. “Bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşan alçaktır” diyordu Marks.
*
Şimdi ise ne görüyoruz? Bu yöntemin karşısında, fiilen çalışmaya başlamış statüko yöntemi var.
Bu yöntemi de somutlayalım.
Örneğin Hasip Kaplan şöyle demiş:
“HDP eski Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan 1 Kasım seçimleri sonrası sosyal paylaşım sitesi Twitter'dan HDP’ye seslendi.
HDP’nin 3’üncü parti olarak çıktığı seçim sonuçlarını ardından Kaplan, "HDP'de tüzük gözden geçirilmeli. 8 eş başkan, il eş başkanları, parti meclisi ve merkez yönetim kurulunun yeniden yapılanması şart" dedi.
 “Bölünerek kaybettik, birleşerek kazanacağız; başka yol yok,” diyen Kaplan, "2 dönem kuralı gözden geçirilmeli, Selahattin Demirtaş devam etmeli" diye belirtti.”  (http://www.demokrathaber.net/siyaset/hasip-kaplan-dan-hdp-ye-cagri-demirtas-devam-etmeli-h56749.html)
Dikkat edin, Kaplan aslında kendine göre bir teşhis ve tedavi öneriyor. Yani fiilen bir özeleştiri/eleştiri yapıyor ve kendine göre neden olarak gördüklerini de söylemiş oluyor. Önerisi tüzüğü gözden geçirmek, bunun da esası birkaç organın yapısını değiştirmek ve Demirtaş’ın başkanlığını sağlamak.
Böyle bir bakış açısı, yukarıda anlatılan gibi bir yönteme ve tartışmaya hiç de sıcak bakmayacaktır.
Kaplan’ın tedavisinde, örgütün temel yapısının gözden geçirilmesi gibi bir öneri yok örneğin.
Hâlbuki HDP bugün bir örgütler koalisyonudur. Birey hukuku geçerli değildir. Birey olarak üye olanlar bile sanki bir örgütsüzler örgütü gibi kabul edilirler. Kaplan, bunda bir sorun görmüyor belli ki.
Program ve stratejisinde, taktiklerinde de bir sorun görmüyor belli ki Kaplan’ın önerileri. Dolayısıyla onun bizimki gibi bir yöntem önermesi de söz konusu olmuyor.
Aslında Kaplan’ın önerisi, fiilen var olan statükonun, yapının, programın, stratejinin muhafazasından yanadır. Elbet bu da bir değerlendirme ve özeleştiridir ama durumu idare eden, statükoyu devam ettiren bir özeleştiridir.
Kaplan’ın önerisi, temel sorunları (program, strateji, örgüt yapısı vs.) es geçip; konuyu birkaç organın bileşimine vs. indirgeyip; personel sorunu (Demirtaş’ın tekrar başkan seçilmesi) olarak görmektedir.
Tabii böyle bir anlayış HDP’nin yönetiminde ve üst organlarında egemense, yukarıda bizim önerdiğimiz gibi bir yöntemin hiçbir gerçekleşme şansı olmayacaktır. Yani özeleştiri ve eleştiri; teşhis ve tedavi üzerine açık ve temelden bir tartışma ancak nedenlerin derinde olduğuna dair bir anlayış varsa gündeme gelebilir. Yani aslında eleştiri ve özeleştirinin nasıl yapılacağına dair öneriler aynı zamanda bizlerin teşhis ve tedavilerini de yansıtırlar. HDP’nin yönetiminde sorunların derinlerde olduğuna dair bir kavrayışın olmadığının bir görünümüdür Kaplan’ınki gibi öneriler veya Kongreyi hukuki bir prosedür olarak ele alan açıklamalar.
*
Biz HDP’nin sorunlarının çok derinlerde olduğunu düşünüyoruz. Ve tam da bu nedenle böyle derin sorunları ortaya çıkarabilecek ve tartışabilecek yöntemler öneriyoruz.
Kanımızca HDP öncelikle, program tartışması açmalıdır.
HDP’nin programı henüz demokratik bir program değildir. Türkiye’nin ırkçılığı içinde onun gerici milliyetçi karakteri görülmemektedir.
HDP’nin stratejisi de bu programa bağlı olarak yanlıştır.
HDP’nin örgütsel yapısı da baştan aşağı yıkılıp yeniden kurulmalıdır. HDP bu örgüt yapısıyla ne kendi içinde demokratik bir örgüt hayatı olur; ne de Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da demokratik bir dönüşümün taşıyıcılığını yapabilir.
Örneğin, her şeyden önce, üyelikte birey hukukuna geçmeli, örgütsel temsile son vermelidir. Gerçek gücün birey hukukuyla oluşmuş organlara geçmesini sağlamalıdır.
Ancak bunda anlaşıldıktan sonra bunun tüzükte nasıl bir formülasyonla en iyi ifade edilebileceği gibi bir tartışmaya geçilebilir.
Tüzük tartışması öncelikle yapıya ilişkin bir tartışma yapıldıktan sonra anlamlı olur.
Bunlar yıllardır bizim yatığımız eleştirilerdir ve önerilerdir.
Bunlar yıllardır HDP organlarınca görmezden gelinmektedir.
*
Ama madem nedenlere inen bir usul yok; tartışma yok. O halde biz, görüşlerimizi somutlayabilmek için Kaplan’ın veya HDP yönetiminin sorunu tartışmak istediği veya fiilen tartıştığı ve çektiği düzeye gelip, yani taktik ve personel sorunlarına indirgenmesini kabul ederek, orada tartışarak, o konudaki görüşlerimizle bu eleştiri ve özeleştiri sürecine bir başlangıç yapalım ve onları buraya çekmeye çalışalım.
Bizim kanımızca, iki dönem sınırlaması gibi kurallar, özellikle de ezilen sınıflar için yanlıştır.
Çünkü ezilenlerin içinden önderler kolay yetişmez ve çıkmaz. Önderlerin değeri bilinmelidir. Onlar muazzam zaman ve enerji kayıplarını engellerler.
Basit bir örnek vereyim. Ben örneğin bu eleştirileri yapıyorum. Muhtemelen kimse takmayacaktır. Bu nedenle HDP daha çok yıllar, muazzam zaman ve enerji yitirecektir. Ama diyelim ki, Öcalan (veya Demirtaş) bunları söylese, HDP, bu zamanı yitirmeden kendini yenileyebilir. Önderlerin böyle muazzam bir etkisi vardır. Bu da kolay oluşmaz. Uzun denemelerle bu güven oluşur. Örneğin Öcalan ile Kürt halkı arasında böyle bir ilişki vardır.
Ayrıca bizzat Erdoğan olgusu, iki veya üç dönem kuralı gibi kuralların nasıl tam aksine amaçlar için de kullanılabileceğini göstermiştir. Erdoğan diktatörlüğün bu kurala dayanarak kurmuştur. Diğer eşitleri bu kuralla tasfiye etmiş ve etrafına artık kendisiyle aynı göz hizasından konuşamayacak kapıkullarını bu kural aracılığıyla doldurmuştur.
Bu gibi nedenlerle, biz o kuralın tüzükten çıkarılmasından yanayız. Demirtaş sorunu olmasaydı da çıkarılmasından yanayız.
Ama bu kuraldan bağımsız olarak, Demirtaş’ın HDP’nin başında kalmasının demokratik mücadeleyi ilerletici olacağını düşünüyoruz.
Selahattin Demirtaş’ın geçekten Türkiye’deki en geniş kesimlerin benimseyebileceği bir önderdir.
Şimdi bunu not ettikten sonra bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım.
Bugüne kadarki tecrübe, Demirtaş’ın bir stratej, taktisyen ve örgütleyici olarak başarılı olamadığını da göstermektedir. Demirtaş’ın yetenekleri ancak doğru bir strateji, taktik ve örgütsel yapı içinde parlayabilir. Aksi takdirde bu yetenekler yanlış strateji ve taktiklerin hizmetinde olur ve çok büyük zararlar verebilir ve de vermiştir.
Bu vargımızı somutlayalım.
Örneğin, Öcalan’ın Türkiyelileşme projesi ve stratejisi olmasaydı, Kürt hareketi içine kapatıldığı gettodan çıkamazdı. Türkiye’nin batısındaki bütün entelijansiyayı, solcu ve demokratları kendi saflarına çekemez veya onların sempatisini kazanamazdı. Öcalan’ın bu stratejisi ise, aslında hem Kürt hareketine, hem de Türk solcularına ancak on yıllık bir mücadele sonunda kendini kabul ettirebilmiştir.
Örneğin Demirtaş’ın bütün bu dönemde, bu Türkiyelileşme projesi için mücadele eden nefer ve önderlerden biri olduğunu söyleyemeyiz. Hatta bu stratejiyi çok sonradan kavramaya ve savunmaya başlamıştır diyebiliriz. Gezi sırasında verdiği demeçler, o zamanlar, yani iki yıl önce, bunu kavramadığının ve henüz savunmadığının somut bir göstergesidir.[1]
Ama bir kere kabul edip benimsedikten sonra, bu stratejinin fiili uygulamasında, bunu popülarize etmekte, geniş kitlelere yaymakta, hatta önderlik etmekte son derece başarılıdır.
Ve Demirtaş sadece strateji konusunda zayıf değildir; değişen durumu kavrayıp ona göre yeni taktik manevralar yapmakta da başarısızdır. Hatta Erdoğan’ın bugün başımıza bu kadar bela olmasında Demirtaş’ın taktik yönelişlerinin yanlışlığının epey bir payı olduğu bile söylenebilir.
Bir örnek verelim.
Bütün bu Erdoğan’ın başkanlık ihtirasları daha baştan engellenebilir; o zaman Erdoğan da üç dönem kuralına takılacağından iki yıl önce Erdoğan sorunundan kurtulunabilirdi.
Hatırlayalım, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uzun bir süre HDP’nin ne yapacağı belli değildi.
O dönemde bu satıların yazarı, bugün CHP’ye geçmiş bulunan Bekaroğlu’nu HDP’nin (CHP ile birlikte veya CHP gelmez ise kendi başına) aday göstermesini önermişti.
Çünkü o aşamada, taktik bir hedef olarak Erdoğan’ın durdurulması ve Bekaroğlu’nun onun karşısında Cumhurbaşkanı olması, demokratik güçlerin muazzam mevziler kazanmasına; hareket alanlarının genişlemesine yol açardı.
Maalesef bu önerimiz o zamanlar HDP’nin organlarında hiçbir yankı bulmamıştı.
Hâlbuki biz daha o zaman Erdoğan’ı durdurmanın ne kadar önemli olduğu, onu durdurmak için de en geniş cephenin nasıl kurulacağı üzerine kafa yoruyorduk.
O dönemde ise, Selahattin Demirtaş, HDP projesine, yani Türkiyelileşme projesine uzak duruyordu ve Kürt ulusalcılarının Öcalan’ın Türkiyelileşme projesine direnişlerini arkasına alarak bir kenara çekilmişti.
Sonunda Kürt özgürlük hareketi, Demirtaş olmadan, Kürt ulusalcılarından gelen bu direnci kıramayacağını görünce, Demirtaş’ın karşısında boyun eğerek, onun koşullarını kabul ederek, onun Partinin başına geçmesine onay vermişti. Ve Demirtaş sadece partinin başına geçmemiş aynı zamanda biraz da emrivaki ile Cumhurbaşkanı adayı olduğunu ilan edivererek, resmen aday olmuştu.
O momentte, eğer akıllı bir stratej ve taktisyen ve durum yargılaması yapan biri olsaydı, Demirtaş, Partinin başkanı olarak, Erdoğan’ın önünün nasıl kapanacağının hesabını yapar; Bekaroğlu gibi bir adaya sadece HDP ve CHP seçmeninin değil; aynı zamanda geniş bir AKP seçmeninin de oy verebileceğini hesaplayabilir, kendini aday göstermeyip pekâlâ Bekaroğlu’nu aday gösterebilirdi. Böylece CHP’yi de MHP’nin yanından kendi yanına gelmeye zorlayabilirdi.
Bu durumda MHP ve adayı yalnız kalacağından, Bekaroğlu büyük bir olasılıkla birinci turu geçer ve ikinci turda Erdoğan karşısında kalırdı. Bu durumda da büyük bir olasılıkla, her kesimden oy alabilecek ve başkanlık düzeni ihtirasları olmayan bir aday olarak, Erdoğan karşısında üstünlük sağlar, Cumhurbaşkanı olurdu. Böyle insan hakları ve demokrasi mücadelesi alanında denenmiş bir insanın cumhurbaşkanı olması durumunda, bugün yaşadığımız felaketlerin hiç birini yaşamayabilirdik.
Yani aslında biz, bir ölçüde Demirtaş’ın stratejik ve taktik hatalarının da ceremesini çekiyoruz.
Benzeri hatalar bu 7 Haziran seçimlerinden sonra da geçerliydi.
Özetle eskilerin dediği gibi Demir-“Taş yerinde ağırdır
En şifalı ilaçlar, yerinde, zamanında ve dozunda kullanılmazsa en öldürücü zehirlere dönüşürler; en öldürücü zehirler yerinde, dozunda ve zamanında kullanılırsa en şifalı ilaçlar olurlar.
Yani Selahattin Demirtaş ancak doğru bir strateji ve taktiğin uygulayıcısı olursa başarılı olabilir. Bir stratej veya taktisyen veya örgütleyici olarak aslında çok büyük zaafları bulunmaktadır.
Hasta olanlar bilirler. Doktorlar genellikle güzel iğne yapamazlar, kan alamazlar, bu işleri hemşireler ve hastabakıcılar çok daha güzel yaparlar. Ama bunu güzel yaparlar diye hastalıkların teşhis ve tedavisi onlara bırakılmaz.
Yani, personel sorunu aynı zamanda, insanların yeteneklerinin en verimli olacağı alanlarda değerlendirilmesi sorunudur.
Tarih insanları iki türlü harcar. Yeteneklerinin üzerindeki görevlerin altında ezer ya da yeteneklerinin altındaki görevlere mahkûm eder.
Demirtaş gibi bir değerin böyle bir harcanmaya uğramaması için de onun nerede, nasıl, en çok yararlı olacağının bilinmesi gerekir.
Ayrıca Selahattin Demirtaş zeki bir insandır. Canlı bir hareketin yarattığı; onunla canlı bağları olan bir insandır. Ayrıca gençtir, yani taşlaşmış değildir, kendini geliştirebilir. Yukarıda önerdiğimiz gibi açık bir tartışma, Demirtaş’ın kendini geliştirmesi için de eğitici bir işlev görür.
*
Demirtaş bir örgütçü olarak da başarılı değildir.
Kanıtı mı? Çok basit.
Şu an bile, bizim şu yazdıklarımızı, yani önerilerimizi ve eleştirilerimizi, kendisi önermediği için, yazmadığı için, bir örnek sunmadığı için, şu anki taktik hamleyi görmediği için yanlış yapmaktadır.
*
İşte bu yazı kamuoyu önünde açık bir özeleştiri ve eleştiri için bir başlangıç; bir örnektir. Hem de en kritik kişi (personel) sorunlarını, kişiselliğe kaçmadan tartışan bir örnek.
Demir Küçükaydın
04 Kasım 2015 Çarşamba



[1] Gezinin daha ilk günlerinde, 2 Haziran 2013’te, Demirtaş’ın demecini şöyle eleştirmiştik “Kürt Hareketi ve Taksim direnişi” başlıklı yazımızda.
“daha vahimi, Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri. Onları okuyalım.
BDP lideri Demirtaş, ‘İnsanlar Gezi Parkındaki ağaçlar için değil, aynı zamanda hükümetin olumsuz politikalarına da tepki koyuyor. Vatandaşın tepkisini değerli buluyorum. Biz BDP olarak Gezi Parkı direnişçilerinin yanındayız. Vatandaşa atılan her bir gaz ve vurulan coplar için hükümeti kınıyorum. Bölgede yıllardır olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı’ diye konuştu.
İstanbul’da yaşayanların gazı ilk kez tattığını belirten Demirtaş, ‘Diyarbakır, Hakkâri ve Şırnak’ta günlerce gaz yedik. Bir yıl geçmesine rağmen Diyarbakır sokaklarından hala gaz kokusu geliyor. Demin de belirttiğim gibi müzakere ve barış sürecine karşı ulusalcı ve milliyetçi kesimler süreci baltalamak için uğraşıyorlar, bunlara karşı dikkatli olmak lazım. Biz Gezi Parkı’nda yaşananları müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir’ dedi.”
Yine aynı anı ve ruhu anlayamayan ifadeler söz konusu.
Birincisi, dışarıdan konuşuyor. İçinden değil. Onun için “yanında” olmaktan söz ediyor. İçinde olmayı içine sindirmiş bir dil böyle olmaz.
İkincisi, üstten konuşuyor. “Vatandaşın tepkisini değerli bulmaktan” söz ediyor. Bu nasıl üstten bir dildir? Değersiz bulsa ne olur? Oradaki tepkisini değerli bulduğu vatandaşlardan biri olarak konuşmak varken, böyle dışarıdan ve üstten bir dil ne oluyor?
İnsanlar bu gibi ifadelerin böyle hangi özne açısından hangi nesneye yönelik olarak yapıldığının analizini yapmazlar, ama hissederler bir şeylerin onlara uymadığını.
Hangi direnişçi bu sözlerde kendini bulabilir? Hiç biri!
Üçüncüsü, politikada kırgınlıklarla, sitemlerle mücadele edilmez. Yanlışların hesabı tutulmaz. Onlarla mücadele içindir zaten politika. Böyle bir hareketi bulmuş olarak sevinecek, içinde yer alacak yerde bir de sitem ediyor: “Bölgede yıllardır olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı”. Bu mudur bu kritik saatlerde söylenecek olan? Bunu sıradan Kürtler söylerse anlayışla karşılanabilir, ama Demirtaş bir politikacıdır ve en azından resmen, “Türkiyelileşmek” ve hatta “Orta Doğululaşmak” diye bir hedefi bulunan; Türkiye’nin batısı ile doğusu arasındaki memnuniyetsizler arasında bağ kurmak isteyen; buradan tüm Orta Doğu’ya demokrasi getirmek isteyen bir hareketin sözcüsü olarak bu sözler çok vahim yanlışlardır. Politika böyle kırgınlıklar, duygular üzerinden yapılmaz.
İkinci paragrafta iyice açığa çıkıyor mantık. Demokratik bir Orta Doğu için mücadele eden bir Orta Doğu politikacısı olarak değil; hatta bir Türkiye politikacısı olarak değil, bir Kürt politikacısı olarak konuşuyor. Hele ulusalcılara ilişkin söyledikleri tamı tamına onların ekmeğine yağ sürecek bir nasihat. Görevi bu hareketin içinde yer alıp mümkünse onun demokratik olarak daha da radikalleşmesi ve demokratik hedeflere sahip olması için çalışmak iken, dışarıdan (şu ‘biz’ zamiri) ve yukarıdan (tabanımız) bir uyarı yapıyor. Yani “orada faşistler falan da var; biz orada olmayız, dışarıdan destek veriyoruz, ama dikkat ha, faşistlerin oyununa gelmeyin!”
Bu nasıl bir kavrayışsızlıktır? Eğer Ertuğrul ve Sırrı Süreyya olmasa, Kürt hareketi Öcalan’ın onlarca yıldır yapmaya çalıştığını, iki paragrafla yok etmiş olurdu. Bir zamanların Erbakan’ının, demokratik bir hareketin yanında yer alacak yerde, “Mum söndü yapıyorlar” diyerek onu adeta Özel Savaş Dairesinin kucağına itmesinin neredeyse benzeri konumdadır bu duruş ve söylem.
Dileriz Kürt hareketinin bunca yıllık demokratik geleneklerine ve emeklerine uygun bir çizgiye yine gelinir. Bu Öcalan’ın çizgisi değildir.

Hiç yorum yok: