Aşağıdaki yazı 2003
yılında yine Marksizm'in Sorunları’nı ele alacak ve tartışacak, ama bunu tıpkı
Linux gibi herkesin katkısıyla yapacak bir internet sitesinin kuruluş gerekçesi
ve daveti olarak yazılmıştı. Ne var ki o zaman herhangi bir destek bulamadığı
için de gerçekleşememişti. Şimdi yapmaya çalıştığımız “Marksizm'in ve
Sosyalizmin Sorunları Sempozyumu” bir bakıma, aynı yönde bir yeni girişima
olarak da değerlendirilebilir.
Bu yazıda ele alınan
sorunlar, bir bakıma Marksizmin bir Toplum bilim olmasından doğan özgül
sorunlardır ve yine bunların Marksist kavramsal araçlarla bir açıklama denemesi
yapılmaktadır. Bir yanıyla Marksizm'in kendi kaderini açıklama çabasıdır.
Tabii elbette Marksizm'in bu sorunlardan
soyutlanmış olarak açıklamaya çalıştığı olgular karşısında kavramsal
araçlarının ve kavram sisteminin sorunları da vardır ve bu sempozyumun esas
konusu da bunlardır. Yazıda bunlara girilmemiştir ama zaten ondan sonraki
yıllarda neredeyse bütün çalışmalarımız Marksist teorinin kavram sistemini bu
sorunlarını çözmeye yönelik olmuştur. Bu bağlamda klasik Üstyap., Din, Ulus Teorileri,
daha doğrusu olmayan teoriler kurulmaya ve bütün bu gelişmelerin sonucunda
Marksizm yeniden kurulmaya çalışılmıştır.
16 Eylül 2014 Salı
Demir Küçükaydın
Zarf ile Mazruf
Tarihsel Maddecilik
veya Tarihin Maddeci Kavranışı,
konusu ve içeriğiyle toplumu ve onun değişim yasalarını anlamaya çalışan bir bilimdir. Yani Toplum Bilimidir. Diğer bir deyişle: Sosyolojidir.
Bu gün Sosyoloji başlığı altında toplanan çeşitli tarih
ve toplum “teorileri” ise, özünde, Tarihsel Maddecilik adlı Toplum Bilimine
karşı, gerçeğin özünü gizlemeye yarayan bilim kaftanı giymiş İdeolojilerdir.
Tarihsel Maddecilik, içeriği ve konusu bakımından gerçek
Toplum Bilimi olduğuna göre, onun adının yanlış olduğu; zarf ile mazruf
arasında bir uyum bulunmadığı ve hatta bu durumun kendisi için bir handikap
oluşturduğu görülür.
Toplum Bilime (Sosyolojiye) verilen bu Tarihin Maddeci
Anlayışı (Tarihsel Maddecilik) adlandırması, yani insanların varlıklarını
bilinçlerinin değil, bilinçlerini varlıklarının belirlediği önermesine ağırlık
veren bu adlandırma, varlık ve bilinç arasındaki bu ilişkinin, yine bizzat bu
teorinin kurucularınca sürekli vurgulanmış ve fiilen uygulanmış olan,
diyalektik niteliğine gereken vurguyu yapmaz. Yani, son duruşmada, var oluş
tarafından belirlenmiş bilincin, bir kere ortaya çıktıktan sonra kendi bağımız
evrimine ve var oluşu etkileyip değiştirmesine; yani ilişkinin diyalektik karakterine gereken vurguyu
yapmaz.
Bu bakımdan, “Tarihsel” ve “Maddecilik” kavramları ile
karşılanan tarihin ve toplumun bu bilimine, eğer yönteminin en temel
özelliklerini içeren bir adlandırma yapmak gerekirse, Maddeci ve Diyalektik Tarih ve Toplum Bilimi demek gerekir, diğer
bir ifadeyle Maddeci ve Diyalektik
Sosyoloji. Ya da tersinden Toplumun Bilim (Sosyoloji), bir ideoloji değil
bir bilim ise, zaten diyalektik ve maddeci olması gerektiğinden, sadece Toplum Bilimi ya da Sosyoloji demek yeterlidir.
Sosyoloji diye bilinenler, yani Sosyoloji diye ortaya
çıkmış onlarca Toplum ve Tarih “teorileri” ise; son duruşmada, maddeci ve
diyalektik olmayan yöntemsel çarpıklıklar
içindedirler, dolayısıyla ideolojilerdirler.
Böylece yaygın ve
alışılmış biçimiyle adlandırmada, gerçeğin
tam zıttı bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Toplumu kavramak için biricik
yöntemsel temele sahip olan teori Toplum Bilimi (Sosyoloji) adıyla anılmamakta,
adeta sadece toplumun maddi hayatına mekanik ve tek taraflı bir vurgu yapan bir
isimle anılmakta; hatta o kendisine bu ismi yakıştırmakta; buna karşılık, onun
karşısındaki bütün sosyoloji “ekolleri” olarak tanımlanan ideolojiler,
Sosyoloji genel başlığı altında, sanki bir bilimin uzak sınırlarındaki farklı
teorik açıklama denemeleriymiş gibi kavranılmaktadır. Yani gerçekte sosyoloji
olan bir ideoloji olarak, ideolojiler ise sosyoloji olarak adlandırılmakta ve
kavranılmaktadır.
Elbette sosyolojinin adının bile olmadığı çağda, bu
bilimin kurucuları için ismin büyük bir önemi yoktu ve öğretilerini o zamanın
temel tartışmalarının atmosferi içinde yönteminin temelinin sadece bir yönüne
vurgu yapan bir biçimde adlandırmak, yani zarf ile mazruf arasındaki bu
uyumsuzluk, bu uyumsuzluk bilindiği sürece bir problem oluşturmuyordu.
Bu gün bile doğa bilimlerinde adlandırmaların Yunan
mitolojisine göre yapıldığı bir bilimsel gelenek içinde, adlar ile onların
karşılıkları arasında doğrudan bir uyum aramak gerekmeyebilirdi.
Ama bu gün, metafizik ve mekanik sosyolojilerin ya da
diğer deyişle toplumu açıklama iddialı ideolojilerin, temsil ettikleri ve
çıkarlarını savundukları egemen sınıfların maddi zaferlerinin tadını çıkarıp,
büyük bir gurur ve küçümsemeyle Tarihsel Maddeciliğe bir ölü köpek muamelesi
yaptıkları ve bu toplumsal zaferi
kendilerinin teorik ve entelektüel
bir zafer gibi göstermek istedikleri çağda, sadece adlandırmanın yarattığı
yanlış yargı ve izlenimler bile, genç kuşakların bu biricik bilimsel toplum ve
tarih öğretisiyle bir kontak kurabilmeleri için, çok ciddi engeller
oluşturmaktadır.
„Marksizm“ Adının ve Yaygın ve Yanlış
Yargıların Yarattığı Ek Sorunlar
Adlandırmadaki problem sadece bu kadar da değil. Bu
Diyalektik ve Maddeci Tarih ve Toplum Teorisi ya da kısaca Sosyoloji’nin göbek
adı da, onu, antik uygarlıkların zirvesinde ilk
kez keşfetmiş ve Batı için bilinmez kalmış, İbni Haldun’dan ve birbirinden bağımsızca ikinci defa keşfetmiş
ve sonra bir araya gelmiş ilk iki kurucusundan (Marks ve Engels) birinin adına
izafeten Marksizm’dir.
Çoğu kez uzun uzun “Tarihsel
Maddecilik”, ya da “Tarihin ve
Toplumun Maddeci ve Diyalektik Teorisi” gibi sözleri sıralamak yerine,
kısaca “Marksizm” denmektedir.
Bu ise karışıklığı iyice arttırmaktadır. Çünkü Marksizm
büyük ölçüde ve aynı zamanda siyasi ve felsefi anlamlara da sahiptir. Böylece
bu “göbek adı” da bu sosyolojinin bir bilim değil bir ideoloji, hatta bir din
olduğu kanısını pekiştirmektedir.
Kaldı ki, ortada Tarihsel Maddecilik veya Marksizm diye
bilinenlere baktığımızda, Tarihsel Maddeciliğin bir ideoloji olduğu izleniminin tamamen haksız olmadığı da
görülür.
Çeşitli sınıf ve tabakalar, özellikle işçi aristokrasisi
ve bürokrasisi ile köylülük ve küçük burjuvazi ya da deklase olmuş burjuvazi
Marksizm’in ya da Tarihsel Maddeciliğin gerek on dokuzuncu yüzyıldaki, teorik
ve entelektüel zaferlerinin; gerek bu teoriyi bayrak edinmiş işçi hareketinin
yirminci yüzyılın başındaki toplumsal zaferlerinin etkisiyle, çıkarlarını ve
eğilimlerini onun terminolojisiyle savunmanın yolunu aramışlardır.
Yani bizzat mekanik ve metafizik sosyolojiler, Diyalektik
Sosyolojinin, yani Tarihin ve Toplumun Diyalektik ve Maddeci teorisinin terminolojisini kullanarak, ama onun
yönteminin ve kavramlarının içeriğini boşaltarak ortaya çıkmışlardır.
Ve daha korkuncu, bu Tarihsel Maddecilik ya da Marksizm’e
dayandığını iddia eden ideolojiler, hem bürokratik işçi devletlerinin ve
partilerinin; hem işçi bürokrasisiyle konumu ve çıkarı tencere ve kapak gibi
birbirine denk düşen deklase burjuva zümrelerin; hem de köylülüğe dayanan
devrimlerin ve partilerin muazzam maddi
gücüne dayandıklarından, ortalıkta Marksizm diye bilinen veya Tarihsel
Maddecilik diye öğretilen de sadece neredeyse bunlar olduğundan, bu görünüş
apaçık bir gerçekmiş gibidir ve neredeyse gerçeğin özünün değişik olabileceği
yönünde hiçbir şüpheyi ve sorgulamayı çağırmaz.
Yani, sözde tarihin Maddeci ve Diyalektik anlayışına göre
Tarih ve Toplumu açıkladığını iddia edenler de öyle değildir; onun
terminolojisi kullanan metafizik sosyolojiler, ideolojiler, hatta skolastik
tartışmalardan ötesine geçmeyen inanç sistemleridir.
Bu durumda şöyle bir manzara ortaya çıkmaktadır. Bir
yanda üniversitelerin en azından biçimsel
akademik kriterlerine uygun araştırmalar yapan sosyolojiler vardır; diğer yanda biçimsel akademik kriterlere bile uymayan, ya tamamen skolastik ya da belli çıkarları savunmak
için oluşturulduğu en parmağım gözüne sözde teorilerden ibaret “Tarihsel
Maddecilikler” ortalığı kaplamıştır.
Böylece Tarihsel Maddeciliğin bir ideoloji buna karşılık
sosyolojilerin bir bilim olduğu türünden bir yargının görünüşte hiç haksız olmadığı da görülür.
Üniversite Sosyolojilerinin ve Dogmatik
Marksistlerin Suç Ortaklığı
Sadece bu kadar da değil, bugün bütün dünya
üniversitelerinin sosyoloji bölümlerini doldurmuş sosyoloji teorileri ile
Tarihsel Maddeci terminolojiyi kullanıp aynı işi daha ince yapan, aynı
metodolojik hatalara sahip teoriler arasında, gerçek Diyalektik ve Maddeci
Sosyolojiye karşı bir suç ve çıkar
ortaklığı bulunmaktadır.
Nasıl, burjuvazi doğu Avrupa’nın bürokratik
diktatörlüklerine sosyalizm diyor ve saldırıyor ve böylece oradaki bürokratik
diktatörlükler de bu saldırıları kendi sosyalistliklerinin delili gibi sunuyor
ve bürokratik diktatörlüklerin böyle sosyalist geçinmesi de, burjuvaziye bu
kolay yemi sosyalizm olarak gösterme ve böylece insanlığın hayalinden sosyalizm
düşüncesini sürme olanağı sağlıyorduysa öyle. Yani gerçekten Diyalektik ve
Maddeci Tarih ve Toplum teorisi karşısında, akademik Sosyolojiler ile muhalif
akımları kapsamış Marksizmler, yani şu Tarihsel Maddecilikler bir suç ortaklığı
ve susuş komplosu içindedirler.
Böyle bir ortamda, hele ortada hiç bir devrimci kabarış
yokken, kim Tarihsel Maddecilikle karşılaşabilir ki?
Bütün bu engelleri ve susuş komplolarını aşıp karşılaşsa
bile, bu karşılaşma, ya metafizik ve mekanik, akademik dünyayı kaplamış
doğrudan burjuva sosyolojilerinin ya da Tarihsel Maddeci olduğunu söyleyen,
politik olarak muhalif hareketleri kaplamış, metafizik ve mekanik sözde Tarihsel
Maddeciliklerin prizmasında kırılmış; onların yarattığı ve beslediği yorum ve
ön yargılarla dolu bir karşılaşma olacaktır.
Bütün bu engeller aşılsa bile, bu karşılaşma da hiçbir zaman dört başı mamur bir teori ile
karşılaşma olmayacaktır.
Geçmiş düşüncelerin kalıntılarının,
birer kör bağırsak veya kuyruk sokumu gibi henüz var olmaya devam ettiği;
içinde henüz adım atılmamış bakir alanlar
bulunan; bazı alanlarda katkıları yapanların aynı zamanda başka alanlarda büyük
körlükler içinde olduğu, bu “hatalı ürünlerin” ayıklamalarının bile
yapılmadığı; henüz standart bir Giriş
veya El Kitabı bile bulunmayan bir
teorik inşaat alanıdır bulacak olan.
Ve bu “inşaat alanı” şu sıralar neredeyse bomboştur. Çalışanlar ölmüş ya da oradan
ayrılmışlardır. Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji, “Uzak Batı”nın terkedilmiş
hayalet şehirlerini; rezervler tükendiği için terk edilmiş madenci kasabalarını
andırmaktadır.
Hala orada kalıp bir şeyler yapmaya direnenler ise aklını
kaçırmış meczuplar gibi görülürler.
*
Hasılı, kurucularınca sadece birkaç temel kazığı ve yol gösteren
ipi çekilmiş, bu yapılırken bile, organik bütünlüğünün bir parçası
olmamakla birlikte, burjuva uygarlığının kimi kalıntılarını içinde bir kör
bağırsak gibi taşıyan; daha sonra gelenlerce, kimi alanlarda geliştirilmiş ama
bu geliştirme de başka alanlardaki bir çok yanlışlıkla bir arada bulunan, daha
da ilginci onu geliştirenlerin birbirlerinin
katkılarını bilmedikleri, bütün bunlara ek olarak bu katkıların tümünün
neredeyse tarih öncesi şehirler gibi kat kat toprağın altında bulunduğu; arkeolojik kazılarla yeniden gün yüzüne
çıkarılması gereken bir bilim bu.
Bu genel ifadeleri birkaç örnekle somutlamayı deneyelim.
Kurucularınca “birkaç temel kazığı çakılmış ve yol
gösteren ipi çekilmiş” derken, bir abartma söz konusu değildir. Marks ve
Engels, Tarihsel Maddeciliği ilk formüle ettikleri eseri, yani Alman İdeolojisi’ni, önemli olan
kendilerini aydınlatmayı sağladıkları için, yayınlamazlar bile. Kendi
deyimleriyle “Farelerin kemirici
eleştirisine” bırakırlar. Oradaki sonuçların uygulamasına geçerler. Daha sonraki eserlerinin ve davranışlarının
tamamı bunun uygulamasıdır. Örneğin,
Marks’ın hayatını verdiği Kapital,
aslında, Tarihsel Maddeciliğin temel önermesine uygun olarak, düşünceyi
belirleyen varlığın, yani üretim ilişkilerinin, tarihin çok küçük bir dönemindeki çok özel
bir halinin, yani saf bir
kapitalizmin analizine yöneliktir. Yani burada henüz, ne kapitalizm öncesi, ne kapitalizmin somut tarihsel hareketi ve ne de hukuk, politika, devlet, partiler,
sınıflar, estetik, ahlak gibi “üstyapı”ları
söz konusudur. Toplumsal gerçekliğin gerek zaman içinde gerek toplum denen
gerçekliğin yapısının tümü içinde çok
küçük bir bölümünün soyut bir analizi söz konusudur.
Ve daha da kötüsü, bu soyut analizin bile çok küçük bir bölümü yazılabilmiştir.
Yani Marks’ın bütün hayatını verdiği temel eserinin yazılmış bölümleri, tasarlananın çok küçük bir bölümüdür ve
bu yazılan bölümler içinde de Marks’ın yayınlayabildiği Kapital’in birinci cildi de yazılanların
çok küçük bir bölümüdür.
Hasılı ilk taslağa uygun olarak bütün plan tamamlansaydı
bile, ortaya çıkacak olan sadece modern toplumun, o da Marks’ın yaşadığı
dönemdeki üretim ilişkilerinin bir çözümlemesi olabilecekti. Ama o sınırlı
tarihsel dönemin bile, üst yapıları, (devlet, sınıflar, partiler, hukuk,
gelenekler, ahlak, estetik, sanat, felsefe vs.) zaman zaman yeri geldikçe
değinmeler içerse bile, kendi bağımsız evrimleri içinde, birbirleriyle ve
üretim ilişkileri temeliyle karşılıklı etkileriyle ele alınmış olmayacaktı.
Çünkü plan henüz bunları bile içermiyordu. Onlar gelecek kuşaklarca genişletilip derinleştirilmesi gereken muazzam
bir işin sadece ilk birkaç temel kazığını çakıp, birkaç duvarcı sicimi
gerebilmişlerdi. Herkesten daha fazla bunun bilincindeydiler.
Başka bir örnek. “Tarihin sınıflar mücadelesinin tarihi”
olduğu bu öğretinin temel önermelerinden biridir. Ama bu önermenin temel
kavramı olan, Sınıf’ın bir tanımı ya da
teorisi bile yoktur kurucuların eserlerinde. Marks, Kapital’in yarım kalmış son bölümünde, “Sınıflar” başlığını koyar,
sadece genel giriş anlamında birkaç paragraf yazar. O kadar. Gerisi yoktur.
Toplum Bilimin bu durumu, aşağı yukarı, kütle, hız, ivme gibi temel
kavramlardan birini net olarak tanımlamamış bir fizikle kıyaslanabilir. Elbette
kavramın bir uygulaması ve kullanımı vardır büyük harflerle bir teorisi ve
açıklaması yoksa da. Işığın ne olduğunu tanımlayamadan da herkes ışığın ne
olduğu hakkında bir fikre sahip olabilir ve örneğin optik alanında belli
ilerlemeler ve uygulamalar başarılabilir. Buradan hareketle bir ölçüde içeriği
doldurulabilir. Aşağı yukarı böyle bir durum söz konusudur sınıf kavramı
örneğinde.
Kaldı ki, büyük harflerle bir sınıflar teorisinin formüle
edilmiş olmaması, onun uygulamalarında bunun fiili, örtük bir teorisi olmadığı anlamına da gelmez. Pek ala bu
uygulamaların analiziyle de bu teori formüle edilebilir.
Ama bu, uygulama ve kullanımdan hareketle, bunların
analiziyle, kavramın faklı kullanımları
ve içeriğinin daha dakik ve net olarak tanımlanması alanında da fazla bir
şey yoktur. (Sınıflar teorisi alanında, daha sonra gelen Marksistlerden,
Kıvılcımlı ve Troçki’nin, birbirinden bağımsızca ama birbiriyle ve Marks’ın
öğretisiyle iç tutarlılık içinde yaptıkları katkılar vardır. Ama bu katkılar da
ortalığı kaplamış Tarihsel Maddecilik adlı mekanik ve metafizik sosyolojiler
nedeniyle bilinmez.)
Ya da teorinin kurucularınca da açıklamasının sınırlılığı noktasına dönersek. Alman İdeoloji’sinden sonra Tarihin Maddeci
Teorisi’nin yani Maddeci ve Diyalektik Sosyolojinin ya da kısaca Sosyoloji’nin büyük harflerle bir teorisi, bir açıklaması denecek metinlere
bakıldığında, korkunç bir yoksulluk görülür. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nin Önsözü’ndeki birkaç sayfa, Marks ve Engels’in birkaç mektubundaki bazı bölümler. Aşağı
yukarı hepsi bu kadar.
Lenin, Marks’ın bize büyük harflerle bir Diyalektik
Mantık bırakmadığını ama “Kapital’in
mantığını” bıraktığını yazıyordu bir aforizmasında. Benzer şekilde,
Marks-Engels, bizlere büyük harflerle bir
Tarihsel Maddecilik Teorisi bırakmadılar denilebilir. Bu teorinin uygulamalarını bıraktılar. Bu uygulama
ise, tarihin ve toplumun çok sınırlı
alanlarına ilişkin çok sınırlı
bilgilerle bir uygulamadır. Ve bu uygulamanın
sistematik bir incelemesiyle, bu uygulamalarda
gizli bir varsayım olarak var olan bu teorinin büyük harflerle bir teorisi
de yoktur ortada; sonradan gelenler bunu da yapmamışlardır.
Ama bu uygulama da saf değildir, içinde sadece olgulara ilişkin bilgilerden kaynaklanan
sınırlılık ötesinde, Marksizm’in içinden çıktığı, burjuva uygarlığının, özellikle
Aydınlanmanın, bir çok değer yüklü
yargısını, onlar onun organik bir
bileşeni olmasa bile, içinde taşır. Bu anlamda arıtılması gereken bir tüvenan, bir ham madde gibidir bu uygulamanın kendisi de. Bu kalıntılar onun
içinde, tıpkı kör bağırsak veya kuyruk sokumu gibidirler.
Onun gerçek niteliği hakkında bunlara bakılarak bir karar
verilemez. Çünkü onlar onun organik bir
bileşimini oluşturmazlar. Aksine, onların bu öğretiden soyutlanması
gerekir. Yani, Marksizm’in, özellikle Aydınlanmanın etkilerinden, onun tasavvur
ve değer yüklü yargılarından arınması gerekir. İlerleyen Bir Tarih anlayışının ağırlığından “Tarihsiz Halklar” kavramına kadar bir çok örnek verilebilir bu
kuyruk sokumlarına; bu arıtılması gereken pisliklere, kuyruk sokumlarına, kör
bağırsaklara.
Ve işin ilginci, daha sonra Marksizm’i bayrak yapan
metafizik ve skolastik öğretiler, hep bu kalıntılara,
temizlenmesi gerekenlere dayanmışlardır. Daha sonra Marksizm’in tarihi bir
bakıma, bu kalıntılardan arınmanın tarihidir. Çünkü Tarihsel Maddeciliğin
kavramlarını kullanan metafizik ve idealist sosyolojiler, hep bu geçmişin
kalıntılarına, örneğin düzgün birbirini izleyen aşamalarla ilerleyen bir tarih
kavramına, dayanmışlardır. İlerleme kavramı büyük ölçüde evrimin yerine
kullanılmıştır ya da evrime ilerleme anlamı verilmiştir. İlerleme ise, baştan aşağı değer
yüklü, aydınlanmanın değerleriyle yüklü bir kavramdır. Dolayısıyla bunlara
karşı teorik mücadele ister istemez bu kalıntıların temizlenmesi mücadelesi de
olmuştur. Ama bu mücadeleyi yapanlar, yani Troçki, Kıvılcımlı, Walter Benjamin
gibi sembolik isimleri sayarsak, Marksistler olarak bilinmemektedirler.
Dolayısıyla Marksizm diye öğrenilenler de, en otantik kaynaklara gidilse bile,
bir yığın kör bağırsakla birlikte öğrenilenlerdir.
Özetlersek, otantik kurucuların kaynakları bile göz önüne
alındığında ortada gerçekten büyük zorluklar vardır. Büyük harflerle bir
teorinin, birkaç kısa değinme dışında neredeyse, bulunmaması; fiili
uygulamaların zaman ve alan olarak tarihin ve toplumun çok sınırlı bir bölümünü
kapsaması; bu uygulamadan yola çıkarak, sonra da büyük harflerle bir teorinin
çıkarılmadığı; bu uygulanan teoride geçmişin kalıntıları ve sınırlı verilerden
gelen eksiklikler vs. gibi çok ciddi sorunlar bulunmaktadır.
*
Peki, arada geçen dönemde hiçbir gelişme yok mu? Elbette
var. Ama bu gelişme de çok parçalı ve karmaşık bir niteliğe sahip olduğu gibi,
Marksizm olarak da bilinmemektedir. Bu gelişmeyi sağlayan üç damarı ele alalım.
Sadece bunlara bakarak bile bu gelişmenin bu karmaşık, parçalı ve bilinmez
niteliği gösterilebilir.
Kıvılcımlı, Troçki (Mandel) ve Benjamin’i (Frankfurt
Okulu, Eleştirel Teori) ele alalım.
Bu üç sembolik isim de, bu gün dünyada kendini Marksist
kabul edenlerce ve geniş çoğunluk tarafından bilinen Marksizm içinde yer
almazlar.
Kıvılcımlı Türkiye dışında zaten bilinmez. Türkiye’de
bilindiği kadarıyla ise ekzantirik ama inançlı bir sosyalist olarak bilinir.
Troçki küçük bir akımın kurucusu olarak bilinir.
Walter Benjamin ise bir edebiyat eleştirmeni, Alman
filozofu olarak.
Şu an dünyada hiçbir örgüt ya da eğilim, Tarihsel
Maddeciliği öğretirken, Marks, Engels, Lenin gibi klasiklerin yanı sıra
Kıvılcımlı, Troçki, Benjamin’i okumayı tavsiye etmez. Tarihsel maddeciliğe
bunların yaptığı katkılar bilinmeden, onun nispeten gelişmiş son durumu
hakkında bir fikir sahibi olunamayacağını kimse söylemez.
Peki, bunların kimilerini bilenlerde durum farklı mı?
Hayır. Öncelikle, bu sembolik isimlerin birbirinin
varlığından pek bir haberi yoktur. Bunların devamcısı olduğunu iddia edenlere
gelince durum daha da vahimdir.
Kıvılcımlı, kimi “doktorcular” denen sektlerce bilinir.
Daha doğrusu bayrak yapılmıştır ama yöntemsel olarak bilinmez. Açın bakın bu
sektlerin yazdıklarına, bu satırların yazarı dışında, Kıvılcımlı’nın teorik
çalışmaları konusunda bir tek değerlendirme bulamazsınız. Bunlar için örneğin
Troçki, Benjamin aşağı yukarı küfür veya şeytan gibi bir şeydir.
Troçkist’ler de farklı sayılmaz. Kimi bir takım
formülleri tekrarlamaktan başka bir şey yoktur. Teoriye korkunç bir uzaklık
vardır. Kıvılcımlı zaten bilinmez. Benjamin siyasi mücadele pratiğinden uzak
bir sol entelektüel damgasını yemiştir kimse okumaz ve ciddiye almaz. (Bir tek
Michael Löwy gibi, yazdıkları Troçkistler arasında da pek yankı bulmayanlar
vardır. Yani Troçkistler arasında bizim bir benzerimiz gibidir, ya da biz onun
Doktorcu paraleli olarak görülebiliriz.)
Peki Frankfurt Okulu’nun teorik mirasından haberdar
olanlar için durum farklı mıdır? Hayır. Onların çoğu akademik Marksizm’in
labirentlerinde yolunu yitirmişlerdir. Bu okulun bu günkü devamcısı sayılan
Habermas, Alman ve Fransız burjuvazisinin ve reformizmin filozofuna
dönüşmüştür.
Ama bu sembolik isimlerin katkıları ve sağladıkları
gelişmeler de, içlerinde arındırılması
gereken birçok unsuru barındırmaktadır.
Kıvılcımlı politik olarak tipik bir Stalinist’tir. Teorik
katkıları bununla çelişmesine rağmen böyledir. Dolayısıyla bu teorik
katkılarda, o politik yaklaşımların etkileri de vardır.
Troçki belki otantik Marksizm’e en yakındır ama onda da
belli bir Avrupa Merkezcilik ve İlerleme düşüncesinin etkileri hemen görülür.
Örneğin, Ekoloji hareketinin yaptığı katkılara dayanan bir eleştiri karşısında
dayanacak durumda değildir Troçki’nin birçok yazdığı.
İlerleme anlayışıyla güçlü bir kopuş içermesine rağmen,
Benjamin’in düşüncesi Avrupa’nın düşünsel geleneklerine ve tarihine fazlasıyla
bağlıdır ve politik mücadeleyle ilişkisi oldukça örtüktür. Teorinin
içeriğindeki radikallik politik bir suskunlukla sağlandığından, dolayısıyla
felsefeye kaçışıyla Stalinizmle belli bir uzlaşmayı yansıtır.
Kıvılcımlı’da nasıl Tarih’e yönelmek Stalinizmle zımni
bir uzlaşma anlamı da taşırsa, Frankfurt Okulu’nda da Felsefeye yöneliş,
politikadan uzaklaşma benzer sonuca yol açar. Teorik saflık ancak politikadan
zorunlu veya bilinçsiz bir uzak kalışla bir arada mümkün olabilmişti, bütün
işçi hareketine Stalinist partilerin egemen olduğu o dönemde. Ama bunların
izleyicileri veya izleyicisi olduklarını söyleyenler, tam da onların bu esas
aşılması ve terk edilmesi gereken yerlerine bağlı kalmışlar, esas katkılarını
ise susuşa getirmişlerdir.
Yani Marksizm’in kurucularının başına gelen, bunların da
başına gelir. Nasıl sosyal demokrat partiler ve reformizm, Marksizm içindeki
aydınlanmanın kalıntılarına, onda kendi özüne ait olmayanlara dayanarak var
oldu ve o urları geliştirdiyse, aynı süreç bu teorisyenlerin küçük izleyicileri
içinde de tekrarlanır. Onlar da onların içindeki arındırılması gereken yanlara
dayanırlar.
Hem de daha korkunç bir biçimde. Marks-Engels sonrası
dönemde yine de Marksizm muazzam bir işçi
hareketiyle canlı ilişki içindeydi. Halbuki, bu sembolik üç damar, bir
yükselen işçi hareketi ve geniş aydınların sahiplenmesi gibi ona belli bir
dinamizm kazandıracak güçlerden de yoksundur. Küçük grupların evrenindedirler.
Dolayısıyla onların düşünce ve davranışlarının izleyicileri, bu mirasın
içindeki en olumsuz öğelere dayanırken, tam anlamıyla bir skolastiğe giderler.
Tam anlamıyla bir tımarhane görünümü ortaya çıkar. Doktorcular, onun yönteminin
değil, Stalinizminin, skolastik izleyicileri ya da daha doğrusu dinsel cemaatı
olurlar. Troçki’nin izleyicisi küçük gruplar onun katkılarının değil;
eksiklerinin damgasını taşırlar. Benjamin’in veya Adorno’nun en eksik yanı,
Stalinizmle belli bir uzlaşmanın ifadesi olan politik mücadeleden kopukluk, bu
okulun izleyicilerinin temel karakteristiğidir.
Bunlar kısmen en saf katkıları yapanlar. Bir de
Lukacs’tan, Blok’a, Gramsci’den Lefevbre’ye, daha birçok adlar eklenebilecek,
Perry Anderson’un “Batı Marksizmi”
çerçevesinde ele aldığı, Tarihsel Maddeciliğin pek el değmemiş alanlarına
(estetik, günlük hayat, politika öğretisi) el atmış ama aynı zamanda politik
mücadele ile de daha yakın bağ içinde bulunmuş, ama bu nedenle de teorileri
Stalinizmle bu uzlaşmanın etkileri nedeniyle daha fazla yabancı madde içeren,
tam bu nedenle de eserleri ve katkıları daha dikkatli bir arıtmaya tabi
tutulması gerekenler var.
Şimdi sadece Türkiye’de değil, dünyada şöyle bir
etrafınıza bakın, bırakalım saf, arındırılmış halini bir yana, şu arındırılması
gereken haliyle bile hangi politize olan gence, hangi işçiye, hangi örgüt
Tarihsel Maddeciliği öğrenmesi için, bu yukarıda saydığımız isimlerin hiç
olmazsa temel önemdeki eserlerini öneriyor. Böyle bir örgüt, böyle bir çevre
yok bu gün dünyada. Halbuki, Tarihsel Maddecilik, ancak toplumu değiştirme
mücadelesinin yarattığı ihtiyaçlarla ilerleyebilir. Ve ancak Tarihsel
Maddeciliği bilenler bu değiştirme mücadelesinde, başarı kazanamasalar bile
doğru bir şeyler yapabilirler. Ama Tarihsel Maddecilik toplumu değiştirmeye kalkanlarca
bilinmez kalıyor; toplumu değiştirmeye kalkanlar Tarihsel Maddeciliği bilmiyor
ve onunla buluşmaları neredeyse olanaksız. Toplumu değiştirmeye kalkan
radikalleşen gençler veya işçiler ile Tarihsel Maddecilik arasındaki bu
kopukluk, hem Tarihsel Maddeciliğin hem de bu mücadelenin tam anlamıyla
kısırlaşması ve kendini bile üretememesine yol açmaktadır.
*
Ama sorunlar sadece burada bitmiyor. Tarihsel maddeciliğe
katkıları bağlamında buraya kadar sözü edilen sembolik isimler yine de iyi kötü
Marksizm’e bağlı isimler, yani kendilerini Tarihsel Maddeci gelenek içinde
tanımlayan isimler. Ama Tarihsel Maddecilik bakımından durumu daha da
karıştıran gelişmeler bulunmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğe en önemli katkılar, son yıllarda, Tarihsel Maddeciliği reddedenlerce yapılmıştır.
Çünkü Tarihsel Maddecilik diye bilinen, Tarihsel Maddeciliğin terminolojisini
kullanan metafizik sosyolojiler olduğundan, kendini Tarihsel Maddeci gelenekten
görmeyen bir çok sosyolog, tamamen bilimsel kaygılara dayanan araştırmalarla,
Tarihsel Maddeciliği geliştirmişlerdir. Ya da burjuva sosyolojileri, tarihsel
maddeciliğin, en boş bıraktığı, en zayıf anlara yüklenip bir üstünlük kurmaya
çalışırken, ister istemez, Tarihsel maddeciliğin sahip çıkabileceği katkılar
yapmıştır. Yani ortada yaygın Tarihsel Maddeciliğe rağmen; büyük ölçüde
kendiliğinden, bilimsel araştırmanın kendi iç dinamiklerinden doğan, Tarihsel
Maddecilik karşıtı Metafizik Sosyolojiler dünyasında görünen ve kendini de öyle
tanımlayan Tarihsel Maddeciliğe katkılar vardır, Yani Tarihsel Maddeciliğin
özellikle son yıllardaki kimi kazanımlarını ancak onun karşıtlarının, daha
doğrusu karşıt olduğunu düşünenlerin katkılarından öğrenebilirsiniz.
Bu biraz, Morgan’ın Tarihsel maddeciliği bilmeden onu
daha sonra Marks-Engels’ten bağımsız olarak, kendiliğinden keşfetmesi ve
uygulaması gibidir de.
Bunu bir örnekle somutlayalım. Örneğin Uluslar ve
Ulusçuluk Teorisi alanının Marksizm’in en az gelişmiş alanlarından biri olduğu;
daha doğrusu Marksizm’in bu konuda dişe dokunur bir teorisi olmadığı, bir parça
Marksizm’le haşır neşir olmuş aklı başında her Marksist’in kabul edeceği bir
gerçektir.
Ama Tarihsel Maddeciliğin hiçbir sorun olmadan
benimseyebileceği bir ulus teorisinin temellerini, ayrıntılarda ne kadar
düzeltmeler gerektirirse gerektirsin ve burjuva sosyolojisinin sınırlılıklarını
ne kadar içinde barındırırsa barındırsın, Ernest Gellner adlı bir Tarihsel
Maddecilik karşıtı bir sosyologa borçluyuz.
Hatta bu ulus teorisinin temellendirildiği bölümler,
Tarihsel Maddecilikle polemik içinde onun eleştirisi biçimindedir. Ama biraz
dikkatli bir Marksist, bu eleştirilerin hepsinin aslında, Tarihsel Maddecilik
namlı metafizik sosyolojilerin eleştirisi olduğunu görür. Yani Tarihsel
Maddecilerin yapması ve sahip çıkması gereken eleştiri, Tarihsel Maddeciliğe
karşı bir biçimde yapılmaktadır. Tarihsel Maddeciliği reddederken Tarihsel
Maddeciliğin özünü savunmaktadır. Yani biraz gerçeğin özüne yönelen burjuva
sosyolojisi bile, bilmeden Tarihsel Maddecilere rağmen Tarihsel Maddeciliği savunmaktadır.
Yani bir bakıma yer değiştirme söz konusudur. Nasıl
metafizik teoriler Tarihsel Maddeci bir terminoloji ile ortaya çıktılarsa,
şimdi de tersi olmakta, Tarihsel Maddecilik, intikam almakta, metafizik
sosyolojiler görünümü altında kimi ilerlemeler kaydetmektedir.
Ya da son yıllarda, kadın hareketinin, ekoloji
hareketinin katkılarını; ırkçılık üzerine inceleme ve katkıları göz önüne
getirelim. Bu katkıların çoğu, Tarihsel Maddecilik bayrağı altında yapılmayan,
hatta çoğu kez ona karşı bir söylemle
gerçekleştirilen, katkılardır. Örneğin Marks’ın temel eseri olan Kapital’in
sadece değişim değerini incelemesi Kullanım Değerini ihmal etmesi, teorinin
özüne ilişkin değil, sadece konunun kendisinin yarattığı bir sorundur. Somut bir toplumun analizi elbette
Kullanım Değerini analize koymayı gerektirirdi. Ama yukarıda değinildiği gibi,
Marks’ın yaptığı somut bir toplumun analizi değil, soyut bir kapitalizmin
analiziydi ve bunun da üretim ilişkilerine ilişkin yanıydı. Burada Tarihsel
maddeciliğin yöntemsel yanlışlığı değil,
gelişmemiş yanları, eksikliği söz konusudur.
Ya da Foucault’un adeta tarihsel maddeciliğe karşı
ideolojik saldırının bayrağı haline gelmiş, hastahaneler ve hapishanelerin,
yani kapitalist toplumda egemenliğin sadece devlet denen politik baskı aracıyla
sürdürülmediği; aksine bu egemenliğin günlük yaşamın her anında ve yerinde
olduğu; diğer bir deyişle maddi araçlar, kurumlar ve örgütlenme biçimlerinin bu
egemnliğin bir parçası olduğu ve tarafsız
olmadığı anlamına gelen çalışmaları ve genellemeleri, Tarihsel Maddeciliğin
hiç korku duymadan, üstüne üstlük bir de “benim yapmam gerekeni yaptınız beni
yükten kurtardınız” diye teşekkür ederek sahiplenmesi gereken çalışmalardır.
Hatta bu çalışmaların İşçi Sınıfının önüne çıkmış, başka bir uygarlığı
programlaştırmak sorunun cevaplarının ip uçlarını içerdiği çok açıktır.
Marksistler bu işleri yapmaları gerekirken, bu
yapılmamıştır ve şimdi bu katkılar Marksizm’e karşı bayraklar altında
yapılmaktadırlar ama Marksizm’e katkıdırlar. Hasılı Özler ve Görünüşler adeta tamamen birbirine zıt durumdadır.
Tarihsel Maddeciliğe katkılar, Tarihsel Maddeciliğe karşı sosyolojiler ve
akımlar içinde ortaya çıkıyor; Tarihsel Maddeciliğe karşı ideolojiler,
metafizik sosyolojiler Tarihsel Maddeciliği savunma biçiminde ortaya çıkıyor.
Özlerin ve görünüşlerin böylesine ters yüz olduğu bir dünyada kim Tarihsel
maddecilikle karşılaşabilir, onu tanıyabilir ve anlayabilir ki?
Görüldüğü gibi, Tarihin Maddeci Öğretisinin, kör topal,
darma dağınık, yukarıda kısaca değinilen ilerlemelerle ulaştığı durum bile
önümüze birçok devasa görevler koymaktadır. İlk kurucularının uygulamalarında içkin teorinin, kör bağırsaklarından
arındırılması, formülasyonu; sonra buna o
gelenek içinde yapılan katkılara aynı işlemin uygulanması, daha sonra burjuva sosyolojileri çerçevesinde yapılan
katkıların sistemleştirilmesi gibi muazzam, birkaç kuşağın enerjisini yutacak görevler ortada durmaktadır.
Yani Tarihin Maddeci anlayışının kendisinin bizzat
muazzam bir teorik çabanın konusu olması gerekir ki, Tarihsel maddeciliğin bu
gün bulunduğu yerin bir bilançosu
çıkarılabilsin.
Ve bütün bu işlerin yapılması aslında Tarihsel
Maddecilikte bir gelişme anlamına da
gelmez, sadece şimdiye kadar yapılmış,
başarılmış, dağınık olanın toparlanması, sistemleştirilmesi, arındırılması
gibi işlemlerdir.
Ama sadece bu bilanço,
bu derleme, bu “El Kitabı” ya da “Giriş”
hazırlama çabası ya da Büyük harflerle
bir “Tarihsel Maddecilik Teorisi” veya “Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji”
bile muazzam bir görev olarak
önümüzde durmaktadır.
Bu gerçekleştiğinde, tarihsel maddecilikte bir ilerleme sağlanmış
olmaz, sadece Toplumaiİlişkin bilimin durumu hakkında bir bilgimiz olur.
Halbuki, bu teori gelişmeyi beklemektedir. Hem olgular yığını muazzam ölçeklerde arttığı için hem de toplum hızla değiştiği için.
Olgular Yığınının Getirdiği Sorunlar
Olgular bilimin ham maddesidir. Bilim onları kavramlar
aracılığıyla işler. Olgular hakkındaki bilgilerimiz ise, müthiş bir hızla,
katlanarak artmaktadır. Düşünün, Marks ve Engels, Tarihsel Maddecilik teorisini
ortaya attıklarında, insanlığın tarihi eski Yunan ve Roma’dan başlıyordu. Çin
ve Hint tarihi büyük ölçüde onlar için bilinmezdi. Daha sonra öğrendikleri
Tarihöncesi hakkındaki bilgi ise, Morgan, Beachefon gibilerle sınırlıydı. Bu çok sınırlı alanın çok sınırlı bilgisinden
yola çıkarak bu teorinin temel kavramları belirlendi. Hatta teorinin temel
kavramlarının çoğu, esas olarak, batı Avrupa tarihinin son birkaç yüz yılından
çıkmıştı. (Jakobenizm, Bonapartizm gibi kavramlar göz önüne getirilsin.)
Daha sonra Kıvılcımlı’nın Sümer’den beri gelen 5000
yıllık tarihe dayanarak bu teoride başardığı bir gelişmeden söz edilebilir. Ama
Kıvılcımlı’nın dayandığı veriler ise, eni sonu 1950’lerin ve altmışların
dünyasının sonuna kadar geliyordu. Sadece o dönemden bu güne, bu tarih ve tarih
öncesi hakkındaki bilgilerimiz birçok kez katlanmış bulunuyor.
O zaman şu soru ortaya çıkar: “Bu yeni bilinen olgular, Tarihsel maddeciliğin Kavram sisteminde ne
gibi zorluklar yaratmaktadır? Varsa bunlar nelerdir?”
Soruyu böyle soran ve cevap arayan gördünüz mü?
Maalesef yok.
Halbuki ister Paleontoloji - Biyoloji (Canlılar Tarihi)
ister Astronomi ve Fizik (Evrenin Tarihi) aynı dönemde, olgular yığınında
benzer bir çoğalmanın yarattığı bir çok teorik sorunla karşılaştılar ve bunları
çözmeye yönelik yeni teoriler ortaya koydular. Sosyoloji (Toplum Tarihi)
bakımından durumun farklı olabileceğini nasıl söyleyebiliriz ki?
Görüldüğü gibi, ortada sadece Tarihsel Maddeciliğin bir
bilânçosunun çıkarılması, bir el kitabının hazırlanmasından öte, gerçekte onun
yapması gereken devasa bir iş bulunmamaktadır; bu teorinin eldeki yeni zengin
veriler ışığında tekrar kontrolü;
eğer gerekiyorsa yeni teorilerle desteklenmesi veya eski teoriyi de özel bir
hal olarak içeren yeni ve daha gelişmiş bir teorinin formülasyonu gerekir.
Böyle bir teori, ya Newton ve Relativite fiziği
arasındaki gibi, Marks’ın teorisini Newton fiziği gibi, özel bir hal olarak
içeren, bir tür Tarihsel Maddeciliğin “Rölativite” teorisi gibi bir gelişme
olabilir ya da Darwin’in teorisi ile DNA teorisi gibi; DNA’nın keşfi Darwin’in
teorisini doğrulamış ama onun işleyiş mekanizmalarını anlama olanağı
sağlamıştır. Benzeri türden, toplumsal değişimin mekanizmalarını açıklayan ama
daha derine inen teorik katkılar olanağı ve gerekliliği olabilir. Belki
bunların hiç birine de gerek yoktur. Bilmiyoruz, çünkü ortada sorunu böyle
koyan veya böyle koyup çalışan yok, bu terk edilmiş madenci kasabasında.
Toparlarsak, tarihte gerçekleşmiş olanlar hakkındaki
olgular yığını içinde bildiklerimizin işlenmesinde durum bile böyle umutsuz. Ama
zorluk burada bitmiyor. Toplumun ne canlılar ne de evren tarihiyle
kıyaslanamayacak; onlarda pratik olarak olmayan başka bir yanı var.
Tuplum’un Değişim Hızının Getirdiği Sorunlar
Evrende değişimler yüz milyonlar, milyarlarca yılda
gerçekleşiyor. Dolayısıyla astronominin doğuşundan beri, evrende bir şeyin
değişmediğini veri kabul edebiliriz. Bilgimiz sadece zaten var olanlar hakkında
derinleşmekte; zaten var olanlar hakkında daha fazla bir veriler yığını
birikmektedir. Bilmediğimiz yeni olgunun bu kadar kısa zamanda ortaya çıkması
mümkün değildir. Birkaç yüz hatta bin yıl evrenin tarihi bakımından, toplum
tarihindeki birkaç saniye bile değildir. Bu bir saniyede maddenin yeni var oluş
biçimlerinin ortaya çıkması söz konusu değildir. Olsa bile bunu algılamak fizik
olarak mümkün değildir.
Canlılar tarihi bakımından da, durum böyle kabul
edilebilir. Biyoloji ve paleontolojinin doğuşundan yani şu birkaç yüz yıldan
beri, hatta neolitik devrimden beri yeni bir türün ortaya çıkmadığını kabul
edebiliriz. Biyolojik değişimler yüz binlerce yıl gerektirir.
Ama toplumda böyle değil, toplumun değişim hızı, onlarla
kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Tüm insanlık tarihi, biyolojik ve astronomik
tarih göz önüne alındığında, bir göz açıp kapayıncaya kadar zamandır. O göz
açıp kapayacak kadar zamanda, insanlık, bir yığın üretim biçimini yaşamıştır.
Yani birkaç yüz yıl içinde evrende maddenin yeni bir var oluş biçimi ya da yeni
bir tür çıkmaz ama pek ala birkaç uygarlık yıkılabilir, birkaç üretim biçimi
değişebilir.
Ama sadece bu kadar da değil, toplumsal değişimin zaten hızlı olan hızı da artmaktadır. Teknik buluşlar ve
onların geniş uygulanması, bunların ekonomi, kültür, politika vs. üzerindeki
etkisi, baş döndürücü bir hızla, moda deyimiyle “gerçek zamanda”
gerçekleşmektedir.
Binlerce yıl boyunca, kapitalizm öncesinde, ilk
uygarlığın doğuşundan, kapitalizmin ortaya çıkışına kadar, insanlığın, bu günkü
hıza göre neredeyse bir kaplumbağa hızıyla değişimi söz konusudur. Ama son beş
yüz yıldır, artan bir hızla değişim sürmektedir. Yani sürekli yeni “canlı
türleri” maddenin yeni “var oluş biçimleri” ortaya çıkmaktadır. Bu astro
fizikte ya da biyoloji-paleontolojide olmayan bir sorundur.
Ve bunların incelenip anlaşılması pratik bakımdan, olmuş
olanlar hakkındaki olgular yığınının incelemesinden çok daha büyük bir öneme
sahiptir. İnsanlar bu hızla değişen dünyada, sürekli yeni “türlerin”; “maddenin
yeni var oluş biçimlerinin” ortaya çıktığı bir dünyada yaşıyorlar ve bu yeni
ortaya çıkanların onların hayatı üzerindeki etkisi, daha önce var olanların
etkisinden aşağı değil. Bu Toplumun Bilimine has ek bir sorunlar yaratmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin bir astronomi gibi, bir
paleontoloji gibi bilançosunun çıkarıldığını, sistematik hale getirildiğini;
ayrık otlarından temizlendiğini; var olanlar hakkındaki bilgi ile teorinin
sürekli kontrol altında tutulduğunu var sayalım. Ortaya çıkan ek zorluk sürekli yeni fenomenlerin ortaya
çıkmasıdır. Bunların görülmesi, kavranılması, anlaşılması ve açıklanması
gibi çabaların kendisinde, bütün ek problemlerden ve sapmalardan soyutlanmış
olarak düşünsek bile, olgu ile onun anlaşılması arasında ciddi bir zaman farkı
ortaya çıkmaktadır. Bu zaman farkı ise, (Tarihsel Maddecilik son duruşmada,
toplumu değiştirme iddiasındaki insanların bir mücadele aracı olarak iş
göreceğinden), onun bu işlevini görmesini ek olarak güçleştirmektedir.
Hegel bu soruna, Minerva’nın
kuşu akşamın alaca karanlığında öter diye değinmişti. Yani bizler olaylar
olup bittikten sonra, sonuna doğru olup bitenin ne olduğunu anlamaya,
ayaklarımız suya değmeye başlardı. Ama bu, günün bitişi ile kuşun ötüşü, olgu ile onun anlaşılması arasındaki makas
da giderek açılmaktadır. Yani kuşlar
artık gün biterken, akşamın alaca karanlığında değil, ertesi gün ya da birkaç
gün sonra ötebiliyor. Yani biz daha olguları anlamaya uğraşırken, toplumsal
pratik bakımından onlar olaylarca aşılmış bulunuyorlar.
Örneğin kültür sosyolojisi alanında bu son yıllarda çok
açık görülüyor. Her hangi bir davranış kodu, müzik veya giyimin anlamını
sosyologlar daha araştırmaya başlarken, verileri toplanıp sınıflanmaya
çalışılırken, birkaç yıl geçiyor ve bu birkaç yıl içinde başka bir kuşak başka
kotlarla ortaya çıkıyor. Öbürküler ise, yaşları büyüdüğü için başka kotlara
yöneliyor ve araştırma konusu olan
fenomen ortadan yok oluveriyor.
Sorun elbette kültür sosyolojisiyle ilgili değil, toplumu
değiştirme mücadelesiyle de ilgili. Toplumsal ve sınıfsal memnuniyetsizlikler ve protestolar kendini genellikle kültürel
formlarda dışa vurmaktadır. Hatta politika bile çoğu kez bu kültürel dışa
vuruşun bir aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla toplumu değiştirme
mücadelesinde bu sorunların pratik bir önemi vardır. Ama olgunun ortaya çıkışı
ve yok oluşu ile onun anlaşılması için gereken zaman arasındaki oransızlık,
adeta anlaşılma olanağını yok etmekte, anlaşıldığı an ise olgunun kendisini
anlamanın pratik bir anlamı kalmamaktadır.
Bu kültür sosyolojisiyle ilgili örnek ekstrem bir örnek
gibi görülebilir. Daha başka bir örnek verelim.
Örneğin yirminci yüzyıla damgasını vuran Bürokratik
Diktatörlükleri ele alalım. (Ki bunlar yine de bir uzun dönem kapsıyor.)
Bunların kapitalist mi, bürokratik olarak yozlaşmış bir işçi devleti mi ya da
başka bir şey mi oldukları üzerine henüz çok ciddi bir tartışma yapılmadan,
(Yapılanlar aslında sadece Troçkist, yani klasik Marksist gelenekten gelenler
arasındadır.) mahiyetleri hakkında el yordamıyla bir şeyler bulunurken bu
devletler fiilen yok oldu. Artık pratik politik mücadele, sosyal pratik
bakımından bir anlamları yok, onları şöyle ya da böyle tanımlamanın. Diyelim
ki, bu arada, her türlü veriye daha rahatça girilebildiği için, çok daha zengin
ve doğrudan malzemeye dayanılarak, bu devletlerin ne olduğu hakkında daha
gelişmiş ve tutarlı bir teori ortaya koyulsa bile, bunun pratik politika
bakımından, Sümer toplumunun sosyo ekonomik karakterinin ne olduğundan daha
fazla bir önemi olmayacaktır, ancak metodolojik düzeyde yeni sonuçlara yol
açarsa, bu sonuçların dolaylı bir etkisi olur.
Ama burada bizzat bu gelişmeyi engelleyen başka bir
sorunla karşılaşıyoruz. Engels’in dediği gibi, bilimlerin ilerlemesinde
ihtiyaçlar, onlarca üniversiteden daha büyük etki yaparlar. Yani o yok olan
bürokratik devletler hakkında gelişkin bir teorinin ortaya çıkabilmesi için,
onların biraz sorun olarak, toplumsal mücadelenin bir sorunu olarak ortada olmaları
gerekir. O ülkelerin kendileri tarihe karıştığında, toplumsal mücadelenin bir
konusu olarak ortadan büyük ölçüde kaybolduklarında, onlar hakkında gelişmiş
bir teoriyi zorlayacak itici güçler yok olur.
Bu toplum bilimin gerçekten yeni bir sorunudur. Karşısına
her an öylesine muazzam bir yeni olgular yığını çıkmaktadır ki, bunların her
hangi birine yönelme fırsatı bulamadan onlar yok olmaktadır. Ava giden bir
avcının, önünden birden bire onlarca kuşun havalandığını düşünün. Avcı daha
bunların her hangi birini seçip, tüfeğini doğrultuncaya kadar kuşlar gözden
yitmekte bu arada başka kuşlar havalanmaktadır.
Böylece sosyoloji ciddi bir açmazla karşı karşıya
bulunmaktadır. Var olanı daha açıklayamadan o değişmekte, toplumsal pratik
bakımdan giderek daha geriden geldiğinden, toplumsal pratik ile teori
arasındaki ilişkide bir kopukluk ortaya çıkmaktadır. Ama sabitlenmiş yani olup
bitmiş olgular yığını ise giderek akademik
bir ilginin alanına kaymaktadır. Bu gün Sovyetler Birliğinin Karakteri, Babil
veya Sümer toplumunun karakterinden daha fazla canlı politik mücadeleyi
ilgilendirmemektedir.
Tabii burada eğilimlerden
söz ediyoruz, bunları mutlaklaştırmamak gerekir. Elbette Sovyetlerin
karakteri hakkında bir şeyler söyleyecek durumdaydık. Elbette yeni olgular hakkında
belli bazı hükümlere varabiliyoruz. Ama burada eğilimleri ele almak, anları
anlamak için kabartmak durumundayız.
Yeni ortaya çıkan Olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile
ve onun anlaşılması arasındaki zaman makasının açılması, ister istemez, toplumsal
ve politik mücadelede “sezginin”, “içgüdünün” öne çıkmasına yol açmaktadır. Ama
politik “seziş” ya da “içgüdü” dediğimiz nedir? Bu sadece sınıfsal konumdan
kaynaklanmaz, aynı zamanda içselleşmiş tortusu kalmış, adeta kültür gibi
içimize işlemiş metodolojidir, mantıktır. Ama bu mantık ve metodolojinin böyle
bir “içgüdü” ya da “seziş” haline gelebilmesi için mükemmelleşmiş ve bu
biçimiyle özümlenmiş olması gerekir.
Böylece Tarihsel Maddeciliğin, günümüzün olgularıyla
doğrudan ilgisi olmayan kavramları ve yasaları, metodoloji ve mantık
kanallarından sosyal pratik alanında tekrar bir pratik işlev kazanırlar bizlere
kazandıracakları “iç güdüler” sezgiler aracılığıyla. Yani bizlere zaman
kazandırırlar, kredi açarlar. Teori pratik bağlantısı, bu derin dip akıntısı
aracılığıyla yeniden kurulur. Ama bu bağlantı artık bir “sezgi”, bir “içgüdü”
gibi görünür.
İç Tutarlılığı Olan Bir Kavram Sisteminin Yokluğu
Ama sorun bu kadarla bitmiyor. Teorinin bu günkü
durumundan gelen başka sorunlar da var. Teorinin bir bilançosu ortaya
çıkarıldığında şu görülür. Çeşitli alanlara ilişkin teoriler arasında da, onun
en temellerinde de kullanılan kavramlar ve teoriler, bir tek bütünsel kavram
sistemi içinde toparlanmaya muhtaçtırlar.
Bunu bir analoji ile açıklamayı deneyelim. Modern
astronomi ve fizik aslında bir tek bilim olarak kaynaşmış, aynı alanı farklı
araçlarla izleyen farklı araştırma yöntemleri düzeyine kadar inmiştir farkları.
Evrende uzaklara baktıkça onun eski haline bakılmış olmakta; çekirdek fiziği
araştırma merkezlerinde ise parçacıklara daha büyük enerjiler yüklendikçe, daha
büyük sıcaklıklara ulaşıldıkça da yine evrenin deha eski dönemleri hakkında
yeni veriler toplanmaktadır. Bütün bu veriler ışığında de bunları açıklayan
teoriler geliştirilmektedir.
Şimdiye kadar yirminci yüzyılın başında ortaya koyulan
iki büyük teori bütün bu deneyler ve yeni olgular imtihanını başarıyla geçmiş
bulunuyor. Kuantum ve Rölativite teorileri. Eğer kaba bir tanım yapmak
gerekirse, hızlandırıcılarda atom altı parçacıklarla uğraşanlar, daha çok
Kuantum teorisinin kavramlarıyla iş görüyor ve ön görülerde bulunuyorlar;
evreni gözleyen astronomlar ise Rölativite teorisinin araçlarıyla. Diyelim ki,
hızlandırıcıda yapılan deneyde, ölçümler birbirine uymayınca, nötrino adı
verilen bir parçacığın olması gerektiği var sayılıyor; bu parçacıkların
yıldızlardaki, dolayısıyla Güneş’teki reaksiyonlarda ortaya çıkması gerektiği
ön görülüyor. Ve gerçekten de, kullanılmaz maden ocaklarında büyük sıvı
kütleleri ve dedektörlerle yapılan ölçümlerle bunlar bulunuyor. Her iki teori
de parlak bir biçimde doğrulanıyor.
Ancak, bu iki doğru teori bir tek kavram sistemi içinde
değil. Bu bütün fizikçilerin rahatsızlığını hissettiği ve aşmaya çalıştığı bir
durum. Bu iki teoriyi aynı kavram sistemi içinde toplayacak ama hala bulunmamış
ve keşfedilmeye çalışılan teorinin kendisi olmadan adı bile var: “Birleşik
Alanlar Kuramı” veya “Herşeyin Kuramı”. Fizikçiler bu ikisi de doğru;
deneylerin ve olguların sağlamasını başarıyla geçen bu iki teoriyi bir tek
bütünsel kavram sistemi içinde tanımlamayı temel hedeflerinden biri olarak
koymuş bulunuyorlar.
Benzer sorunlar, Tarihsel Maddecilikte de var. Örneğin
bunların en önemlisine Perry Anderson, Tarihsel Maddeciliğin tarihini ele
aldığı, Türkçe’ye “Batıda Sol Düşünce”
diye çevrilen, “Batı Marksizmi” adlı
eserinin devamı olan, Tarihsel
Maddeciliğin İzinde adlı çalışmasında değiniyor: Özne ve Yapı ilişkisi. Yani tarihi bir sınıflar mücadelesi olarak ele alabilir ve sınıflı toplumlar
tarihini bu açıdan inceleyebilirsiniz. Ama aynı zamanda aynı tarihi, Ekonomi ve
Üst Yapılar olarak da
inceleyebilirsiniz ve yine doğru sonuçlara ulaşabilirsiniz. Ama bu ikisi, bir kavram sistemi içinde değildir;
farklı paradigmalar, farklı sistemler olarak bir aradadırlar. Tıpkı Kuantum ve
Relativite gibidirler, ikisi de geçerlidir ama aynı zamanda farklıdırlar.
Bu sorunla Hikmet Kıvılcımlı, bilinçsizce yüz yüze gelmiş
ve bir çözüm denemesinde bulunmuştur. Bu Özne ve Yapı paradigmalarının
farklılığı ve bir tek kavram sistemi içinde tanımlanmış olmaması, Antik tarihin
ele alınmasında ve açıklanmasında ciddi bir sorun yaratmıştır, (çünkü antik
tarihte devrimleri sınıflar değil barbarlar yaparlar, sınıfı Kapitalizmde
ekonomi dolayımıyla nispeten yapıya bağlamak mümkündür ama barbarla
karşılaşılınca bu öznede, temeldeki farklılıktan doğan sorun daha olgun bir
biçimde ortaya çıkar) ve bu ayrılığı bilinçsizce aşma çabası, Kıvılcımlı’nın
Üretici Güçler kavramlarını daha farklı yorumlarla tanımlamasına yol açmıştır.
Özne ile Yapı arasındaki bu farkı, Üretici Güçler kavramına, Tarih ve Kollektif
Aksiyon’u sokarak çözmeyi denemiştir. Yani Yapının en derindeki özü, yani
Üretici Güçler aynı zamanda Özneler olarak (Kollektif Aksiyon, İnsan,
Barbarlık) tanımlanmıştır. Elbette bu kafadan uydurma teori, bir tahrif
değildir, büyük ölçüde Marks-Engels’e ve her şeyden önce de olgulara dayanmaktadır
ama onlarla ciddi bir farklılığı da içermektedir ve Antik Tarihi açıklamakta
son derece başarılı işlev görmektedir, tıpkı kuantum teorisinin atom altı
parçacıklar alanında gördüğü gibi. Öte yandan Troçki, Sovyet Devleti’nin sınıf
karakterini ele alırken Kıvılcımlı’dan daha farklı, daha ziyade
Marks-Engels’inkine daha yakın bir kavram sistemine dayanmakta, ama korkunç
benzer sonuçlara ulaşmaktadır. Kıvılcımlı’da “Devlet Sınıfları” Troçki’de
“Bürokrasi” birbiriyle uyumlu ve ele aldıkları olaylar da uyumlu ama aynı
zamanda farklı sistemlere dayanan kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır. Yani
tıpkı Kuantum ve Rolativite teorileri gibi, biri mikrokosmosta diğeri
makrokosmosta iyi iş gören teoriler olması ama bu teorilerin bir tek kavram
sistemi içinde bulunmamamsı gibi; Kıvılcımlı’nın Antik Tarih’te çok iyi iş
gören Troçki’nin Kapitalizm ve sonrasında iyi iş gören kavram sistemleri
bulunmaktadır ama bunlar bir bütünsel kavram sistemi içinde birleşmiş
değillerdir. Bütün bunlar Yapı ve Özne arasındaki, yani tarihi sınıflar
mücadelesi, toplumsal güçler arasındaki bir mücadele olarak kavrama ile,
toplumu bir yapı olarak kavrama arasındaki farkın yansımalarıdırlar.
Ama sadece bu mu? Daha ikincil düzeylerde de başka
paradigmalar bulunmaktadır. Örneğin, Feminist paradigma, Ekolojik paradigmayı
ele alalım. Bunların tarihsel maddeciliğin bir tek kapsayıcı kavram sistemi
içinde birleştirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
Toparlarsak, bütün olgulara, teorinin tanımına,
arındırılmasına, geç kalmasına vs. ilişkin sorunları halletsek bile, ortada
aşağı yukarı bu gün fizik-astronominin karşı karşıya olduğu türden çok ciddi
devasa bir görev durmaktadır. Bütün farklı paradigmaları bir bütünsel kavram
sistemi içinde kapsayacak daha yetkin ve gelişkin bir teori.
Peki kim yapacak bunca işi?
*
Dikkat edilirse buraya kadar Tarihsel Maddeciliğin,
teorinin kendisinden gelen sorunlarını ele aldık. Tabiri caiz ise, konu Yapı
idi. Kim yapacak sorusu Özne’yi gündeme getiriyor. Biraz da Özne’den gelen
sorunlara gelelim.
Kapitalist toplumda, Tarihsel Maddeciliğin bütün diğer
bilimlerden temelden farklı bir yanı var. Bilimsel çalışmaların yapıldığı ve
geliştirildiği yer olan, Akademik
Dünya’da Tarihsel Maddecilik yer almaz ve alamaz. Çünkü Toplum hakkında gerçeğin bilgisi ile egemen sınıfın çıkarı
karşı karşıyadır. Gerçek devrimcidir.
Bu aynı zamanda gerçeğin özüne inen bilginin, onun derin
bilgisinin, egemen sınıfın çıkarıyla uyuşmadığının ve uyuşamayacağının değişik
bir ifadesidir. Dolayısıyla bütün akademik kurumlar ve oralarda yer bulan ve
teşvik edilen Sosyolojilerin Tarihsel maddeciliğe karşı olmaları gerekir. Onlar
tam da ona karşı savaş için kurulmuşlardır. Tıpkı Marks’ın emek-değer değer
teorisine dayanan ekonomi politiğin iktisat fakültelerindeki durumu gibi bir
durum vardır Sosyoloji ve Tarih alanında da. İktisat nasıl, kapitalist
ekonomiyi sürdürme tekniklerine dönüşmüş bulunuyor ve sadece ona hizmet ettiği
takdirde var olabiliyorsa, Toplum bilimleri de kapitalist toplumu sürdürmenin
tekniklerine dönüşmüş durumdadır. Dolayısıyla egemen sınıfın üniversitelerinde
ve akademik ortamında, Tarihsel Maddeciliğin var olma ve gelişmesinin koşulları
yoktur. Oralar aksine Tarihsel Maddeciliğe karşı toplum teorilerinin üretildiği
yerlerdir.
Elbet, zaman zaman, artık bilimsel kalitesi inkar edilemeyen
bir Tarihsel Maddeci sosyologun veya Marksist bir ekonomi bilimcisinin bu
ortamda ayrıksı bir yeri olabilir. Burjuvazinin olanakları geniştir, bu gün bir
ölçüde belli bir tolerans gösterebilir. Örneğin Ernest Mandel aynı zamanda
Akademik kariyeri olan bir insandı. Ama bunlar da esas katkılarını akademik ortamda ve akademik ortam aracılığıyla
yapmazlar; Akademik faaliyet bir bakıma onların hayatlarını idame
ettirmeleri için bir araçtır; gerçekten teoriyi
geliştirme gerekliliğini ve olanağını yaratan toplumsal pratiğe daha fazla
zaman ayırmanın bir aracıdır. Onlar bu katkıları Akademik kariyerleri sayesinde değil, ona rağmen yapmışlardır.
Ya da tamamen bilimsel kaygılarla yapılan bir keşif veya
bir ilerleme, Tarihsel Maddeciliğin korkusuzca sahip çıkabileceği bir sonuç
içerebilir. Ama bu koşulda bile o sonuç çoğu kez, Tarihsel maddeciliğe karşı,
bir dünya görüşünün bir aracı gibi ortaya çıkar.
Bu soyut gibi görünen ifadeye, daha önce sözünü
ettiğimiz, Gelner’in Ulus Teorisi bir örnektir. Ulusçuluğun ulustan önce
geldiği, türünden, adeta bu alanda, Tarihsel Maddecilik için de bir Kopernik
devrimi yapan teori, Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde sunulur.
Ya da daha önce de değinildiği gibi, Focault’un, hastane,
hapishane gibi kurumlarla ilgili katkıları. Bunlar gerçekten Tarihsel
Maddeciliğin hiç korkusuzca sahip çıkacağı, hiç de onlardan yapısalcıların veya
post yapısalcıların veya post-modernistlerin çıkardıkları sonuçları çıkarmak
zorunda olmadığı; Tarihsel Maddeciliğe muazzam bir katkıdır. Tarihsel
maddecilik, bu çalışmalar aracılığıyla, işçi sınıfının nasıl burjuva devletini
sınıfsız topluma giden yolda nasıl bir araç olarak kullanamaz ise, burjuva
uygarlığının kurumlarının, örgütlenme mekanizmalarının, hatta bunların
yoğunlaşmış ifadesi olan binaların, maddi araçların da kullanılamayacağını
öğrenmiştir ya da öğrenmelidir. Bu sadece siyasi değil, günlük hayattaki
araçların tarafsız olmadığı, çok temel bir ilerlemedir. Böyle bir anlayışta,
örneğin Taylorizm, sosyalizme giden bir araç olamaz artık. Bu İşçi sınıfının,
başka bir uygarlığı programlaştırmak gerektiğini gösterir. Gerçekten de,
örneğin Gellner’in Ulusa veya Focault’un kurumlara ilişkin çıkardığı teorik
sonuçlara sahiplenen ve bunları kendi kavram sistemi içinde özümleyen bir
Tarihsel Maddecilik olmadan, bu günün dünyası için bir program oluşturulamaz.
Hatta başka bir program anlayışına, bir uygarlık programı ve tasavvuruna
ulaşılamaz.
Ama Tarihsel maddeciliğe bu katkılar, sosyalizme ve
Marksizme karşı bir haçlı seferinin aracı olarak da ortaya atılmışlardır.
Akademik dünyada, üniversitelerde başka türlüsü de mümkün olamaz zaten.
Hasılı, Tarihsel
Maddeciliği geliştirecek özne, akademisyenler ve aydınlar dünyasında var olamaz.
Ama bu çok ciddi bir sorun yaratır.
Düşünelim, her hangi bir Paleontolog veya Astronomi
profesörü, lise üniversite gibi klasik bir eğitimden sonra, uzun araştırma
pratikleri ve uzmanlaşma eğitimlerinden geçer. Bir yığın konferanslara katılır.
Kendi bilim dalının uzak sınırlarındaki çalışmaları yakından izler. Genellikle
bunları bir bilim adamları-kadınları çevresinde yapar ve sonunda kendisi de bu
tartışmalara katılır. Ortada uzun ve meşakkatli bir yol vardır.
Tarihsel Maddeciliğin konusu olan toplumun karmaşıklığı,
fizik veya biyolojik dünyayla kıyaslanamayacak yüksekliktedir. Bu bilim alanında çok daha köklü ve derin bir
bilgi birikimi ve hazırlık gerekir. Ama akademik dünyada yeri olmaması
nedeniyle, Tarihsel maddecilik, yani Toplumbilim söz konusu olduğunda, bütün
bunların gerçekleşmesi mümkün değildir, çünkü akademik dünyada yeri yoktur ve o
dünyanın kendisi ona karşıdır.
Geçmişte Tarihsel Maddecilik bu açığı fiilen şöyle
gidermiştir: İşçi hareketin yükselişi, kapitalizmin bunalımları, bu akademik ve
bilimsel eğitimi yapmış burjuva
aydınlarının taraf değiştirmesine yol açmıştır. Tıpkı, gelişmiş ülkelerin
beyin ithali gibi, işçi sınıfı burjuva felsefe ve sosyal bilimlerinin en iyi
beyinlerini ithal etmiş kazanmıştır. Tarihsel Maddeciliğe Katkı yapan ve onu
geliştiren, Marks’tan Adorno’ya kadar, herkesin durumu aşağı yukarı budur.
Ama işçi sınıfının gerek Stalinizmin tarihi felaketi
nedeniyle öznel; gerek dünya işçi
sınıfının siyah beyaz bölünmesi
nedeniyle nesnel nedenlerle burjuva
uygarlığının krizi karşısında ona son verecek bir güç olarak hiçbir yerde ve
şekilde görülmemesi, Tarihsel
Maddeciliğin beyin kaynağını kurutmuştur. Artık entelijansiyanınn en iyi
beyinleri taraf değiştirmemektedir. Hatta, gençlik yıllarında, örneğin altmış
sekizlerde olduğu gibi, belli bir konjonktürün etkisiyle işçi sınıfı saflarında
işe başlayanlar, burjuvazinin tarafına geçmektedirler ve geçmişlerdir.
Böylece, korkunç bir kendi
üzerine kapanıp daralan çember çıkmaktadır. İşçi hareketinin yokluğu
Aydınların ona akmasını engellemekte; onların olmayışı, Tarihsel Maddeciliğin
ve sosyalizmin bir canlanma ve yenilenme yaşamasını olanaksızlaştırmakta; bunun
sonucunda sosyalist ve işçi hareketinin tekrar canlanması daha zorlaşmakta ve
bu böylece gitmektedir tıpkı bir kara delik gibi.
Bu durumda kimler kalır geriye, Tarihsel Maddeciliği
geliştirecek? Bu eksikliği giderecek başka gelişmeler var mıdır? Devrimci
hareketlerin militanları ve işçiler mi? İşçileri, en geniş anlamıyla aydınların
önemli bir bölümünü de içeren, ücretliler anlamıyla ele alalım.
Bu koşulda beden işçilerinin bu öğretiyi geliştirmesi,
adeta olanaksızdır. Yaşam savaşı, kol işçilerinin kültürel yapısı, yani
zamansal ve kültürel koşulların yokluğu bunu engeller. Tıpkı yeryüzünde hayatın
ortaya çıkabilmesi için, bir çok ön koşulun bir araya gelmesi gibi, Tarihsel
Maddeciliğin geliştirebilecek kişisel kaliteler için de bir çok koşulun bir
araya gelmesi gerekir. Ama bu koşullar yoktur beden işçilerinde.
Marks-Engels’in çağdaşı Joseph Dietzgen, ki Tarihsel maddeciliği
Marks-Engels’ten de bağımsız olarak keşfetmiş bir işçidir, o dönemin zanaatkar
ve entelektüel, artık var olamayan bir işçi sınıfının üyesiydi. Onun keşfi
bile, otodidaktlara has eksikliklerle maluldür. Kaldı ki o tek örnektir ve
ondan sonra bir daha benzeri görülmemiştir. Günümüzün, korkunç yabancılaşmış
emeğiyle, makinenin basit bir parçası haline gelmiş, insanlıktan çıkmış
işçisinin, geçmişin zanaatkar işçilerinin gösterdiği türden, bu tür göz alıcı
başarılan göstermesi olanaksızdır adeta.
Aydın ücretliler bir umut gibi görünüyor. Ama onların
büyük çoğunluğu, zaten işçi sınıfının
daha imtiyazlı zümrelerine dahildirler. İleri ülkelerde olanları zaten
dünya işçi sınıfının bölünmesinde beyazların içindedirler. O bakımdan oralardan
bir atılım beklemek hayal olur. Kültürel temeli bir ölçüde olsun
karşılayabilecek durumda olsalar bile.
Geri ülkelerde olanları ise, o geri ülkenin
standartlarına göre, nispeten, iyi koşullarda yaşadıkları için onlar da var
olan düzeni köklü değişikliklere uğratma eğilimi taşımamaktadırlar bugün. Bu
eğilim yoksa, insanların Tarihsel Maddeciliği öğrenme ve geliştirme ihtiyaçları
da olmayacaktır. Ya da örneğin çeşitli ulusal baskılarla radikalleşme ve
politize olma eğilimi gösterenleri ise, daha günümüzde milliyetçiliğe, burjuva
ideolojilerine eğilim göstermektedirler.
Geriye ne kalır? Şu veya bu ülkede, toplumsal mücadelenin
belli bir yükseliş momentinde radikalleşen gençler ya da radikal marjinal
grupların taraftarları olan militanlar.
Ama bunların tarihsel maddecilik ile karşılaşmaları, ona
ilgi duymaları neredeyse olanaksızdır. Karşılaşanlar onun tahrifatlarıyla
karşılaşırlar. Kültürel hazırlıkları ve birikimleri yoktur. Çoğu zaten birkaç
yıl sonra, dalganın çekilişi veya yaşın kemale ermesiyle kaybolur giderler.
Bu hareket veya grupların dergilerinde, birkaç yıllık
politik tecrübesi olan, birkaç klasiği okumuş, derin bir felsefe ve tarih arka
planı olmayan, aslında Tarihsel Maddecilik alanında da hemen hiçbir şey
bilmeyen militanların Tarihsel Maddeciliğe “katkıları” görülür. Bunlar ise,
Tarihsel maddeciliğe katkı olmak bir yana, zaman ve enerji kaybından başka bir
sonuca yol açmazlar.
Matematikte meşhur klasik problemler vardır, örneğin bir
pergelle bir açıyı üç eşit parçaya bölmek veya Fermat Teoremi gibi. Bu gibi
problemlere ilişkin olarak, bir dönem her yıl yüzlerce amatör matematikçi
Bilimler akademilere çözümlerini yollarlar ve kontrol edilmesini beklerler.
Aslında bu yollananların tamama yakını meslekten bir matematikçinin hiçbir
zaman yapmayacağı temel hatalarla doludur. Bunların kontrolü ve işe
yaramazlıklarının gösterilmesi gerçek matematikçilerin muazzam bir zaman ve
enerji kaybına yol açar. Bu yükten kurtulmak için matematikçiler sonunda, her
hangi bir ciddi matematik dergisinde bilimsel bir makalesi yayınlanmamış
kimselerin çözüm önerilerinin ciddiye alınmaması kararı alınır. Çünkü, bunların
her hangi birinin çözüm içerme olasılığı, dünyada bir delinin daha fazla olma
olasılığından daha azdı.
Matematikçiler, akademik otoritelerine davranarak böyle
davranabilirler. Ama Tarihsel Maddeciliğe gelince işler değişir, böyle hiçbir
temel matematik bilgisi olmayanların, örgütler yönettiklerini düşünün. O örgütün veya toplumsal hareketin gücü,
bilimsel hiçbir değeri olmayan “katkıların” güçlü olduğu kanısına yol açar
ve Bilimler Akademisinin matematikçileri gibi, bunları okumayacağım da diyemezsiniz.
Çünkü eni sonu, sosyalizmle ilgili olduğunu düşündüğünüz insanlar onları
okumaktadırlar ve onlara ulaşmak zorundasınızdır. Ondan sonra işi gücü bırakıp,
en alfabetik konularda yanlışlarla dolu “Fermat Teoremi” çözümleriyle
zamanınızı harcamak zorunda kalırsınız.
Bunun nasıl bir şey olduğunu görmek isteyen, birkaç
yıldır yazdığımız yazıları astığımız ve onlara yönelik eleştirileri de
topladığımız Yazılar ve Yankıları
Forumunun Arşivini inceleyebilirler. Yazılmış yüzlerce yazıya yapılmış binlerce
eleştiri arasında, alfabetik düzeyde hata yapmayan eleştiri sayısı bir elin
parmaklarından azdır.
Yani, Tarihsel Maddecilikle, bir şekilde ilgilenenler bile, aslında onun gelişiminin
önünde bir engel olarak ortaya çıkarlar. Güç ve zaman kaybından başka bir şeye neden olmazlar. Dünyadaki sol
ve Marksist grupların, çevrelerin, örgütlerin dergileri, aslında bilimsel
bakımdan hiçbir değeri olmayan böyle çöplerle doludur.
Görüldüğü gibi, Tarihsel Maddeciliğin gelişmesi için, var
olanın sistemleştirilmesi için bir özne de ortada görülmemektedir.
Bu koşulların, dünyada işçi hareketinin ve sınıf
bilincinin tekrar doğup gelişmesine bağlı olarak, ne zaman nasıl tekrar
değişeceğine dair bir öngörüde bulunmak da mümkün değildir. Bu yönde hiçbir
umut verici işaret görülmüyor.
Sol kendine gaz vermeyi sever. Amerika veya Cenova’daki
son birkaç kitlesel radikal gösteri hemen yeni bir mücadelenin başlangıcı
olarak selamlandı. Halbuki, aksine işaretler çok daha güçlüdür. İşte en son
Brezilya’da Lula’nın, yani son on yıllarda dünyadaki en canlı ve dinamik işçi
hareketinin, vardığı yer ortadadır. Hal böyleyken, iyimser olmak için neden var
mı?
Geriye ne kalır Tarihsel Maddeciliğe hala ilgi duyup o
alanda bir şeyler yapmak isteyen? Altmış sekizin kabarışından ve belki daha
sonra da kimi bölgesel hareketlenmelerin veya kimi sosyal hareketlerin
yükselişlerinden geriye kalan kılıç artıkları. Ama bunlar da öylesine parmakla
gösterilecek kadar az ki yeryüzünde. Belki bunlardan bir şey çıkabilir. Ama
onlar için bile koşullar öyle sınırlı ki?
Bilimsel Tartışma Yapan Çevre Yokluğu
Her hangi bir bilimin gelişmesinde bir bilim insanları
çevresinin varlığının önemine birçok bilim tarihi araştırmacısı dikkati çeker.
Tarihsel Maddeciliğin tarihi de bunu kanıtlar.
Marks-Engels’in bizzat kendileri bir çevre
oluşturuyorlardı. Daha sonra, Neue Zeit
yıllarında, bu dergi aracılığıyla tartışan, birbirinin düşüncelerini bilen
Marksistler kuşağı vardı. Lenin’ler, Troçki’ler, Plekhanov’lar o bir daha
benzeri hiçbir zaman gelmeyen, Bolşevik Rus Entelektüelleri kuşağı, hep bu
çevrenin ürünüydüler. (Hatta bu kuşağın son temsilcisi kabul edilebilecek
Mandel bile bu çevrenin ürünü sayılabilir. Evlerinde Neue Zeit ciltleri varmış. Böyle bir evde büyümüş.)
Benzeri kısmen Frankfurt Okulu çevresi için de
geçerlidir. O dönemin yükselen işçi hareketinin, başka tarihsel koşulların da
bir araya gelmesiyle Klasik Alman Felsefe Geleneğini içinde taşıyan Yahudi
entelijansiyasını çekmesi aşağı yukarı böyle bir çevre yaratmıştır. Yani “Batı Marksizmi” de bir çevrenin
ürünüdür.
1960’larda da böyle bir çevrenin ortaya çıkışından söz
edilebilir. New Left Review gibi
dergiler, bütün dünyada, Marksizm’in sorunlarına kafa yoran, birbirinin
gelişimlerini, katkılarını izleyen bir sosyalist aydınlar çevresini ortaya
çıkarmıştı. Ve bütün bu dergiler etrafındaki, onları izleyen veya tartışmaya
katılanlar aynı zamanda toplumsal hareketle çok canlı bağlar içindeydiler.
Bu gün ise öyle bir şey dünyada yok. New Left’in yeni çıkışı gibi girişimler görülüyor ama bunlar bile,
gerek Türkiye’deki gerek dünyadaki sosyalistlerin çoğunca ne biliniyor, ne
izleniyor. İzleyenler de canlı ve dinamik bir çevre oluşturmuyor.
Böyle, uluslararası bir bilimsel çevrenin yokluğu, elde
kalanların olsun bir şeyler yapabilmesinin yani Tarihsel Maddeciliğin
gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.
Türkiye’deki Çürüme ve Katmerlenen Korkunçluk
Türkiye’de ise durum daha da korkunç. Önce 12 Eylül’ün,
tam bu darbenin etkisinden kurtulur gibi olurken, çöken duvarın, daha onun
sersemliğini atmadan yükselen şovenizmin ve özel savaş rejiminin darbeleri, tam
anlamıyla bir toplumsal çürüme yaratmış ve elde kalanlarda da Teoriye ilgi
tümüyle yok olmuş, bir parça ilgi gösterebilecekler bile gerilemiş durumda.
Tarihsel Maddecilikle ilgili denebilecek iki dergi
vardır. Birisi Praksis, diğeri Teori ve Politika.
Praksis,
Marksist akademisyenlerin Tarihsel Maddeciliği savunmak amacıyla çıkardığı bir
dergidir, ama bu söylemin ötesinde Tarihsel Maddecilikle ilgisi yoktur. Dergiye
adını veren Praksis gerçek anlamını
yitirmiş, boş bir söze dönmüş, akademik Marksizm çalışmaları anlamını
kazanmıştır. Bir bakıma kendini Marksist kabul eden akademisyenlerin“Toplum ve Bilim” dergisidir, aralarına
bazen çeşni olsun diye eski altmış sekizlileri alırlar. İçindeki yazıların
başlıkları ve ağırlıklı konular listesi bile bunu gösterir. Yazıların çoğu,
metinler arasıdır. Yani bilmem kimin, ki o bilmem kim de gene dünyanın bir
yerindeki bir üniversitede çalışan bir muhtemelen Marksist bir akademisyendir,
bilmem hangi konudaki görüşlerinin veya teorisinin açıklaması, yorumu ya da
eleştirisidir. Örneğin bu yazıda sözü edilen, Tarihsel Maddeciliğin sorunlarına
ilişkin bir tek yazı bulamazsınız. Tarihsel Maddeciliğin böyle kavranışı
görülmez.
Teori ve Politika,
ise, merkezcilerin genel metodolojik hatasıyla maluldür. Aslında konusu
Tarihsel Maddecilik değildir. Felsefeden doğrudan doğruya politikaya sıçrar.
Tarihsel Maddecilik ne yöntemiyle ne de alanıyla onların konusu değildir. Bu
Maocu, Althusserci yöntemsel hatanın üzerinde yükselir. Aynı metinler arasılık
burada da görülür. Ama buna rağmen Teori
ve Politika’da Praksis, yani teorik pratik, ama bir akademisyenin teorik
pratiği olarak değil, toplumsal mücadelenin bir gereği olarak Praksis, Praksis dergisiyle kıyaslanmayacak daha
sıkı bir bağlantı içindedir.
Ama bu dergilerin esas sorunu, bütün dünyadaki, Marksist
teorik dergilerin çoğunun esas sorunudur. Akademik Marksizm’in labirentlerinde
yollarını kaybetmişlerdir. Onun dışında başka bir Marksizm olabileceğini
düşünmezler, varlığını bilseler bile onu hor görürler.
Bunlarda Troçki, Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı gibilerin
Tarihsel Maddeciliğe katkıları ne tartışılır ne de bir kavramsal temel olarak
alınır.
Mao, Althusser, Laclau gibi, aslında Klasik Tarihsel
Maddeciliğin dünyasıyla ilgisiz, bir takım felsefi genellemelerden direk
toplumsal mücadelenin sorunlarına atlayan, Tarihsel Maddeciliğin kavram
sistemine dayanmayan ve öyle problemleri olmayan yazarları ya da bunlar gibi
veya bunların suyunun suyu düşünürleri veya dünyanın her hangi bir
üniversitesindeki Marksist akademisyenlerin dediklerinden başka konuları yoktur.
Bir parça dikkatli okuyucu, bu sunuşta Tarihsel
Maddecilik, onun sorunları ve alanları ve gelişimi hakkında açıklanan kavrayış
ile bu dergilerde ifadesini bulan sorunlar arasında büyük bir uçurumu hemen
görebilir. Bu uçurumun varlığının nedeni bizim tamamen bunların dışladığı,
kaynağa yönelik bir geleneğe bağlılığımızdır. Bu dergilerde ifadesini bulan
gelenek, Tarihsel Maddeciliğin önündeki çok ciddi bir engeldir. O dergilerde
tartışılan konular ve sorunların ortaya koyuluşları birer labirenttirler ve labirent
olarak engeldirler. Onların karşısında yapılması gereken, Occamlı’nın
usturasıyla yaptığı gibi, onların problemlerini kesip atmaktır. Bir kaynağa
dönüş gerekmektedir.
Bunu şöyle ifade edelim. Muhammet, İslamiyet’i kurarken
doğrudan doğruya kutsallık zırhıyla korunmuş İbrahim geleneğine başvurur.
Sonraki tarikatları, Hıristiyanlığı vs. bir ustura darbesiyle kesip atar, bir
kenara iter. Bunu Hikmet Kıvılcımlı, çok nefis açıklamaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin ihtiyacı olan budur. Kaynaktaki ve
gelişmiş kavramsal araçlarla, kaynakta yapıldığı gibi, olayları ele almak ve
oradan yola çıkmak gerekmektedir. Yani bizzat Marks-Engels’in o teoriye
vardıkları gibi olaylardan hareket etmeli, olayları ele almalıdır. Yoksa
Marks-Engels’in eserinin bilmem kimce yapılmış yorumunun, örneğin Althusser’in
diyelim, nasıl okunacağı üzerine yazılmış bir yazının eleştirisinin eleştirisi
gibi konuları, bir kalemde, tıpkı Occamlı’nın usturasıyla keser gibi, kesip
atmak gerekmektedir. Akademik ya da skolastik Marksizm’in labirentlerinde zaman
ve enerji kaybedilmemelidir.
Ama sorun böyle koyulduğu an, bütün akademisyen
Marksistler zaten birer burun kıvırmasıyla ve küçük görmeyle uzak
duracaklardır.
Görüldüğü gibi ortaya korkunç uyumsuz bir tablo çıkıyor. Ortada devasa bir teorik görevler duruyor,
ama onları yapabilecek bir özne dünyada neredeyse yok derekesinde,
Türkiye’de ise daha da kötü. Bu nasıl aşılabilir? Bilmiyoruz.
Ama hiçbir şey yapmamak da olmaz. Süt kabına düşmüş fare
gibi çırpınmaya devam etmek zorundayız. Belki çırpınmalarımız, sütün içinde
katı yağ küreciklerinin oluşmasına ve o katı yağ küreciklerine dayanarak
umutsuz durumdan kurtuluşa yal açabilir.
İşte Tarihsel Maddecilik sitesiyle bu yönde bir bakıma
bir yoklama çekmek, bir keşif devriyesi çıkarmak amaçlanıyor. Yani yukarıda
koyulduğu gibi sorunları sorun edenler varsa, sorunlar yığınını öyle
tanımlayanlar varsa onların bir diyalogu, bir tartışmayı başlatıp
sürdürebilecekleri bir “mekan”, bir “ilişki ortamı” sağlanmaya çalışılacak.
Bu olmadıkça hiç bir adım atılması mümkün değildir.
İnternet bu anlamda, en dağınık olanların bir arada
yoğunlaşması için teknik olarak nefis bir olanak sunuyor. Acaba bu olanak,
böyle bir yoğunlaşma için küçük bir itilim sağlar mı? Bilmiyoruz? Ama böyle bir
ihtiyacın olduğu ortadadır. O halde denenebilir. Kimsenin söyleyeceği yoksa en
azından bizim söyleyeceklerimiz var.
Sosyalizmin Sorunları
Bu sitenin bir adının ikinci bölümü var: Sosyalizmin Sorunları.
Tarihsel Maddecilik bölümü bir bakıma, Almanların “Grundlagenforschung”, Temel Araştırmalar dediklerine denk
düşüyor. Doğrudan sosyal pratikle bağı görünmeyen, ama sonuçları alt üst edici
olan çalışmaların alanıdır: Tarihsel Maddecilik. Tarihsel Maddecilik, zaten onu
kabul edenlerle sınırlıyor alanını.
Ama Sosyalizmin
Sorunları böyle değil. Orada eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum uğruna
mücadelenin, sorunları tartışılacak. Tıpkı uygulamalı
bilimler gibi. Sadece Marksistleri kapsaması söz konusu değil, bu uğurda
mücadele eden tüm görüşleri, Anarşizmden Ütopik Sosyalizme veya Feminizme kadar
kapsamak zorunda.
Bu ikisi birbirini tamamlayacaktır. Tarihsel Maddecilik,
Sosyalizm Sorunları bağlamında ortaya çıkar sorunlara bir cevap bulma
çabasından itilimini alır, ve diğer cevaplarla tartışma içinde, mücadele içinde
kendini geliştirebilir.
Burada, Tarihsel Maddecilik konusunda yaptığımız gibi,
Sosyalizmin Sorunları’nın bir bilançosunu çıkarmak gerekmiyor. Bunlar bizzat bu
sitenin içeriğinde tartışılacaktır. Aslında sorunların neler olduğunun kendisi,
sorunların tanımlanmasıdır esas sorun ve ayrılık noktası. Bu nedenle, bu sorunları açık bırakmak yerinde
olacaktır.
Pratik Bir Öneri
Bu site de daha önce Kürdistanlı
Sosyalist sitesinin çağrısında ifade edilen biçimde, bir tür Teorik bir
Linux gibi çalışacaktır. Forum ve e-Grup’taki tartışmalar sonunda ortaya çıkan
en kaliteli metinler, bir dergi biçiminde toparlanacaktır. Yazarlarının,
tartışmalarının, yazı kurulunun herkesin önünde tartıştıkları, herkesin
katılabileceği katkı ve eleştiri sunabileceği bir ortamdır. Siteye aktif olarak
teknik veya yazı düzeyinde katılanlar, aynı zamanda onun düzenlenişini yapma
hakkına, yetki ve sorumluluğuna da sahip olacaklardır.
Belirsiz ve açıkta kalan noktalar varsa, bunlar bizzat bu
metne yönelik eleştiriler çerçevesinde açıklığa kavuşurlar.
Sitenin adresi alınmış olmakla birlikte, açılmadan önce
bu duyurusunun yapılması ve bu duyuruya göre aktif katılımcılar çıkarsa onlarla
birlikte hazırlanması daha iyi olacaktır.
Demir Küçükaydın
Site Adresi şöyledir:
http.// www.tarihsel-maddecilik.net
Şimdilik İrtibat adresi:
28 Ağustos 2003 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder