Bugün dünyada ve Türkiye’de en önemli olay Kobani’dir.
Neden?
Örneğin Brezilya’da Seçimleri İşçi Partisi adayının
kazanması; Almanya’da Irkçı holiganların salafistleri bahane ederek alanları
doldurması veya Validebağ’da İstanbul’un son soluk borularından birini daha tıkamak
ve yeni rant alanları yaratmak için AKP iktidarına karşı İstanbulluların, tıpkı
Gezi öncesinde olduğu gibi sabaha kadar soğuk ve yağmur altında beklemesi gibi
daha saymakla bitmeyecek, yüzlerce gelişme, olay ve direniş sıralanabilir.
Kobani’deki savaş bunların hepsinden daha önemlidir.
Keza Irak’ta IŞİD’e karşı kimi şehirlerin Kürtler veya
Hükümet güçlerince ele geçirildiğini duyuyoruz. Veya tarsinden IŞİD’in bazı
yerleri ele geçirdiğini okuyoruz. Oralarda savaşan güçler çok daha büyük niceliklere
tekabül edebilirler. Daha büyük şehirler kazanılmış ve kaybedilmiş olabilir.
Ama onların hiç birisi, dünya tarihsel önemi bakımından Kobani
ile kıyaslanamaz.
Çünkü Kobani’deki savaş nitelik olarak bütün bu mücadele ve
savaşlardan farklıdır.
Hatta Kobani’deki savaş bu farkın korunup korunamayacağını
belirleme savaşıdır.
Askeri bakımdan Kobani küçücük, bir birkaç kilometre eninde
ve boyunda bir kasabadır. Orayı savunanların sayısı taş çatlasa birkaç bini de geçmiyordur.
Zenginlikleri, coğrafi ve stratejik bir önemi de yoktur.
Böylesine küçük ve önemsiz görünmektedir Kobani.
Ama Kobani’nin önemi bu niceliklerde değil, niteliğindedir.
Kobani’yi önemli yapan, son haftalarda dünyanın en önemli
olayı yapan nedir?
Onu önemli yapan, yeni bir düzenin tohumu olmasıdır.
Bu farkı ve Kobani’nin önemini anlamak için bir tarihsel
kıyaslama daha ayıktırıcı olabilir.
*
İslam tarihinde çok önemli bir “Bedir Gazvesi” vardır.
Bedir Savaşı’na eni sonu 300 kadar Medineli Müslüman’ın bir
Mekke kervanını vurma girişimi ve buna da bin kadar Mekkelinin müdahalesi ve
yenilgisi olarak da bakılabilir.
Muhtemelen Arap yarımadasında, Bedir öncesinde veya
sonrasında, aşiretler ve kentler arası rekabette belki Bedir’dekinden bile
büyük, birçok bu türden savaş da olmuştur.
Ancak Bedir’i bütün onlardan ayıran, savaşanların niteliklerinin
farkında; yani orada iki farklı düzenin savaşıyor oluşudur.
Eğer Mekkelileri yenenler, Müslümanlar değil, bambaşka bir
toplumsal düzenin kurucu ve savunucuları değil; Mekke gibi bir kentin rakibi Medineliler
(Yesribliler) olsalardı; yani onlarla aynı düzende yaşayan, sadece kervan
yollarına egemen olmak için Mekkelileri vuran başka kentliler olsalardı, bir
zamanlar Bedir denen yerde bir savaş olduğun bile kimse bilmezdi; o savaş dünya
tarihinin gidişinde hiçbir önemli değişim yapamadan unutulur giderdi. Bedir’in,
tarihteki binlerce kervan vurgunundan bir farkı olmazdı.
Bedir’i önemli yapan, onun farklı toplumsal düzenler
arasındaki bir savaş olmasıydı ve İslam’ın temsil ettiği yeni düzenin ilk
savaşı olmasıydı.
Bu nedenle, bedir savaşı, eski düzeni temsil eden ve onu
savunan Mekkelilere ve Kureyşlilere karşı bir devrimci savaştı ve devrimcilerin
(Müslümanların) kazandığı ilk savaştı.
Ancak her yeni olan önce eski biçimler içinde çıkar.
Bedir Savaşı’nda Komünler (aşiretler) döneminden kalma
geleneklerin yaşadığını ve etkisini hala sürdürdüğünü görürüz.
Örneğin, tarih boyunca, Komünler, savaşın ne kadar yıkıcı
sonuçları olduğunu, kazananı bile tükettiğini bildikleri için, tüm üyeleriyle
ve güçleriyle savaşmazlar, kendi içlerinden seçtikleri en cesur ve güçlü
savaşçıların, mücadelesinin sonucuna göre kazanmış veya yenilmiş sayılırlardı.
Ahdi Atik’deki Davut ve Golyat hikâyesi aslında iki komünün
temsilcileri aracıyla savaşını; zayıf ama zeki ve atik Davut’un Güçlü ama
hantal Golyat'ı yenmesini anlatır. Yeni kuşaklar bunun benzerini, Truva
filminden, Aşil’in iri kıyımı yenmesinden bilirler. Aslında olimpiyatlar bile,
komünlerin temsilcilerinin savaşlarının zamanla yarışa ve oradan da birer
panayır ve bayrama dönüşmelerinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bedir’de de
benzer biçimler vardır. O zamanki Araplar buna “Mübareze” diyorlardı.
Bedir Savaşında da Mekkeliler başlangıçta teke tek savaş
davetleri yaparlar.
Mekkeli ordu saflarındaki Utbe’nin öne çıkıp meydan
okumasına karşı bizzat kendi oğlu Ebu Huzeyfe çıkar.
Yani Bedir’de ilk kez oğullar babalarıyla karşı karşıya
geliyorlardı. Bu önceden düşünülebilecek bir şey değildi. Bu, kan veya aşiret
kardeşliğinin yerini din kardeşliğinin almasının bir ifadesiydi.
Ama Hazreti Muhammet, babası müşrik bile olsa, oğulun
Babayla savaşmasını istemez ve onu engeller.
Hazreti Muhammet bu meyden okumaya Medinelilerin çıkmasını
da istemez.
Çünkü kendilerini misafir etmişlerin kendileri yüzünden Mekke’yle
sorun yaşamalarını isteyemeyeceği gibi; aynı zamanda verilen savaşın, iki düzen
arasındaki savaş değil; Mekke ile Medine arasında iki şehrin savaşı gibi
görünme; savaşın gerçek anlamının yitirilmesi tehlikesi vardır.
Meydan okuyan Mekkeliler “soylu” aşiretlerdendir, bu nedenle
zaten Meydan okuyan Mekkeliler de kendilerinin karşısında denklerini, soylu
aşiretlerden rakipleri istemektedirler.
Hazreti Muhammet bunun üzerine Müslümanlara döner ama aynı
zamanda Müslümanların içinden Haşimoğullarına sorar (yani hala eski aşiret
düzeni içinde soylu kabul edilenlere sorar) içlerinde Mekkelilerin meydan
okumasına karşı çıkacak var mı diye?
Yani aslında aşiretlere karşı olan bir düzen, aşiret
kardeşliği yerine din kardeşliğinde insanları birleştirmek için çıkmış bir
düzen, henüz kendini saf ve olgun biçimi içinde ortaya çıkaramamakta; hala
yıkmaya çalıştığı dünyanın ölçü ve kriterlerine de başvurmaktadır.
Sonunda Ali, Hamza ve Ubeyd çıkarlar. Mekkeliler onların
kimler (Yani soylu aşiretlerden) olduğunu öğrenince onları kendileri denk
görürler. Mekkeliler hala eski dünyanın veya düzenin kategorileriyle düşünmekte
ve dünyayı öyle algılamaktadırlar.
Yenidünya ya da düzen (İslam) ise, eski dünyaya ve düzene, onun
kendi ölçüleri içinde bile meydan okumak ve üstünlüğünü kanıtlamak zorundadır.
Müslümanlar Mekkelileri öldürürler. Esas savaş ondan sonra
başlar ve Müslümanlar küçük güçlerine rağmen (300 kişi) imanlarıyla (Yani
kurmak istedikleri yeni düzenin iyiliğine ve doğruluğuna ilişkin inançlarıyla) onu
da kazanırlar.
Yani Bedir’de eski ve yeni düzen savaşıyordu. Bir yanda kan
bağlarına dayanan, binlerce yıl boyunca doğa ve diğer topluluklar karşısında
korunmayı ve yaşamayı sağlamış; ama artık dünya ticaretinin merkezlerinden biri
olmuş Hicaz’da zamanın ihtiyaçlarını karşılayamayan, çürüyen ve gününü doldurmuş
aşiret düzeni; kan ve soy kardeşliğine dayanan düzen; diğer yanda kan kardeşliğinin
kabuğunu kırıp (putları, totemleri kırıp) bir tek soyut ve evrensel Allahın
kulu olma kardeşliğinde ifadesini bulan yeni düzen.
Bedir’i bütün nicel önemsizliği içinde önemli yapan buydu.
Ve bu savaş, somutta eskinin ve yeninin iç içe geçtiği biçimlerde oluyordu. Yeni olan eski biçimler içinde ortaya çıkıyor; o biçimler içinde bile üstünlüğünü gösteriyordu.
Ve bu savaş, somutta eskinin ve yeninin iç içe geçtiği biçimlerde oluyordu. Yeni olan eski biçimler içinde ortaya çıkıyor; o biçimler içinde bile üstünlüğünü gösteriyordu.
*
Kobani de öyledir. Onu önemli yapan nicelikleri değildir,
niteliğidir.
Kobani’de yeni olanın ne olduğunu anlamak için Tarih’e
bakmak ve onu böyle devrimlerin ortaya çıkış ve yayılışları ışığında görmek
gerekiyor.
Aydınlanma da tıpkı bir zamanların İslam’ı gibi, bir tek
dünya pazarının ihtiyaçlarına uygun olarak tüm insanları aynı düzen altında
birleştirmek için çıkmıştı.
Aydınlanma’ da İslam da aynı soruna farklı tarihsel
koşullarda verilmiş aynı özde iki cevaptılar.
Aydınlanma’nın İslam’dan farkı şöyle tanımlanabilir.
İslam’ın çıktığı Hicaz’da aşiretler, kan kardeşliği ve
totemler egemendi tıpkı bugünkü ulusal devletler gibi.
Soyut ve tek bir Allah, totemlere karşı insanları aynı
hukuk, haklar ve görevler altında birleştirmenin bir ifadesiydi.
Ama bizzat İslam, daha Hicaz topraklı dışına çıkıp, binlerce
yıllık medeniyetler beşiği Suriye ve Irak’ı ele geçirdiğinde, binlerce yıllık
medeniyetler tarafından ele geçirildi ve aslında Sümer, Akad, Babil, Asur, Pers
medeniyetlerinin iki bin yıl sonraki bir yeniden canlanmasından başka bir şey
yapamadı. Emeviler ve Abbasiler, Mezopotamya ve Pers uygarlıklarının yeni bir
versiyonundan başka bir şey değildi.
Aydınlanma ortaya çıktığında ise, artık aradan bin yıl
geçmişti. Uygarlığa fazla bulaşmadan dünya ticaretinin merkezinde bulunmak gibi
özelliği ile bir zamanların Hicaz’ına benzeyen batı Avrupa’da artık komünler (aşiretler)
yoktu; bütün eski uygarlık alanları klasik uygarlık dinlerinin egemen olduğu
alanlar olmuşlardı.
Allah totemlere karşı bu birliği sağlamanın bir aracı
olabilirdi ama bu tek tanrılı dinlere veya diğer uygarlık dinlerine karşı nasıl
bir çözüm bulunacaktı. Allah’ın egemen ve parça parça (Katolik, İslam, Şii, Ortodoks
vs.) olmakla kalmayıp bir de egemen sınıfların eline geçtiği bir dünyada,
ezilenlere dayanarak bir hareket başlatmanın ve birliği sağlamanın tek yolu,
Allah’ı insanların kişisel sorunu olarak. Toplumsal düzenin örgütlenmesinden
dışlamak ve bu dışlamanın kendisini bir düzenin temeli haline getirmekti. Özel
ve politik ayrımı ve dinin de özel, kişinin vicdan ve kanaat hürriyetine bağlı
olarak tanımlanması bundan başka bir anlama gelmiyordu.
Özel ve politik ayrımı başlangıçta dünyayı birleştirmenin;
eski düzeni yıkmanın aracıyken, politik olanın uluslarla tanımlanmaya
başlamasıyla birlikte, bir karşı devrimin; egemen sınıfların dünyayı
bölüşmesinin bir aracına dönüşte. Bir karşı devrim yaşandı ulusçuluk biçiminde.
İnsanların eşitliğinin yerini, ulusların eşitliği almıştı.
Her din, her devrim sınıflı toplumlarda daha zafere
ulaşmadan ya da zafere ulaştıktan kısa bir süre sonra egemen sınıflar
tarafından ele geçirilir. Böylece yeni düzenler, yeni dinler karşı devrimci
içimleri içinde yayılmaya devam ederler. Devrimler yayılışlarını ve zafer
yürüyüşlerini karşı devrimci biçimlerde gerçekleştirirler.
İslam Maviye ve Emeviler ile birlikte tam bir karşıdevrim
yaşadı. Bundan sonra hep o karşı devrimci biçimi içinde yayıldı. O karşı
devrimci biçimi içinde bile yayılırken küçük devrimler yaşayarak yayıldı. Yani
Berberiler, Oğuzlar, Türkmenler, Özbekler Müslüman olduğunda, komünal
gelenekleriyle, önceden karşı devrime uğramış İslam’a gençlik aşıları yaparak;
onun ilk dönemlerindekine benzer reformlar yaparak İslam’ı üç uygarlık alanına
yaymışlardır. İslam Berberilerle İberik yarımadasını, Oğuzlarla Anadolu ve
Balkanları; Özbeklerle de Hindistan'ı fethedebilmiş ve üç uygarlık alanına
yayılabilen ilk ve tek din olmuştur.
İşte benzeri modern tarihte ve Aydınlanmada da oldu. Modern
devrimin peygamberleri Aydınlanma filozofları; Robespiyerler, Sanit Just’lardı.
İslam’ın tıpkı Mekke’nin en yoksullarına dayanması gibi; Onlar da Paris’in donsuzlarına
dayanıyorlardı.
Ancak tıpkı Mekke’nin gönlü uzlaştırılarak Müslüman
edilmişlerinin sonradan İslam içinde karşı devrimi yapmaları gibi, Paris’in
burjuvaları da adım adım bir karşı devrimi oluşturdular: Nasıl Muaviye’nin
egemen olması, İslam’daki karşı devrimin zaferi kazanması idiyse, Napolyon’un
imparatorluğunu ilanı da Aydınlanma devrimindeki karşı devrimin zaferini temsil
eder. Benzeri bir karşı devrim daha sonra 1920’lerde Rus devriminden sonra da
görülecektir.
Stalin’de Rusya’daki demokratik devrimin Muaviyesi veya Napolyon’udur.
Bunların hepsi, aynı genel tarihsel sürecin farklı görünümleridir.
Dikkat edilirse bu karşı devrimlerin hepsi milliyetçilik
biçiminde gerçekleşirler. Napolyon, insanların eşitliği, kardeşliği,
özgürlüğünü temsil eden üç renkli bayrağı, Fransız ulusunun bayrağı, yani bir
karşı devrimin bayrağı yapmıştır; Stalin de karşı devrimini Tek Ülkede Sosyalizm
bayrağıyla yürütmüştür.
Yani aydınlanma ya da demokrasi devrimi karşı devrimci bir
biçim içinde, ulusçuluk biçiminde yayılmasını sürdürmüş ve tüm dünyaya egemen
olan ilk din olmuştur.
Ama bu dünya çapındaki dünya tarihsel zafer, karşı devrimci
bir biçim içinde bir zaferdir. Artık, her devrim aynı zamanda bir karşı devrim
(ulusların ve ulusçuluğun yayılışı), her karşı devrim aynı zamanda bir
devrimdir (Modern toplumsal ilişkilere geçiş). Yani özel ve politiğin ayrıldığı
devletler kurulmuştur ama bu geçiş, karşı devrimci biçimler içinde, ulus
devletler ve çifte kavrulmuş karşı devrimler, ulusları dille, dinle tanımlamış
devletler biçiminde gerçekleşmiştir.
Böylece dünya tarihinde daha önce hiç görülmeyen bir uçurum
ortaya çıkmıştır.
Evet, eski uygarlıklarda da karşı devrimler oluyordu ama en
azından devletler, imparatorluklar biçiminde belli uygarlık alanlarını
egemenlikleri altında bulunduruyorlardı. Esas olarak, Çin, Hint, İran ve
Ortadoğu-Akdeniz alanlarında genellikle birer büyük imparatorluk bulunuyordu.
Bunlar bile bir dünya ticaretinin ihtiyacını karşılamaktan uzaktılar; İslam bu
nedenle tüm dünyayı Müslüman yapmak üzere çıkmış bir dindi; ama bu bile, dünya
ticaretinin esas olarak lüks mallarla sınırlı olduğu bu dönemde, dayanılmaz bir
çelişki olarak ortaya çıkarmıyordu.
Bugün ise, Modern
uygarlık ve Aydınlanmanın karşı devrime uğramış biçimi olan ulusçuluk, dünyaya egemenliğini
dünyayı parça parça yaparak sağlamıştır. Yüzlerce ulus devlet bir yanda; eski,
kapitalizm öncesi uygarlıklar zamanıyla kıyaslanmayacak ölçüdeki bir tek dünya
ekonomisi ve dünya pazarı bir yanda.
Böylesine bir tek dünya olmuş bir dünyada biricik siyasi ve
sosyal biçim olabilir biricik bir dünya cumhuriyeti; bütün sınırların ve ulusal
devletlerin kaldırılması. Bu devletlerin varlığı her türlü melanetin başıdır.
O halde bugün insanlığın tıpkı Hazreti Muhammet’in hazreti
İbrahim dinini yeniden tanımlaması ve onun geleneğine sahip çıkması gibi;
ikinci bir aydınlanma devrimine ve aydınlanma geleneğine sahip çıkmaya ihtiyacı
vardır. İlk aydınlanma devrimi eski uygarlıkla karşıydı; bu Allah’a karşı gibi
görünmüştü; bu ikinci aydınlanma devrimi ise Uluslara; ulusal bayraklara,
Totemlere karşı olmalıdır.
Aydınlanma ilk çıktığında dünyaya klasik semavi dinler
egemen olduğu için, dinleri kişilerin özel sorunu diye tanımlayarak, toplumsal örgütlenmeden
dışlamış, daha doğrusu kendisinin basit bir eklentisine dönüştürmüştü.
Aydınlanma’nın bu ikinci baskısı da ulusları (yani ulusal bayrak
denen totemleri) kişilerin özel sorunu yapmak; Türklüğü, Kürtlüğü, Araplığı,
vs. politik alanın dışına sürmek zorundadır.
Yani bugün dünyanın en acil ihtiyaç duyduğu şey, uluslara karşı bir aydınlanma devrimidir.
*
İşte Kobani. Bu anlamda bir devrimin ilk adımlarıdır. Onun
büyük anlamı buradadır. Onu Bedir Gazvesine benzeten budur.
Kobani’de yapılmaya çalışılan, dillerin ve dinlerin politik
bir anlamının olmadığı bir düzen kurma çabasını göstermektir. Bu yönde ilk
önemli deneme olmasıdır.
Kobani’yi Kürtlerin direnişi ve mücadelesi olarak tanımlamak,
aslında Bedir savaşındakileri, Mekke kervanını vuran Medineliler olarak
tanımlamaktan pek farklı değildir.
IŞİD’in Kobani’ye saldırısını, Kürtlüğe karşı bir savaş ve direnişi
Kürtlüğün direnişi olarak tanımlamak, Kobani’de gerçekten yapılan savunmaya
karşı, bir onun gerçek anlamını çarpıtarak yapılan bir saldırıdır.
Bizzat Kobani savaşının nasıl tanımlanacağı da bir bu
savaşın bir biçimi ve konusudur.
Kobani savaşının sonucunu büyük ölçüde Kobani savaşının
nasıl tanımlandığı ve tanımlanacağı belirleyecektir.
Kobani’yi Kürtlüğün savaşı olarak tanımlamak; onu Barzani
ordularının diğer yerlerde verdiği savaşlardan pek de farklı görmez ve görmek
istemez.
İşte gerek Batılıların, gerek Barzani’nin gerek Barzanici
Kürt, gerek Türklerin ve Türk milliyetçilerinin yapmaya çalıştığı hep budur. Hepsi
Kobani’ye karşı onun özgün ve gerçek niteliğini gizleyerek ortak bir savaş
yürütüyorlar.
Türkiye’nin iki temel korkusu vardır: biri demokrasi
korkusu, diğeri Kürt korkusu; ama demokrasi korkusu Kürt korkusundan büyüktür.
Kürtlerin içinde de Barzani’nin iki korkusu vardır. Biri
Türkiye korkusu; diğeri demokrasi korkusu, ama onun da demokrasi korkusu
Türkiye korkusundan büyüktür.
Batılıların da bir yanda IŞİD korkusu vardır; diğer yanda demokratik
bir ulus içinde, kendini dille, dinle tanımlamamış bir ulus içinde Ortadoğu
haklarının birleşmesi korkusu.
Batılıların demokratik bir ulus korkusu, IŞİD korkularından
büyüktür.
Demokratik bir ulus ya da cumhuriyet korukları hepsinde
ortaktır ve baskın olan korkudur.
Tam da bu nedenle, Kobani’de yeni olanı; gerçek savaşın ve
korkunun bu olduğunu gizleme ve örtmek bakımından hepsi çıkar ortaklığı içindedirler.
Bu nedenle Kobani hakkında hepsi Kürtlerden söz ediyorlar.
Ellerinden gelse Kobani’yi bir kaşık suda boğacaklar.
Ama hepsinin şöyle açmazları da var.
IŞİD’e karşı savaşabilecek bir güç belki Irak’ta Şiiler ve
Kürtler olabilir ama Suriye’de tek güç, YPG. Yani demokratik bir ulusun tohumu
olan güç. Bu güce batılılar muhtaç. Bunu bir kara gücü olarak kullanabilir miyiz
diye düşünüyorlar. Doluya koyuyorlar almıyor; boşa koyuyorlar dolmuyor. Bunun
için onun kendi kullanabilecekleri bir güç olarak kalması; ehlileştirilmesi;
kontrol altına alınması gerekiyor.
Barzani bütün itibarını yitirmiş, PKK Irak’ta bile büyük
itibar kazanmış. Onları nasıl yaparım da bu niteliklerinden soyutlayıp Kürtlük
tanımı içinde toplarım derdinde. Bu nedenle o da Kobani’yi tümüyle Kürtlük
üzerinden tanımlıyor. Bu nedenle Kürtlük üzerinden yardın eder biçimde görünmek
derdinde.
Türkiye ise Demokrasi korkusu Kürt korkusundan büyük oluğu
için, Kobani’ye silah ve koridor yerine Peşmerge ve ÖSO birlikleri yollayarak
bu deneyi ezme derdinde. Ama Kobani’yi ezilirse “Barış Süreci”ni sürdüremez.
Bu da Kobani’nin hareket alanını sağlıyor ama aynı zamanda
ona niye doğru dürüst ve etkili bir yardım yapılmadığını da gösteriyor. Soruna bu
açıdan bakılmazsa Kobani’nin neden böyle IŞİD saldırılarına karşı doğru dürüst yardım
alamadığı; neden etkili bombardımanlar yapılamadığı; neden Peşmerge geleceği;
neden gelmesinin geciktiği; neden ÖSO geleceği vs. hiçbir şey açıklanamaz.
Tekrar ediyoruz Kobani’yi Kürtlük üzerinden tanımlamak,
Kobani'ye karşı bir savaştır; Bedir Savaşı'nı Medinelilerin bir Mekke kervanının
yolunu kesmesi olarak tanımlamak gibidir.
Ama her yenilik gibi, Kobani’de de yeni olan eskinin içinde
kendini ifade etmektedir. Tıpkı Bedir Savaşındaki Müslümanların içinden hala
Haşim oğullarının savaşa çıkması gibi, yeni olan eski biçimlerde çıkıyor.
Ayrıca yeni olan eski biçimlerle geçici uzlaşmalar yapmak
zorunda. Çünkü henüz çok güçsüz ve dört bir yanından kuşatılmış.
Kobani’yi böyle anlayamayan gerçeği yitirir ve yanış yerde konumlanmış olur.
Kobani’yi böyle anlayamayan gerçeği yitirir ve yanış yerde konumlanmış olur.
*
HDP bile Kobani’yi Kürtlük üzerinden tanımlamakta ısrar
ederek ona kötülük yapıyor. Kobani’nin en büyük ve dengeleri değiştirecek müttefiki
Türkiye’nin Alevileri ve “batılı yaşam tarzındakiler”dir. Kobani’de gerçekten
onlar için de savaşılmaktadır: IŞİR oraya Kürt oldukları için değil; “kâfir”
oldukları için saldırmaktadır.
Kobani’deki savaş aynı zamanda gerçek bir laiklik savaşıdır.
Bunu vurgulamayarak, “laikleri” ve Alevileri sokaklara çağırmayarak; Kobani’deki
savaşın onlar için önemini her fırsatta açıklamayarak HDP bile Kobani’deki
savaşın gerçek anlamını kavramadığını açığa vuruyor. Ve kendi öznel niyeti ne
olursa olsun Kobani’ye karşı savaş veriyor.
Keza sadece Kobani’deki savaşın niteliğini es geçmek ve onu
yanlış tanımlamak değildir Kobani'ye karşı savaş. Kobani’nin önemini küçük
görmek ve önemine uygun davranmamak da Kobani’nin yanında yer almamak anlamına
gelmektedir.
Günlerdir “barış süreci” veya kendisinin hedef haline
getirilmesini konu eden Demirtaş veya HDP; Barış süreci üzerine tartışmayı öne
çıkararak Kobani’nin öneminin ve anlamının ikinci plana düşmesine yol açan
Sırrı Süreyya Önder veya HDP de farkına bile varmadan Kobani’yi yakan ateşe
odun taşımaktadırlar.
Savaşın altın kuralı, düşmanın en yaralanabilir yerine
güçlerin en irisini yığmaktır.
Bütün bu yapılanlar bu kuralı ıskalamaktadır.
Tekrar ediyoruz bugün dünyadaki en önemli yer, en önemli
gelişme, insanlığın en kritik hayat noktası Kobani’dir. Onun niteliğini doğru
tanımlamadan bunu anlamak olanaksızdır. Onun niteliği ise günlük politikalar
veya konjonktürel güç ilişkileri bağlamında değil; ancak dünya tarihsel
bağlamda anlaşılabilir.
Kobani’de Bedir savaşı gibi bir savaş veriliyor.
Onu verenlerin hepsinin Mekkeli ve Medineli olmasının bir anlamı
yoktu dünya tarihsel olarak. Orada Müslimler ve Müşrikler savaşıyorlardı.
Kobani'de savaşanların çoğunun Kürt olmasının bir önemi yoktur.
Kobani'de savaşanların çoğunun Kürt olmasının bir önemi yoktur.
Orada Ulusu bir dil ve dinle tanımlayanlarla; böyle bir
tanımlamaya karşı çıkan bir düzeni savunanlar savaşıyor.
Demir Küçükaydın
27 Ekim 2014 Pazartesi
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder