27 Ekim 2014 Pazartesi

Bedir Gazvesi’nden Kobani Kuşatması’na - Küçük Ama Büyük Savaşlar

Bugün dünyada ve Türkiye’de en önemli olay Kobani’dir.
Neden?
Örneğin Brezilya’da Seçimleri İşçi Partisi adayının kazanması; Almanya’da Irkçı holiganların salafistleri bahane ederek alanları doldurması veya Validebağ’da İstanbul’un son soluk borularından birini daha tıkamak ve yeni rant alanları yaratmak için AKP iktidarına karşı İstanbulluların, tıpkı Gezi öncesinde olduğu gibi sabaha kadar soğuk ve yağmur altında beklemesi gibi daha saymakla bitmeyecek, yüzlerce gelişme, olay ve direniş sıralanabilir.
Kobani’deki savaş bunların hepsinden daha önemlidir.
Keza Irak’ta IŞİD’e karşı kimi şehirlerin Kürtler veya Hükümet güçlerince ele geçirildiğini duyuyoruz. Veya tarsinden IŞİD’in bazı yerleri ele geçirdiğini okuyoruz. Oralarda savaşan güçler çok daha büyük niceliklere tekabül edebilirler. Daha büyük şehirler kazanılmış ve kaybedilmiş olabilir.
Ama onların hiç birisi, dünya tarihsel önemi bakımından Kobani ile kıyaslanamaz.
Çünkü Kobani’deki savaş nitelik olarak bütün bu mücadele ve savaşlardan farklıdır.
Hatta Kobani’deki savaş bu farkın korunup korunamayacağını belirleme savaşıdır.
Askeri bakımdan Kobani küçücük, bir birkaç kilometre eninde ve boyunda bir kasabadır. Orayı savunanların sayısı taş çatlasa birkaç bini de geçmiyordur. Zenginlikleri, coğrafi ve stratejik bir önemi de yoktur.

Böylesine küçük ve önemsiz görünmektedir Kobani.
Ama Kobani’nin önemi bu niceliklerde değil, niteliğindedir.
Kobani’yi önemli yapan, son haftalarda dünyanın en önemli olayı yapan nedir?
Onu önemli yapan, yeni bir düzenin tohumu olmasıdır.
Bu farkı ve Kobani’nin önemini anlamak için bir tarihsel kıyaslama daha ayıktırıcı olabilir.
*
İslam tarihinde çok önemli bir “Bedir Gazvesi” vardır.
Bedir Savaşı’na eni sonu 300 kadar Medineli Müslüman’ın bir Mekke kervanını vurma girişimi ve buna da bin kadar Mekkelinin müdahalesi ve yenilgisi olarak da bakılabilir.
Muhtemelen Arap yarımadasında, Bedir öncesinde veya sonrasında, aşiretler ve kentler arası rekabette belki Bedir’dekinden bile büyük, birçok bu türden savaş da olmuştur.
Ancak Bedir’i bütün onlardan ayıran, savaşanların niteliklerinin farkında; yani orada iki farklı düzenin savaşıyor oluşudur.
Eğer Mekkelileri yenenler, Müslümanlar değil, bambaşka bir toplumsal düzenin kurucu ve savunucuları değil; Mekke gibi bir kentin rakibi Medineliler (Yesribliler) olsalardı; yani onlarla aynı düzende yaşayan, sadece kervan yollarına egemen olmak için Mekkelileri vuran başka kentliler olsalardı, bir zamanlar Bedir denen yerde bir savaş olduğun bile kimse bilmezdi; o savaş dünya tarihinin gidişinde hiçbir önemli değişim yapamadan unutulur giderdi. Bedir’in, tarihteki binlerce kervan vurgunundan bir farkı olmazdı.
Bedir’i önemli yapan, onun farklı toplumsal düzenler arasındaki bir savaş olmasıydı ve İslam’ın temsil ettiği yeni düzenin ilk savaşı olmasıydı.
Bu nedenle, bedir savaşı, eski düzeni temsil eden ve onu savunan Mekkelilere ve Kureyşlilere karşı bir devrimci savaştı ve devrimcilerin (Müslümanların) kazandığı ilk savaştı.
Ancak her yeni olan önce eski biçimler içinde çıkar.
Bedir Savaşı’nda Komünler (aşiretler) döneminden kalma geleneklerin yaşadığını ve etkisini hala sürdürdüğünü görürüz.
Örneğin, tarih boyunca, Komünler, savaşın ne kadar yıkıcı sonuçları olduğunu, kazananı bile tükettiğini bildikleri için, tüm üyeleriyle ve güçleriyle savaşmazlar, kendi içlerinden seçtikleri en cesur ve güçlü savaşçıların, mücadelesinin sonucuna göre kazanmış veya yenilmiş sayılırlardı.
Ahdi Atik’deki Davut ve Golyat hikâyesi aslında iki komünün temsilcileri aracıyla savaşını; zayıf ama zeki ve atik Davut’un Güçlü ama hantal Golyat'ı yenmesini anlatır. Yeni kuşaklar bunun benzerini, Truva filminden, Aşil’in iri kıyımı yenmesinden bilirler. Aslında olimpiyatlar bile, komünlerin temsilcilerinin savaşlarının zamanla yarışa ve oradan da birer panayır ve bayrama dönüşmelerinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bedir’de de benzer biçimler vardır. O zamanki Araplar buna “Mübareze” diyorlardı.
Bedir Savaşında da Mekkeliler başlangıçta teke tek savaş davetleri yaparlar.
Mekkeli ordu saflarındaki Utbe’nin öne çıkıp meydan okumasına karşı bizzat kendi oğlu Ebu Huzeyfe çıkar.
Yani Bedir’de ilk kez oğullar babalarıyla karşı karşıya geliyorlardı. Bu önceden düşünülebilecek bir şey değildi. Bu, kan veya aşiret kardeşliğinin yerini din kardeşliğinin almasının bir ifadesiydi.
Ama Hazreti Muhammet, babası müşrik bile olsa, oğulun Babayla savaşmasını istemez ve onu engeller.
Hazreti Muhammet bu meyden okumaya Medinelilerin çıkmasını da istemez.
Çünkü kendilerini misafir etmişlerin kendileri yüzünden Mekke’yle sorun yaşamalarını isteyemeyeceği gibi; aynı zamanda verilen savaşın, iki düzen arasındaki savaş değil; Mekke ile Medine arasında iki şehrin savaşı gibi görünme; savaşın gerçek anlamının yitirilmesi tehlikesi vardır.
Meydan okuyan Mekkeliler “soylu” aşiretlerdendir, bu nedenle zaten Meydan okuyan Mekkeliler de kendilerinin karşısında denklerini, soylu aşiretlerden rakipleri istemektedirler.
Hazreti Muhammet bunun üzerine Müslümanlara döner ama aynı zamanda Müslümanların içinden Haşimoğullarına sorar (yani hala eski aşiret düzeni içinde soylu kabul edilenlere sorar) içlerinde Mekkelilerin meydan okumasına karşı çıkacak var mı diye?
Yani aslında aşiretlere karşı olan bir düzen, aşiret kardeşliği yerine din kardeşliğinde insanları birleştirmek için çıkmış bir düzen, henüz kendini saf ve olgun biçimi içinde ortaya çıkaramamakta; hala yıkmaya çalıştığı dünyanın ölçü ve kriterlerine de başvurmaktadır.
Sonunda Ali, Hamza ve Ubeyd çıkarlar. Mekkeliler onların kimler (Yani soylu aşiretlerden) olduğunu öğrenince onları kendileri denk görürler. Mekkeliler hala eski dünyanın veya düzenin kategorileriyle düşünmekte ve dünyayı öyle algılamaktadırlar.
Yenidünya ya da düzen (İslam) ise, eski dünyaya ve düzene, onun kendi ölçüleri içinde bile meydan okumak ve üstünlüğünü kanıtlamak zorundadır.
Müslümanlar Mekkelileri öldürürler. Esas savaş ondan sonra başlar ve Müslümanlar küçük güçlerine rağmen (300 kişi) imanlarıyla (Yani kurmak istedikleri yeni düzenin iyiliğine ve doğruluğuna ilişkin inançlarıyla) onu da kazanırlar.
Yani Bedir’de eski ve yeni düzen savaşıyordu. Bir yanda kan bağlarına dayanan, binlerce yıl boyunca doğa ve diğer topluluklar karşısında korunmayı ve yaşamayı sağlamış; ama artık dünya ticaretinin merkezlerinden biri olmuş Hicaz’da zamanın ihtiyaçlarını karşılayamayan, çürüyen ve gününü doldurmuş aşiret düzeni; kan ve soy kardeşliğine dayanan düzen; diğer yanda kan kardeşliğinin kabuğunu kırıp (putları, totemleri kırıp) bir tek soyut ve evrensel Allahın kulu olma kardeşliğinde ifadesini bulan yeni düzen.
Bedir’i bütün nicel önemsizliği içinde önemli yapan buydu.
Ve bu savaş, somutta eskinin ve yeninin iç içe geçtiği biçimlerde oluyordu. Yeni olan eski biçimler içinde ortaya çıkıyor; o biçimler içinde bile üstünlüğünü gösteriyordu.
*
Kobani de öyledir. Onu önemli yapan nicelikleri değildir, niteliğidir.
Kobani’de yeni olanın ne olduğunu anlamak için Tarih’e bakmak ve onu böyle devrimlerin ortaya çıkış ve yayılışları ışığında görmek gerekiyor.
Aydınlanma da tıpkı bir zamanların İslam’ı gibi, bir tek dünya pazarının ihtiyaçlarına uygun olarak tüm insanları aynı düzen altında birleştirmek için çıkmıştı.
Aydınlanma’ da İslam da aynı soruna farklı tarihsel koşullarda verilmiş aynı özde iki cevaptılar.
Aydınlanma’nın İslam’dan farkı şöyle tanımlanabilir.
İslam’ın çıktığı Hicaz’da aşiretler, kan kardeşliği ve totemler egemendi tıpkı bugünkü ulusal devletler gibi.
Soyut ve tek bir Allah, totemlere karşı insanları aynı hukuk, haklar ve görevler altında birleştirmenin bir ifadesiydi.
Ama bizzat İslam, daha Hicaz topraklı dışına çıkıp, binlerce yıllık medeniyetler beşiği Suriye ve Irak’ı ele geçirdiğinde, binlerce yıllık medeniyetler tarafından ele geçirildi ve aslında Sümer, Akad, Babil, Asur, Pers medeniyetlerinin iki bin yıl sonraki bir yeniden canlanmasından başka bir şey yapamadı. Emeviler ve Abbasiler, Mezopotamya ve Pers uygarlıklarının yeni bir versiyonundan başka bir şey değildi.
Aydınlanma ortaya çıktığında ise, artık aradan bin yıl geçmişti. Uygarlığa fazla bulaşmadan dünya ticaretinin merkezinde bulunmak gibi özelliği ile bir zamanların Hicaz’ına benzeyen batı Avrupa’da artık komünler (aşiretler) yoktu; bütün eski uygarlık alanları klasik uygarlık dinlerinin egemen olduğu alanlar olmuşlardı.
Allah totemlere karşı bu birliği sağlamanın bir aracı olabilirdi ama bu tek tanrılı dinlere veya diğer uygarlık dinlerine karşı nasıl bir çözüm bulunacaktı. Allah’ın egemen ve parça parça (Katolik, İslam, Şii, Ortodoks vs.) olmakla kalmayıp bir de egemen sınıfların eline geçtiği bir dünyada, ezilenlere dayanarak bir hareket başlatmanın ve birliği sağlamanın tek yolu, Allah’ı insanların kişisel sorunu olarak. Toplumsal düzenin örgütlenmesinden dışlamak ve bu dışlamanın kendisini bir düzenin temeli haline getirmekti. Özel ve politik ayrımı ve dinin de özel, kişinin vicdan ve kanaat hürriyetine bağlı olarak tanımlanması bundan başka bir anlama gelmiyordu.
Özel ve politik ayrımı başlangıçta dünyayı birleştirmenin; eski düzeni yıkmanın aracıyken, politik olanın uluslarla tanımlanmaya başlamasıyla birlikte, bir karşı devrimin; egemen sınıfların dünyayı bölüşmesinin bir aracına dönüşte. Bir karşı devrim yaşandı ulusçuluk biçiminde. İnsanların eşitliğinin yerini, ulusların eşitliği almıştı.
Her din, her devrim sınıflı toplumlarda daha zafere ulaşmadan ya da zafere ulaştıktan kısa bir süre sonra egemen sınıflar tarafından ele geçirilir. Böylece yeni düzenler, yeni dinler karşı devrimci içimleri içinde yayılmaya devam ederler. Devrimler yayılışlarını ve zafer yürüyüşlerini karşı devrimci biçimlerde gerçekleştirirler.
İslam Maviye ve Emeviler ile birlikte tam bir karşıdevrim yaşadı. Bundan sonra hep o karşı devrimci biçimi içinde yayıldı. O karşı devrimci biçimi içinde bile yayılırken küçük devrimler yaşayarak yayıldı. Yani Berberiler, Oğuzlar, Türkmenler, Özbekler Müslüman olduğunda, komünal gelenekleriyle, önceden karşı devrime uğramış İslam’a gençlik aşıları yaparak; onun ilk dönemlerindekine benzer reformlar yaparak İslam’ı üç uygarlık alanına yaymışlardır. İslam Berberilerle İberik yarımadasını, Oğuzlarla Anadolu ve Balkanları; Özbeklerle de Hindistan'ı fethedebilmiş ve üç uygarlık alanına yayılabilen ilk ve tek din olmuştur.
İşte benzeri modern tarihte ve Aydınlanmada da oldu. Modern devrimin peygamberleri Aydınlanma filozofları; Robespiyerler, Sanit Just’lardı. İslam’ın tıpkı Mekke’nin en yoksullarına dayanması gibi; Onlar da Paris’in donsuzlarına dayanıyorlardı.
Ancak tıpkı Mekke’nin gönlü uzlaştırılarak Müslüman edilmişlerinin sonradan İslam içinde karşı devrimi yapmaları gibi, Paris’in burjuvaları da adım adım bir karşı devrimi oluşturdular: Nasıl Muaviye’nin egemen olması, İslam’daki karşı devrimin zaferi kazanması idiyse, Napolyon’un imparatorluğunu ilanı da Aydınlanma devrimindeki karşı devrimin zaferini temsil eder. Benzeri bir karşı devrim daha sonra 1920’lerde Rus devriminden sonra da görülecektir.
Stalin’de Rusya’daki demokratik devrimin Muaviyesi veya Napolyon’udur. Bunların hepsi, aynı genel tarihsel sürecin farklı görünümleridir.
Dikkat edilirse bu karşı devrimlerin hepsi milliyetçilik biçiminde gerçekleşirler. Napolyon, insanların eşitliği, kardeşliği, özgürlüğünü temsil eden üç renkli bayrağı, Fransız ulusunun bayrağı, yani bir karşı devrimin bayrağı yapmıştır; Stalin de karşı devrimini Tek Ülkede Sosyalizm bayrağıyla yürütmüştür.
Yani aydınlanma ya da demokrasi devrimi karşı devrimci bir biçim içinde, ulusçuluk biçiminde yayılmasını sürdürmüş ve tüm dünyaya egemen olan ilk din olmuştur.
Ama bu dünya çapındaki dünya tarihsel zafer, karşı devrimci bir biçim içinde bir zaferdir. Artık, her devrim aynı zamanda bir karşı devrim (ulusların ve ulusçuluğun yayılışı), her karşı devrim aynı zamanda bir devrimdir (Modern toplumsal ilişkilere geçiş). Yani özel ve politiğin ayrıldığı devletler kurulmuştur ama bu geçiş, karşı devrimci biçimler içinde, ulus devletler ve çifte kavrulmuş karşı devrimler, ulusları dille, dinle tanımlamış devletler biçiminde gerçekleşmiştir.
Böylece dünya tarihinde daha önce hiç görülmeyen bir uçurum ortaya çıkmıştır.
Evet, eski uygarlıklarda da karşı devrimler oluyordu ama en azından devletler, imparatorluklar biçiminde belli uygarlık alanlarını egemenlikleri altında bulunduruyorlardı. Esas olarak, Çin, Hint, İran ve Ortadoğu-Akdeniz alanlarında genellikle birer büyük imparatorluk bulunuyordu. Bunlar bile bir dünya ticaretinin ihtiyacını karşılamaktan uzaktılar; İslam bu nedenle tüm dünyayı Müslüman yapmak üzere çıkmış bir dindi; ama bu bile, dünya ticaretinin esas olarak lüks mallarla sınırlı olduğu bu dönemde, dayanılmaz bir çelişki olarak ortaya çıkarmıyordu.
Bugün ise,  Modern uygarlık ve Aydınlanmanın karşı devrime uğramış biçimi olan ulusçuluk, dünyaya egemenliğini dünyayı parça parça yaparak sağlamıştır. Yüzlerce ulus devlet bir yanda; eski, kapitalizm öncesi uygarlıklar zamanıyla kıyaslanmayacak ölçüdeki bir tek dünya ekonomisi ve dünya pazarı bir yanda.
Böylesine bir tek dünya olmuş bir dünyada biricik siyasi ve sosyal biçim olabilir biricik bir dünya cumhuriyeti; bütün sınırların ve ulusal devletlerin kaldırılması. Bu devletlerin varlığı her türlü melanetin başıdır.
O halde bugün insanlığın tıpkı Hazreti Muhammet’in hazreti İbrahim dinini yeniden tanımlaması ve onun geleneğine sahip çıkması gibi; ikinci bir aydınlanma devrimine ve aydınlanma geleneğine sahip çıkmaya ihtiyacı vardır. İlk aydınlanma devrimi eski uygarlıkla karşıydı; bu Allah’a karşı gibi görünmüştü; bu ikinci aydınlanma devrimi ise Uluslara; ulusal bayraklara, Totemlere karşı olmalıdır.
Aydınlanma ilk çıktığında dünyaya klasik semavi dinler egemen olduğu için, dinleri kişilerin özel sorunu diye tanımlayarak, toplumsal örgütlenmeden dışlamış, daha doğrusu kendisinin basit bir eklentisine dönüştürmüştü.
Aydınlanma’nın bu ikinci baskısı da ulusları (yani ulusal bayrak denen totemleri) kişilerin özel sorunu yapmak; Türklüğü, Kürtlüğü, Araplığı, vs. politik alanın dışına sürmek zorundadır.
Yani bugün dünyanın en acil ihtiyaç duyduğu şey,  uluslara karşı bir aydınlanma devrimidir.
*
İşte Kobani. Bu anlamda bir devrimin ilk adımlarıdır. Onun büyük anlamı buradadır. Onu Bedir Gazvesine benzeten budur.
Kobani’de yapılmaya çalışılan, dillerin ve dinlerin politik bir anlamının olmadığı bir düzen kurma çabasını göstermektir. Bu yönde ilk önemli deneme olmasıdır.
Kobani’yi Kürtlerin direnişi ve mücadelesi olarak tanımlamak, aslında Bedir savaşındakileri, Mekke kervanını vuran Medineliler olarak tanımlamaktan pek farklı değildir.
IŞİD’in Kobani’ye saldırısını, Kürtlüğe karşı bir savaş ve direnişi Kürtlüğün direnişi olarak tanımlamak, Kobani’de gerçekten yapılan savunmaya karşı, bir onun gerçek anlamını çarpıtarak yapılan bir saldırıdır.
Bizzat Kobani savaşının nasıl tanımlanacağı da bir bu savaşın bir biçimi ve konusudur.
Kobani savaşının sonucunu büyük ölçüde Kobani savaşının nasıl tanımlandığı ve tanımlanacağı belirleyecektir.
Kobani’yi Kürtlüğün savaşı olarak tanımlamak; onu Barzani ordularının diğer yerlerde verdiği savaşlardan pek de farklı görmez ve görmek istemez.
İşte gerek Batılıların, gerek Barzani’nin gerek Barzanici Kürt, gerek Türklerin ve Türk milliyetçilerinin yapmaya çalıştığı hep budur. Hepsi Kobani’ye karşı onun özgün ve gerçek niteliğini gizleyerek ortak bir savaş yürütüyorlar.
Türkiye’nin iki temel korkusu vardır: biri demokrasi korkusu, diğeri Kürt korkusu; ama demokrasi korkusu Kürt korkusundan büyüktür.
Kürtlerin içinde de Barzani’nin iki korkusu vardır. Biri Türkiye korkusu; diğeri demokrasi korkusu, ama onun da demokrasi korkusu Türkiye korkusundan büyüktür.
Batılıların da bir yanda IŞİD korkusu vardır; diğer yanda demokratik bir ulus içinde, kendini dille, dinle tanımlamamış bir ulus içinde Ortadoğu haklarının birleşmesi korkusu.
Batılıların demokratik bir ulus korkusu, IŞİD korkularından büyüktür.
Demokratik bir ulus ya da cumhuriyet korukları hepsinde ortaktır ve baskın olan korkudur.
Tam da bu nedenle, Kobani’de yeni olanı; gerçek savaşın ve korkunun bu olduğunu gizleme ve örtmek bakımından hepsi çıkar ortaklığı içindedirler.
Bu nedenle Kobani hakkında hepsi Kürtlerden söz ediyorlar.
Ellerinden gelse Kobani’yi bir kaşık suda boğacaklar.
Ama hepsinin şöyle açmazları da var.
IŞİD’e karşı savaşabilecek bir güç belki Irak’ta Şiiler ve Kürtler olabilir ama Suriye’de tek güç, YPG. Yani demokratik bir ulusun tohumu olan güç. Bu güce batılılar muhtaç. Bunu bir kara gücü olarak kullanabilir miyiz diye düşünüyorlar. Doluya koyuyorlar almıyor; boşa koyuyorlar dolmuyor. Bunun için onun kendi kullanabilecekleri bir güç olarak kalması; ehlileştirilmesi; kontrol altına alınması gerekiyor.
Barzani bütün itibarını yitirmiş, PKK Irak’ta bile büyük itibar kazanmış. Onları nasıl yaparım da bu niteliklerinden soyutlayıp Kürtlük tanımı içinde toplarım derdinde. Bu nedenle o da Kobani’yi tümüyle Kürtlük üzerinden tanımlıyor. Bu nedenle Kürtlük üzerinden yardın eder biçimde görünmek derdinde.
Türkiye ise Demokrasi korkusu Kürt korkusundan büyük oluğu için, Kobani’ye silah ve koridor yerine Peşmerge ve ÖSO birlikleri yollayarak bu deneyi ezme derdinde. Ama Kobani’yi ezilirse “Barış Süreci”ni sürdüremez.
Bu da Kobani’nin hareket alanını sağlıyor ama aynı zamanda ona niye doğru dürüst ve etkili bir yardım yapılmadığını da gösteriyor. Soruna bu açıdan bakılmazsa Kobani’nin neden böyle IŞİD saldırılarına karşı doğru dürüst yardım alamadığı; neden etkili bombardımanlar yapılamadığı; neden Peşmerge geleceği; neden gelmesinin geciktiği; neden ÖSO geleceği vs. hiçbir şey açıklanamaz.
Tekrar ediyoruz Kobani’yi Kürtlük üzerinden tanımlamak, Kobani'ye karşı bir savaştır; Bedir Savaşı'nı Medinelilerin bir Mekke kervanının yolunu kesmesi olarak tanımlamak gibidir.
Ama her yenilik gibi, Kobani’de de yeni olan eskinin içinde kendini ifade etmektedir. Tıpkı Bedir Savaşındaki Müslümanların içinden hala Haşim oğullarının savaşa çıkması gibi, yeni olan eski biçimlerde çıkıyor.
Ayrıca yeni olan eski biçimlerle geçici uzlaşmalar yapmak zorunda. Çünkü henüz çok güçsüz ve dört bir yanından kuşatılmış.
Kobani’yi böyle anlayamayan gerçeği yitirir ve yanış yerde konumlanmış olur.
*
HDP bile Kobani’yi Kürtlük üzerinden tanımlamakta ısrar ederek ona kötülük yapıyor. Kobani’nin en büyük ve dengeleri değiştirecek müttefiki Türkiye’nin Alevileri ve “batılı yaşam tarzındakiler”dir. Kobani’de gerçekten onlar için de savaşılmaktadır: IŞİR oraya Kürt oldukları için değil; “kâfir” oldukları için saldırmaktadır.
Kobani’deki savaş aynı zamanda gerçek bir laiklik savaşıdır. Bunu vurgulamayarak, “laikleri” ve Alevileri sokaklara çağırmayarak; Kobani’deki savaşın onlar için önemini her fırsatta açıklamayarak HDP bile Kobani’deki savaşın gerçek anlamını kavramadığını açığa vuruyor. Ve kendi öznel niyeti ne olursa olsun Kobani’ye karşı savaş veriyor.
Keza sadece Kobani’deki savaşın niteliğini es geçmek ve onu yanlış tanımlamak değildir Kobani'ye karşı savaş. Kobani’nin önemini küçük görmek ve önemine uygun davranmamak da Kobani’nin yanında yer almamak anlamına gelmektedir.
Günlerdir “barış süreci” veya kendisinin hedef haline getirilmesini konu eden Demirtaş veya HDP; Barış süreci üzerine tartışmayı öne çıkararak Kobani’nin öneminin ve anlamının ikinci plana düşmesine yol açan Sırrı Süreyya Önder veya HDP de farkına bile varmadan Kobani’yi yakan ateşe odun taşımaktadırlar.
Savaşın altın kuralı, düşmanın en yaralanabilir yerine güçlerin en irisini yığmaktır.
Bütün bu yapılanlar bu kuralı ıskalamaktadır.
Tekrar ediyoruz bugün dünyadaki en önemli yer, en önemli gelişme, insanlığın en kritik hayat noktası Kobani’dir. Onun niteliğini doğru tanımlamadan bunu anlamak olanaksızdır. Onun niteliği ise günlük politikalar veya konjonktürel güç ilişkileri bağlamında değil; ancak dünya tarihsel bağlamda anlaşılabilir.
Kobani’de Bedir savaşı gibi bir savaş veriliyor.
Onu verenlerin hepsinin Mekkeli ve Medineli olmasının bir anlamı yoktu dünya tarihsel olarak. Orada Müslimler ve Müşrikler savaşıyorlardı.
Kobani'de savaşanların çoğunun Kürt olmasının bir önemi yoktur.
Orada Ulusu bir dil ve dinle tanımlayanlarla; böyle bir tanımlamaya karşı çıkan bir düzeni savunanlar savaşıyor.
Demir Küçükaydın
27 Ekim 2014 Pazartesi
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:


Hiç yorum yok: