Gerek
Türkiye’de; gerek dünyada demokrasi mücadelesinin böylesine güçsüz olmasının ve
son duruşmada ardında bilince çıkmamış demokratik özlemler bulunan toplumsal
hareketlerin demokrasiye düşman politikaların aracı haline gelmelerinin, biri
üst diğeri alt sınıflardan kaynaklanan iki temel nedeni vardır.
Birincisi
egemen sınıfın korkaklığıdır; yani Burjuvazinin korkaklığı. Ama bunu şöyle de
ifade etmek mümkündür: sınıfların çıkarları ve karakterleri
özdeş değildir veya çakışmaz.
Kapitalizm (Ya
da bir bütün olarak burjuvazinin tarihsel ve genel çıkarı) kendi saf mantığı
içinde, demokrasi ile yani insanların biçimsel eşitliği ile çelişmez.
Çünkü işgücü denen metanın maddi ve manevi özellikleri onun
kullanım değeri üzerinde herhangi bir
etkide bulunmaz. Bütün diğer metalarda ise o malın maddi ve manevi özellikleri
onun kullanım değerini belirler.
Yani işgücü
olarak kullanılan işçi Kürt veya Türk, eşcinsel veya biseksüel; kadın veya erkek;
siyah veya beyaz; Müslüman veya Hıristiyan; Şaman veya inançsız vs. olduğunda
ortaya çıkacak olan artı değer miktarında bir değişme olmaz. Tam da bu nedenle,
dünyada genel eğilim bu yöndedir. Tam da bu nedenle, bütün bu eşitlikler uğruna
savaşlar son duruşmada kapitalizme bir gençlik aşısı olurlar ve onun
esnekliğini arttırırlar. Kapitalizmin muazzam esnekliğinin temelinde de; Marks’ın
Kapital’inin tükenmeyen tazeliğinde de zaten bu vardır. Biri bu yasaya göre işler,
diğeri kapitalizmin analizini bu yasaya oturtur.
Bu nedenle,
varlığı kapitalizm ile özdeş egemen sınıfın, yani kapitalistler veya
burjuvazinin, teorik olarak ya da soyut olarak demokrasiden yana olması
gerekir.
Ancak kapitalizmdeki
egemen sınıf, dünyanın hiçbir yerinde bu özelliği göstermez.
Çünkü bu
sınıf içgüdüsüyle böyle bir biçimsel eşitliğin, sadece kapitalizm için ideal
koşullar olmakla kalmadığını; ezilenlerin birleşmesi için de ideal koşullar
sunduğunu görür ve bilir. Bu nedenle burjuvazi (ve tarih boyunca üst sınıflar) dünyanın
hiçbir yerinde ve hiç bir zaman, demokrasi, yani insanların biçimsel eşitlik
mücadelesine önderlik etmez ve etmemiştir. Bu Muhammet zamanında Mekke'de de böyleydi;
bin küsur yıl sonra Paris veya Petersburg’ta da böyleydi.
“Aydınlanma”
veya “Burjuva Devrimleri” aslında burjuvazinin değil; ezilen alt sınıfların
motoru oldukları ve başını çektikleri devrimler olmuşlardır. Burjuvazinin
yaptığı tek şey, bunun kontrolden çıkmaması için, önce içine girerek, rüzgâra
göre yelken açarak; sonra küçük küçük
adımlarla başını bağlayarak, o devrimleri karşı devrimin egemenliği altına
almak olmuştur. Mekke’nin zenginlerinin de yaptığı bundan farklı değildi.
Bu nedenle “Burjuva
devrimleri” sözünü aslında Marksistlerin terminolojilerinden çıkarıp atmaları
gerekiyor ya da bunu kapitalizmle çelişmez anlamıyla sınırlı olarak
kullanmaları gerekiyor. Tarihte “burjuva devrimi” yoktur sınıfsal anlamıyla.
(Ama bu sorun, Marksizm’de yapı ve özne sorunuyla; sınıfların devrim
yapmamasıyla ve yapamayacağıyla; devrim kavramının tanımıyla; Devrimlerin
dinlerden dinlere geçişler olduğuyla; partilerin sınıfların çıkarlarını
ifadesinin araçları olduğu ve sadece dinlerin içinde var olacağıyla; sosyolojik
anlamıyla Din ve Parti kavramlarıyla ilgili çok daha geniş bir incelemenin
konusudur. Buna sadece değinip geçiyoruz)
Aslında Fransız
devrimini Paris donsuzları; Rus Devrimi’ni de artık birer sanayi işçisine
dönüşmüş Petrograd donsuzları yapmıştı. Her iki devrim de biri Bonapart’ın;
diğeri Stalin’in adına bağlı karşı devrimlerle tasfiye edilmişti. Ve bu karşı
devrimler ideolojik olarak da ayı zamanda aydınlanma kozmopolitizmine ve onun
kalıntısı enternasyonalizme karşı ulus ve ulusçuluk bayrağıyla yürütülmüştü.
Her ikisine de merkezi ve bürokratik devletlerin restorasyonu eşlik de etmişti.
Bu
nedenledir ki, ulusal devlet aslında, bir karşı devrim devletidir. Ulusal bir
devletin devrimci ya da demokratik olmasına olanak yoktur. Demokrasi ancak ulusal
devleti parçalayarak; ulusa karşı bir devrim olarak ortaya çıkabilir. Ulusal
çapta partiler; bir ulusun içinde devrim yapmak isteyen partiler; örneğin “Sosyalist
Türkiye” veya “Demokratik Türkiye” falan
diyenler devrim yapamazlar; devrim ancak ulusa karşı yapılabilir ve bu da
özünde bir başka bir dine geçiş demektir. Ulus dininden demokrasi dinine
geçiştir; yani devrim olması için, insanların Türk olmaktan çıkıp Demokrat
olmaları gerekir; bir Türk veya Kürt demokrat olamaz.
Bu, burjuvazinin
bu korkaklığının onun programatik hedeflerinde yansıyan bir yönüdür. Örneğin
topraklar birer üretim koşulu olmasına rağmen
burjuvazi toprakların hava gibi su gibi kamulaştırılmasını hiçbir zaman talep
etmez. Benzer şekilde medyanın kamuya ait olması, oylar ve nüfustaki oranlara
göre sunulması gibi tedbirlerin adı bile anılmaz. Aslında tüm biçimsel
eşitlikler; toprakların ve medyanın kamusal olması; hatta bürokratik ve merkezi
olmayan, “ucuz devlet” kapitalizmle çelişmez; aksine daha mükemmel ve esnek bir
kapitalizm için en ideal koşulları sunar.
Bu anlamda
bunlar için devrimlere onun kapitalizmle çelişmeyen niteliğinden hareketle
burjuva devrimleri denilebilir. Somut tarihte bu burjuva karakterdeki haklar
için mücadele edenler daima alt sınıflar olmuştur. Ama alt sınıfların her
başarısı da egemen sınıfların değirmenine su taşımıştır; kapitalizmi daha esnek
ve daha ideale yakın hale getirmiştir.
Ancak
burjuvazinin korkaklığının bir de strateji ve taktiğe yansıyan bir yanı daha
vardır. Burjuvazi, kitlelerin eyleminden korkar. Kendi doğrudan çıkarları söz
konusu olduğunda bile kitlelerin eyleminden korkar. En kanlı diktatörlüklerinin
dayandığı faşist hareketler bile, burjuvazinin dışında örgütlenir; alt
sınıfların tersine dönmüş bir tepkisi olarak ortaya çıkar.
Burjuvazi
kendi iç çatışmalarında bile onları bir koçbaşı olarak kullanmamaya özen
gösterir. Çünkü bilir ki, ezilen kitleler, en kendi kontrolündeki mücadeleler
içinde bile hızla siyasi eğitim ve bilinç edinebilir; örgütlenip, birden
kontrolden çıkabilir.
Dolayısıyla
kendi ideolojik, politik ve örgütsel egemenliği altında bile bir kitle hareketi
istemez. Deliye taşı andırmamaya çalışır.
Bu nedenle
de, ezilenlerden korkusundan, ezilenlerin demokratik yönde hareketlendiği ve
radikalize olduğu zamanlarda, derhal eski düzenin devletiyle ve sınıflarıyla ittifak
yapar.
Bu, programatik,
stratejik, taktik zayıflıklar, demokratik hareketlerin ve mücadelenin
zayıflığının egemen sınıflara ilişkin yanıdır.
Somut ir
örnek vereyim. T24 diye bir site var. Havuz medyasına karşı, Erdoğan’a karşı en
sert muhalefeti yapar gibi görünüyor. Ama dikkat edilirse, medya eleştirisi hep
ahlakidir. Programatik olarak medyanın devlet ve özel mülkiyetten azade olarak
kamulaştırılması gibi bir program ve perspektifi yoktur. Kitle hareketi
konusunda tam bir suskunluk içindedir. Devlet bürokrasisi içindeki
bölünmelerden medet umar. Burjuvazinin
Demokratik bir program yoksunluğu ve kitle korkusunun iki tezahürü de görülür.
T24’ün bugün demokrasi mücadelesinin ön safında olduğunu düşünürseniz, demokrasi
mücadelesinin niye zayıf olduğunu ve kalacağını da görebilirsiniz.
En
demokratlar bile oradaki yazıları paylaşmaktadırlar.
*
Ama sorunun bir
de ezilen sınıflara ilişkin yanı vardır.
Devrimler
(yani yeni dinler, Aydınlanma, İslam vs.), alt sınıflardan insanlarca, onların
yeni dine geçişleriyle yapılırlar ama tam da üst sınıfların bu özellikleri
nedeniyle çok kısa bir zamanda egemen sınıflarca ele geçirilirler ve bir karşı devrime
uğrarlar. En azından Tarihte hep böyle olmuştur.
Devrimler bundan
sonra da bu karşı devrime uğramış biçimleri içinde yayılırlar. Toplumların yeni
kesimleri bu yeni ve üstün düzene, onun karşı devrime uğramış biçimleri içinde
geçiş yaparlar.
Örneğin İslam’ı
İspanya’ya yayan Berberiler, Anadolu ve Balkanlara, yani Bizans topraklarına
yayan Oğuzlar, Hindistan’a yayan Özbekler, aslında Mezopotamya ve Pers
uygarlıklarının karşı devrimlerine uğramış bir İslam’a geçiş yapıyorlardı.
Modern
dünyadaki nice halklar, ulus ve ulusçuluk karşı devrimine uğramış aydınlanmaya
geçiyorlardı. İşçilerin milliyetçi olmasının bir nedeni de budur. Alt sınıflar,
o karşı devrime uğramış biçimiyle bile, kendilerine daha bir prosperite (refah
ve bazı haklar) sağlamış yeni düzeni savunurlar.
Özetle
devrimler karşı devrimci biçimlerinde yayılırlar; bu biçimleriyle bile eski
düzen karşısında bir devrimin yayılışı gibi görünürler. Modern tarihte ulusal
hareketler ve ulus devletlerin kuruluşları; İslam’da İberik, Balkan ve Anadolu;
Hint yarımadalarının fetih edilişleri hep böyledir.
Hıristiyanlık,
Batı’da Roma’nın Ruh-ül habis’i papalık veya Doğu’da şark despotluğunun sembolü
Bizans aracılığıyla yayılmıştı. İslam, karşı devrime uğramış Mezopotamya - Emevi
(Sünnilik) veya İran - Abbasi (Şiilik) uygarlığının damgasını yemiş biçimleri
içinde yayıldı.
Aydınlanma
devrimi de karşı devrim uğramış ulusçuluk ve ulusal devlet biçiminde yayıldı.
Sovyet devrimi Aydınlanma devriminin ikinci bir baskısıydı, karşı devrime
uğramış Stalinci biçimde yayıldı.
Bunun sonucu
olarak, ezilenler de devrimleri otantik demokratik ve devrimci biçimleri ile
değil; demokrasiden uzaklaşmış biçimleri içinde savundular ve savunurlar.
Dolayısıyla demokratik gelenekler ve programlar ezilenlerce bilinmez kalır.
Ama bunun
bile kendi içinde farklı dönemleri vardır. Marksizm veya sosyalist hareketler,
19. Yüzyıl boyunca iyi kötü, Fransız devrimi veya Aydınlanma’nın demokratik
ideallerinin taşıyıcısıydılar. Bu nedenle iyi kötü bütün ezilenleri birleştirebiliyorlardı.
Enternasyonalizm,
hümanizm ve bürokratik ve merkezi devlete karşı düşmanlık biçimlerinde (Esas
olarak Marksizm, Anarşizm, Ütopik Sosyalizm gibi hareketler biçiminde) ezilen
sınıflar arasında, hala aydınlanmanın özlemlerinin bir tortusu yaşıyor ve
programatik olarak ezilenlerin hareketlerine damgasını vuruyordu. Dolayısıyla
aslında sosyalizm için mücadele en azından ezilen sınıfların demokrasi için
mücadelesi anlamına da geliyordu. Avrupa bir bakıma bugünkü demokrasisini alt sınıfların
(işçilerin) bu demokrasi mücadelesine borçludur.
Ancak, Stalinizmle
birlikte, sadece milliyetçi biçim kesin bir egemenlik kurmadı; sosyalizm de bir
karşı devrim yaşadı ve bu demokratik özlemler bile yok oldu. “Tek ülkede
sosyalizm” parolasıyla Aydınlanma’nın, eski kozmopolitizmin ve onun kalıntısı
enternasyonalizmin son kalıntıları temizlenmekle kalmadı; bütün devrimlerin
ayrılmaz bir özelliği olan Devlete, merkezi devlete, bürokratik aygıtlara,
hiyerarşiye karşı olma özelliği de unutuldu.
Stalinizm
aslında sosyalist hareket içinde bir karşı devrim değildir; ezilenlerin
demokratik hareketine karşı bir karşı devrimdir; demokrasiye karşı bir
devrimdir. Onun en büyük zararı, demokratik özlemlerin; Aydınlanma’nın
ideallerinin taşıyıcısı olmuş sosyalist hareketlerden, demokratik özlemleri ve
gelenekleri kazıması olmuştur.
Stalinizmin
kesin ideolojik egemenliği ile birlikte, aslında Aydınlanma ideallerinin, yani
demokrasinin taşıyıcısı olan sosyalist hareketler, hem ulusa ve ulusçuluğa
karşı ve düşman karşı olma özelliğini; hem de merkezi ve bürokratik bir devlete
karşı olma özelliğini yitirdi.
Böylece
ezilenlerin hareketleri de programatik olarak demokrasi bayrağını yükseltmez
oldular. Bu da onların giderek ekonomik mücadeleye ve ekonomizme batmasına; iyice
dağılmasına; peş peşe yenilgilere uğramasına; bu yenilgilerin güçlendirdiği ideolojik
gericilik ve gerici atmosferle birlikte daha da gericileşmelerine yol açtı. Öte
yandan biçimsel eşitsizlikler vardı. Bu da dini, milli hareketler biçiminde bu
eşitsizliğe karşı mücadelelerin ortaya çıkmasına yol açtı ama demokratik bir
program ve hedefler orada da görünmezdi.
Sonuçta, ne ezenler
ne de ezilenler arasında demokratik bir programı, yani ulusa ve merkezi
bürokratik aygıtlara karşı bir demokratik programı savunan kalmadı.
Sosyalist
Programlar ve sosyalizm şiarları, bu demokratik programdan kaçışın sis
örtüsünden başka bir şey değildir. Sosyalistlerin artık birer demokrat olmaktan
çıkıp, ulusalcı olmasının nedeni bu genel tarihsel gidiştir. Ulusal ve dinsel baskıya
karşı hareketler de demokratik bir karakter taşımıyorlardı.
*
İşte daha
yüzeysel ve ikincil nedenler ayrı bir bahis tutar ama Türkiye ve dünyada demokratik
bir hareket bulunmamasının temel nedeni bu tarihsel gidiştir. Tam da bu
nedenle, bugün dünyada demokratik bir parti ve program yoktur.
Bizim bu
yöndeki bütün çabalarımız, bu karşı devrimin ürünü sol örgütlerin ve egemen
ideolojilerin duvarına çarpıp olmamışa dönmektedir.
Savunduğumuz
programın aslında iki özelliği vardır; ulusu ve merkezi ve bürokratik devleti
yıkmak. Hatta ulusu bile tam yıkmaz, dile, dine vs. göre tanımlanmış ulusu
yıkıp, bir dünya cumhuriyetine de ucu açık bir demokratik ulusa kapı açmaya
çalışır.
Bugün
Türkiye’deki en demokratik parti olan HADEP’in bile programı aslında demokratik
olmaktan çok uzaktır. Programı son duruşmada gerici biçimdeki ulusların; yani dile,
dine göre tanımlanmış politik birimlerin eşitliğini savunmaktan başka bir şey
yapmaz. Ulusların eşitliğini savunmak ulusçuluğa karşı olmak değildir.
Bizim bütün çabamız
bu nedenin ortadan kaldırılmasına yöneliktir.
Bizim çabamızın
tarihsel anlamı, ezilenlerin tekrar o demokratik ve devrimci özelliklere
dönüşünden; ezilen sınıfların kendi eksik ve hataları önünde gerileyip, o hızla
ileriye atılış çabalarından başka bir anlama gelmez.
Teorik olarak
yaptığımız ve yapmaya çalıştığımız, bu tarihsel sürecin nedenlerini de
açıklayan kavramsal araçları geliştirmektir. Bu sosyolojinin geliştirilmesi,
yani “Marksizm'in Marksist Eleştirisi”nden başka bir şey olamazdı.
Bunun Programatik sonuçlarını, edebi ve uzun (Ortadoğu
İçin Demokrasi Manifestosu) ve daha kısa biçimlerde (HDK, HDP ve
SYKP’ye Program önerilerinde, Ortadoğu Demokrasi
Girişimi Programı’nda) somutladık.
Bu teori ve
programa örgütsel bir ifade kazandırmak için,
Çatı Partisi Girişimi, HDK, HDP, SYKP, Ortadoğu Demokrasi Girişimi gibi çeşitli
denemelerde bulunduk.
Taktik olarak HDP’yi
destekleyen seçim çabaları ile örnekler sunma vs. hep bu bağlamda
değerlendirilebilir.
Şimdi #istifa ile yapmaya çalıştığımız da başka
bir şey değildir.
Sadece
taktik düzeyde acil bir sorunu kavrama çabası değildir; aynı zamanda unutulmuş
demokratik geleneklere bir dönüşün yollarını açma çabasıdır.
Milyonlarca
insan ancak eylem içinde kendini ve toplumu değiştirebilir.
En sıradan,
basit ve can alıcı bir problemden hareketle tekrar bir demokratik hareketin
doğuşuna giden yola girilebilir.
Üst sınıflar
ve ezilenlerin demokratik mücadele ve geleneklerini unutmuş örgütleri, politik
kültürleri vs. her şey buna karşı.
Ama
çabalamaktan başka bir yol yok.
Demir
Küçükaydın
30 Ekim 2015
Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder