Tarihte hiçbir kuşak böylesine ağır bir yükün altında
kalmamıştır. Ve tarihteki hiçbir kuşak, böyle bir yükün altından kalkmak için
böylesine hazırlıksız değildir.
Neden bu birkaç kuşak önemlidir? Neden bu birkaç kuşağın
yaşamı içinde bir dar boğazdan geçilebilecek ya da geçilemeyecektir?
Bu yok olma tehlikesini atlattığı takdirde insanlığın önünde sınırsız ufuklar açılır. Adeta ölümsüzlüğü varır. Ama aşamazsa yok olacaktır.
Bu anlamda bir dar boğazdan söz ediyoruz. Ama açılacak
ufuklar hakkında bir fikir sahibi olunabilmesi için başka darboğazlardan
önekler verelim.
*
Birçok farklı kullanım alanları bulunmakla birlikte,
Popülâsyon genetiğinde ve biyolojide de Almancada “Şişe Boğazıı” diye çevrilebilecek, Türkçede “Darboğaz” diye karşılanabilecek bir kavram vardır.
Bununla bir popülâsyonun neredeyse yok olmanın eşiğine
gelecek kadar azalması, ama bir şekilde bu darboğazı atlattıktan sonra tekrar
çoğalıp yayılması kastedilir.
Bu genetik analizlerle kolaylıkla gözlemlenebilmektedir.
Çünkü böyle bir darboğazdan geçen popülâsyonun, genetik çeşitliliği korkunç
azalır, sonra bir büyüme olduğunda çok az sayıda kalmış bireylerin özellikleri
bütün diğer sonraki kuşakları ve popülâsyonları belirler. Ama bu yeni
popülâsyonların genetik çeşitliliği, dar boğazdan geçerken yok olmuş
popülâsyonun çeşitliliğinden çok daha azdır.
Örneğin, dünyanın en hızlı koşan canlısı denen Çitaların
bugün yaşayan örnekleri, neredeyse ikiz kardeşler kadar birbirlerine yakındır.
Bu onların bir zamanlar çok küçük bir popülâsyona kadar düştükleri neredeyse
yok olmanın eşiğinden döndüklerini göstermektedir.
Atlar da benzer durumdadır. Anavatanları Kuzey Amerika olan
atların içinden küçük bir popülâsyon Asya’ya geçerek atların varlığını
sürdürebilmiş, Amerika kıtasındaki atların ise (muhtemelen oraya geçen insanlar
tarafından yok edilerek) soyu tükenmiştir. At binlerce yıl sonra İspanyol
fatihler tarafından tekrar anavatanına götürülmüş ve onların yabanlaşanlarından
Mustanglar ortaya çıkmıştır.
Şimdi bir an için o küçük at popülâsyonunun, Behring boğazı
üzerinden Amerika’ya giden insanlara ters yönde Asya’ya geçmeyi ve Asya
bozkırlarında tekrar üreyip çoğalmayı başaramadığını var sayalım. Atların soyu
tükenmiş olacaktı Mamutlar gibi.
Ama o küçük popülâsyon Asya’ya geçerek, yani dar boğazdan
geçerek At türüne yepyeni ufuklar açtı. Bugün artık atın üretim aracı olarak
bir işlevi kalmamasına rağmen, bir spor aracı olarak; insanlara bir dost olarak
yepyeni ufuklara yelken açtığını görüyoruz.
(Atların olmadığı bir eski dünya karalar topluluğunda tarih
muhtemelen çok başka yollar izleyecekti. Yani yaşadığımız tarih aslında
yaşanabilecek sonsuz tarihten sadece biridir ve tarihin her anı böyle sonsuz
belirsizliklerle doludur.)
Amerika’daki Bizonların da benzer bir durumu var. Milyonlarca
bizondan çok küçük bir popülâsyon kalmıştı. Şimdi tekrar bizonlar ürüyor ve
üretiliyor. Hatta geçenlerde Bizonların aşırı çoğaldığından şikâyet eden bir
yazıya rastlamıştım. Bizon türü bir dar boğazdan geçti. Biraz da rastlantısal
olarak oradan geçebildi. Geçemeseydi yok olacaktı ama şimdi önlerinde yepyeni
ufuklar açıldı. Ama bu Bizonların, Beyaz Adamlar yok etmeden önceki genetik
çeşitliliği bulunmamaktadır.
Örneğin, Homo Sapiens Afrika’da doğduğundan, diğer kıtalara
yayılma Afrika’dan göç eden popülâsyonlar üzerinden olduğundan, diğer
kıtalardaki popülâsyonların genetik çeşitliliği Afrika ile kıyaslanmayacak
kadar azdır. (Bu fark aynı zamanda neden insan türünün birkaç yerde birden
ortaya çıkmadığı ve hepsinin Afrika’dan geldiğinin de bir kanıtıdır.) Yani
diğer kıtalardaki insanları, bir dar boğazdan geçmiş gibi varsayabiliriz.
Kelimenin tam anlamıyla öyle de sayılabilir. Muhtemelen diğer kıtalara yayılma,
Eritre ve Yemen arasındaki “darboğaz”dan geçerek gerçekleşmiş olabilir. (Buzul
dönemlerinde deniz seviyesi 150 metre kadar aşağıya düşüyor ve orada bir kara
bağlantısı oluşuyor.)
*
Ama en ilginci bizzat bugün yeryüzünde yaşayan insanların da
bir dar boğazdan geçtiğine ilişkin teoridir.
Buluntular yeryüzünde en azından 200.000 yıldan beri, Homo
Sapiens’in Afrika’da ortaya çıktığını göstermektedir. Ancak bugün yeryüzünde
yaşayan insanların genetiği, 70.000 yıl kadar önce, Homo Sapiens’in tıpkı
Çitalar veya Atlar gibi bir dar boğazdan geçtiğini; ortaya çıkışından sonra
yeryüzüne dağılan tüm Homo Sapiens popülâsyonları yok olurken, sadece birkaç
bin kişilik bir popülâsyonun kaldığını göstermektedir. Hatta bugün yeryüzündeki
insanların ortak atası olan fiktif kadına, yani “Mitokondriyal Havva”ya kadar gidilebilmektedir.
Yani tesadüfen o bin kişilik popülâsyon da yok olsaydı, bugün
yeryüzünde insan diye bir şey bulunmayacaktı.
Tabii böyle bir veri olunca buna ne yol açmış sorusu gündeme
geliyor.
Bu dar boğazı açıklayan şöyle ve üzerinde tartışılan ama daha
iyisi sunulamadığı için şimdilik genel kabul görmüş Antropolog Stanley
Ambrose’nin bir teorisi var. Buna göre, takriben 74.000 yıl önce Sumatra
adasındaki Toba volkanı patlıyor. Bunun saçtığı küller ve gaz yeryüzünde bir “Volkanik Kış”a yol açıyor ve bütün Homo
Sapiensler yok oluyor sadece küçük bir popülâsyon bu felaketi atlatabiliyor.
O tarihlerde başka bir fiziksel ve jeolojik olay
olmadığından; kanıtlayıcı bir delil olmamasına ve çelişkili sonuçlara yol
açmasına rağmen (Örneğin: Neandertaller nasıl yaşadı? Çünkü onlar 30-40 bin yıl
öncesine kadar vardılar. Diğer canlı türlerinde de benzer dar boğazlar veya yok
oluşlar olması gerekmez mi? vs.) Antropologlar arasında neredeyse kanıtlanmış
gibi bir muamele görmektedir.
*
Bu vesileyle konumuzla ilgili olmamakla birlikte bu konuda
bir de bizim teorimiz var. Bizin teorimiz bu “Dar Boğaz”ın bir dar boğaz olmadığı ve sosyolojik olarak
açıklanabileceği yönünde. Ayrıca bizim teorimiz sadece onu değil, birçok sorunu
birden çözüyor. Bu teori de aslında başka bir daha genel teorinin, dinin ve
ulusun ne olduğuna ilişkin teorinin yan
ürünü. Kısaca şöyle:
Din bir toplumun tüm üstyapısıdır diyoruz. Bu önermenin bütün
toplum bilimini yani Marksizm’i alt üst edici sonuçları var.
Sadece birkaçını zikredelim:
Örneğin, devrimler yeni ekonomik ilişkilere denk düşen yeni
bir üstyapının eskinin yerini alması olduğundan, bir dinden diğer dine geçişler
devrimlerdir.
Devrimler din değişiklikleri olduğuna göre, Marksizm Devrimci
olabilmek ve devrim yapabilmek için Din olmak zorundadır.
Din üstyapı ise, üstyapısı olmayan bir toplumdan söz edilemeyeceğine göre
modern toplumun dini nedir?
Modern toplumun dini, dini inanç olarak tanımlamanın tam
kendisidir. Bunun için ise bir özel ve politik ayrımı gerekirdi. Dini özele
ilişkin olarak; politika dışı olarak tanımlamanın kendisi modern toplumun
dinidir.
Politik olanı Ulusal olanla tanımlamak (yani ulus ve
ulusçuluk) ise modern toplumun dininin karşı devrime uğramış biçimidir.
Marksizm uluslara karşı bir mücadele olduğunda bir din olur
ve devrim yapabilir.
Görüldüğü gibi teori hem Tarih’i anlaşılmazlıktan
kurtarmakta; hem modern tarihin en açıklanamaz fenomenini (ulus ve ulusçuluk)
açıklamakta, hem de “Marksizm'in Krizi”ne bir çözüm bulmakta, programatik ve
stratejik yepyeni olanaklar açmaktadır.
Ama bu teorinin bir yan ürünü de, Toplum’un ortaya çıkışına
ilişkin sonuçlarıdır.
Bir fizikçiye, fizik
alemin ne zaman ortaya çıktığını sorsanız, 13,7 milyar yıl önce Big
Bang ile başladı her şey diyebilir.
Bir biyologa, paleontologa
veya jeologa canlı hayatın ne zaman başladığını sorsanız, aşağı yukarı
4 milyar yıl önce diyebilir.
Ama bir Toplumbilimciye veya Marksist’e toplum denen varoluş
ve hareket biçiminin ne zaman ortaya çıktığı sorusunu sorsanız vereceği cevabı
olmadığı gibi, bu soruyu soran da yoktur.
Hâlbuki Marksizm'in konusu Toplum’dur, toplumun hareket
yasalarıdır.
Bunan nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı çok temel bir sorudur.
İşte bizim din teorimize göre toplum ancak üstyapısı
olduğunda yani dini olduğunda ortaya çıkacağına göre dinin keşfi toplumun
ortaya çıkışıyla özdeş olmalıdır.
Biz bunun, yani toplumun, toplumsal var oluşun ve toplumsal
hareketin yetmiş bin yıl önce ortaya çıktığını söylüyoruz.
Çünkü 70.000 yıl önce birbirinden bağımsız gibi görünen başka
değişiklikler de var.
Çünkü yetmiş bin yıl öncesine kadar, en azından 200.000 (en
son buluşlarla 300.000) yıldır ortaya çıkmış bulunan Homo Sapiens, yani bizim bütün özelliklerimize sahip insan türü,
hala son derece kaba, özünde diğer insan türlerinin kullandığından farklı
aletler kullanmıyor ve sanat gibi bir şeylerin varlığına dair en küçük bir
kanıt yok.
Ama 70.000 yıl önce bir “şey” oluyor ve ondan sonra adeta
zincirinden boşanmışçasına bir yenilikler zinciri görülmeye başlanıyor. Ok,
yay, vs. hep 70.000 yıl öncesinin sonrasında var. Sanat eseri sayılabilecek,
yani bir din olduğuna dair şeyler de (kolyeler, küçük heykelcikler, işaretler) de
ilk kez 70.000 yıl öncesinin sonrasında ortaya çıkıyor. (Tabii bu 70.000 yılı
mutlak almamalı. Aşağı yukarı bir rakam bu)
Homo Sapiens türünde 70.000 yıl önce genetik bir değişiklik
olmadığına ve başka bir türe geçilmediğine göre, ne olmuş olabilir?
İşin ilginci yine 70.000 yıl önce bir yanardağ felaketi
sonucu olduğu öne sürülen bir darboğaz da var. Yani küçük (1000 kişi kadar) bir
popülâsyon dışında bütün diğer Homo Sapienslerin yok oluşu.
Bizim teorimize göre, bizimle bütün aynı fiziksel ve
biyolojik özelliklere sahip homo sapiens, 70.000 yıl öncesine kadar, sürüler
halinde yaşıyordu. Bir yerlerde bir şekilde, küçük bir popülasyonda, 70.000 yıl
önce, sürüden topluma geçilmiş
olmalıdır. Yani biyolojik bir değişiklik değil; toplu yaşamada bir varoluş
biçiminden diğer diğer bir varoluş biçimine bir geçiş, dolayısıyla yeni varoluş
biçiminin ortaya çıkışı (Genesis,
Emergenz) gerçekleşmiş olmalıdır.
Sürüden topluma geçiş, yani bir popülâsyonun ya da sürünün,
ilk kez parçanın bütüne tabi olduğu bir örgütlenmeye geçişi; yani sınırlar
çizmesi ve ilişkileri düzenleyen yasaklar getirmesi demektir. Yani Din tam da
bunu yaptığına göre, din ve dinle birlikte toplum ortaya çıkmış olmalıdır.
Sürü biyolojik bir organdır, canlının varlığını ve soyunu
sürdürmesinin aracıdır. Toplum ise yepyeni bir varoluş biçimidir, yepyeni bir
ilişkidir. Toplum Üremez, Üretir. Toplumla birlikte biyolojik yasalardan (Darwin
yasaları) tamamen farklı yasalara tabi (İbni Haldun ve Marks-Engels’in
birbirinden bağımsızca bulduğu) yeyeni bir varlıktır.
Bu öylesine muazzam bir sıçramadır ve bunu başarabilen
popülâsyona öylesine muazzam bir güç vermiş olmalıdır ki, bu diğer tüm Homo
Sapiens (ve Neanderthal vs. gibi diğer insan türlerine) popülâsyonlarını yok
etmiştir. İlle de öldürerek de değil; onların kaynakları üzerinde egemenlik
kurarak da olabilir bu. Ve bu muazzam bir hızla gerçekleşmiş olmalıdır. Diğer
popülâsyonlar (muhtemelen biyolojik olarak yetenekli idiler) taklit yoluyla
bunu öğrenme fırsatı bile bulamadan yok olmuş olmalıdırlar. Bu nedenle
yeryüzünde 70.000 öncesinde var olan diğer homo sapiens popülâsyonlarının yaşayan
bir kalıntısı bulunmamaktadır
Yani 70.000 yıl önce toplum, yani sosyolojinin konusu olan,
üretici güçlerindeki değişmelere bağlı olarak, toplumsal ilişkilerini
değiştiren hareket biçimi, ya da “yeni bir canlı türü” olan Toplum ortaya
çıkmıştır. Canlı nasıl kendi benzerini üreten bir molekül olarak
tanımlanabilirse (Çünkü bu noktada Darwin yasaları yürürlüğe girer) toplum da
biyolojik yapısını değil de ilişkilerini (dinini) değiştirerek değişen bir
canlı türü olarak tanımlanabilir.
Bize genetik bir darboğaz gibi görünen ve Toba Volkanıyla
jeolojik olarak açıklanmaya çalışılan olayın da; bir dar boğaz değil; Toplum’a
geçen homo Sapiens popülâsyonunun, diğer bütün homo Sapiens’leri yok etmiş
olmasıyla açıklanabilir.
Diğer Homo Sapiens popülâsyonlarını Topluma geçebilmiş olan
popülâsyonun soyundan olanlar yok ettiği için Homo Sapiens bize bir dar
boğazdan geçmiş gibi görünmektedir.
Bizler hepimiz o Toplum’a geçebilmiş, ilk kez dini keşfetmiş,
yani sürüden parçanın bütüne tabi olduğu toplumsal örgütlenmeye geçebilmiş
popülâsyonun soyundan geldiğimiz için ortak bir Mitokondriyal Havva’dan
geliyoruz.
İşin ilginci, mitokondriyal Havva aynı zamanda muhtemelen,
ilk kez kurallar koyup, dini keşfeden ve sürüden topluma geçişi sağlayan kadın
olabilir. Yani tarihin ilk büyük devrimcisi. Zaten böylesine büyük bir
sıçramanın iz bırakmadan var olması düşünülemez. O iz hepimizin genlerinde
yaşıyor.
Homo Sapiens topluma geçebildiği için, o zamana kadar yüz
binlerce yılda can sıkıcı bir şekilde yavaş değişen teknik, ondan sonra
patlarcasına bir hızla değişmeye başlıyor; buna paralel olarak sanat eserleri
görülmeye başlıyor.
Özetle bu müthiş sıçrama, bu muazzam devrim, sadece muazzam
bir hızlı gelişmeye yol açmasıyla, sadece sanatın vs. ortaya çıkmasıyla değil,
genlerimizde kendini işaretlemiş bulunmaktadır.
Teorimiz özetle böyle ve tüm olgular bunu tekrar tekrar
doğrulamaktadır. Ancak bu teoriyi ne arkeologlar ne antropologlar, ne
Marksistler, ne sosyologlar görmek istiyorlar; tartışmıyorlar, yok farz
ediyorlar.
Tabii bu teoriye göre Homo Sapiens daha önce dar boğazdan
geçmiş değil, yeni bir hareket biçimi ortaya çıktı demek gerekiyor; genetik
darboğaz gibi görünen şey özünde budur.
Ama yine bu teoriye göre, üstyapı ve altyapı; yani üretim
araçları, biçimi, iktisadi ilişkiler ile üstyapı arasındaki makas, tarihin
hiçbir döneminde olmadığı kadar açıldığından; Bu üstyapının somut biçimi olan
ulusların varlığı ile insanlığın varlığını sürdürmesi bir arada olamaz.
Uluslar ve ulusal devletler ve sınırlar var olduğu sürece
a) Bir dünya savaşı er
veya geç çıkacaktır. ABC silahlarının kullanıldığı bir dünya savaşında;
yeryüzündeki hayatı birkaç kez yok edebilecek çaptaki silahların kullanıldığı
bir dünya savaşında insanlığın yaşama şansı yoktur.
b) Dünya savaşı olmasa
bile, bugünkü tüketim ve tahribat hızıyla en azından “yüksek” canlıların var
oluş koşullarının sürdürülmesi olanaksızdır.
Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada Sosyalizm
olamayacağından (Klasik Marksizm'in “Tek ülkede sosyalizm olamaz” ve
“Proletarya var olan burjuva devlet cihazını alıp sınıfsız topluma geçemez”
önermeleri göz önüne alınsa bile bu sonuç ortaya çıkar. Yani Burjuva
devletlerin en temel özelliği ulusal olmalarıdır. Ulusal devletler
parçalanmadan İşçi Sınıfı İktidar olamaz. Klasik öğretiye göre bile böyledir.) iİkisini
de engellemenin, önkoşulu ulusları ve ulusal devletleri yok etmektir.
Dolayısıyla, devrimci stratejinin vuruş yönü bu olmalıdır.
Uluslara karşı mücadele, ulusları kişinin özel sorunları olarak tanımlamakla
olur; yani ulusal olanla politik olanın birliği ilkesini reddetmekle olur. Bu
ise, ulus ve ulusçuluk dini karşısında bir yeni dindir, “İnsanlık” dini
denebilir ve siyasi biçimi Dünya
Cumhuriyeti olabilir.
Bir Dünya Cumhuriyeti kurulduğunda aslında kapitalizmin
fiilen yaşama şansı kalmaz, çünkü onu koruyacak mekanizmalar ortadan
kaldırılmıştır. Kar ekonomisinden Planlı ekonomiye geçip geçmeme sadece toplumun
özgür iradesiyle belirleyeceği bir sorun olur. Ulusların ve ulusal devletlerin
yok olması zaten fiilen savaş ile yok olma tehlikesini ortadan kaldırmış olur.
Yeryüzü ölçüsünde ihtiyaçlara ve doğanın dengesine dayanan bir üretim, yani
sosyalizm ise, emekçiler onu istediği takdirde engelleyebilecek hiçbir şey
olmadığından kolaylıkla kurulabilir. Her şey bir yana, Ekolojik zorunluluklar
bile planlı bir ekonomiyi zorunlu kılar ve insanlar ister istemez, bir kara
göre üretim ekonomisinden ihtiyaçlara (ve doğanın dengesine göre) üretim
ekonomisine geçebilir.
*
Ancak işin kötüsü şudur ki, bütün bunları yapabilmek için
ortada fazla bir zaman yok. Birkaç kuşak belki. Ama bir de etrafınıza bakın.
Tartışılan konulara, mücadelelere bakın bu sorunları gündeme alıp tartışmak
bile bir ayakları yerden kesilmişlik olarak görülür.
Bu nedenle insanlığın bir yaşama umudu bulunmamaktadır.
Birkaç kuşak içinde muhtemelen yok olacaktır insan türü ve bizler bu yok oluşu
engelleyebilecek son kuşaklarız.
O halde sorunu şöyle koyalım, Homo Sapiens, gerçek bir dar
boğazla birkaç kuşak içinde karşılaşacaktır. Ya bunu ulusları yok ederek
aşacaktır. Ya da yok olacaktır.
Aştığı takdirde önünde on binlerce yüz binlerce yıllık bir
hayat bulunmaktadır.
Ya da bunu aşamayacaktır ve birkaç on veya yüzyıl içinde yok
olacaktır.
Bizim bütün yazılarımızın bütün çabalarımızın özü, bu makası
nasıl olur, nasıl bir strateji ve taktikle kapatırız noktasında yoğunlaşmıştır.
Biz Dünya ölçüsünde bambaşka bir strateji öneriyoruz.
O dünya ölçüsündeki stratejiye geçiş olarak Türkiye ve
Ortadoğu ölçüsünde bambaşka bir strateji öneriyoruz.
*
Ancak bunları bir yana bırakalım.
Varsayalım ki, bir mucize oldu, insanlar ayaklandılar bütün
ulusal devletleri yıktılar bir dünya cumhuriyeti kurdular. Nasıl yaparız da
doğanın kendini yenileyebileceği bir düzeyle varlığımızı sürdürebiliriz diye
tartışıyorlar ve bu sorun etrafında farklı stratejiler, farklı partiler
birbirine karşı insanların çoğunluğunu kazanmak için eşit koşullarda mücadele
ediyorlar. Bütün yayın ve medya kitle örgütlerinin elinde; alınan oylara ya da
nufus içindeki oranlara göre dağıtılmış. Savaş tehlikesi yok, açlık yok, evsiz
barksızlık yok. Herkes yüksek öğrenim yapıyor. Daha doğrusu öğrenim, iş ve
dinlenme insan hayatının üç ayrı bölüne ilişkin olmaktan çıkarılmış tüm hayat hem
bir öğrenme hem kültür hem de çalışma olmuş. Bunlar uzatılabilir.
Ama bizler böyle bir dünyayı bile hayal edemez durumdayız.
Böyle bir dünyanın sorunlarına ve mücadelelerine ilişkin bir bilim kurgu filmi
olsun veya romanı olsun okuyan var mı? Yok.
Bütün bilim kurgular, hep uzayla ilgili ve önümüzdeki birkaç
yüzyılı kaplıyor.
Ama toplumsal ilişkiler bu dünyanın ilişkileri.
Hâlbuki bir bilim kurgu, uzayda gider gemiler değil; bugünkü
verili tekniğin bambaşka toplumsal ilişkilerdeki anlamı üzerinde olabilir ve
olmalıdır.
Örneğin insanlığın yok olma tehlikesini atlattıktan sonra
birkaç yüzyıl, belki de daha uzun süre, boyunca bile emek üretkenliği ve teknik
uygulanabilirlik mümkün olsa bile, doğanın dengesini koruma nedeniyle tam bir
bolluk ekonomisine geçmesi; yani emeğin yok olması mümkün olmayabilir.
Öte yandan bolluk ekonomisine bolluk üzerinden değil;
kanaatkârlık ve israftan kaçınma üzerinden de geçilebilir. Yani manevi
zenginlikler önem kazanıp, maddi zenginlikler değerini yitirdiği için de emeğin
yok olmasına geçilebilir.
Emeğin yok olması zorunluluklar âleminden özgürlükler âlemine
geçiş demektir. Eşitliğe dayanan “Burjuva hakkının” ortadan kalkması demektir.
İşte o zaman Marks’ın dediği anlamda, insanlık hayvanlıktan
çıkacaktır. Gerçek anlamda tarih son bulacak veya tarih öncesi bitip gerçek
tarih başlayacaktır.
Ve emin olun şu uluslar ve ulusal devletler yıkılsa birkaç
yüzyıl içinde bu noktaya ulaşmak sorun değildir.
Dikkat edin en atılgan bilim kurgular bile böyle bir dünyayı
tahayyül etmekten uzaktır. Böyle bir dünyanın bilim kurgusu yoktur.
Kaldı ki, insanlığın önünde artık onbinlerce yıl sürecek bir
hayat var.
Sadece bugünkü verilere göre bile iki şeyin olabileceğini
öngörebiliriz. Birkaç bin ya da onbin yıl sonra.
İlk kendi benzerini yapan molekülü düşünün. Milyarlarca
yaşamış ve yaşayan canlı denen varoluş biçimi, bu küçücük sıçramadan ortaya
çıktı ve deneme yanılma yöntemiyle milyarlarca her biri birlirinden harika
canlı tarlarını yarattı.
İlk mors alfabesi veya telefon konuşması veya ilk transistör
veya radyo lambasıyla 0 ve 1 üzerinden hesaplamayı düşünün. Bugünkü
televizyonlar, internetler vs. hepsi bunlardan çıktı.
İlk topluma geçen küçük kabile bugünü düşünebilir miydi?
Şimdi bir dar boğazdan geçtiğimizi düşünelim. Bırakalım
Toplum’a ilk geçilen 70.000 yıl süreyi; bırakalım ilk neolitik devrimin
yapıldığı 10.000 yıl kadar süreyi; Bırakalım ilk uygarlığa geçilen 5000 yıl
kadar süreyi. Bugünkü takvimlerimizin başladığı İsa’nın doğumundan bugüne geçen
2000 yıllık süreyi alalım ve geleceğe bir projeksiyon yapalım.
Çok fazla şeye gerek yok.
1) Çalışma olmayacaktır.
Zorlama ve zorunluluk da olmayacaktır. İnsanlar kendilerini gerçekleştirmek için
hoşlarına gideni yapacaklardır. Gerçek zenginliklerin kaynağı bunlar olacaktır.
2) Ölüm, insanlar için bir
kader olmaktan çıkmış olacaktır. (Kök hücreler bile insanın aslında yedek
parçalarıyla birlikte doğduğunu gösteriyor) Muhtemelen artık insanlar
üremeyeceklerdir. Cinsellik bir zevk aracı olacaktır. Bugünkü bütün veriler
bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
3) İnsanlar mekân ve
zamandan münezzeh olacaktır. Zaten ölümsüzlük kısmen budur ama doğada bilenen
ışık hızı sınırı diye bir şey var. Muhtemelen bu da geçilecektir. Bu da iki
farklı yoldan olabilir. Birisi şu meşhur “kurt delikleri”. Yani evrenin bir
bölgesinden diğerine, uzay zamanın eğrilmesi üzerinden daha “kısa” yoldan
gitmek. Diğeri Albert Einstein’ın “ürkütücü
uzaktan etki” dediği Dolanıklık (Verschränkung)
denen fenomen. Örneğin iki foton veya atom altı parçacık birbiriyle dolanıklık
durumuna geldiğinde; biri ne yapıyorsa diğeri de onu/tersini yapıyor. Ve bunlar
evinin iki apayrı noktasında olsa da aynı anda oluyor. Muhtemelen bunun
aracılığıyla insanlar aynı anda birkaç yerde bile olabilirler.
Kısaca, insanlar ölümsüz, “zamandan ve mekândan münezzeh”
olduklarında bugünkü tahayyüldeki tanrılar gibi olacaklardır.
Şimdiye kadarki tüm tarihin verileri bunun mümkün olduğunu
göstermektedir.
Ama bu şu anlama da gelir.
Evrenin birçok yerinde farklı gezegenlerde hayatın başka
biçimlerine muhtemelen rastlanacaktır. Kuyruklu yıldızda bile organik
moleküller veya onların yapı taşları var.
Ama başka insanlar var mı?
Sanırım bu sorunun cevabını, mekândan ve zamandan münezzeh ölümsüz insanlar,
yani “tanrı” olmuş insanlar veriyor.
Eğer olsaydılar ve bizlerin yapması mümkün görünmeyeni yapıp
var olmaya devam ettilerse, şimdiye kadar mekândan ve zamandan münezzeh
ölümsüzler olarak çoktan bizi bulmuş olmalıydılar.
Topum denen varlık ve hareket biçimi galiba evrende bir tek
burada ortaya çıktı ve bir mucize olmazsa yakında yok olacak.
23 Kasım 2014 Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder