Ne Köklü, ne Özgecan ne de diğer cinayetlerin ardındaki
gerçek ilişkiler, temeldeki nedenler üzerinde hiç durulmuyor. Hukuk zaten tanımı
ve doğası gereği nedenlerle ilgilenmez; nasıllara bakar. Medya’dan bunu
beklemek, ölü gözünden yaş beklemektir. Medyanın işi ön önemliyi en önemsiz; en
önemsizi en önemli göstermektir.
Örneğin Özgecan Cinayeti’ni yapanların davranışlarının, ardındaki
ilişkilerin hiçbir incelemesi yok. Ama ciddi bir inceleme’de Türkiye’deki devletin
yapısına ve nasıl çalıştığına ilişkin tüm pislikleri ortaya çıkaracaktır.
Örneğin Özgecan’ın katilleri, Devletin Faşistlere desteği, Kürdistan’daki Savaş
vs. bağlantılarını hiç araştıran yok. Araştırılma muhakkak bu bağlantılar
ortaya çıkar. Hiç şaşmaz. Bunun ipuçlarını, bu konularla hiç ilgisizmiş gibi görünen
Köklü cinayetinde görelim.
Köklü’nün cinayeti de ilk bakışta, eğlenen, kartopu atan gençlere,
sinirli, ruh hastası bir esnafın saldırması gibi görülebilir. (Katil, esnaf
olmayıp Polis veya Asker olsaydı her halde “Cinnet Geçirdi” olacaktı. Bu “Cinnet”
de ne tür bir Cin veya virüs ise, nedense Polis ve Askerleri çok seviyor ve onlara
musallat oluyor.)
Türkiye’de yaşayan herkesin şunu bilmesi gerekir. Her
cinayetin ardında bu devlet ve onun mekanizmaları vardır. Sadece sosyolojik bir
neden olarak değil; aynı zamanda somut ilişkiler, yönlendirmeler, cesaretlendirmeler,
korkutmalar vs. biçiminde.
Bunu somut olarak görelim.
Köklü cinayeti üzerine rastlantısal olarak şu iki habere
rastladık.
Birincisi, yine rastlantısal bir bilgi:
Ekşi Sözlük’te “Kartopu
yüzünden adam bıçaklayan esnaf” başlığı altında yazılan gönderide şunları
okuyoruz:
“inanılması güç ama bu
haberi sosyal medyada duyar duymaz, hiçbir detayı belli olmamasına rağmen,
aklıma bu adam geldi.
tek bir kez alışveriş
yapmış olduğum bu adamla konuşmalarımız çok net bir şekilde aklımda yer etmişti
çünkü. sonrasında aynı mahallede oturan birkaç arkadaşa da anlatmıştım hatta.
tek kullanımlık
karanfil almak için bu adamın aktarına gitmiştim. cebimde bozuk 2 tl vardı ve o
kadarlık karanfil istedim.
adam yanında oturan
adama dönerek "bak görüyor musun, 2 liralık istiyor. yeminle şu işi
kapatıp gideceğim" dedi. ben de yanımda o kadar bozuk olduğunu söyledim.
neyse en az 50 gram verebilirim dedi, ben de aldım.
arada neden dükkanı
kapatıp gitmek istediğini sordum. "buralar çok değişti, işler filan çok
düştü. bak şu yabancıları görüyor musun? onların hiçbiri yoktu buralarda"
dedi. ben de cevaben, ne güzel işte, bakın semt ne kadar güzelleşti. hem bunlar
hep yeni müşteri demek sizin için filan deyince adam ses tonunu sertleştirerek
şu minvalde bir şeyler söyledi: "bunların
hepsini yabancı ülkeler özel amaçlarla gönderiyor buraya, şu gördüğün gençlerin
hepsi özel ajanlar. türkiye'de karışıklık çıkarıp ülkeyi bölmek için buradalar.
hepsinin amacı hükümeti devirmek. yoksa burada ne diye yaşasınlar." benim
aksini anlatma çabalarımı çok basit ve net bir şekilde savurduktan sonra
dükkandan çıkıp gittim. Arkadaşlarla paylaştığımda, herkesin benzeri hikayeleri
olduğunu gördüm çeşitli esnaflarla.”
Yani bu katil olan esnaf aslında sokakta kartopu oynayan
gençleri “karışıklık çıkarıp ülkeyi bölmek” isteyen “ajanlar” olarak görüyor.
Hâlbuki normal olarak böyle görmemesi gerekir. Çünkü bilen
bilir ki Yeldeğirmeni eskiden bir Rum, Ermeni, Yahudi semtiydi. Hepsi
öldürülüp, kovulup, sürülüp, göç ettirilip semt Türkleştirildikten sonra,
uzunca bir süre İstanbul’a göçmüş taşralıların (örneğin Bingöllüler) yaşama alanı oldu. Evler ucuz olduğu için ve
aslında çok güzel ve elverişli bir yeri olduğu için aynı zamanda öğrencilerin
yeri olmuş bu vesileyle de özellikle Erasmus değişim programıyla gelen
öğrenciler oturmuş, bu da oraya entelektüellerin de yerleşmesine yol açmıştı.
Ancak birkaç yıldır, bir yandan İstanbul’un eski semtlerinin
değerinin anlaşılması ve entelektüellerin yoğunlaşması; diğer yandan “Kentsel
Dönüşüm” projeleri bağlamında oranın değer kazanacağını sezen spekülatörlerin
ve rantiyelerin hücumu sonucu kira ve bina fiyatları birkaça katlanmış giderek
ancak üst gelir düzeyindekilerin yaşayabileceği bir yer haline dönüşmeye
başlamıştı.
Aslında bu orada yaşayan esnaflar için, daha yüksel gelirli;
kendileri için alım gücü daha yüksek ve dinamik bir nüfus anlamına gelir ve bu
durumdan pek şikâyetçi olmamaları gerekir. Çünkü bu ranttan kendilerine de bir
şeyler düşer. Ama bu esnaf ve birçoğu tam tersi bir tepki gösteriyor.
Bunun ardında, sanılanın aksine yapının dönüşümü nedeniyle bir
sosyolojik sarsıntı ve değişim sancısı değil; doğrudan devletin ve polisin
girişimleri bulunmaktadır.
Varsayalım ki, esnafın durumu kötülemektedir. Normal olarak şöyle
de bir tepki gösterebilir: “Bu kentsel dönüşüm ve buranın öğrenciler arasında
kıymete binmesi buraları çok değiştirdi. Daha uygar ve nazik insanlar bize
müşteri olmaya başladı. Eh alım güçleri de fena sayılmaz.” Bunu bilmeyecek kimseler
değil oralardaki esnaflar.
“Türklük”, “bölücülük”, “karışıklık çıkarmak”, “ajanlar”
gibi kavramlar, bir esnafın kavramları değildir. Bu kavramlar düşünce
sistematiğine girince bunun ardında her zaman polisi ve devletin istihbarat
örgütlerini aramak gerekir; çünkü bu kavramlar polis kafasının kavramlarıdır.
Yani Köklü’yü katleden esnafın söyledikleri kendi sözleri
değildir. Kendisine söylenmiş sözlerdir. Cadde’nin adı da zaten o sözlerin
kaynağını işaret ediyor: Karakolhane
Caddesi.
Abartıyor muyuz? Hayır.
Daha önce de defalarca yazdık, bu ülkede, aksi
kanıtlanıncaya kadar, her cinayetin, her saldırının faili devlettir. Bu devlet
öylesine örgütlü ve bu halk öylesine örgütsüzdür ki, kontrol dışı eylem olması neredeyse
olanaksızdır.
Köklü cinayetinde de bunu doğrulayan ipuçlarını görüyoruz.
Neler?
Yine başka bir habere bakalım.
“Polis Köklü
Cinayetinin Görüntülerini Sildi”
“Serkan Azizoğlu
isimli aktar dükkanı sahibi tarafından katledilen Nuh Köklü'nün cinayet görüntüleri,
aynı sokakta bulunan kız yurdunun öğrencileri tarafından telefonla
kaydedilmişti. Cinayete ilişkin ilk görüntüler, dün akşam saatlerinde ajanslar
tarafından geçilmişti.
Ancak Köklü cinayetine
ilişkin, ilginç bir detay akıllara soru işaretleri getirdi: Polisin, cinayetten
sonra görüntü alan kız öğrencilerin telefonlarını savcılık izni olmadan
topladığı, ve daha sonra cinayete ilişkin videolar silinmiş olarak iade ettiği
ortaya çıktı.
Cumhuriyet
gazetesinden Erk Acarer'in haberinde, konuya ilişkin şu detaylar aktarıldı.
"Müdür, pek çok
öğrencinin, olayı telefonlarının kamerasıyla görüntülediklerinden de söz edip,
sonrasında polislerin, savcılık izni olmadan öğrenci telefonlarını toplayıp,
karakola götürdüğünü anlatıyor. Telefonların, içindeki görüntüler silinmiş
olarak geri getirilmesi ise, vahim bir soruyu akla getiriyor: “Polis,
Erdoğan’ın yaratmaya çalıştığı esnaf tipini ve katili koruyor mu?”
Yurt müdürü
öğrencilerin, Nuh Köklü’nün, son sözlerini, “Bu keşke bir rüya olsa, ölmek
istemiyorum” sözlerini duyduklarını ve uzun süre ağladıklarını da aktardı.”
Sadece bu satırlar bile Türkiye’de Devlet’in nasıl güçlü ve
örgütlü olduğun gösterir. Polis hiçbir savcılık izni falan olmadan gelip
telefonları topluyor. (Kimse itiraz bile edemiyor. Çünkü Türkiye’de polise
itiraz etmek, en azından hakarete uğramak, işkence görmek, suçlanmak; polise
direnme veya hakaretten ceza yemek, hatta karakolda öldürülmekle ve kendini
öldürdü diyen polis tutanağıyla bile son bulabilir. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı
olmak yazılı olmayan bu yasaları bilmek demektir.) Ve Bütün videoları siliyor.
Kendinde bu gücü nedene buluyor bu polis?
Kolay yolu iktidarı suçlamaktır.
Ama Türkiye’de yıllardır bu böyledir. Devletin yapısı, örgütlenişi,
sistemi böyledir. Bu yapı paramparça edilip, halkın üzerinde yükselmeyen; ona
hizmet edecek bir cihaz örgütlenmeden en küçük bir değişme olması beklenemez.
En basiti, bu haber internet sitelerinde çıkıyor. Her şeyi
bilen adli makamlar, o polislere karşı harekete geçmiyor; içişleri bakanlığı o
karakoldaki polislere derhal işten el çektirip, mahkemeye verip, tahkikat başlatmıyor.
Peki, neden yapıyor bunu polis? Hem katili koruyarak yeri
katillere cesaret veriyor, hem de diğer yandan gözdağı veriyor.
Kime?
Yeldeğirmeni Dayanışması’na.
Bir üçüncü ihtimal de şu. Bilen bilir cinayetin işlendiği saat
sekiz sularında oralar oldukça canlıdır henüz. Bir kavşak noktasıdır orası. İnternete
düşmüş bir videoda orada birçok insan olduğu da görülüyor. Gelen geçenler var, bakanlar
var. O insanlar arasında muhtemelen sivil polisler de vardı; polisin muhbirleri
de vardı. Büyük bir olasılıkla olayın onların gözü önünde gerçekleşmesi,
Katilin dakikalarca tehdit etmesi sopayı yitirince gidip bıçak alması vs. karşısında
yurttaşların can ve mal güvenliğini sağlamakla görevli olanların görevini
yapmadığı ve böylece olaya imkân sağladığı da ortaya çıkacağı için de silinmiş
olabilir.
Ama sadece bu kadar da değil. Karakol Polisinin kız yurduna
gidip telefonları toplaması ve silip geri getirmesi de anlamlıdır. Çünkü normal
olarak karakol polisi, olaylara daha geniş bakan bir üst akıl olmadan böyle bir
şeyi akıl edemez ve etse bile silmeye cesaret edemez. Muhtemelen daha üst
düzeyde bir istihbarat yönlendirmesi vardır bu işte.
Nereden mi çıkarıyoruz?
Öldürülen Köklü ve arkadaşları kimler ve nereden geliyorlar?
Köklü’nün ölümünü açıklayan paylaşımına Tamer Doğan şu
sözlerle başlıyor:
“Yeldeğirmeni
Dayanışması ve Forza Yeldeğirmeni’nden arkadaşımız Nuh Köklü’yü psikopat bir esnaf
gözümüzün önünde katletti. Altıyol Boğa’da saat 20:00’da “İç Güvenlik Paketi”ne
karşı #direnözgürlük nöbeti tuttuktan sonra mahallemize dönerken kar topu
oynamaya başladık. Karakolhane Caddesi’ne geldiğimizde…”
Yeldeğirmeni Dayanışması nedir?
Yeldeğirmeni Dayanışması, Gezi’nin son kalıntısıdır.
Gezi’nin esas devrimci ve demokratik eğilimlerinin
yoğunlaştığı ve Gezi’ye damgasını vuran iki büyük merkez vardı: Kadıköy ve
Beşiktaş.
Beşiktaş, Çarşı sayesinde olayların sert olduğu ve Taksim’de
yoğunlaştığı dönemlerde öndeydi. Ancak Parklara geçildikten sonra, Kadıköy, Özellikle
Lice’deki ölümler vesilesiyle Kadıköy’de yaptığı yürüyüşlerle daha çok tonu
belirlemeye başlamıştı.
Sonra mahallelere ve paklara dağıldı. Neredeyse bütün park
ve mahalle meclisleri buharlaştı, ateşleri söndü denebilir. Yeldeğirmeni Dayanışması,
her şeye rağmen, küllenmiş bir ateşin altındaki köz gibi yaşamaya devam etmeye
çalışıyordu. Onu böyle nispeten daha uzun ve etkili yapan da, örgütlerin
kontrolü dışında kalması; Don Kişot işgal evinin epey bir süre bu taşıyıcılığa
bir araç olması, elverişi ve merkezi konumu vs. gibi birçok koşulun bir araya
gelmesiydi.
Ve Gezi’nin bu son kalıntısının en önemli özelliği Kürtlere
ve diğer ezilenlere yakınlığı; Ulusalcı,
Kemalist ve CHP kontrolündeki muhalefete mesafesi ve onun tuzaklarına düşmeden
daha tutarlı ve demokrat bir çizgiyi savunmaya çalışmasıydı.
Buna karşı polis başından beri sürekli alttan alta
çalışıyor, kışkırtıyor ve provokasyonlar yapıyordu. Çünkü Polis’in ortada
görünmeden kimi keskin solcu veya anarşist veya özgürlükçü söylemlerin ardına
gizlenerek Don Kişot’u nasıl tecrit edip, işlemez hale getirmeye çalıştığı ve
sonunda bunu büyük ölçüde başardığı orada yaşayanlarca bilinmektedir. Polis’in bu
girişimlerine ve her türlü provokasyonuna, bir şekilde direnip mahallede tecrit
olmadan varlığını sürdürebilmeyi başarmıştı Yeldeğirmeni Dayanışması.
Yani polis, devlet gezinin bu son kalıntısına karşı,
demokratik özlemlerin bu son Mohikanına karşı onu tecrit edip, yok etmek için
her yolu denemektedir. Bölgede Kara Kalpaklılar derneğinin açılması; önümüzdeki
günlerde asında Türk istihbaratçıları ve faşistler tarafından yapılmış olan,
örtmek için Gazi Katliamı yapılan ve Ermenilere yüklenen “Hocalı Katliamı”nı
protesto mitinginin Kadıköy’de yapılacak olması vs.. Bütün bunların hiç biri
rastlantısal değildir.
Bu kadar açık ipuçlarına rağmen ne bir gazeteci, ne bir
savcı olayı bu yönden araştırmamıştır ve araştırmayacaktır. Zaten araştıramaz
da, canını sokakta bulmadıysa.
Özetle, en ince ayrıntısına kadar planlanmış olması şart
değildir (ki öyle olma ihtimali bile vardır) ama mekanizma öyle kurulmuştur ki,
er veya geç Gezi’nin son kalıntısı, demokratik özlemleri savunan Yeldeğirmeni Dayanışması’na
bir ders verilecektir. Bir örümcek gibi ağlarını germiştir bu devlet,
karakoluyla, bakkalıyla. Elbet biri bu ağlara takılacaktır. Takılan Nuh Köklü
oldu.
Yeldeğirmeni Dayanışması’ndan arkadaşları görünce aklıma hep
Dev-Genç ve Devrimci Öğrenci Birliği’ndeki günlerimiz gelir. Bizler de onlar
gibi neşeli, umut dolu, demokratik özlemleri haykıran, oradan oraya koşan
gençlerdik. Dövüşürken eğlenirdik, hayat doluyduk. Ama bu devlet, bizlerin
varlığında, gülüşünde, neşesinde bile kendisine karşı bir tehdit görüyordu. İçtiğimiz
suyu bile biliyordu. Sonra bizleri teker teker avlamaya başladı. Taylan Özgür, Mehmet
Cantekin ile başlayan cinayetler zinciri karşısında yapacağımız tek şey silahlanmak
olmuştu kendimizi savunabilmek için. Dağlara çıkmak bile bir meşru müdafaa
eylemiydi. Çünkü şehirler yaşanmaz olmuştu.
Bizler yine şanslı idik, yükselen bir işçi, öğrenci ve köylü
hareketlerinin desteği ve koruyuculuğuna sahiptik. Bugünkü genç arkadaşlar ise
öyle büyük kitle radikalleşmelerinin ve hareketlerinin desteğinden yoksunlar. Bunu
sadece Gezi günlerinde biraz yaşadılar. Zaten kendileri onun birer ürünüdürler.
Kendilerine bir stratejik derinlik ve koruma sağlayacak bir kitle hareketinin
desteğinden yoksun, incecik bir zar katmanı gibidirler. Kobani’de ölen Nejat, Kader
ve diğerleri ve Yeldeğirmeni’nde ölen Nuh’un ölümleri, devletin tüm gücüyle,
nasıl bu bir çiçek yaprağı gibi incecik bir katmandan oluşan demokratik
özlemleri, bütün gücüyle yok etmeye çalıştığını gösteren birer kilometre
taşıdırlar.
*
Ne var ki, son günlerdeki ölümler karşısındaki tepkilere
bakınca insan iyice umutsuzluğa kapılıyor. Ya kapitalizm lanetleniyor ya da
iktidar ve hükümet veya Erdoğan. Evet, kapitalizmin temelde ve AKP ve Erdoğan’ın
son zamanlarda politik alanda yarattıkları gerilimlerin etkileri yok mu? Var. Ama esas sorun gözden kaçırılıyor. Bu da
muhalefeti demokratik bir programdan yoksun kalıyor.
Temel sorun bu Şark Devletidir.
Bu devlet normal burjuva devleti değildir. Bu ülkedeki kapitalizm normal bir
kapitalizm değildir.
Demokrasi demek, özünde normal bir kapitalizm ve burjuva
devleti için ideal koşullar demektir. Ama Demokrasi demek, aynı zamanda
ezilenlerin kendilerini savunması ve örgütlenebilmesi için de ideal koşullar
demektir.
Ama demokrasi demek her şeyden önce bu şark devletinin
tasfiyesi, parçalanması demektir.
Maalesef bu parçalamanın somut biçimleri hiç bir şekilde
programlaştırılıp kitlelerin bilincinde yer etmiyor. Sloganlara yansımıyor.
Programatik bir ifadeye kavuşmuyor. Bu nedenle en kitlesel ve demokratik
özlemlerle dolu hareketler bile sonuçsuz kalıyor ve buharlaşıyor. Ortalıkta
kupkuru ve anlamsız sloganlar. Ya AKP düşmanlığı veya Erdoğan’da temel sorunu
görüp, bu devletin yapısını zerrece sorun etmeden çözüm arayan CHP yaklaşımı;
ya da işi kapitalizme havale edip bu devleti ve ulusu sorun etmeyen ona karşı
mücadeleyi gözlerden gizleyen sözüm ona çok radikal, çok anti kapitalist
sloganlar.
Şu bir türlü anlaşılmıyor: bu ulus ve bu devlet parça parça
edilip demokratik bir ulus kurulmadan; demokratik, yani halkın üzerinde
yükselmeyen; ondan bağımsızlaşamayan ama ona hizmet eden bir devlet cihazı
kurulmadan en küçük bir ilerleme olamaz.
Böyle demokratik bir ulusun ve var olan devletin
parçalanarak kurulacak demokratik bir devletin ne olacağı ise en somut talepler
biçiminde şöyle ifade edilmiştir:
·
Gerçek
bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, etni, soy,
kültür, ırk belirlemesi kalkmalı, demokratik ulus bunlarla tanımlanmaya karşı
tanımlanmalıdır. Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
o
Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve
anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu
farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
o
Ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip
gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun
yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler. Bu ortak konuşma dilini
öğrenmek, anadilde eğitim hakkını ortadan kaldırmaz.
o
Okullarda herkes ana dilinde, ama aynı ortak
tarihi okumalıdır. Bu tarih, ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden,
etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilciler
tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
o
Eğer okullarda okutulmasına karar verilirse, din
ve ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan ve inançsızlardan
eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
o
Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve
tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara
çevrilmelidir.
o
Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar
çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından
karşılanmayanlar veya bu olanağı seçmeyenlerin mağduriyeti engellenip toplumun
başka işlerine yerleştirilmelidir.
o
Devlet sadece inançlar arasında eşitliği
sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri
gidermekle yükümlü olmalıdır.
·
Yurttaşların
en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve
eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
o
Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme
özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve
otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
o
Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve
bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm
yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
·
Demokrasinin
gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce
doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve
sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
o
Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar,
frekanslar, kanallar, kâğıtlar toplumsallaştırılmalı; devletin ve sermayenin
elinden alınmalı, yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
o
Medya olanakları, tüm örgütler, partiler,
inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında
üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
o
Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için
sık sık ayarlamalar yapılmalıdır.
·
Yurttaşların
üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan, ama onlara itaat ve hizmet
eden bir devlet cihazı için:
o
Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş
organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemrutlar zamanından kalma
valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve
organlar lağvedilmedir.
o
Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu
seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
o
Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini
seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
o
Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve
çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
o
Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik
işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas
alınmalıdır.
o
Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında
dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik
olmalıdır.
o
Mahkemelere jüri usulü gelmelidir.
·
Bu
biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde
ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için:
o
Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa,
sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim
endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
o
Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik
sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş
temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
o
Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve
iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için
parasız kreş ve anaokulu sağlanmalı; tüm eğitim ve araçları parasız olmalı,
düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
o
Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya
çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde
ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
Bu hedefler, İslam'ın amentüsü gibi her demokratın genlerine
işlemeli ve nüfusun büyük çoğunluğunca benimsenmelidir ki Türkiye’de bir parça
umut verici değişiklikler olabilsin.
20 Şubat 2015 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder