“Bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmak alçaklıktır” Marks
“de omnibus dubitandum” (“her
şeyden kuşkulanırım”) Marks’ın düsturu
“Gerçek Devrimcidir”
Yukarıya aktarılan önermede ifade edildiği gibi, gerçek
devrimci ise, devrimci bir politika ancak gerçeğe dayanabilir ve gerçek de
ister istemez devrimci bir politika sonucunu doğurur. O halde devrimci bir
politikanın ve gerçeğin peşindeki araştırmanın aynı koşullarda var olabilir
olmaları gerekir. Elbette burada “gerçek” ile kabaca olgular veya onların
görünümü değil; olguların ardındaki görünmeyen ilişkiler; bilim, gerçeğin
bilgisi; “hakikat” kastedilmektedir.
Marks gerçek ile devrimcilik arasındaki bu bağı, kaybedecek
bir şeyi olmama üzerinden dolaylı olarak ifade etmiştir.
Manifesto’nun sonunda Proletaryanın “kaybedecek zincirlerinden başka bir şeyi” olmadığını söylerken;
başka bir bağlamda da “bilime bilim dışı
kaygılarla yaklaşmak alçaklıktır” derken hep bu derin ilişkiyi ifade eder.
Ve bu ilişki, bizzat Marksist teorinin diğer kavramlarıyla tam bir iç
tutarlılığı içindedir.
Bizzat Marksizm'in temel önermesi gereği, insanın düşüncesini
belirleyen varlığı ise, bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmak, gerçeği
çarpıtmak, değiştirmek ve varlık yani konum ve çıkarlar arasında kaçınılmaz bir
ilişki bulunacağı açıktır. Varlık (çıkarlar, konum) gerçekten gerçeğin açığa
çıkarılmasından ve onun bilinmesinden çıkarlı olmalıdır, bu ise ancak
kaybedecek bir şeyiniz olmadığında olabilir.
Kaybedilecek şeyler ille de maddi zenginlikler değildir. Örneğin
küçük bir örgüt; toplumda ilgi gören ve manevi bir tatmin sağlayan bir pozisyon
da olabilir.
Umut bile kaybedilebilecek bir şeydir.
Bu nedenle en devrimci ve radikal çıkışları besleyen umut
değil, umutsuzluk; kaybedecek umutları bile olmamak olagelmiştir.
Engels’in de işaret ettiği, ilk bakışta paradoks gibi
görülebilecek, en devrimci hareketlerin, en kaderci öğretilere dayanmasının
ardında, umudun bile kaybedecek bir şey olması vardır. Mesih (Mehdi) “zamanın sonunda”, yani artık bir gelecek
olmadığında çıkacaktır. Bütün Mesihler zamanın sonuna geldik diye çıkmışlardır.
Walter Benjamin’in dediği gibi “umut bize umutsuzlar için verilmiştir”.
Kaybedecek bir şeyle devrimcilik ilişkisi, aynen kaybedecek
bir şey ile gerçek ilişkisinde de vardır. Yani devrimci bir politika ile bilim
veya gerçek arasında kaybedecek şeyler ortak noktası üzerinden kopmaz bir bağ
vardır. Gerçek devrimci olduğu gibi; devrimci de gerçekten yana olmak
zorundadır.
Marks, “bilime bilim
dışı kaygılarla yaklaşmamaktan” söz ediyor. “Bilim
dışı kaygılar” ise son duruşmada hep kaybedilecek bir şeylerle ilgilidir.
Burjuvazi bunun tamamen bilincindedir.
Tam da bu bağlantı nedeniyle, burjuvazi bile en azından “pozitif bilimler” denen, Eleştirel Teori’nin
“araçsal akıl” dediği, son duruşmada,
emek üretkenliği sağlayarak nispi artık değeri yükselten bilim adamlarına, en
elverişli yaşam ve çalışma koşullarını sağlayarak; yani doğa bilimlerini
politik ve maddi kaygılardan azade kılarak, aslında tüm doğa bilimini kendi
politikasının (daha çok karlılık ve artı değer) basit bir aracına dönüştürür.
O halde tüm doğa bilimi, o özerkliği, bağımsızlığı ve bunun
mistifize edilmesiyle, hâsılı har şeyiyle, aslında gerici bir politikanın aracından
başka bir şey değildir.
Dolayısıyla gerçeğin peşinde değildir ve bize gerçeği
vermez. Tüm o doğa bilimlerine has gerçekler (Kuantum teorileri, standart
modeller, evrim teorileri vs.) tüm doğruluklarına rağmen ve tüm
doğruluklarıyla, sosyolojik olarak baktığımızda, doğa bilimlerinin gerçeği
örtüşün araçları olduğu gerçeğini örterler.
Bu nedenle bir tek bilim olabilir: Toplumbilim.
Ama Toplumbilim ise ancak devrimciyse gerçeğin peşinde
olabilir ve ancak gerçeğin peşindeyse devrimci.
Tam da bu noktada burjuva toplumundaki “doğa bilimleri” ile “toplum
bilimleri” arasındaki zıtlık ortaya çıkar.
Doğa bilimlerinde, gerçek için sağlanan her türlü maddi ve
hukuki kaygıdan azade olarak araştırma yapma ve sonuçlara ulaşma koşulları; bu
koşulların kendisi kaybedecek bir şey olduğu için, dolayısıyla bilim dışı
kaygıları besleyeceği için; toplum bilimlerinde gerçeğin ve devrimciliğin
temelini yok ederler.
Öyleyse, akademik âlemde gerçeğin peşinde bir sosyoloji ve
devrimci-radikal bir politika (ki ikisi de son duruşmada aynı şeydir ve aynı
koşullarda var olabilirler) var olamaz.
Devrimci veya gerçeğin peşindeki bir sosyoloji ancak
üniversitelerin, kurumların dışında, kaybedecek şeyler olmayan; bilime bilim
dışı kaygılarla yaklaşmaya yol açmayacak bir koşulda var olabilir.
Marksizm ve onun göbek adı olan Tarihsel Maddecilik özünde
Sosyoloji, yani toplumu açıklayan bilim olduğundan; biricik sosyoloji (Toplumbilim)
olan Marksizm, ancak üniversite ve kurumlar dışında var olabilir ve
gelişebilir.
Zaten bütün tarih de bunu doğrulamaktadır.
Sosyoloji (Marksizm) ancak, bu toplum karşısında, başka bir
toplumu kurmanın aracı olduğunda, (başka bir toplum kurmak da özünde bir din
kurmak olduğundan, tarihte var olmuş ve var olacak bütün dinler, Aydınlanmanın
inanç demesinin aksine, ekonomik altyapının o günkü durumuna denk düşen
topluluk tanımları yapıp toplumsal ilişkileri düzenlediklerinden, başka bir
toplum kurduklarından; yani tümüyle üstyapı olduklarından) bir din olduğunda
ancak gerçek anlamıyla “nesnel akıl”,
“araçsal olmayan akıl” anlamında bir
bilim olabilir.
Ancak toplumun ve tarihin yasalarına dayanan bir toplum
yaşamı kurulduğunda; yani bilim din olduğunda, yani bir toplumun tüm
üstyapısını şekillendirdiğinde; ya da üstyapı bilimsel olarak örgütlendiğinde
veya din bilim olduğunda, sadece bu koşulda, “Pozitif bilimler” veya tüm “doğa bilimleri”
toplum ihtiyaçlarını gidermenin bir aracına dönüşebilir; dolayısıyla
araçsallık, sermayenin ihtiyaçlarının değil, toplumu örgütleyen toplumsal
ihtiyaçları gidermeyi veya bu ihtiyaçların kendisini düzenlemeye hizmet
edeceğinden; doğa bilimleri bir ideoloji olmaktan çıkar ve toplum bilimin bir
aracına dönüşebilirler. Yani kelimenin gerçek anlamıyla bilim olabilirler.
O noktada zaten doğa ve toplum bilim ayrımı; araçsal ve
nesnel akıl ayrımı da yok olur. Aynı şekilde sosyoloji ancak gerçekten bilim
olduğunda bir din, din olabildiğinde de bir bilim olabileceğinden, burjuva
toplumunun din – bilim; inanç – bilim gibi ayrımlarının dinsel ve bilim dışı,
gerçeği çarpıtın karakteri ortaya çıkar ve hem de bu ayrımlar aşılmış olur.
*
O halde, toplum bilimleri ve politika alanında; yani bilimsel
ya da devrimci politik bir çalışmayla insanın geçimi arasında hiçbir ilişki
bulunmaması gerekir.
Bu nedenle şimdilerde kimsenin bir sorun görmediği “sponsor” devrimci bir politika ve
gerçeğin peşindeki bir bilimin en büyük düşmanıdır.
Devrimci bir politika ve gerçeğin peşindeki bir bilim için
bir tek “sponsor”luk olabilir: ezilen, sömürülen sınıfların; toplum
kesimlerinin; gönüllü çaba ve bağışlarından oluşan bir “sponsor”luk.
Ama bu bile sadece bir maddi koşulu sağlar ama politik ve
bilimsel doğruluğu; günahsız bir kul olarak cennete gitmeyi, yani gerçeği ve devrimciliği
garantilemez. Gerçek ve devrimcilik, bu
maddi koşulun yanı sıra, tüm insanlığın bilim ve kültür mirasını özümlemek;
bıkmazcasına müthiş bir emek sarf etmek gibi daha birçok koşulun bir araya gelmesini
gerektirir. Bu nedenle bilimin ve devrimciliğin kaynaştığı insanlar, bir elin
parmaklarını aşamayacak sayıdaki Marksistlerle sınırlıdır.
Evet, gelir ve yaşam düzeyi ile yani yeme, içme, barınma ve
giyinmeyi sağlamak için yapılan iş ile politik ve bilimsel faaliyet arasında (ki
bir Marksist için bilim ve politika aynı şeydir)hiçbir maddi ilişki kurmama
ilke olmalıdır.
Ancak bu koşul politika ve bilimde gereken radikalliğin
maddi temelini oluşturur. Ancak bu koşulda bilimi ve politik radikalliği, bilim
dışı veya devrimcilik dışı kaygıların etkilemesinin maddi temeli ortadan
kaldırılabilir.
*
Elbette insanın karnını doyurması, barınması, giyinmesi, hâsılı
geçim ve yaşam araçlarına sahip olması gerekir.
Bu da iş demektir ve bu işlerin çok önemli bir kısmını
sosyal servisler, akademik kurumlar vs. sağlar.
Akademik bir işi bilim; sosyal bir işi devrimci ve politik
bir çalışma olarak yapmaya çalışmanın baştan çıkarıcılığına direnmek zordur. Zevk
aldığınız şey işiniz olur, yabancılaşmış bu dünyada yabancılaşmadan azade
küçücük bir adadır karşınızdaki.
İnsan şöyle düşünebilir: Ben nasıl olsa geçimimi sağlamak
için çalışmak zorundayım. Bu işimi yaparken belli sınırlar içinde, işim
aracığılıyla belli bir etki yaratıp, bilim ve politikaya; gerçeğe ve
ezilenlerin mücadelesine daha çok katkı yapabilirim. Sonra ben olmasam orada
başka bir gerici olabilir bu daha mı iyidir?
İşin ilginci bu pek yanlış da değildir.
Ama hiç şaşmaz bir kural vardır. Siz işinizin içeriğini
değiştirmeye kalkarken işiniz sizin yaptığınızın içeriğini ve nesnel anlamını değiştirir.
Peki, ne olacak? Çalışılmayacak mı böyle işlerde?
Elbette çalışılabilir.
Ama bir şartla, tıpkı bir işçi gibi.
Yani işçi çalıştığı saatlerde, nasıl artı değer üretip, sermayeye
ve işveren sınıfına hizmet ediyorsa; ancak işten çıktığında veya bir grev yapıp
çalışmadığında ona karşı bir şey yapabilirse ve hiçbir zaman çalıştığı saatleri
işverene karşı bir mücadeleymiş gibi göstermezse öyle.
Yani işlere bir devrimci, politik ve bilimsel bir anlam
vermeden; bu yapılan işlerin aslında karşı devrimci ve bilim dışı olduğunu
söyleyerek. Çalışma saatlerini yabancılaşmanın en ucunda yaşayarak; ancak o saatlerin
dışında, çalışmada yapılana karşı mücadele ederek ve yapılanın yanlış olduğunu
söyleyerek.
Ama bu şizofren bir kişilik demektir de. Geçiminizi sağlamak
için yaptığınızın berbat bir şey olduğunu söylemeniz, aslında bunun berbat bir şey olduğunu
söyleyebilmek için çalıştığınız ve o berbat işi yaptığınız anlamına gelir.
Ama zaten bunu yaptığınız an o işinizden de olursunuz. Hadi
böyle olmadığını var sayalım. Sizin siyasi kanaatleriniz ile işinizde
yaptıklarınızı ayıran ve bundan dolayı sizi cezalandırmayan ideal bir
demokratik ülkede olduğunuzu var sayalım.
Bu durumda da ancak şizofrenler gerçek devrimciler ve
gerçeğin peşinde koşan bilim insanları olabilirler.
*
Türkiye’de Soros’un ya da Avrupa Birliği’nin veya kimi
vakıfların desteklerinden söz ederek liberal ve kimi daha demokratlara saldıran
Ulusalcılara karşı bunlar ya susuyorlar ya da bir tarihte birisinin dediği gibi
“Merkez Bankasının müdürü merkez
bankasındaki paraların sahibi ve nereye harcanacağını belirleyen değildir”
anlamında bir şeyler söylüyorlar.
Evet, öyledir ama burada sorun, paraların sahibi olmak
değildir, o iş ile yapılandır: O ülkenin parasının değerini korumak; ekonomi
politikalarının iyi işlemesini sağlamaktır.
Bunu yapmadığı veya başarılı yapamadığı takdirde işine son
verilir; maaşı verilmez.
Aynı şekilde, “sponsor”ların amaçlarına uygun davranılmadığı
takdirde, desteğin kesileceği açıktır.
Savunmayı bir liberalin böyle Merkez bankası müdürü ve paraya
sahip olma üzerinden yapması anlaşılabilir ama bir devrimcinin böyle söylemesi,
anlaşılamaz.
Devrimci ise konumunu ancak şöyle savunabilir: “evet
yaptığım işin amacı şöyle şöyle tanımlanmıştır, bu benim kişisel inançlarımla,
politik amaçlarımla çelişki içindedir; ama sosyalist ve kapitalizm karşı
inançlarına rağmen çalıştığı saatler içinde kapitalizmi güçlendiren ve
sermayeye hizmet eden bir işçi gibi, ben de işimden çıktığımda, işimde
yaptıklarımın ne kadar berbat şeyler olduğunu anlatıyorum, o işimde yaptıklarıma
karşı mücadele ediyorum” demelidir.
Ama bunu yaptığı zaman da zaten işini kaybeder. En
demokratik, en fikir özgürlüğünden yana “sponsor” bile bu kadarına tahammül
edemez.
Tabii bir başka yolu daha vardır yapılan işi savunmanın.
Destekçinin amaçlarıyla sizin amaçlarınız çakışıyordur. Ama o zaman da, tam da
yapılan işin içeriği bakımından savunmanız gerekir. Ama bu günkü dünyada hiçbir
“sponsor” gerçek ve devrimci hedefleri desteklemeyeceği için, bu fiilen yapılan
işle devrimciliğin ve gerçeğin (yani politikanın ve bilimin) bir ilişkisi
olmadığını itiraf anlamına gelir.
Peki, liberalleri böyle de onları suçlayan ulusalcılar çok
mu farklı?
Hayır.
Onları da Türk devleti destekliyor. Onlar Türk devletinin
sponsorluğunda sorun görmüyorlar.
Aslında bu durumda, tutarlı ve dürüst bir liberaller, “en büyük düşman bu baskıcı, bürokratik,
militer devlet cihazıdır. Bu düşmanı karşı mücadelede, elbette her zaman
ezilenlerin ezenler arasındaki çelişkilerden yararlanması hak ve görev olduğu
için, elbette Türk devletinin zayıflamasından çıkarlı diğer devletlerin ve
kurumların imkânlarından yararlanılabilin; biz de başka gerekçelerle aynı
devleti parçalamayı istiyoruz, bu baskıcı ve bürokratik devlet varken demokrasi
olanaksız olduğu için onu parçalamayı istiyoruz, bu nedenle bu geçici ortak
hedefler için onların desteklerini almanın hiçbir sorun yaratmadığını
düşünüyoruz” diyebilirler ve demelidirler.
Ancak bunu söyleyebilecek kadar bilimsel ve radikal olan
ister istemez artık bir liberal olmaktan da çıkmış olur; radikal bir demokrata
dönüşmüş olur. Radikal bir demokrat ise, tam da radikalliği, devrimciliği ve
gerçeğe bağlılığı gereği sponsorluğu reddeder. Bu nedenle böyle bir durum
olanaksızdır.
Liberallerde bunu böyle söyleyip açıkça savunacak açıklık ve
cesaret bulunmaz? Burjuvazinin sınıf olarak korkaklığı tam da liberallerin
korkaklığında ifadesini bulduğu için, yani ezilenlerin mücadelesinden
korktukları için, Avrupa’nın baskısından veya kimi liberal sponsorlardan medet
umarlar sözüm ona demokrasi dedikleri bir düzen için. Bu nedenle de hiçbir demokrasi
programı bu baskıcı ve bürokratik devlet cihazını parçalamayı en baş görev
olarak tanımlamamaktadır.
Bu açıklık ve cesareti sadece kaybedecek bir şeyi
bulunmayanlar gösterebilirler. Bunun en klasik örneği Lenin’in Alman Genelkurmayı
ile anlaşma yapıp Rusya’ya gidişidir. Alman Genelkurmayı, Bolşeviklerin barış
sloganı nedeniyle, doğu cephesindeki güçlerin serbest kalıp zor durumdaki batı
cephesine aktarılabilmesi amacıyla Lenin’in Rusya’ya gidebilmesi için kurşunlu
vagona yolu açıyordu. Lenin ise,
cephelerde barış ile köylülerin ayaklarıyla oy verdiği Rusya’daki devrim ve
kardeşleşme ile bir Dünya Devrimi için gitmek istiyordu.
İşte, oportünistler ve devrimciler arasındaki fark burada ortaya
çıkar. Abdestinden emin olan gerçek devrimciler, en çürük ve en riskli
uzlaşmalardan bile korkmazlar. Ama bunların çürük ve güvenilmezlerle, hatta
düşmanlarla yapılan uzlaşmalar olduğunu gizlemezler (Lenin’in canını kurtarmak
ve haydudu daha sonra tepelemek için her şeyin hayduda verme örneği hatırlansın)
ve aksine bunu açık açık söylerler. Lenin hiçbir zaman Alman Genelkurmayının
kurşunlu vagonuyla Rusya’ya girebildiği için Almanya’nın artık emperyalist
olmadığı gibi şeyler söylemedi. Aksine uzlaşma yaptığının emperyalist olduğunu
her zaman hatta daha bir güçle söyledi. Yani gerçeği çarpıtmadı.
Devrimci olmayanlar ise, kendi bulundukları yere göre,
güçlerin niteliklerini yeniden tanımlarlar; gerçeği çarpıtırlar. Yani örneğin
böyle bir uzlaşma yaptıklarında, Almanya’nın artık eskisi gibi saldırgan
emperyalist olmadığına; onunla o nedenle böyle bir ittifak kurulduğuna dair teoriler
döktürürler.
Örneğin Stalin’in önderi olduğu bürokrasinin İkinci Dünya
savaşı öncesi ve sırasında yaptıkları da tamı tamına böyleydi.
Bir barış veya ateşkes anlaşması yapma sürecinde olanlar, masaya
oturduklarının haydutlar olduğunu unutmuşçasına diplomatik nezaket adına veya
onun ardına sığınarak olumlamalara giderler.
Engels ise, eğer gerçeği söyleyemiyorsan sus der.
Kıvılcımlı da 12 Mart öncesi günlerde, kendisine Kürtler
hakkında soru soran Aydınlıkçı provokatöre, konuşmayacağı anlamında “sıkmıyor”
demişti.
Gerçeği çarpıtmaktansa susmak, gerçeği söylemenin tehlikeli
olduğu söylemek anlamına gelir ve bu da bir gerçeği ifade ettiği için, devrimci
bir eylemdir.
İki zıt politika, iki zıt mücadele anlayışı.
29 Ağustos 2014 Cuma
Demir Küçükaydın
Marksizm
ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumu Hazırlama Girişimi
E-Mail:
Blog:
Mail
Grubu:
Gruba
üye olmak için şu adrese boş bir e-mail atın:
Twitter:
Facebook
Etkinlik
Facebook
Grup:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder