(Irkçı Olmamanın Zorlukları)
Nasıl
benim arkadaşım olabileceklerini bilmek isteyen
Beyazlar
için.
Birincisi:
asla unutma ki ben bir siyahım.
İkincisi:
benim bir siyah olduğumu unut.
Eğer
Aretha Franklin'i seviyorsan, bu güzel bir şey,
Ama
seni her ziyaretimde bana onu çalma.
Beethoven'de
karar kıldıysan da,
Bana
onun hayat hikayesini anlatma.
Biz
de Müzik dersi gördük.
Eğer
hoşuna gidiyorsa, Afrika yemekleri ye,
Ama
benden sana Afrika yemekleri yapmamı
ya
da seni bir Afrika yemekleri lokantasına götürmemi bekleme.
Eğer
bir siyah, seni aşağıladıysa,
seni
soydu ya da kız kardeşinin ya da senin ırzına geçtiyse
ya
da evini soyduysa, ya da basbayağı aşağılık herifin tekiyse.
Lütfen
benden özür dileme onun kafasını kırmayı düşündüğün için,
Yoksa
senin deli olduğunu düşünürüm.
Eğer
siyahların gerçekten beyazlardan daha iyi sevgililer olduğunu düşünüyorsan,
bunu
bana anlatma lütfen,
yoksa,
bu hizmetimin karşılığını ödemek zorunda olduğumu düşünürüm.
Uzun
lafın kısası,
Eğer
gerçekten arkadaşım olmak istiyorsan,
bunun
için rol yapma.
Sen
de biliyorsun ki, ben tembel herifin tekiyim.
Pat
Parker
Klasik sömürgeciliğin ırkçılığı biyolojik ırkçılıktır.
Yeni sömürgeciliğin ırkçılığı kültürel ırkçılıktır
Globalizm çağının ırkçılığı ise en demokratik biçimiyle
bile milliyetçiliğin kendisidir. Globalizm çağında milliyetçilik ve ırkçılık iç
içe geçer, milliyetçilik (“ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”ni
savunmak) ırk ayrımcılığının bir
aracıdır. Örneğin Avrupa Birliğini savunmak veya örnek görmek ve göstermek Globalizm
çağının ırkçılığıdır.
Çünkü, bugün en demokratik biçimiyle bile ulusların ve
ulusal sınırların ve devletlerin varlığını savunmak yeryüzü ölçüsünde bir Apartheit
rejimini savunmak anlamına gelmektedir.
Buna karşı dünyanın “siyahları”, bireysel direnişler
biçiminde, ayaklarıyla mücadeleye
başlamış bulunuyorlar. Gemilerle denizlerden, dağlardan, akla gelebilecek her
yoldan Avrupa’ya, Amerika’ya yani refah içindeki Beyazların dünyasına kapağı
atmaya çalışan “siyahlar”; kapatıldıkları bantustandan veya rezervuardan kaçmaktan
başka bir şey yapmamaktadırlar aslında.
Ama bu yazıda konumuz bu değil. Henüz sosyalistlerin,
solcuların bile çoğu bunları görecek ve kafa yoracak noktada değil.
*
Bu ırkçılıklar kapitalizmin farklı aşamalarına karşılık
düşmekle birlikte, önceki biçimler yok olmazlar, bu farklı ırkçılıklar günümüzde
birbiriyle mücadele ve birlik içinde var olmaya devam ederler.
Bu farklı ırkçılıkları, Türkiye örneğinde şöyle daha iyi soyutlayabiliriz.
Biyolojik Irkçılık, atalarımız Orta Asya’dan geldi, tüm
dünyaya hükmetmiştik yine etmeliyiz ırkçılığıdır. (Betonlar)
Kültürel ırkçılık: eskiden çok renkliydik sonra bu renkler
soldu, kayboldu; çok renkli olmak gerekiyor. (Mozaikler)
Türkiye’de şu an verilen mücadele, geniş bir tarihsel
perspektiften bakıldığında, demokrasi mücadelesi bile değil, biyolojik ırkçılıktan
kültürel ırkçılığa geçiş mücadelesidir.
Demokratik milliyetçiliğin bile ırkçılık olduğu gerçeği
ise, Avrupa’ya kapağı atmayı en büyük ilerleme diye hedefine yazmış bu ülkede,
henüz çok uzaklarda; dağların arkasındadır.
*
Türkiye’de ırkçılık denince sadece biyolojik ırkçılık
anlaşılmaktadır. Bunun sonucu olarak da, örneğin “başka halklara ve kültürlere vs. karşı toleranslı” olmanın; “empati yapmanın”; “renkleri ve zenginlikleri kaybetmiş olmaktan” üzülmenin; farklı
kültürlerden ve bunların zenginleştiriciliğinden söz etmenin nasıl örtülü bir kültürel ırkçılık olduğu bile bilinmemekte;
hatta bunlar ırkçılık düşmanlığı; ırkçılıkla mücadele gibi görülmektedir.
*
Bu üç temel ve yaygın ırkçılıktan başka bir de “solcu ırkçılığı” ya da “sosyalist ırkçılığı” da diyebileceğimiz, “latent ırkçılık” vardır. Buna gizli, doğal, ince ırkçılık ta deniyor.
Türk sosyalistlerinin neredeyse hepsi Latent ırkçıdır.
Neden ve nasıl?
*
Ama önce Latent ırkçılığın nasıl bir şey olduğunu, anlamak
için birkaç örnek.
Örneğin bir Batı ülkesine gezmeye gittiniz, tanıştığınız
ya da konuştuğunuz biri size giyiminize veya yabancı dilinizin akıcılığına
bakarak “hiç Türk’e (veya Kürde vs.) benzemiyorsunuz” dediğinde ırkçılık yapmış
olur. Siz de bundan gizli veya açık bir haz duyduğunuzda zincirlerine âşık bir
köle gibi davranmış olursunuz ama bunu bilemezsiniz. Çünkü aynı zamanda siz de Latent
bir ırkçısınızdır. Latent ırkçılığa karşı bir duyarlıktan yoksunsunuzdur.
*
Başka bir örnek, bir komünistsiniz, komünistlerin yüzdü
doksan dokuzunun da ateist olduğu bilinmeyen bir şey değildir. Diyelim ki
batılı bir ülkeye gittiniz ve komünist yoldaşlarınızla yemek yiyeceksiniz. Tabldotta
içinde domuz eti olan yemek var. Hiç şaşmaz, o komünist batılı yoldaşlarınızdan
biri size bakacak ve “Müslüman ülke” den geldiğiniz için, “içinde domuz eti
varmış, sen yiyor musun” gibi bir söz edecektir.
Bu tipik Latent ırkçılıktır.
*
Veya o yoldaşlarınızla o yemekten önce ve sonra
toplantıdaydınız diyelim. Ve gündemde Avrupa’nın sorunları, Dünyanın sorunları
veya herhangi bir teorik sorun tartışılıyor olsun.
Avrupa’nın sorunları tartışılırken kimse size sen ne
diyorsun diye bakmaz. Ama diyelim ki, yabancıların sorunları tartışılırken bütün gözler
size döner.
Bu Latent ırkçılıktır.
Ve büyük bir olasılıkla muhtemelen siz de bunu son derece
normal ve güzel bir şey olarak karşılayıp, yabancılar konusunda Avrupalı
yoldaşlarınızı tenvir etmeye çalışacaksınızdır.
“Hiç Türk’e benzemiyorsunuz”dan keyif almaktan farklı
davrandığınızı bilmeyeceksinizdir. Çünkü siz de ters yüz olmuş bir Latent
ırkçısınızdır.
*
Veya bir teorik sorun tartışılıyor. Ama sizden hep olgular
üzerine konuşmanız bekleniyor; teorik genellemeler ve sınıflamalar üzerine
konuşmanız beklenmiyor bile.
*
Bütün bunlar Latent ırkçılığın çeşitli görünümleridir.
Şimdi Türk solcu ya da sosyalistlerinin hem ırkçılığa
uğrayan hem de ırkçılık yapan olarak Latent ırkçılar olarak iki örneğini
görelim.
Önce ırkçılığa uğrayan olarak nasıl zincirlerine âşık
köleler gibi davrandıklarına bir örnek.
*
2014 yılının Mayıs ayında Türkiye’ye Negri ile İmparator
vs.yi yazan Michael Hardt da gelmişti ve Gezi üzerine Yeldeğirmeni’ndeki Don
Kişot’ta bir toplantı yapılmıştı.
Orada bu Latent ya da sosyalist ırkçılığının bir örneğini
ve bunun da bizzat bu ırkçılığa maruz kalanlarca içselleştirilmişliğini o toplantı
üzere yazdığımız bir yazıda şöyle aktarıyorduk:
“Toplantıya biraz da
böyle bir umutla gitmek istiyordum ama gelişmiş ülkelerdeki aydın ve
sosyalistlerin farkına varmadan dışa vurdukları Latent (incesinden, gizli,
doğal) ırkçılığı bildiğim için böyle bir umudum da yoktu.
İşin kötüsü tam da
korktuğum gibi oldu. Hardt kendini tam da eşit duruma koymak isterken bu
ırkçılığı yapıverdi. Tabii bunu toplantıda hisseden muhtemelen sadece bendim.
Hepimiz eşittik. Eh
daire biçiminde de dizilmiştik. Bir arkadaşımız da toplantıyı yönetiyor,
sözleri dağıtıyordu. Hardt da kendisine söz verilince, birlikte konuşalım şu
soruların cevaplarını öğrenmek istiyorum diye tevazuyla (hatırımda kaldığı
kadarıyla) şu soruları sıraladı:
• Gezi’nin toplumsal bileşimi nedir?
• Gezi’nin sınıfsal bileşimi nedir?
• Gezi’nin politik örgütlenme biçimleri
nelerdir?
• Yatay bir hareket olarak Gezi nasıl
sürekli olabilir?
• Demokrasiden ne anlaşılıyor?
• Gezi’nin uluslar arası boyutları
nelerdir (İlgiler, bağlantılar, dersler)?
Elbet bunlar her
ciddi sosyalistin, hareketler ve sorunlar üzerine kafa yoran herkesin, her
Gezi’cinin sorması gereken sorulardır. O da bilimsel düşünce disiplini edinmiş
bir akademisyen ve sosyalist olarak bunları sordu.
Peki, bunun ırkçılık
neresinde denebilir?
Irkçılık soruların
içeriğindedir. Neden ve nasıl?
Gelişmiş ülkenin
aydını ya da sosyalisti için geri ülkenin aydını ve sosyalisti olgular hakkında
bilgi toplayacağı bir kaynaktır. Teorik genelleme ve sonuçlar çıkarmayı kendine
görür. (Bunu bilinçsizce yapar, kötülüğünden değil.) Irkçılık tam da buradadır.
Biçimsel olarak eşit hatta tevazu olarak görünen şeyin kendisinin içeriğindedir
bu ırkçılık.
Dikkat edilirse
soruların hepsi olguları toplamaya yöneliktir. Sentezi ve sonuçlar çıkarmayı
kendine ayırmaktadır, böylece farkına bile varmadan içeriksel bir dışlama ve
alta yerleştirme yapmış olmaktadır.
Hâlbuki kendisi
olgulardan teorik sonuçlar çıkaran bir insan olduğuna göre, şöyle de başlayabilirdi
örneğin. “Görüşlerimiz biliniyor? Gezi olayı ile bu görüşler arsında şöyle
çakışan ve/veya çelişen noktalar var. Sizlerin veya içinizden birlerinin
bunları daha tutarlı ve sistematik olarak açıklayan bir teorik sisteminiz var
mı?”
Böyle sorsa, iki
genellemenin arasındaki, iki açıklama teşebbüsünün arasındaki kavramsal
sorunlar ve olguları açıklamaya ne kadar uyun oldukları tartışılabilir. Bu,
eşitler arasında, farklı teoriler arasında, farklı açıklamalar arasında bir
tartışma olur. Hâlbuki sadece olgulara ilişkin sorular sorması, karşısında bir
genelleme, bir alternatif teori bulunmadığı ve bulunmayacağı varsayımına
dayanmaktadır. Irkçılık tam buradadır.
Ama burada sadece
Hardt’ı da suçlamamalı. İleri ülkelerin aydınına hayran, kendisini ileri ülke
aydını ya da sosyalistinin koyduğu yerde gören bunu içselleştirmiş sosyalist ve
aydınlarının suç ortaklığını (Mittäterschaft) da görmeli." (“Michael
Hardt’ın Don Kişot’taki Toplantısının Düşündürdükleri”)
*
Michael Hardt’ta da görülün rafine ırkçılığın kurbanı ve
suç ortağı olan Türkler veya Türk sosyalistleri bu sefer aynısını Kürt
sosyalistlerine yaparlar.
Nasıl mı?
Örneğin Türk sosyalistleri’nin “Emek eksenli” mücadeleden
söz etmeleri; “emek eksenli” birlikler kurmaları; Kürtler söz konusu olduğunda “Etnik
milliyetçilik”, ”Mikro milliyetçilik” (Anlaşılan kendileri “makro milliyetçi”)
yapmalarından söz etmeleri, bu ırkçılığın çok kaba biçimleridir.
Ama yakınımızdan ve sevdiğimiz bir arkadaşımızdan somut
bir örnek verelim önce. Örneğin bir zamanlar Ertuğrul Kürtçü, “Kürtler
ve Türkler İçin Ortak Bir Dil: Emeğin Dili” diye yazılar yazıyordu 2009
yılında.
Tabii burada “Emeğin dili”ni Kürtlere öneren Türk
sosyalisti Ertuğrul Kürkçü oluyor ve Kürtlerin bu emeğin diline doğru
gelmelerini elbet takdirle karşılıyordu. (Benzerini Oğuzhan Müftüoğlu da
yapıyor, göreceğiz)
Biz o zamanlar Kürkçü’nün bu yaptığının Latent ırkçılık
olduğunu yazdığımızda çok tepki toplamıştık. Ama Ertuğrul Kürkçü daha sonra 2011
seçimlerinden sonra, eskiden etnik temelli siyaset yapmakla suçladığı; “demokratik
cumhuriyet”i yerine “sosyal cumhuriyet” önerdiği Kürt hareketinin bulunduğu
yere gelmişti. Örneğin HDK kongresinde konuşmaya dört dilde selamla başlamış ve
“şimdilik dördünü öğrenebildim, diğerlerini de öğreneceğim” demişti. Bunun somut
anlamı şuydu; “Kürtlere “Emeğin Dili”ni öğretmeye kalkmıştım, şimdi Kürtlerden “Demokrasinin
dilini” öğrenmeye başlıyorum.”. Ama eski kavrayışıyla ifade edilirse, “Emek
eksenli” politikadan, “etnik temelli” politikaya geçmiş oluyordu.
Ertuğrul’un bu evrimi kanımızca olumlu yöndedir ve bugün
bulunduğu yer, hangi gerekçeyle olursa olsun, politik olarak bin kat daha
doğrudur 2009’da bulunduğu yerden.
Tabii elbet Kürkçü bu nesnel anlamı ve durumu görmüyor
olabilir. Kürt hareketine emeğin dilini öğrettiği için bugün olduğu noktada
bulunduğunu düşünüyor olabilir. Elbet bir adaya doğru yüzen birisi, adanın
kendine doğru hareket ettiğini düşünebilir.
Her ne olursa olsun bugün bulunduğu yer en azından adının
sahilidir. Boğulma tehlikesi olsun yoktur.
*
Bu örnekten sonra Türklerin ırkçılığının mekanizmasını
görelim.
Demokrasi düşmanı politikacıların, Kürtler her şey
olabiliyorlar, Kürt sorunu yoktur söylemine karşı Sırrı Süreyya Önder’in
popülarize ettiği bir itiraz vardır. “Evet,
her şey olabiliyorlar ama Kürt olamıyorlar.”
Bunun tersi aynen Türk sosyalistleri ve solcuları için de geçerlidir.
Bunun tersi aynen Türk sosyalistleri ve solcuları için de geçerlidir.
Bizim zavallı Türk sosyalist ve solcuları da her şey
oluyorlar ama maalesef Türk olmuyorlar veya olamıyorlar. Feminist, sosyalist,
anarşist, liberal vs. hepsini oluyorlar. Ama maalesef Türk olamıyorlar.
Tersinden, Kürtler de feminist, anarşist, sosyalist vs. olamıyorlar,
ne olurlarsa olsunlar hep Kürt kalıyorlar.
Bir örnek. Yine 2009 Çatı Partisi tartışmalarında şunları
yazmıştık:
“Türk sosyalistlerinin hepsinde Kürt özgürlük
hareketi ve Kürtler karşısında gizli veya açık bir ırkçılık var. Türk şehir
orta sınıfı solcu ırkçılarda çok sık görülen bir biçim de kendilerini sosyalist
olarak tanımlarken, Kürtlerden bu payeyi esirgemeleriydi. Bunun daha rafine bir
biçimi, kendilerini bir özne, Kürtleri bir nesne olarak görmeleriydi. Örneğin
Ufuk Uras’ın meclisteki “ilk sosyalist” olduğundan falan söz ediyorlardı. Sanki
bir Akın Birdal, sanki bir Sabahat Tuncel, bir Emine Ayna, bir Demirtaş
sosyalist değillermiş, kendilerini sosyalist olarak tanımlamıyorlarmış gibi.
Bunun bir benzerine
de Çatı Partisi toplantısı boyunca rastlanıyordu. Türkler hep sosyalistlikle
Kürtler de ulusal hareketle birlikte anılıyordu. Bırakalım sosyalistliği,
demokratlık bile Kürtlere lâyık görülmüyor, liberallik, demokratlık,
sosyalistlik (tabii anarşistlik, feministlik, Müslümanlık, Alevîlik vs. de)
hepsi Türklerin özellikleri olduğu veya olabildiği özellikler olarak
sıralanıyordu. Kürt Özgürlük hareketinden arkadaşlar olgunluk gösterip bunları
pek sorun etmiyorlardı.”
*
Peki neden böyle?
Çünkü Türkler tam da Türk oldukları için Türk olamıyorlar
ve hep anarşist, sosyalist, feminist falan kalıyorlar. Türk olmasalardı, tam da
Türk olduklarına vurguyu yaparlardı.
Şimdi bu Türk sosyalist, feminist, anarşistlere sorsanız,
milliyetçiliğe karşı olduklarını, kendilerini hiçbir milletten
hissetmediklerini falan söyleyeceklerdir.
Ancak bu onları Türk olmaktan, Türklüğün imtiyazlarını
yaşamaktan; egemen ulustan olmaktan alıkoymaz. Çünkü Türk olmamak öyle kolay
bir şey değildir; hele insanın kendini nasıl hissettiği ile ilgili de değildir.
Tamamen politik bir varoluştur Türk olmak.
Çünkü ana dili Türkçe olmayan insanlardan alınan vergi ile
Türkçenin zorunlu dil olduğu bir ülkede zorunlu Türk dili ve Türk tarihi
okutulmaktadır.
Siz istediğiniz kadar kendinizi Türk hissetmeyin
Türksünüzdür ve bu imtiyazı yaşıyorsunuzdur.
Bu durumda Türk olmadığınızı söylemeniz, kelmei şahadet
getirip, namaz kılıp, oruç tutup, hacca gidip vs. ondan sonra da ben kendimi
Müslüman olarak hissetmiyorum demekten farksızdır.
Türkler de Türklükle tanımlanmış bu devletin sınırlarını,
kağıtlarını, yasalarını okullarını, eğitimlerini tanıyorlar ve bunlara hiçbir itirazları
yok; bunları yok etmeyi baş görevleri olarak koymuyorlar. Yani İslam’ın beş
şartını yerine getirip ondan sonra ben Allah’a inanmıyorum ya da kendimi
Müslüman hissetmiyorum diyenden farkları yoktur.
Türk olmamak için, bu devletin okullarını, yasalarını,
kanunlarını tanımamaları, ona vergi vermemeleri, onun kağıtlarını (Nüfus,
Pasaport vs.) yırtıp atmaları ve kullanmamaları gerekir. Hemen görüleceği gibi
Türk olmamak çok zordur. Bu şeriatla yönetilen bir toplumda dinsizliğini ilan edip
hiçbir şarta uymamaktan farksızdır. Sonuçları da farklı olmaz.
Burada ırkçılığın ortaya çıkmasına yol açan sorun şudur. Bu
egemenlik öyle içselleştirilmiş ve öylesine olağan karşılanmaktadır ki
egemenlik ilişkisi olduğu bile görülmemektedir.
*
Şimdi Müftüoğlu örneğinde bu ırkçılığı görelim.
Önce olduğu gibi aktaralım yapılmış görüşmeyi:
“Kürt hareketindeki
bazı arkadaşların zaman zaman Mahir Çayan’a gönderme yaptıkları yazı ve
beyanlarını okuyorum. Bundan tabii ki memnun oluyoruz. Bu arada Türkiye solunun
Kürt hareketinin etrafında birleşmesi gerektiği şeklinde öneri ve çağrılar da
oldu. Zaten oraya giden arkadaşlar da var. Bunun doğru bir fikir olduğunu
söylemek mümkün değil.
AKP zihniyeti ülkeyi
büyük bir karanlığa sürüklerken buna karşı bütün ülkede gelişen ilerici
tepkilerin sol/sosyalist bir anlayış temelinde birleşik bir gücün
örgütlenmesidir. Kürt sorununun gerçek çözümlerini de bence ülkedeki devrimci
demokratik anlayışların bağımsız şekilde örgütlenerek güçlenmesiyle
bulabileceğiz. Aşağı yukarı kırk yıla yakın bir zamandır yazıp söylediğim bir
şey var: 65 -71 döneminde gelişerek Kızıldere’de en önemli kadrolarını kaybeden
devrimci hareketin en temel özelliklerinden biri kendi öz gücüne dayanan bir
mücadele ve siyaset anlayışına sahip olmasıydı."
Şimdi yukarıdaki açıklama ve örnekler ışığında bu alıntıya
bakalım.
Bir zamanlar Kürkçü’nün duyduğu memnuniyet gibi bir
memnuniyet duyuyor. Bir zamanlar Kürkçü şöyle yazıyordu:
“O yüzden ben Kürt
sosyalistlerinin, Kürt devrimcilerinin bu meselenin tamamen farkında olarak,
şimdi vurguyu giderek artan bir şekilde emeğin hakları, emeğin mücadelesi,
emeğin kurtuluşu, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesi eksenine
yerleştirmeye gayret etmelerinden, bunu kavramsallaştırmalarından ötürü son
derece memnunum.”
Şimdi de Oğuzhan Müftüoğlu “ağabey”
“Kürt hareketindeki
bazı arkadaşların zaman zaman Mahir Çayan’a gönderme yaptıkları yazı ve
beyanlarını okuyorum. Bundan tabii ki memnun oluyoruz” diye lütfediyorlar.
Aynı yukarıdan bakış; aynı sosyalistliği ya da devrimciliği
veya devrimci gelenekleri kendi mülkiyetinde görme, aynı Latent ırkçılık.
*
Şimdi Oğuzhan Müftüoğlu’nun birbiriyle zıtlık içinde
kullandığı kavramlarına bakalım:
·
“Türkiye
Solu” – “Kürt hareketi”
·
Sol, sosyalist güçlerin “Bağımsız Örgütlenme”si – “Kürt
hareketinin etrafında birleşmesi”
·
“kendi öz
gücüne dayanan” – Kürtlere dayanan “Kürtlerle
Birleşen”
*
İdeolojik gericilik her zaman kavramların içeriklerini
belirsizleştirerek, ters yüz ederek kendini ifade eder.
İlk zıtlığa bakalım.
Türklerin bir türlü Türk olamaması ve Kürtlerin de bir
türlü sol olamaması birinci zıtlıkta tipik örnek olarak çıkıyor.
Türkler her zaman “Sol” Kürt hareketi karşısında. Tabii
sol ama Türk solu değil. “Türkiye solu”.
“Türkiye” ile eğer bir toprak parçası kast ediliyorsa
Türkiye Solu’nun karşılığı Kürdistan Solu’dur.
Dikkat edelim Müftüoğlu Kürdistan’dan ve Solundan söz etmiyor, Kürtlerden söz
ediyor. Farklı kategorileri, aynı kategoriden şeylermiş gibi karşı karşıya
koyuyor. Gerici ideolojilerin tipik hilesini yapıyor. Kürtlerden söz etmenin kategorik
karşılığı, Türkiye Solu değil “Türkler”dir. Söylediğini özüyle böyle anlamak
gerekir.
Bu gerçek anlamıyla önermeyi yazdığımızda “Türk solcuların Kürt solcularının etrafında birleşmesi gerektiği yönünde öneriler de oldu”. Veya Türklerin Kürtlerle birleşmesi yönünde…
Bu gerçek anlamıyla önermeyi yazdığımızda “Türk solcuların Kürt solcularının etrafında birleşmesi gerektiği yönünde öneriler de oldu”. Veya Türklerin Kürtlerle birleşmesi yönünde…
Böyle bir öneri hiçbir şekilde olmadı ve Kürt
sosyalistleri veya solcuları hiçbir zaman böyle çiğ öneriler yapmadılar ama
varsayalım ki oldu.
Böyle bir öneriye kendini Türk hissetmeyen Türk solcusunun
cevabı “niye olmasın” olabilir. Çünkü burada Kürtlük ya da Türklük değil,
solculuk ayırıcı kriterdir. Kürtlüğün ya da Türklüğün bir kıymeti harbiyesi
olmaz o noktada.
Ama böyle bir duruma itiraz etmek ne anlam gelir. Aslında
Türklüğü ve Kürtlüğü esas ayırıcı kriter olarak ele almanın fiilen itirafıdır. Ama
sadece bu kadar da değil, bunların birleşmesine de karşı olmaktır. Yani aslında
Müftüoğlu, solcu bile değildir, bir Türk’tür, ve Türklüğü ve Kürtlüğü esas
kriter olarak aldığı için eğer solculuğu kast ediyorsa, Kürt ve Türk
solcularının; eğer Türklüğü veya Kürtlüğü kast ediyorsa Kürtlerin ve Türklerin
bir araya gelmesine itiraz etmektedir. Kategoriler yerli yerine koyulup analiz
edildiğinde ifadesinin özü budur.
*
İkinci örnek “bağımsızlık”
ve diğeri açıkça öyle söylenmese de Kürtlerin etrafında örgütlenme bağımsız
olmayan, bağımlı veya kişiliksiz olarak tanımlanmakta ama bu açıkça ifade edilmemektedir.
Ama örtük olarak bu vardır. Zaten Türkler de onu böyle anlamaktadır. Bu nedenle
Oğuzhan Türklerin en gerici kesimlerinin ruhunu okşamaktadır.
Bu analizin birinci düzeyi.
İkinci düzey de vardır. Bağımsızlık deyince bir sosyalist
burjuva ideolojisinden bağımsızlık anlar. Kürdistan’daki sosyaliste veya bir
zamanlar Sovyetler’e veya enternasyonal’e bağımlılık bir bağımlılık değil;
aksine burjuvaziden bağımsızlıktır.
Ama Müftüoğlu, bağımsızlıktan aslında Türklüğün ayrı
olmasını kastettiğini ifade etmiş oluyor. Bu en gericilerin kavrayışıdır.
Bir iyi kötü bu sosyalist gelenekle ilişkisi olmuş bir
insan, Türk veya Kürt Türkiyeli veya Kürdistanlı solcuların veya sosyalistlerin
burjuvaziden, gerici ideolojilerden bağımsızlığını, karşı karşıya koyar.
Bağımsızlık ile Kürt hareketini değil.
Ama tam da böyle yapmayarak aslında gerici ideolojiye
bağımlılığını ele vermiş olmaktadır.
*
Bağımsızlığın bir diğer versiyonu da “kendi öz gücüne” dayanma. (“kendini intihar etme” gibi bir söz “kendi
öz gücü” ama bu önemli değil.)
Sorunu Kürtlük ve Türklük olarak değil; ideolojiler, programlar
olarak gören biri için “kendi”
sözcüğü, Türk veya Kürt farkı olmadan, diyelim demokratik veya sosyalist bir
programı savunanları kapsar ve kapsamalıdır. Ya da bir nesnel sınıfsal
aidiyeti.
Aynı ideolojide, aynı programda olduktan sonra Kürtlerle
veya her hangi bir başka ulustan devrimcilerle birleşmek kendi özgücüne
dayanmayı reddetmek anlamına gelmez. Çünkü bizzat onlar o “kendi”nin içindedirler.
Onları o “kendi”nin
içinde görmemenin biricik anlamı vardır. O “kendi”
kavramı Türkleri kapsamaktadır. Ancak bu durumda “kendi”, Kürt hareketiyle zıtlık içinde koyulabilir.
Görüldüğü gibi, kullanılan kavramların gerçek ve gizli
anlamlarına girdiğimizde, Türklük meduzası her yenden kafasını çıkarmaktadır.
*
Evet Oğuzhan Müftüoğlu, bir sosyalist değil, bir solcu
değil, tam da Türk olduğu için, bir türlü Türk olmamakta, solcu, sosyalist vs. olarak
kalmaktadır.
Ve tam da bu nedenle onun dilinde karşı veya alternatif
olarak tanımladıkları hiçbir zaman solcu veya sosyalist değil hep Kürtler (ya
da onlara güvenenler, özne olmayanlar vs.) olarak kalmaktadır.
Ve tam da bu nedenle en gerici politikaları destekleyen
ama kendisinin Türk olmadığını solcu olduğunu söyleyenlerin duygu ve
düşüncelerine tercüman olmaktadır.
Sonuç olarak, bütün Türk sosyalistlerinde görülen Latent
ırkçılık en açık ve gerici biçimiyle Müftüoğlu’nun satırlarında ifadesini
bulmaktadır.
*
Bu vesileyle, BHH’da hala yer almaya devam eden HDP’ye oy
vereceğini söyleyenlere bir kez daha orada bulunmamalarını; aslında oradakilerin
tam da burada ele alınan ve eleştirilen Latent ırkçılığın en saf halini ifade
ettiklerini görmelerini ve bir an önce onlarla aralarına mesafe koymalarını;
politik olarak HDP’ye oy verilmesi yönünde karar alınma baskısı yapmalarını ve
alınmadığı takdirde ayrılmalarını öneriyoruz.
Bulundukları pozisyonun adı dünya politika literatüründe “bataklık”tır
Lenin’in dediği gibi.
Biz ise altınıza bir yelkenli çektik, sizi bataklıktan
çıkardık ve “yelkenci” yaptık.
Yelkenlerinizi açın ve o bataklıktan uzaklaşın.
Yoksa sizi de yutacak.
Bizden söylemesi.
Demir Küçükaydın
01 Nisan 2015 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder