(Bir ay kadar sonra yapılacak Marksizmin ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumu’na hazrlık
bağlamında daha önce Marksizimn ve Sosyalizmin sorunları bağlamında söylenmiş
ve yazılmışları derlemeye, bir “hafıza tazelemeye” çalışıyoruz.
Geçmişte söylenenler ve yaşananlar bilinmeden ve
eleştirilmeden; Hegel’in deyişiyle hazmedilip aşılmadan (Aufhebung) daha
ötelere gidilemez hor görülap bilinmeye bile değer bulunmayanlardan gerilere
düşülür..
Birkaç gün önce Sosyalizmin
Sorunları bağlamında 1990’ların başında yazılmış iki yazıyı paylaşmıştık (“Sosyalizmin
Sorunları Üzerine Tartışmaların Tarihine Katkı”).
Bu sefer Marksizm'in Sorunları
bağlamında 1980’lerin sonunda yazılmış iki yazıyı paylaşıyoruz.
Bu yazılar, Türkiye’de “Kuruçeşme
Süreci” diye bilinen “Birlik Tartışmaları”nın
Avrupa’da yapılan paralelinde bildiri olarak sunulmuştu.
Bugün Marksizm'in sorunları üzerine yazacak ve bildiri
sunacak olanların çeyrek yüzyıl önce yazılmış bu yazılardan geriye düşmemeleri;
Amerika’yı yeniden keşfetmeye çıkmamaları dilenir. Yazılarda dile getirilen
görüşler büyük ölçüde doğrulanmış bulunmaktadır.
Eskiden söylenenleri yayınlamaya devam edeceğiz)
Marksizm ve Günümüz Dünyası
Geçenlerde bir burjuva politikacısı "Marx öldü,
İsa yaşıyor" diyordu[1].
Bir burjuva gazetesi "Komünizmin sonu mu, ya şimdi!" diye bir
soruşturma düzenliyor[2].
"İdeolojilerin Sonu" ilan ediliyor. Fransız Sosyolog Alain
Touraine "İnsan Hala Solcu Olabilir mi?" diye soruyor ve Le
Monde'da yayınlanmış bu makale solcu bilinen TAZ tarafından çevrilip
yayınlanıyor.
Ama daha bunlar bir şey değil. Ezilmiş insanlar, uluslar
Marksizm’e karşı, ulusal ve dinsel bayraklar etrafında ayaklanıyorlar. Bu
ayaklanan insanların dilinde "Marksizm", "Komünist",
"Komünizm" baskının, zorbalığın, imtiyazların sembolü olarak
kullanılıyor ve nefretle anılıyor.
Bütün bu artık kanıksadığımız görüntüler on yıl önce en
atılgan hayal gücünün bile sınırlarını zorlardı. Yığınlar ayaklarıyla Marksizm
adına bağlı rejimlere, partilere karşı oy verirken hala Marksizmden söz etmek
garip olmuyor mu?
Marksizm de bütün büyük dinler gibi dünyayı, haksızlığı,
onun nedenlerini, ondan kurtulma olanaklarını ve yollarını tanımlayan bir
öğreti idi ve ancak İslamiyet’in yayılma hızıyla kıyaslanabilecek bir
çabuklukla ezilenlerin, sömürülenlerin beyinlerinde ve yüreklerinde yer
etmişti. Şimdi ise yine aynı yığınlar İslam’ın ya da kilisenin ya da ulusal
kahramanların bayrağı altında, haksızlığa uğrayanlar adına yola çıkmış bu
öğretinin imtiyazlı taraftarlarına karşı ayaklanıyorlar. Kilise kadar olsun
yığınlarla bağlarını koruyamayan bu öğretiyi daha fazla ciddiye almanın bir
anlamı var mı?
Evet, ilk bakışta böylesine umutsuz bir durumda Marksizm.
Öte yandan sadece ezilen yığınlar da değil, Marksizm adına bağlı olduğunu
söyleyen partiler de birbiri peşi sıra pazar ekonomisinin faziletlerini
keşfediyorlar.
Ancak, bütün bunların hiç birisi Marksizm’in insanlığın
kurtuluşu için tek geçerli öğreti olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Değiştirmiyor
çünkü yine Marksizm adına, o öğretiyi savunarak, birtakım insanlar canları
bahasına, Marksizm adına yapılan o işlerin Marksizmle bir ilgisinin olmadığını
söylediler, eleştirel ve ezilenlerden yana olan tavrını korudular ve çok
önceden, aşağı yukarı olayların böyle gelişeceğini öngördüler[3].
Tarihsel materyalizm kendisinin bilincinde olan bilimdir, yani kendi kaderini
de açıklama yeteneğindedir. Bütün bu anakronik gelişmelerin tarihsel maddecilik
tarafından kavranamayacak bir yanı yoktur. Hatta bütün bu olayların gerçek
anlamını kavrayabilmek için tek teori olma özelliğini korumaktadır.
Kaldı ki milli ve dini bayrakların hiç biri insanlığın
ezilen çoğunluğunu kapsayacak bir program geliştirme yeteneğinde değildir.
Onların yetersizliği ve yozlaşması sanıldığından çok daha hızlı görülecektir.
Bu süre insanların yaşam süreleri bakımından belki biraz uzun, ama insanlık
açısından son derece kısa olacaktır.
Bizler açısından, yığınlar sosyalizme karşı değil, ama
sosyalizmi bayrak yapmış kastların imtiyazlarına karşı ayaklanmaktadırlar;
kapitalizmi getirmek için değil, bürokratik ve keyfi "planlama" adlı
plansızlığa son vermek için ayaklanmaktadırlar. Ama yerine ne koyacaklarını
bilemedikleri için öbür tarafı seçme durumunda kalmaktadırlar.
Hayal kırıklığı sanıldığından daha çabuk gelecektir.
Kapitalist dünyanın metropollerinde bile milyonlarca işsiz var. Kapitalist
dünya bir borç denizi üzerinde yüzüyor. Doğu Avrupa'nın entegrasyonunun savaş
sonrasında olduğu türden kar oranlarında, dolayısıyla yatırımlarda bir
yükselişe yol açıp yeni bir yükselen uzun dalga dönemini başlatması zayıf bir
olasılık. Bulvar basınının aksine burjuvazinin ciddi beyinleri en aşırı biçimi
Polonya'da görülen kapitalizm hayranlığı karşısında kara kara düşünüyorlar.
Biliyorlar ki hayal kırıklıkları büyük aşkları kolaylıkla nefrete dönüştürür.
Özetle bütün bu gelişmeler; milyonlarca insanın din ve
milliyetler bayrağı altında Marksizm’den ilham aldığını söyleyen rejimlere ve
partilere karşı isyan etmesi; burjuva politikacıların ve teorisyenlerin
Marksizm’in sonunu ilan etmeleri; devrimci ve eleştirel Marksizm açısından bir
sorun oluşturmuyor. Marksizm ve Günümüz Dünyası ilişkisini şahidi olduğumuz
devasa olaylarla sınırlı olarak anlamak, bir bakıma günümüz dünyasını ve o
dünyanın gerçekten hem bir hareket
hem de bir kurtuluşçu öğreti
ve bilim olarak Marksizm’in
önüne koyduğu ciddi sorunları görmemek olur.
Evet, bugün Marksizm’in bir krizinden söz edilebilir ve
etmek gerekiyor. Bundan çekinmek de gereksiz, toplumsal gerçeği açıklama
iddiasında olan bir öğreti olan Tarihsel Maddecilik bizzat kendi iddia ettiği
gibi bir bilimse, gelişecektir ve bu gelişmesi de elbette evrendeki bütün
değişme ve gelişimler gibi ihtilaçlı, sıçramalı, zaman zaman bunalımlardan
geçen bir karakter arz edecektir. Bu kriz Doğu Avrupa'daki olaylardan ya da
burjuvazinin eleştirilerinden doğmuyor. Aksine Marksizm’e yönelik ciddi
eleştiriler soldan geliyor. Tarihinde
ilk defadır ki Marksizm, insanlığın eşitlik idealine bağlı hareketlerce,
üzerinde gerçekten önemle durulması gereken eleştirilere uğramaktadır.
Marksizm diğer sosyalist akımlar karşısında geçen yüzyılda
gerçekten kolay bir zafer kazanmıştı. Bu kolay zaferin kefareti kendi gelişme
potansiyellerini kullanamaması oldu. Şimdi bir bakıma belki ilk defa bu şansı
elde ediyor.[4]
Son yıllarda entelijansiyanın Marksizm’den uzaklaştığına
şahit oluyoruz. Marksizm entelektüel cazibesini büyük ölçüde yitirmiş
bulunuyor. Bu yitirmeden kastımız sadece, Latin ülkelerinde görülen,
yapısalcılığı ya da piyasa ekonomisinin erdemlerini keşfederek dayanışmacı ve
eşitlikçi bir toplum idealini terk ederek yerini siperlerin karşı tarafında
seçenler değil[5].
Aksine bu ideale bağlı kalıp radikal bir konumu koruma arzusunda olanlar ve
bunun için gerekli gücü Marksizm’de bulamayanlar.
Son yıllarda Marksizm’in entelektüel cazibesini
yitirmesinin ardında Yeni Sağ'ın saldırısı değil "Yeni Sosyal
Hareketler"in varlığı bulunmaktadır.
"Yeni Sosyal Hareketler" varlıklarıyla Marksizm’in
iki tekeline son vermiş
görünüyorlar. Marksizm doğuşundan beri toplumdaki en radikal muhalefeti ve eleştiriyi
temsil ederdi, adeta bu alanda bir tekel kurmuştu. Ama yeni toplumsal
hareketlerin varlığıyla bu tekelini yitirdi. Örneğin kadın hareketi, feminizm
var olan sistemin eleştirisinde yaygın Marksist anlayışlardan çok daha radikal
yaklaşımlar getirdi.
Marksizm aynı zamanda global bir teoriydi. Toplumsal gerçekliğin tüm yanlarını
açıklama ve tutarlı bir kavram sistemi içinde toparlama yeteneğindeydi. Bu
tekelini de yitirdi. Feminist ve ekolojik "paradigmaları" daha büyük
bir sistem içinde özümleyebilmiş değil.
Bütün bunlara bir de işçi hareketinin durumu tüy dikiyor.
Marksizm kaderini işçi sınıfı hareketine bağlamış bir öğretidir. İşçi hareketinin
krizi Marksizm’in de krizini, radikalliğini ve globalliğini yitirmesini
belirliyor. Birkaç örneği hatırlamak yeter.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi sınıfı
gerçekten enternasyonalist dayanışma örnekleri verirdi. Bugün ise işçiler ve
onların partileri ya burjuvalarının safında ya da milliyetçi taleplerle grevler
yapıyorlar. Buna karşılık barış hareketi tek taraflı silahsızlanma önerileriyle
reel işçi hareketinden çok daha enternasyonalist bir karaktere sahip.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi hareketinin
uluslararası örgütleri vardı. Bugün işçi hareketine bağlı olarak yarım
yüzyıllık küçük 4. Enternasyonal
dışında böyle bir örgüt yok. Ama örneğin ekoloji hareketi Green Peace gibi enternasyonal örgütler kuruyor; bunlar emperyalist
ülkelerin gizli servislerinin komplolarına hedef oluyor.[6]
Sadece bu gözlemler bile metodolojik düzeyde bazı soruları
gündeme getirir. Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir. Sınıflar ise iktisadi
ilişkiler içindeki konumlara göre belirlenirler. Ama "yeni sosyal
hareketler" içinde insanlar iktisadi ilişkiler içindeki konumlarından
dolayı yer almıyorlar. Bu durumda bu hareketler sınıfsal hareketler değilse
eklektik olmadan bunu tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde nereye
yerleştireceğiz? Keza iktisadi ilişkiler içindeki konum belirleyici olmadığına
göre, ekonominin son duruşmadaki belirleyiciliği ilkesini korumak nasıl mümkün
olabilir?
Ama ortaya çıkan sorunlar bunlardan ibaret de değil. Bu
"Yeni Sosyal Hareketler" iktisadi ilişkiler içinden doğmamalarına
rağmen, ve dolayısıyla anti kapitalist bir özellikleri olması gerekmezken ve de
Marks’ın temel eseri olan Kapital sermayenin
cinsler, ırklar uluslar karşısında nötr
olduğunu belirlemişken, kullanım
değerlerini araştırma dışı bırakmışken nasıl oluyor da bu hareketler
anti kapitalist bir karakteri daha baştan kendi özlerinde barındırıyorlar ve
kapitalist toplum karşısında gerçekteki işçi hareketinden çok daha radikal
eleştiriler getirebiliyorlar?
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçi hareketi var
olan sistem karşısında en radikal eleştiriyi yapardı. Ama bugün durum tersine.
Örneğin işçiler, diyelim daha iyi arabalara sahip olacak ücretler için grev
yaparken, diyelim ki ekoloji hareketi bizzat araba üretiminin kendisine karşı
çıkıyor. Dün işçiyi devrimci yapan şey, üretilen şeylerin niceliği, yani değişim değeri, sanki onun bu
sorunlar karşısındaki körlüğünün nedeni gibi. İşçi daha uzun tatil istiyor,
daha güzel turizm yerleri istiyor, "Yeni Sosyal Hareketler" tatili,
işi, turizmi sorguluyor.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçiler az çok
diğer ezilenlerin haklarına da ilgi duyarlar ve onlar için de savaşırlardı. En
azından milli hareketler ve köylü hareketleri karşısında böyle bir konumları
vardı. Bugün ise ırkçılık, milliyetçilik, seksizm işçi kültürünün ayrılmaz bir
öğesi gibi sanki. İşçi hareketine her yerde bir korporatizm eğilimi damgasını
vuruyor. Buna karşılık "Yeni Sosyal Hareketler" diğer baskı biçimleri
karşısında reel işçi hareketinden çok daha hassaslar. Kadın hareketi kendi
içindeki ırkçılıkla boğuşuyor. Barış hareketi barışa ulaşmak için barıştan daha
fazla şeyler uğruna mücadele etmek gerektiği sonucuna varıyor. Ekoloji hareketi
"Üçüncü Dünya"nın çöplüğe çevrilmesine, Amazon Ormanları'nın
imhasına, oradaki yerlilere ilgisiz kalmıyor.
Son yirmi yılın en yaratıcı katkıları bu hareketlerin
saflarından geldi. Entelektüel bakımdan, geçen yüzyılın sonunda bu yüzyılın
başlarında işçi hareketinin gösterdiği gibi, bir teorik canlılık gösteriyorlar.
Sadece kadın hareketinin ortaya çıkardığı, dünyayı kavrayışımızda muazzam bir
devrim başaran katkıları hatırlamak bile yeter.
Diğer yandan Marksizm açısından bu hareketler karşısında
en kör göze batacak iki zaaf apaçık ortada duruyor.
Marksizm bu hareketleri öngöremedi. Bu hareketleri yaratan sorunlar ve bu hareketlerin esas teorik katkıları yaptıkları alanlar Marksist öğretinin adeta kör noktalarını, az gelişmiş bölgelerini oluşturuyor.
Bu hareketler radikal bir teoriye ve geleneğe duydukları ihtiyacı özellikle
Anarşist ve Ütopik Sosyalist gelenekte bulabiliyorlar. Marksizm’de kaynak
arayanlar ise, Marksizm’in bu akımlarla aynı sorunları tartıştığı dönemden
alıntılarla yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu kez.
Özetlersek "Marksizm
ve Günümüz Dünyası" başlığı altında tartışılması gereken gerçek sorun,
"Yeni Sosyal Hareketler"in varoluşunun yarattığı sorunlardır.
Bu sorunlarla ciddi biçimde yüzleşmek gerekmektedir.
Bu yüzleşmeden iki sonuç çıkabilir: birincisi, Tarihsel
Maddeciliğin artık bütün bu sorunları kapsayabilecek bir teori görevi
göremeyeceği, bunu başaracak başka bir teoriye ihtiyaç olduğu. Biz bu kanıda
değiliz. Bizim de görüşümüz olan ikinci sonuç, bu alanlardaki zaafın tarihsel
maddeciliğin yapısal niteliklerinden
kaynaklanmadığı, onun gerçek
tarihsel hareketinin bir ürünü
olduğudur. Bütün bu hareketler ve onları yaratan sorunlar ve metodolojik
problemler ve bizzat teorinin bu alanlardaki geriliği kanımızca Tarihsel
Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklanabilir.
Biz bu açıklamanın sadece saf teorik bir sorun olduğu
kanısında da değiliz. Toplumdaki tüm
muhalif hareketleri kapsayacak radikal, devrimci bir program geliştirebilmek
için global bir teoriye ihtiyaç vardır. Bugün, hiç bir zaman olmadığı
ölçüde radikallik, eleştirellik ve bütünsellik birbirinden
ayrılamayacak şekilde birbirine bağlıdır. Böyle bir bütünsel teoriye tarihsel
maddeciliğin kavram sistemi içinde "Sermayenin
Gerçek Tarihsel Hareketi" ve "Eklemlenme" ya da "simbiyoz" kavramlarıyla ulaşılabileceği kanısındayız[7].
Esasında bu kavramlar Marx'ın öğretisinde başından beri
tohum halinde vardırlar, ama daha ziyade gelişmemiş alanlar olarak kalmışlardır.
Gelişmemiş alan olarak kalmasının nedeni ise, Marksizm’in daha ziyade Avrupalı, beyaz ve erkek
işçi hareketinin sınırları dışına pek taşamamasıdır. Taşma yönündeki her
hareket düzgün gelişen bir tarih anlayışıyla hesaplaşmak ve bu kavramlara
dayanmak zorunda kalmıştır.
Böyle bir yaklaşım bizlere sadece "Yeni Sosyal
Hareketleri", onları yaratan sorunları açıklamakla kalmaz; onların pek de
yeni olmadığını; ulusal kurtuluş hareketlerinin antikapitalist karakterini
açıklama olanağı da sağlar.
Bu yaklaşıma ve programatik, stratejik sonuçlarına birkaç
örnek verelim.
Marks’ın bizzat kendisi, ilk başta Avrupa merkezli düzgün
evrim kavrayışına sahipti. Buna göre ileri bir toplum geri olana geleceğini
gösteriyordu. Kapitalizm, kapitalizm öncesi kalıntıları ve üretim biçimlerini
tasfiye ediyordu. Bu yaklaşım, daha sonra sosyal şoven partilerde olduğu gibi,
pekâlâ uygarlaştırma ve tarihsel ilerleme adına geri halkların baskı altına
alınması ve sömürgeleştirilmesini desteklemeye yarar. Keza Marks bile,
Hindistan'da İngiliz egemenliğini alkışlamıştı. Ama daha sonra İrlanda sorununu
incelerken, kapitalizmin İrlanda'dan geri ilişkileri tasfiye etmediğini, ama
onunla bir tür simbiyoza girdiğini ve bu durumun İrlanda Kurtuluş Hareketi gibi
bir devrimci özne yarattığını gördü. Çözüm, metodolojik düzeyde, sermayenin
gerçek tarihsel hareketinde, eski biçimlerle simbiyoz bir yaşama girdiği,
"Eklemlendiği”nden başka bir anlama gelmiyordu.
Engels kapitalizmin çekirdek aileyi parçalayarak gelecek
toplumun koşullarını hazırladığı görüşündeydi, tıpkı Marks’ın Hindistan
konusundaki metodolojik yaklaşımını tekrarlayarak. Buna bağlı olarak da kadın
hareketini bir özne olarak görmüyordu. Modern feminist hareketin en büyük
teorik katkılarından biri Engelsin beklentisinin gerçekleşmediğini göstermek ve
nedenlerini açıklamak oldu: İş gücünün yeniden üretimi için, onun sosyal
masraflarını azaltmak ve kar oranlarını yükseltmek için aile tasfiye edilmiyor
ve güçlendiriliyordu. Kadın Hareketini yaratan temel sorun da buradaydı. Kadın
Hareketi gibi hiç hesapta olmayan bir özne ortaya çıktı. Bilinçsizce uygulansa
ve adı konulmasa bile kullanılan metodolojik araç aynıydı:
"Eklemlenme" ve "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi".
Kanımız, bu kavramların bizlere global bir açıklama ve
radikal bir program geliştirme ve de yeni görev ve güçlere uygun yeni
stratejiler belirleme; Marksizm’e eski entelektüel gücüne kavuşma olanağını
sağlayabileceğidir.
Demir Küçükaydın
26.01.1990 Hamburg
Günümüz ve Marksizm Konusunda
Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine Bir Değerlendirme
Sunuş
Türkiye'deki Sosyalist Birlik tartışmalarına
paralel olarak yürütülen Avrupa'daki tartışmalarda gündem -ya da daha doğru bir
ifadeyle konu başlıkları- olarak, bütün eleştirel kayıtlara rağmen,
Türkiye'deki başlıklar benimsendi. Ancak bunun bir tek istisnası vardı: "Günümüz Dünyası ve Marksizm".
Avrupa'daki tartışmaların gündeminin tespit
edildiği ilk toplantıda gündeme alınıp alınmaması üzerine en çok tartışılan
konu bu oldu. Ancak bu tartışma konunun kendisinden ziyade, Türkiye'deki
girişimle ilişkiler bağlamında bir tartışmaydı. Toplantıda bir grup,
Türkiye'deki girişime "bağımlılığı" vurgularken, diğer grup
"paralelliği" vurguluyordu. Bu, bir bakıma Avrupa'daki girişimin
kendi inisiyatifi ve kişiliği olup olmayacağı üzerine bir tartışmaydı. Bu
tartışma bağlamında, "bağımlılığı" vurgulayanlar Türkiye'dekinden
değişik bir gündem maddesine, somut olarak ta "Günümüz ve Marksizm" konusuna itirazlarda bulundular, yoksa
konunun kendisinden hareketle bir itiraza pek rastlanmadı.
Gündeme biraz zorla girmiş olmasına rağmen,
üzerinde en çok tebliğ yazılan ve en çok ilgi çeken konu yine "Günümüz ve Marksizm" oldu, on
tebliğ sunuldu.[8]
İlgi tebliğcilerle sınırlı kalmadı. Avrupa
çapındaki ilk tartışmada (10 Şubat 1990) ilk gün seçilen dört konudan biri
olmasına rağmen, Ulusal Sorun hariç, diğer konulara kimse gitmediğinden,
tartışılan tek konu yine "Günümüz ve
Marksizm" oldu.
Bu konuda tebliğ sunanlar, toplantılarda sürekli
olarak, ne kafalarındaki sorunları açacak, ne de yeterince tartışacak zaman
bulamamanın sıkıntısını dile getirmişlerdi. Tezlerini doğru dürüst
tartışabilmek için de, ayrıca, kendi aralarında yeterince zaman bulabilecekleri
bir toplantı yapmayı planlamışlar, hatta tartışmalara bir baz olması için,
çeşitli tebliğlerin bir özet değerlendirmesi görevini, bu satırların yazarına
vermişlerdi. Ancak olayların akışı içinde planlanan tartışma yapılamadı.
Aşağıdaki satırlar bir bakıma, tartışmalara bir baz olması düşünülen ama
tartışılamayan değerlendirmenin yazıya dökülmüş halidir. Darısı tartışmak
isteyenlerin başına.
Günümüz Dünyası ve Marksizm'den söz edildiği an,
günümüzde şahit olduğumuz gelişmelerin Marksizm açısından ne ölçüde
kavranılabilir oldukları; bu teoriyle açıklanıp açıklanamayacakları; bu teori
üzerindeki etkileri gibi sorunlar akla gelir. Daha açık ve kısa bir ifadeyle,
"Marksizm geçerli midir?" tartışmasına girilmiş olur.
Ne var ki zorluk tam da bu noktada başlar:
Marksizm ile günümüz dünyasının ilişkisi, herkesçe üzerinde anlaşılmış, net
olarak tanımlanmış iki şeyin ilişkisi değildir. Günümüz dünyasındaki değişiklikler
birçok alanı kapsamaktadır. Aynı şekilde Marksizm dendiğinde anlaşılan da çok
farklı olmaktadır. Bu farklılıklar bir yandan Marksizm'e yüklenen içerikte
(hareket mi, teori mi, ideoloji mi, bilim mi, politika teorisi mi vs.) diğer
yandan da Marksizm'den hangi geleneğin (Maoizm, Stalinizm, resmi sosyalizm,
Batı Marksizm’i vs.) anlaşıldığındadır.
Bu nedenle sunulan tebliğlerin günümüz ve Marksizm
ilişkisi bağlamında ne gibi tezler ortaya koyduğunu sınıflamak adeta
olanaksızdır. Kimi Marksizm’i bir yöntembilim düzeyinde; kimi toplum ve tarih
teorisi düzeyinde, kimi bir politika öğretisi düzeyinde, kimi bir hareket
olarak ele almakta ve görüşlerini herkesin de öyle kabul ettiği varsayımıyla
sıralamaktadır. Bu nedenle tebliğleri, konu başlığının içeriği bağlamında şu
veya bu noktalarda benzer ve ayrılar diye sınıflamak elmalarla armutları
toplamak gibi olanaksız bir iştir, çünkü her tebliğde konudan anlaşılan başka
bir şeydir.
Ancak, bütün bu ortak paydaya alınamayan görüşler,
aslında tartışılmamış bir başka başlığın ortak paydası altında
toplanabilirlerdi. O zaman tebliğler, İsmet Paşa'nın kafasında kuyrukları
birbirine değmeden dolaşan tilkiler gibi, birbirlerine karşı kısır olarak
kalmazlardı. Bu başlık şöyle olabilirdi: "Günümüz ve Marksizm İlişkisi Hangi Bağlamlarda Ele Alınabilir?"
ya da "Marksizm Nedir?".
Bu takdirde, bütün yazılar bu soruya verdikleri cevap açısından
değerlendirilebilirler ve sınıflanabilirlerdi.
Ne var ki, yazarlar bu sorunu tartışmamaktadırlar;
onların her biri, bu soruya kendi verdiği cevabı, çoğu kez özel olarak belirtme
gereğini bile hissetmeden, tartışılmasına gerek bile olmayan bir postulat gibi
kabul ederek, o postulat üzerinde görüşlerini inşa etmektedirler. Bu nedenle
tebliğleri Marksizm ve günümüz ilişkisini hangi bağlamda ele aldıkları
bakımından sınıflamaya ve özetlemeye kalktığımızda, çoğu kez ifade edilmemiş
bir postulayı yazarların beyinlerinin derinliklerinden çıkarmak gerekmekte, bu
nedenle de alıntı yapmak güçleşmektedir.
Yine de sunulan tebliğleri belli kriterlere göre
sınıflamayı bir denemek gerekiyor.
Günümüz Dünyası ve
Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir
Günümüz Dünyası, her biri farklı bir bilgi dalının
ya da bilimin alanına giren sonsuz sayıda süreci kapsar. Bu nedenle,
Marksizm’le ilişkisini, onun sonsuz çeşitliliği içinde kaybolmak istemiyorsak;
Marksizm açısından ele almak gerekir.
Ancak bundan önce şu soruyu sormak gerekmektedir:
"günümüzün dünyasındaki hangi olaylar, Marksizm'in geçerli olup olmadığı
tarzında bir tartışmayı hepsi de Marksizm’e inanan bu insanların önüne
koymuştur?" Sunulan bildirilere bakıldığında, bu soruyu sormalarına yol
açan, Doğu Avrupa'daki gelişmelerdir. Demir Küçükaydın haricinde hemen hemen
bütün tebliğciler, Marksizm açısından bir sorun olabilecek tek ciddi problemin
Doğu Avrupa'daki gelişmeler olduğunu düşünmektedirler adeta. Tartışılan
bütünüyle bu konudur.
Buna karşılık, örneğin İşçi sınıfının ve modern
toplumun yapısındaki değişmelerin Marksizm açısından ne gibi teorik problemlere
yol açtığı[9];
kapitalizmin savaş sonrası gelişiminin onun tarihsel olarak aslında ömrünü
doldurduğu yolundaki klasik görüşle ne ölçüde uyuştuğu[10];
"Yeni Sosyal Hareketler" ve tabiri caiz ise "Global
Sorunlar"ın Tarihsel Maddecilik ve bir kurtuluşçu öğreti olarak
Marksizm açısından ne gibi sorunlara yol açtığı vs. gibi, günümüz dünyasının
son derece önemli sorunları konu bile edilmemektedir.
Bu bir ölçüde Türkiye Sosyalist Hareketi'nin ne
kadar dar bir sorunlar yelpazesi olduğunun göstergesi sayılabilir.
Aslında Doğu Avrupa'daki gelişmeler ve o
toplumların devlet ve sınıf yapıları Tarihsel Maddecilik açısından anlaşılmaz
sorunlar olmamışlar ve bu teorinin doğruluğunu sorgulamayı gerektirmemişlerdir.
Hatta aksine, son olaylar bu alandaki teorinin ve öngörünün büyük ölçüde
doğrulanması anlamına gelmektedir.
Tartışmacılar sorunu hep Doğu Avrupa açısından
tartışmaktadırlar ama öte yandan, Tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde
tutarlı olarak bu ülkelere ilişkin yapılmış ve son olaylarca büyük ölçüde
kanıtlanmış teoriyi (yani bürokrasinin bir tabaka olduğu; bu ülkelerin
bürokratik olarak yozlaşmış geçiş/geçemeyiş toplumları olduğu vs.)
tartışmamakta, bu alanda bir tek soru sormamaktadırlar. Ama örneğin her yazıda,
sanki çok olağan bir şeyden söz edilir gibi "bürokrasi"den söz
edilmektedir.
Diğer yandan Doğu Avrupa'daki gelişmelerin,
Tarihsel Maddecilik açısından ortaya çıkardığı sorunları da
tartışmamaktadırlar. Örneğin, bu ülkelerde bütün feodal kalıntılar temizlenmiş
olmasına rağmen, kapitalist sisteme geçtikleri takdirde, eski akıl
yürütmelerimize göre kapitalist bir gelişmenin önünün açılması ve hızla
ilerlemeleri gerekirken niye birer yeni sömürgeye dönüştükleri ve
dönüşecekleri; bunun metodolojik bakımdan çıkardığı sorunlar. Veya Doğu Avrupa'daki ayaklanmalarda
işçilerin sınıf olarak davranmaması ve işçi organlarının hemen hiç görülmemesi;
bu deneyler ışığında devrim stratejilerinde ne gibi değişiklikler yapmak
gerektiği vs. gibi yüzlerce sonunun hiç birine girilmemektedir.
Demek aslında tartışılan Doğu Avrupa'daki
gelişmeler ışığında Marksist öğretinin kimi sonuçlarının gözden geçirilmesi
değildir Peki tartışılan nedir o halde? Tartışılan, çoğu durumda adını
koymadan, Marksizm’den ne anlaşıldığıdır.[11]
Marksizm Nedir? İşçi
Hareketi ve/veya Sosyalizm mi?
Peki Marksizm nedir? Marksizm’in ne olduğu da
çeşitli düzeylerde tartışılabilir. Günlük kullanımda çoğu kez Marksizm
sosyalizm ile özdeş olarak kullanılmaktadır.
Sosyalizm, Marksizm’le özdeş değildir. Sınıfsız,
eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealine yönelik tüm öğreti ve hareketler
sosyalizm çerçevesine girerler. Marksizm bu hareket ve öğretilerden, bilimsel
olma iddiasındaki biridir. Bunların herhangi birindeki gelişme ve gerilemeler
otomatikman diğerinde de görülecektir diye bir kural da yoktur.[12]
Marksizm işçi hareketiyle de özdeş değildir. İşçi
hareketi, nesnel, sosyolojik bir olgudur. İşçilerin bireysel isyanlarından
(Örneğin Alkolizm gibi) işçi mücadelelerine, hatta işçi kültürüne kadar çok
geniş bir alanı kapsar. Hıristiyan sendikalar da, reformist partiler de,
Stalinist partiler de, anarşist partiler de işçi hareketinin birer
unsurudurlar. Marksizm işçi hareketinin, işçi sınıfı ve hareketlerinin tarihi
boyunca, en gelişkin olduğu zamanda bile çok küçük bir bölümünün ideolojisi
olmuştur. Ayrıca İşçi hareketinin tarihinin tümüne baktığımızda, Marksizm’in
onun içindeki egemen konumu belli bir dönemi kapsar. Marksizm’den önce anarşizm
ve anarko sendikalizm işçi sınıfının en aktif çekirdeği içinde onlarca yıl çok
güçlü akımlar olarak varolmuşlardı.[13]
Yazıların bir çoğunda yazı içindeki anlam
kaymalarıyla Marksizm başka bir bağlamda tartışılırken, örneğin birdenbire işçi
hareketi ve sosyalizm anlamında kullanılabilmektedir. Bu bakımdan yazarlar
hemen hemen hiç bir hassasiyet göstermemekteler.[14]
Marksizm, Hangi
Marksizm?
Marksizm’le, kendini Marksist olarak tanımlayan;
ya da Marksist bir terminoloji kullanan felsefeleri, metafizik tarih ve toplum
teorilerini ve eşitlikçi öğretileri ayırmak gerekmektedir. Sovyet "Bilim
İşçileri"nin yazdıkları Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm etütleri;
Mao'nun diyalektik üzerine yazıları vs. Marksizm kavramı içinde ele
alınamayacak, metafizik ya da skolastik öğretilerdir. Birisi bir bürokrasinin,
diğeri bir köylü ve kurtuluş hareketinin Marksizm lafzı altında ortaya sürülmüş
ideolojileridir. Bunların hepsine de kendilerini Marksist olarak niteledikleri
için marksist demek, dünyanın öküzün boynuzlarında durduğunu iddia eden
öğretilerle Nevton fiziğini, "hepsi bir çeşit doğa açıklamasıdır"
diyerek aynı kaba koymağa benzer.
Tebliğlerdeki anlayışları şu veya bunu Marksizm
olarak kabul etmeleri açısından sınıflamadan önce, böyle bir ayrımı kabul
edenler ya da etmeyenler olarak ayırmak mümkündür. Yazarların bir kısmı,
bizlerin şu ya da bu akımı, teorisyeni vs. Marksist değil diye ayıramayacağımız
görüşündedirler, bir kısmı ise bunu mümkün görmekte ama ayrımı farklı yerlerden
yapmaktadırlar. Örneğin Oya Baydar Marksizm adına kim ne yapmışsa hepsini
Marksizm’den kabul etmek gerektiği görüşündedir[15].
Buna karşılık, Doğan Tarkan, M. Sayın[16],
G. Gündüz, D. Küçükaydın gibileri belli sınırlamaların yapılabileceği ve
yapılması gerektiği konusunda hemfikirdirler. Bu sınır M. Sayın'da Marx,
Engels, Lenin ve sonra da belki Gramsci'nin Marksizm’i ile Stalin, Troçki,
Kautski vs. "Ekonomizmi" arasında çekilir. Doğan Tarkan, Galip Gündüz
de Troçki ve Rosa Lüxemburg da Marksizm alanı içindedir. Demir Küçükaydın, tüm
alanlarda değil ama belli alanlardaki katkıları bakımından Lukacs, Frankfurt
Okulu, H. Kıvılcımlı gibi, bir çok eleştirel Marksist'in, belli alanlara
ilişkin teorilerini de Marksizm bağlamında ele almaktadır.
İlkay Demir, Ahmet Kaçmaz ve Orhan Silier'in
yazılarında her iki taraftan da sayılabilecek, hatta zaman zaman birbiriyle
çelişen görüşler bulunmaktadır, bu konuda merkezci bir pozisyonda oldukları
sonucu çıkarılabilir.
Böylece ilginç bir bölünme ile karşılaşılıyor.
Radikal hareketlerin geleneğinden gelen tebliğciler, son derece açık olarak bir
sınır çizilebileceğini kabul etmekte ve her biri bir sınır çizmektedir.
Reformist partilerin geleneğinden gelenler arasında ise bu açıklık görülmediği
gibi, Oya Baydar'da olduğu türden bir relativizm, bir agnostisizm bile açıkça
ifade edilmekte.
Elbette bu relativizmin politik bir nedeni vardır.
Örneğin Oya Baydar'ı bu relativizme iten, Sovyet deneyinden kendince çıkardığı
şu sonuçtur[17]:
"Tekçi görüş diktatörlüğe yol açar". Diktatörlüğe giden yolu
tıkamak için de sayın hocam bir mevlana tekkesi açar.
Tek bir doğru olduğu inancının demokrasi ya da
bilimin gelişmesinin önünde bir engel olacağı anlayışı, bu varsayım, hala
sosyalist demokrasinin ne olduğunun kavranamadığını, kafalardaki sosyalizmin
hala bir partinin egemenliği olarak varlığını sürdürdüğünü gösterir.
Tek bir doğru olduğu inancının demokrasiyle
ilişkisi yoktur. Demokrasi, tam da her görüşün taraftarlarının kendi
görüşlerinin en doğru olduğuna inandıkları varsayımına dayanır. Demokrasi bir
bakıma her biri kendisinin en doğru olduğuna inananların yığınların özgür
olarak seçilen ve geri alınabilen temsilcilerinin çoğunluğun oylarını alarak
programlarını uygulamaya çalışmaları demektir. Bilim alanında[18]
da herhangi bir teoriyi savunanın onun tek doğru olduğuna inanması ve bunu
karşıki tarafa mantıki önermeler ya da deneylerle kanıtlayarak iknaya çalışması
başka, idari tedbirlerle diğerini yok etmesi başkadır. Proletarya diktatörlüğü
ya da sosyalist demokrasi tehlikeyi bu inançta değil, birilerine diğerlerini
ezme yok etme yetkileri veren mekanizmalarda ve onları egemen kılan güçlerde
görür. Tehlike tekçilikte değildir, tehlike tekçiliği tehlike gören, ama şu
veya bu görüşün eline diğerlerini ezme olanakları da veren mekanizmaları
sorgulamaktan kaçınan ve iktidara gelirse tekçi görüşleri demokrasiye ye de
bilimin gelişmesine aykırı görerek yasaklama potansiyeli taşıyan rölativist
çokçu görüşlerdedir. [19]
Marksizm’in Hangi
Veçhesi
Marksizm, aslında biri diğerinden ayrılmayan üç
bileşene ayrılabilir: Birincisi Diyalektik
Materyalizm denen Metodolojik,
Mantıksal bileşeni; bir bakıma felsefi bileşeni; ikincisi Tarihsel Maddecilik denen tarih ve toplum teorisi olan yanı ve
bunun bir alt disiplini olarak Ekonomi
Politik öğretisi ve nihayet Kurtuluşçu
Bir Öğreti olan yanı. Marksizm bunlardan herhangi birine indirgenemez;
Marksizm bunların toplamı da değildir; bunların tutarlı ve açık bir sistemidir.
Ama bunlardan herhangi biri zorunlu olarak diğerini gerektirmez. Pekala örneğin
Anarşizm gibi kurtuluşçu bir öğreti olabilir tarihi maddeciliği kabul etmeyen.
Ya da tarihi maddeciliği kabul edebilirsiniz ama ondan hiç de eşitlikçi bir
öğreti gerektiği sonucunu çıkarmayabilirsiniz. Tarihi maddeciliği ilk
taslaklaştıran İbni Haldun, sonra Morgan bundan hiç de Marx'ın çıkardığı
sonuçları zorunlu olarak çıkarmamışlardı. Aynı şey felsefi boyutu için de
söylenebilir. Birçok bilim adamı kendiliğinden bu boyutu kabul eder ve uygular
ama Marksizm’i kabul etmek akıllarından bile geçmez. Keza birçok Marksist,
Marksizm’in bu vehcesinin Marksizm’in bir unsuru olmadığını, doğada diyalektik
bulunmadığını söyleme eğilimindedirler.
Günümüz
Dünyası'nın sonsuz vehceleri
olduğuna göre, günümüz dünyası'nda Marksizm’in geçerli olup olmadığı en azından
bu üç başlık altında incelenmesi gerekir. Ne var ki tebliğcilerden hiç birisi
böylesine bir sistematik çerçevesinde Marksizm’in bütün vechelerini gerçek hayattaki
değişmelerin mihenk taşına vurarak tartışmamaktadır. Bu bileşenlerden aslında
sadece tarihsel maddeciliğin bir alt disiplini olan politika öğretisi, tebliğlerin çoğunda tartışma konusu
yapılmakla yetinilmektedir.
Tebliğcilerin hepsine göre, onu hangi veçhesiyle
ele alırlarsa alsınlar, Marksizm bir
bilimdir. Oya Baydar marksizmni bu bilim niteliğinden hareketle, doğa
bilimleriyle bir analoji yaparak, hiç bir bilimin bu kadar zamanda değişmeden
kalamayacağını değişmek zorunda olduğunu yazar.[20]
Oya Baydar'ın bu önermesi kategoriktir ve ilk
bakışta prensip olarak itiraz edilemez gibi görülmektedir. Aslında
tebliğcilerden hiç .biri de bu konuyu tartışmış değildir. Bu konuyu sadece
Demir Küçükaydın Hamburg'taki toplantı'da[21]
(ki Oya Baydar Yoktu) tartıştı ve bu kategorik sorunun yanlış ön kabullere
dayandığını göstermeye çalıştı.[22]
Marksizm’in bileşenleri bakımından ele aldığımızda
ise, Marksizm’in felsefi yanı,
yani şu diyalektik ve tarihi
maddecelik denen, varlığın ve düşüncenin en genel hareket yasalarını inceleyen
bilim olan yanı, hemen hiç bir bildiride ele alınmamaktadır.
Tarihsel
maddecilik ise, sadece bazı sorunları bakımından bir parça A.
Kaçmaz'ın tebliğinde incelenir. Diğer bildirilerde somut olarak hiç bir
sorun ele alınmaz.
Ekonomi
politik bakımından kimse hiç
bir konuyu incelemez.
Bir politika
öğretisi, kurtuluşçu bir
öğreti olarak ise, sadece Doğu
Avrupa ülkelerindeki gelişmeler bağlamında ele alınır. Bu bağlamda da
tartışılan, Marksizm’in, yani Stalinizm olmayan haliyle marksizmin, o olaylar
karşısında incelenmesi değil, marksizmin
ne olduğudur.
Örneğin, Doğan Tarkan ve Galip Gündüz, o çöken
rejimlerin marksizmle ilgisi yoktur; o halde marksizm açısından bir sorun
yoktur mantığı ile sorunu ele almaktadırlar. Evet o ülkeler marksist değillerdi
ama o ülkelerin var oluşları ve evrimleri marksizm açısından bazı sorunlar
yaratmaz mı? Yazarlar böyle bir soru bile sormazlar.[23]
Mahir sayın ise, bu konuyu bile tartışmaz.
Sovyetler birliğindeki muhtemel gelişmelerin neler olabileceğini, bu reform
hareketinin hangi saiklerle niçin başladığını ele alır. Aslında yazısının
başlığının "Gobaçov Reformlarının nedenleri, gelişme eğilimleri" gibi
bir şey olması gerekirdi.[24]
Bir Kurtuluşçu
öğreti olarak marksizmin sorunlarına ise pek az değinilmektedir. Sadece
ilginç ve çok tehlikeli bir görüş Oya Baydar ve Orhan Silier'de ifadesini
bulmakta, kısmen bu görüşün izlerine A.Kaçmaz'da da rastlanmaktadır. Bu görüşe
göre, Marksizm’in kitleselleşmesi onun tekçileşmesine, dogmatikleşmesine yol
açmaktadır. Bu tarihsel gerçekliğin ters yüz edilmesidir. Sovyetlerde
"tekçileşme" ve "dogmatikleşme",[25]
kitleselleşme değil, tabiri caiz ise, kitlelerden kopma,
"devletleşme", bürokratlaşma sonucunda ortaya çıkmıştır.[26]
Elbette bir bilim olarak Marksizm ile bir kurtuluşçu
öğreti olarak Marksizm arasında daima gerilim
olagelmiştir. Bir bilim olarak
Marksizm kavranması için çok yüksek
bir bilgi ve kültür düzeyini var sayar, ama amacına ulaşması için en cahil, en geri bırakılmış yığınları
programına kazanması, örgütlemesi gerekir. Marksist bir bilim adamı olarak, sürekli
Marksizm’den bile kuşkulanmakla
yükümlüdür. Eşitlik ideali için
mücadele eden bir insan olarak ise, hiç bir kuşku duymaması gerekir. Elbet bunlar ciddi sorunlar ve
hayatın kendisinde bulunan çelişkilerdir. Ama bu sorunları incelemek başka,
kolayına kaçıp ne kavramsal, ne de olgusal düzeyde doğu olmayan
kitleselleşme/doğmatikleşme paralellikleri kurmak yine başkadır.
Toparlarsak, A.Kaçmaz'ın tebliği hariç genellikle
bildirilerde günümüz ve Marksizm ilişkisi ele alınmamakta, günümüz dünyasındaki
olayların marksistlerin kafalarındakilerle ilişkisinin ayrıca incelenmeye değer
zengin bir malzemesini sunmaktadır.
[3] Özellikle Sol Muhalefet ve
"Troçkist" gelenek Marksizmin şerefini kurtarmıştır. Tarihsel
Maddeciliğin kavram sistemine dayanarak geliştirdiği çözümlemeler ve öngörüler
parlak bir şekilde doğrulanmış olmuyor; Tarihsel Maddeciliğin günümüzdeki
gelişmeleri öngörme ve anlamak için tek geçerli teori olduğunu kanıtlamış
bulunuyor, bu geleneğin esas katkısı tam da bu noktadadır.
[5] Aslında Latin Ülkelerindeki eski
solcu entelijansiyanın utanç verici bir şekilde siperlerin karşı tarafına
geçmesi de işçi hareketinin kriziyle ilgili olduğu kadar marksizmin gerçekten
entellektüel gücünü yitirmesiyle de ilgili. Bugün yığınların ayaklarıyla
yaptığı işi, aydınlar kafalarıyla daha önce yapmışlardı ve bu gelişmelerin bir
tür habercisiydiler. Aydınların tekrar marksizme yönelişleri başlamadan kısa
vadede yığınların marksizmden ilham alan hareketlerinin gerçekleşebilmesi
olasılığı çok zayıf görünüyor. Devrim yığınlar tarafından yapılmadan önce
aydınların kafalarında olur
[7] Ne yazık ki toplantılarda bu görüşü
açıklama ve tartışma olanağı olmadı. Kimse marksizm ve günümüz dünyasını bu
bağlamda ele almadı, sadece Doğu Avrupa'daki gelişmeler konunun ağırlık
noktalarını belirliyorlardı. İlerde bu konuda geliştirdiğimiz gönüşleri ayrı
bir kitap olarak hazırlamayı düşünüyoruz.
[8] Şu tebliğler sunuldu: Galip Gündüz, "Günümüz ve Marksizm";
Temel Demirer, " `Günümüz ve
Marksizm' Üzerine Tezler"; Orhan Silier, "Marksizm ve Günümüz Dünyası Üzerine Bazı Tezler (Taslak)";
P.C. Bektaş, "Günümüzde Komünist
Olmanın Koşulları"; İlkay Alptekin Demir, "Günümüz ve Marksizm"; Demir Küçükaydın,"Marksizm ve Günümüz Dünyası";
Doğan Tarkan, "Marksizm
Yaşıyor"; Ahmet Kaçmaz, "Günümüzde
Marksizm Üzerine Bir Deneme"; Mahir Sayın, "Günümüz Dünyasında Marksizm", Oya Baydar, "Marksizm ve Günümüz (Tartışma İçin İlk
Taslak".
[9] Bu sorunu sadece tartışmalarda bir parça Aydın Engin
açmaya çalışmıştı hatırladığım kadarıyla. Sanırım bilgisayarın ve otomasyonun
yaygınlaşması sonucu binlerce işçiyi bir araya getiren fabrikaların yok olmasının
işçilerin devrimci potansiyelleri bakımından sorun yaratıp yaratmadığını bir
soru olarak ortaya atmıştı. Aynı bağlamda, fordizm döneminin işçiyi makinanın
basit bir parçası haline getirirken, elektronik ve bilgisayarlar sayesinde
işçinin makinanın yöneticisi olduğuna, bu işçinin bir gelecek kurmaya daha
yatkın olabileceğine da kısaca bu satırların yazarı değinmişti.
[10] Bu sorunu tartışma eğilimi gösteren ve yer yer tartışan
A. Kaçmaz'dır. Kaçmaz gerek tebliğinde gerek başka yazılarında (örneğin Görüş'te yayınlanan "Spartaküs Olmak" başlıklı
yazısında) bu sorunu tartışmakta ve anlaşıldığı kadarıyla kapitalizmin tarihsel
olarak ömrünü doldurmuşluğu görüşünün yanlışlığı hükmüne varmaktadır. Bu
noktada ahlaki bir seçimle, safının ezilenlerin yanında olduğunu söylemekte,
kapitalizm ömrünü doldurmuş olmasa bile, "Spartaküs Olmak" gerektiğini belirtmektedir. Ancak, eğilim
gösterdiği görüşün diğer sonuçları üzerine pek tartışmaya girmemektedir. Yani
örneğin, "kapitalizm bir çürüme çağında bulunmuyorsa bu çıkarsamayı yapan
Lenin'in teorisi nerede yanlıştır?" Keza, bu koşullarda, "tercih
ahlaki nedenlerle yapılınca kurtuluşçu bir öğretinin bilimsel olmasının ne
anlamı olmaktadır?", bunun programatik sonuçları gibi yüzlerce soruyu
tartışmamaktadır. Marksizm iç tutarlılığı olan bir sistemdir, tüm kavramlar
birbirine kenetlidir. Bunlardan biri düzeltildiğinde tüm sistemi eski tutarlılığıyla
yeniden kurmak gerekir.
Aslında A. Kaçmaz' bu
sorunu tartışmasının başka bir probleme bağlı olduğu seziliyor. Sovyetlerin
yozlaşması sorunu. Ahmet Kaçmaz teorik bakımdan çok kritik bir noktadadır. Kimi
tespitleri ve görüşlerini mantık sonuçlarına ulaştırdığı takdirde klasik
Troçkist görüşleri ifade etmesi gerekir. Ancak bu adımı atamaz, buradan
kurtuluşu, kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmadığı tespitiyle sağlar
bir bakıma. Bu tespit yapılınca, Sovyet deneyi sadece bir "erken deneme"olarak, örneğin
kapitalizmin şafağında bezirgan İtalyan kentlerinin kapitalizme geçiş girişimi
gibi, değerlendirme olanağı bulur. Böylece, yirmili yılların ortalarında sürmüş
olan mücadelelerde bir tarafı tutma zorunluluğu da bir ölçüde ortadan kalkmış
olur. Bunlar, bürokratik bir kastın karşı devrimiyle değil, ama erkenlikle
açıklanırlar.
Fakat, A. Kaçmaz bir şeyi unutuyor, "Spartaküs olmak" sözünü
aktardığı Troçki, bu cevabı, bürokrasinin tarihsel bir zorunluluk olabileceği
olasılığına karşı söylemektedir. Yani sadece burjuvaziye karşı değil, işçiler
ve sosyalizm adına yola çıkan imtiyazlı kastlara karşı da spartaküs olmak
gerekir. Sayın Kaçmaz, kapitalistler karşısındaki Thomas Münzer'liği ile, bürokratlar karşısındaki Luther'liğini örtmeye çalışmış
olmuyor mu?
[11] Peki yazarlar Marksizm’den ne anlıyorlar? Bunun için
sadece onların Marksizm tanımlarına bakmak yetmiyor. Çünkü Marksizm'i herhangi
bir şekilde tanımladıktan sonra, yazı içinde başka tanımlar anlamında
kullanabiliyorlar ve korkunç ölçülerde bir teorik eklektisizm
gösterebiliyorlar. Örneğin A. Kaçmaz yazısının çeşitli yerlerinde şu tanımları
yapıyor: "dünya görüşüdür";
"bilimsel temele oturduğunu,
evreni kucakladığını iddia eden, bütünsel bir teoridir"; sonradan
kazandığı hüviyetiyle bir "ideolojidir".
Bu tanımları yapan A.
Kaçmaz'ın Marksizm’i bir felsefe ve ideoloji olarak tartışması beklenirken, o
Marksizm’i sosyolojik boyutuyla, yani, tarihsel maddecilik düzeyinde tartışır
esas olarak.
Mahir Sayın'a göre:
"Marksizm sınıf mücadelesinin yol
gösterici teorisi"dir. Yani M. Sayın Marksizm’i bütünüyle
kurtuluşçu bir öğreti olan yanıyla; bir politika teorisi düzeyinde ele alıyor.
Oya Baydar ise "Marksizm bilim mi, ideoloji mi, siyasal
eylem kılavuzu mu, teori mi, yöntem mi, felsefe midir? Yoksa tümü birden
midir?" diye soruyor, yazısından buna bir cevap çıkarmak mümkün
olmadığı gibi, çeşitli yerlerde farklı anlamlarda kullanabiliyor.
Galip Gündüz'e göre ise,
"Marksizm dünyayı yorumlamak ve
değiştirmek yolunda bir rehber"dir. Bu bakımdan M. Sayın ile aynı
tanımda anlaşıyor aşağı yukarı. Orhan Silier'e göre ise Marksizm bir "bilim ve felsefe akımıdır".
Felsefe akımını anlamak mümkün ama "bilim
akımı" ne oluyor bu pek mümkün değil. Başka bir yerde de şu tanımı
yapıyor:
"Marksizm sosyalizm ve işçi hareketinin bir
teorisidir." Bu ne demek? ÿşçi hareketini inceleyen bir teori mi?
Bu şekilde yorumlanırsa politolojinin bir alt kolu derekesine indirilmiş olur.
İşçi hareketinin tabiatından gelen bir teori mi? Bunu Marksizm kendisi bile
iddia etmez. İşçi hareketinin tabiatından gelen teori ancak sendikalizm,
ekonomizm sınırlarında kalır. Yoksa işçi hareketini egemen olan bir teori mi?
Bu da tarihin çoğu dönemi için, hatta işçi sınıfı ve hareketi dünya ölçeğinde
ve bütün tabakalarıyla göz önüne getirilirse, hiç de doğru değildir.
Bildirilerin çok ilginç bir yanı da bu. Az çok akademik
eğitim görmüş sayın Oya Baydar ve Orhan Silier'in daha sistematik ve daha
düşünerek, ölçüp biçerek kavramları kullanmaları umulurken, en sistemsiz, en
baştan savma, en çelişkili kullanımlar onlarda görülüyor.
[12] Sosyalizm Marksizm’den önce de vardı. Kısaca eşitlikçi
bir toplum idealine dayanan öğretileri ve girişimleri ifade eder. Marksizm bir
yanıyla sosyalizm içersinde bilimsel olma iddiasındaki akımlardan biridir.
İslamiyet’teki Alevilikten Bogomilliğe, kurtuluş teolojisinden feminizme,
ütopik sosyalizmden anarşizme kadar bütün öğreti ve hareketler sosyalizm
kapsamına girerler. Bunlardan herhangi birinin gerilemesi ve yenilgisi
otomatikman diğerlerinin de yenilgisi ve gerilemesi anlamına gelmez, hatta çoğu
kez aksi anlama, diğerlerinin prestijinin artması anlamına gelir. Gelir çünkü
sınıflar nesnel gerçekliklerdir. O sınıflar içinde ezilen sınıflar da. Ezilen
sınıfların varolan adaletsizliğe karşı tepkileri, eşitlikçi bir toplum
özlemleri daima var olmuştur ve olur. Bunlar da nesnel eğilimler olarak akacak
belli bir söylem ya da ideolojik form bulurlar.
Bu ilişkinin doğru
orantılı olmadığına bir örnek verebiliriz. Birisi yüzyılımızın başında,
1930'lara kadar ezilen sınıflar ve işçi sınıfı içinde güçlü bir yeri ve
geleneği olan Anarşizmle Marksizm’in ilişkisidir. Geçen yüzyılın ortalarında
anarşizm, Marksizm karşısında daha güçlü bir akımdı. Daha sonra Marksizm’in
gücünün artması oranında onun da gücü azaldı. Son yıllarda ise, en radikal
hareketlerin ve düşünürlerin giderek daha büyük oranlarda anarşizme eğilim
gösterdikleri ama buna karşılık Marksizm’in gerilediği görülmekte.
Gerçekten de günümüzde Marksizm’in gerilemesi otomatik
olarak sosyalizmin gerilediği anlamına gelmemektedir. Sosyalizm ideali bir
bütün olarak Marksizm ölçüsünde ciddi bir yenilgiye uğramış değildir, hatta
eğer dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmıyorsak, ve sözlerin ardındaki gerçek
hedefleri anlayabiliyorsak imtiyazlıların imtiyazlarını Marksizm adına,
sosyalizm adına sürdürmeye çalışmalarının sonucu olarak ezilen sınıflar
arasında bu sözlere karşı Doğu Avrupa ülkelerinde duyulan aslında son derece
sağlıklı tepkinin yükselişi, eyleme dökülüşü ve örneğin Güney Amerika
ülkelerindeki kurtuluş teolojisinin yükselişi sosyalizmin yükselişlerinin
ifadesi olarak da ele alınabilirler.
[13] Doğu Avrupa'daki Bürokratik İktidarların çözülüşü işçi
hareketinin yenilgisi anlamına gelir mi? Hayır. O bürokratik iktidarların
kuruluşu işçi hareketindeki ciddi yenilgilerle mümkün olabilmişti. Aksine doğu
Avrupa'daki çözülüş işçi hareketinde uzun yıllar süren uykulardan uyanmaya,
dünyanın en büyük işçi grubu olan Rus işçilerinde bir yükselişe yol açmaktadır.
Tek tek ülkeler bir yana, bir bütün olarak işçi sınıfı ciddi bir yenilgiye
uğratılabilmiş değildir. Hatta işçi hareketinin bir yükselişinden bile söz
edilebilir. Sibirya’daki grevler, Brezilya'daki başarılar, Kore İşçi Sınıfı'nın
uyanışı vs. gibi, olaya dünya ölçeğinde bakıldığında işçi hareketinin bir karşı
saldırıya hazırlanma eğilimi taşıdığı dahi, dünya tarihsel ölçeklerde
söylenebilir
[14] Örneğin Galip Gündüz, "yeni bir on yıla
girerken, Marksizm’in, sosyalizmin, dünya işçi sınıfı hareketinin darmadağın
olduğu, tarihinin en büyük bunalımlarından birini yaşadığı görülmekte" diye yazıyor. Burada çok açık olarak Marksizm
kavramının düşünülmeden kullanılışının tipik bir örneği söz konusudur. Marksizm
sosyalizm ve İşçi Hareketi ile sanki özdeşmiş ya da özdeş olmasa bile kaderleri
aynıymış, aralarında çok yalın ve dolayımsız bir ilişki varmış gibi ele
alınmaktadır.
[15] Örneğin Oya Baydar şöyle yazıyor: "Marksizm
aslında başından beri çoktu derken, Kautsky de, Bernstein de, Lenin de, Rosa
Luxemburg da, Stalin de, Trotzki de, Buharin de, Lukacs, Gramsci, Bloch,
Marcuse, Frankfurt okulu özellikle Adorno da, Althusser de, Goldmann da, tüm
KP'lerin teorisyenleri de vs. vs. sen de, ben de Marksist’tik demek istiyorum.
Bunu söylerken, herkes bir yerinden yorumladı, kimse anlamadı, yazık oldu
Marksizm’e demiyorum." (s.2, agy.)
[16] Tartışmalarda Mahir Sayın ile aynı görüşten olan Bülent
Uluer ve başka bir görüşten Temel Demirer'in kendileriyle ciddi bir
hesaplaşmadan kaçınmak ve merkezci pozisyonlarını meşrulaştırmak için sık sık
söyledikleri "Stalin de bizim geleneğimizdir, bütün hatalarıyla,
sevaplarıyla" sözleri aslında Oya Baydar'ın rölativizminin radikal
görünümlü avamca ifadesidir. Bu kendini gökte bir tanrı gibi görüp, yeryüzünde
birbiriyle çatışan insanlar karşısında "hepsi benim kullarımdır"
havasındaki sinizim, aslında nesnel olarak katillerin yanında yer almayı
meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Uluer ve Demirer'e,
kendilerinden gördükleri Stalin'in kurbanları, Dünyayı Sarsan On Gün'de işçinin tuzu kuru aydına dediği gibi,
"katil vardır, maktuller vardır,
birinden olmayan diğerinden yanadır. Sen kimden yanasın?" diye
sorarlardı ve sormaktadırlar. Kimden yanasınız? İşçi sınıfını iktidarsız kılan,
yeryüzünde en çok komünist öldüren bürokratik kast ve onun teorik, politik
önderi Stalin ve izleyicilerinden mi, yoksa ona karşı savaşanlardan mı?
İkisinden de olamazsınız. Tarafsız kalmak, cinayete suç ortaklığı yapmaktır.
[17] Sayın Oya Baydar bunu bir bilinmezcilik ve rölativizm
biçiminde yapıyor. Örneğin "Burjuva düşüncesi, felsefesi zenginliğini
ve düşünceyi Hegel, oradan da Marx'a kadar ulaştıran dinamizmini
çeşitliliğinden ve bu çeşitliliğin diyalektiğinden alırken, Marksizm’in önce
tekleştirilmesi sonra da bu tek'in karşısına yine resmi olarak aynı derecede
tekçi ve katı -başlıcaları revizyonist ve Trotskist- yorumların çıkarılması,
teorinin donması yanında, bilimsel tartışmalara kapanmasını; şu veya bu yönde
mutlaklaşıp, çoğalma ve zenginleşme yerine kamplaşmasını getirdi"
(Bak. O. Baydar, "Marksizm ve Günümüz, Tartışma İçin İlk Taslak",
s.2/3)
Bu tavır tipiktir. Doğu
Avrupa'daki gerçekliği Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklayan
tek tutarlı ve devrimci, eleştirel ve bilimsel tavrı koruyabilmiş ve
sürdürebilmiş akım olan Troçkizm, Stalin'in, Kautsky'nin revizyonizmiyle aynı
kaba koyulmaktadır. Sayın Hocam Oya Baydar'dan şu sorulara açıkça cevap vermesi
beklenirdi:
Sovyetler birliğinde
Ekim Devriminden sonra da belli bir dönemde bu devrimin ideallerine,kadrolarına
karşı bir girişim olmuş mudur? Eğer olmadıysa, "Sonra gelenler Ekimin
ideallerine sadık kalmışlar ve onları gerçekleştirmeye çalışmışlardır esas
olarak" dendiği takdirde bundan iki sonuç çıkar: ya bugünkü sonuç Ekim
Devriminin çöküşüdür denmek zorundadır. Ya da Ekim baştan beri yanlış yoldadır.
Her ikisi de olgularla çelişir. Eğer Devrimin ideallerinin ve kadrolarının,
kazanımlarıının tasfiyesi bir olgu ise, bu kişilerle açıklanamayacağına göre
hangi toplumsal güç tarafından hangi tarihsel koşullarda başarılmıştır
sorularına cevap vermek gerekmektedir. Bu somut sorunların hiç birisine
girilmeden bu akım Maocu'larla, revizyonizlerle, stalinistlerle aynı kaba
koyulmaktadır.
Ama burada bile olgu düzeyinde bir yanılgısı vardır.
Troçkist denen akım hiç bir zaman tek sesli olmamıştır. Örneğin Sovyetler
birliğinde Ekim Devriminden sonra bir kastın çok özel tarihsel koşulların bir
araya gelmesiyle 20'li yılların sonuna doğru iktidarı işçi sınıfının ellerinden
tümüyle aldığında bir ortak anlayış olmakla birlikte, ele alanların bir sınıf
mı yoksa bir tabaka mı olduğu ya da ortaya çıkan sosyo ekonomik formasyonun bir
tür kapitalizm mi, bürokratik deformasyona uğramış bir geçiş toplumu mu, yoksa
önceden görülememiş Asyai bir değişik üretim tarzı mı olduğu konusunda olgulara
ve tarihsel maddeciliğin ve ekonomi politiğin temel kavramlarına dayanan ciddi
tartışmalar vardır. Yani o gelenek sanıldığı gibi tek sesli değildir.
[18] Aslında her bilim gerçekliğin sonsuz çeşitliliğini
açıklayabilecek en temel kavram ve yasaları bulmaya çalışır. Her bilim bir tek
kavramdan türetilebilecek bir sistem kurma çabasından başka bir şey değildir.
Bu anlamda her bilim tekçidir, Marksizm de. Sayın Hocam Oya Baydar'ın tekçiliği
reddedişi bu bağlamda da bilimi reddetmesi anlamına gelmektedir aslında. Öyle
bir bilim istemektedir ki artık bilim olmasın. Sonsuz çeşitlilikteki nesne,
olayları olabildiğince az, hatta mümkünse tek bir yasa temelinde açıklamaya
çalışmasın.
[19] Bocholt'daki ilk tartışmada bütünsel bir teori, global
bir teori ihtiyacından, ancak böyle bir teoriyle tüm ezilenleri
toparlayabilecek bir program geliştirilebileceğinden söz ettiğimde. İlkay Demir
de, global, tekçi teorilerin diktatörlüğe yol açacağı, onun için buna karşı
olduğunu söylemişti. Tekçi bir teori geliştirmek ya da böyle bir teoriyi kabul
etmek hiç de zorunlu olarak, bu görüşün sahiplerinin idari tedbirlerle diğer
görüşleri yasaklamasını gerektirmez. Örneğin, fizik alanında birçok tekçi teori
vardır, ama bunlar birbirlerine kendi doğruluklarını kanıtlamaya
çalışmaktadırlar, yoksa birbirlerini idari ya da fiziksel tedbirlerle tasfiye
etmiyorlar. Aslında, bilim tekçi olmak, sonsuz sayı ve çeşitli fenomenler ve
süreçler arasındaki ortak noktaları giderek bir tek ilkeye indirgeme çabasından
başka bir şey değildir. Bu global, tekçi teoriye karşı olmak bilime karşı olmak demektir.
[21] Sorunu bu biçimiyle daha önce Devrimci Marksist sayfalarında ele almıştım. Hamburg'daki
"Günümüz ve Marksizm"
konulu tartışmada konuşmamı özellikle bu alanla sınırladım ve aşağı yukarı
burada yazdıklarımı anlatmaya çalıştım. Ancak böyle bir sorunun tartışılması,
dinleyicilerde en azından doğa bilimlerindeki gelişmeler hakkında ciddi,
popüler bilim tarihi kitaplarında olduğu kadar bir bilgi olmasını gerektiriyor.
Dinleyiciler için fizik, biyoloji, geometriden verdiğim örnekler, Çince gibi
geliyordu. Kimsenin anladığını sanmıyorum ne demek istediğimi. Sonradan bir
arkadaşın dediğine göre arka sıralarda oturanlardan bazıları "Ne anlatıyor
bu herif, manyak mı yahu" diye kendi aralarında konuşuyorlarmış.
[22] Bu analojiye göre, nasıl bir zamanlar Galile, Newton
fiziği var idiyse ve daha sonra olaylar hakkındaki bilginin artması ve
açıklanamayan olayların birikmesiyle birlikte örneğin rölativite ve kuantum
kuramları geliştirildiyse, Marksizm de başìndan beri konulduğu gibi kalamaz,
tıpkı fizik gibi gelişmek; kendi Einstein, Max Planck vs.sini yaratmak
zorundadır.
İlk bakışta, kategorik
olarak çok doğru. Ancak Marksizm’i ve onun bugün karşılaştığı sorunların gerçek
mahiyetini anlamak bakımından tamamen yanlış bir akıl yürütmedir. Bu akıl
yürütmenin ardında evrimin belli aşamalardan sırayla geçmesi gerektiği
düşüncesi yatar. Yani nasıl toplumların ilkel, köleci, feodal diye belli
aşamalardan geçeceği yolunda bir kabul var idiyse, bu anlayış aynen bilimler
alanına aktarılmaktadır. Her bilim önce kendi Gelile'lerini Newton'larını,
sonra Einstein'lerini çıkaracaktır gibi bir anlayıştır bu. Halbuki bilimler de
toplumlar gibi eşitsiz gelişirler. Tarihe sonradan giren toplumlar nasıl
önceden girenlerin geçtikleri yoldan geçmeden, onların birikimi temelinde
onlardan çok ileriden başlayabilirse, aynı şekilde bilimler de öyledir.
İşte, Marksizm en son
doğan, ya da bilim olarak rüştünü ispat eden bir bilim olarak, yani toplumun
bilimi olarak, daha doğarken tabiri caiz ise Einstein'iyle, Max Planck'ıyla
doğmuştur. Yani kendisinden çok daha önce doğmuş ve gelişmiş olan doğa
bilimlerinin geçtiği aşamaları geçmeden onların birikimi üzerinde ileriye
muazzam bir sıçrama yaparak doğmuştur. Bu bakımdan Marx'ın kurduğu sosyoloji
bir bakıma bilimlerin gelişimi bakımından Einstein'in kurduğu relativite
fiziğine benzer. Bu bilim daha doğarken, fiziğin 20 yüzyılda ulaşabileceği bir
mantık ve metot düzeyinde doğmuştur. Bu bakımdan, Marksizm her ne kadar 150 yıl
önce doğmuşsa da o daha ziyade 20 yüzyılın bir bilimidir metodolojik
temelleriyle.
Bu durumda hiç bir bilim
150 yıla dayanamaz cevabı kategorik bir cevap olarak pek de doğru değil
demektir. Sorunun bu tarz koyuluşu, aslında diğer bazı problemleri çözme
olanağı da sağlar.
Marksist Literatürde
tartışılan konulardan biri de, Doğada diyalektik olup olmadığıdır. Bir çok
"Batı Marksizm’i"
geleneği içindeki Marksist, doğada bir diyalektik aramanın, Hegel'den kalıntı,
Engels'in bir basitleştirme çabası olarak nitelemekte, bunun Marksist öğretinin
özünde bulunmadığını söylemektedirler.
Birincisi, Diyalektik
tanımı gereği varlık ve düşüncenin en genel hareket yasalarının bilimi ise, ve
aslında tüm bilimlerde, tüm hareket biçimlerinde ortak yasalar olup olmadığını
araştırmak varsa bunları tespit etmek kategorik olarak baştan
reddedilemeyeceğine göre, bu yasaların var olup olmadığı tek tek tartışılmadan
bir sonuca ulaşılamaz. Yani böyle bir alan vardır.
Peki bu yasalar
nelerdir? Bu noktada, Doğada diyalektik olduğunu reddedenler gerçekten meşhur
suyun kaynaması ve buğday başağı gibi Hegel/Engels örneklerini göstererek
biyolojik ve fizik doğada diyalektiğin olmadığını, bunların zorlama örnekler
olduğunu haklı olarak söylemektedirler. Gerçekten de, Engels'in yazdığı
söylenen Sovyet "bilim işçileri"nin bir marifeti olan Doğa'nın Diyalektiği'ndeki doğa
bilimlerine ilişkin örneklerin çoğu, hiç de diyalektik yasalarını örneklemek
için kullanılamayacak durumdadır.
Ama bundan doğada
diyalektik bulunmadığı çıkarsaması yanlıştır. Yanlıştır çünkü, burada
sorgulanması gereken doğadan ziyade, doğa bilimleridir. Doğada diyalektik
olmadığı için değil, henüz o zamanlar doğa bilimleri diyalektik bir aşamaya
varmadıkları için bir bilimin mekanik aşamasından verilen örnekler hiç de
diyalektik olmamaktadır. Tarihsel maddecilik daha doğarken diyalektik olarak,
çok yüksek bir soyutlama düzeyinde doğmuştur. Doğduğu sırada kendi yönteminin
bazı temel unsurlarının tüm varlık alanında da geçerli olabileceği sezişiyle,
diyalektik maddecilik biçiminde bir genellemeye gitmiştir. Ancak aynı tarihte,
doğa bilimleri henüz doğa hakkındaki bilgileri, kavrayışları, metodolojileriyle
diyalektik bir aşamaya ulaşmış olmaktan çok uzaktılar. Bunun sonucu olacaktır
ki Engels'in örnekleri uygunsuzdur.
Tarihsel Maddecilik ve
diğer bilimlerin gelişimi arasında, özellikle doğa bilimlerinin gelişimi
arasında belli bir zıtlık bulunmaktadır Marksizm’in geç gelişi nedeniyle.
Bugün Marksizm’in elbet
yaşadığımız gerçekliği açıklamakta güçlük çeken bir çok yanı bulunmaktadır.
Ancak bu güçlük, doğa bilimlerinin tamamen aksi bir noktadan ortaya
çıkmaktadır. Bu şöyle bir benzetmeyle açıklanabilir.
Bir an için Fizik
biliminin daha doğarken bir Rölativite teorisi halinde doğduğunu düşünelim.
Doğrudan doğruya Einstein diye bir adam çıkmış. Ve fizik denen bir bilimi tıpkı
Galile ya da Newton gibi kurmuştur. Bu fiziğe göre, hızlı giden cisimlerin
kısalmaları, kütlelerinin artması vs. gerekmektedir. Ancak, çevrenize
baktığınızda otomobillerin ne ağırlığı artmakta, ne de boyları kısalmaktadır.
Bu uygunsuzluk bu fiziğin yeterince gelişkin olmadığından değil, aşırı gelişkin
olmasından çıkmaktadır. Tabiri caiz ise, birinin çıkıp, daha geri bir Newton
teorisi ortaya atması gerekmektedir ki, her gün karşılaşılan olaylar
kavranabilsin. Bu elbette bir "ilerleme" değil, bir "gerilemedir".
Ya da geometri alanında,
ilk geometri Euclıd geometrisi yerine iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir
eğiridir diyen aksiyom üzerinde yükselen bir geometri olsaydı. Bu takdirde
örneğin üçgenlerin iç açıları toplamları hep 180'den büyük ya da küçük çıkacaktı.
Ama arazi alıp satmaya kalktığınızda, bu geometrinin hiç de işe yaramadığını
görecektiniz. Çünkü yeryüzünde, günlük hayatta iki nokta arasındaki en kısa
mesafe bir doğrudur. Lobaçevski geometrisi bu durumda yeterince gelişmediğinden
değil, çok ileri olduğundan yetersiz kalır, pratik işler için bir Euclit'e
gerek vardır.
Marksizm’in durumu da
tam bu örneklere benzer. Örneğin Marx kendisi bile hayatı boyunca, hep ileri
ülkelerde devrim beklemiş (tarihsel maddeciliğin temel önermesi gelişmenin
belli bir aşamasında var olan üretim ilişkileriyle çelişkiden söz edildiğine
göre, sosyalist devrimin en gelişkin bu çelişkinin en yüksek olduğu ülkelerde
olması gerekir) ama hep de yanılmıştır. Yani Marksistlerin ya da Tarihsel
Maddeciliğin bir çok ön görüleri yaşadığımız hayatta gerçekleşmiyor. İki nokta
arasındaki en kısa mesafe hep bir doğru çıkıyor, Marx'ın dediği gibi bir eğri
değil.
İşte Marksizm’in bu günkü problemleri, onun çok yüksek
bir soyutlama düzeyine dayanmasından kaynaklanmaktadır. Yani bugün Marksizm’in
ihtiyacı olanlar Einstein'lar değil, Newton'lardır
[23] G. Gündüz:"Yıkılanın sosyalizm olmadığını
düşünenler için Marksizm’in bunalımı söz konusu değildir" (s.5)
"Belli bir
sosyalizm anlayışının, Stalinizmin bunalımıdır yıkılmakta olan, 60 yıldır dünya
işçi sınıfına "sosyalizm" diye dayatılan Stalinizmdir"
Doğan Tarkan: "Marksizm bugün kriz içinde
değildir. Kriz içinde olan Stalinizmdir"
[24] Mahir Sayın'ın konusu Günümüz Marksizm'in konusu
olmadığından görüşlerinin bir eleştirisine girmiyoruz. Mahir sayının da garip
bir sosyalizm tarihi anlayışı var. İncil'de, Kuran'da, sıradan cep romanlarında
her zaman görülecek türden. Bir şeytan ya da kötü vardır, hep üstün gelir ama
bir de iyi olan vardır ki, eninde sonunda kötüyü yener. Mahir Sayın'da bu
felsefe, Marksizm ve Ekonomizmdir biçiminde ortaya çıkar. Bir Ekonomizm vardır.
Nereden kaynaklandığı, nerede gizlendiği bilinmez. Hemen Marksizm’e egemen
olur. Ama birde Lenin gibilerin esas Marksizm’i vardır. Bir yolunu bulup bu
ekonomizmi yere serer. Ama ekonomizm ne yapar yapar tekrar duruma hakim olur.
İçimizdeki şeytan gibi bir şeydir anlaşılan.
[25] Aslında "revizyonistleşme" demek gerekir.
Kavramlar burada da yanlış kullanılıyor. Stalin ve diğerleri dogmatik değil,
tam aksine revizyonisttirler. "Emeğin Kurtuluşu ancak kendi eseri
olabilir"; "emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun
olamaz" gibi temel önermeleri ve metodolojiyi, hiç de Bernstein ya da
Kautsky'den geri kalmayacak ölçüde revize etmişlerdir
[26] Ahmet Kaçmaz, Marksizm’in eyleme yönelmesi ve
ideolojileşmesi arasında bir ilişki kuruyor. Oya Baydar şöyle yazıyor: "Tam
bu noktada kendi kendime cevaplayamadığım soru, tartışmak istediğim önemli
nokta: İnsanların siyasal eyleminden koparılamayacak olan, özelliğini
yığınların siyasal, devrimci, dünyayı değiştirici atılımıyla ayrılmaz bağından
alan Marksizm’in bu ilk aşamada yukarıdaki tekleştirilmeye kaçınılmaz olarak
mahkum olup olmadığı sorusu" (s.3)
Aynı mealde Orhan Silier
yazıyor: "Marksizm’in kitleselleşmesi ve iktidarlaşmasının bu tehlikeyi
(yani dogmatizm tehlikesi) daha da arttırmış olduğunu tarihsel deneyim
göstermektedir." (s.3-4)
Sayın O. Silier de, Marksizm’in kitleselleşmesi ile, bir
köylü ya da popülist hareketin veya bir bürokratik kastın kendini Marksist
olarak tanımlamasını karıştırmaktadır. Marksizm’in işçi kitleleri arasında
yaygınlaşması onun dogmatikleşmesini değil aksine, tarihindeki en verimli en
yaratıcı dönemi yaşamasını sağlamıştır. Lenin, Rosa, Troçki hep bu dönemin
ürünüydüler. Keza, Marksizm iktidarlaşamaz. Bir proletarya diktatörlüğünde,
iktidarın, Marksizm’e göre sınıf olarak proletaryanın elinde olması gerekir,
Marksistlerin değil, Marksistler çoğunluğa sahip oldukları sürece hükümeti
oluşturabilirler. Sovyet deneyinde olan Marksizm’in iktidarlaşması değil,
iktidarsızlaşması, bürokrasinin iktidarlaşması ama bunu Marksizm bayrağı
altında yapmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder