Türkiye’de yaşayan insanların önündeki seçimin neyin seçimi
olduğunu doğru tanımlamanın doğru bir strateji ve taktikler bakımından hayati
önemi bulunmaktadır.
Ezilenler tavırlarını, strateji ve taktiklerini belirlerken,
hukuki tanımlar ve anlamlar üzerinden
değil; gerçek sosyolojik ve politik
tanımlar ve anlamlar üzerinden akıl yürütürler ve de yürütmelidirler.
Örneğin, PKK’nın adı hukuken
“Terör Örgütü”; Öcalan’ın adı “Terörist Başı”dır. Bu kavramlara göre politikanızı
belirlemeye kalkarsanız, devletin polisinin ordusunun kafasıyla düşünmeye
başlayıp; onun bir parçası olursunuz.
Kaldı ki, bu tanımları ortaya atıp bunları kullanmayı
zorunlu kılanlar, kendi aralarında, kapı arkalarında, bu kavramlarla iş
görmezler. Onlar “Terör Örgütü” dediklerinin, Kürtlerin üzerindeki baskıya
karşı kitlesel bir isyan ve direniş
olduğunu bilirler; Öcalan’ın bir “Terörist Başı” değil, çok akıllı bir
politikacı; bu hareketin ve örgütün kurucusu ve önderi olduğunu bilirler.
Ama tam da bunu bildikleri için; strateji ve taktiklerini belirlerken hukuki değil; yani “Terör Örgütü” ve “Terörist Başı”
kavramlarıyla değil; sosyolojik ve politik kavramlarla düşündükleri için “Terör
Örgütü” ve “Terörist Başı” kavramlarını kullanmayı zorunlu kılarlar. Bu, egemen
sınıfların ve devletin ezeli ve ebedi şizofrenik karakteridir.
Önümüzdeki seçimde de tavır belirlerken, hukuki değil gerçek durumu ifade eden politik
ve sosyolojik kavramların kullanılmasının hayati önemi bulunmaktadır.
Nasıl Kürt Ulusal Hareketi karşısında devletin hukuki
kavramlarına göre değil; gerçek sosyolojik ve politik anlamına uygun kavramlara
göre tavır belirlemek gerekirse, “Cumhurbaşkanlığı Seçimi” denen, devletin yapısına ilişkin plebisitte de
aynı şekilde davranmak gerekir.
Öncelikle, politika
değişiklikleriyle yapısal
değişikliklerin farkını iyi görmek
gerekir.
Politik bir
değişiklikte, yapısal bir değişiklik
olmaz, örneğin parlamentonun veya Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinde
bir değişiklik olmaz. Bir seçim, bu görev ve yetkilerin hangi politikanın aracı
olarak kullanılacağı üzerine bir seçimdir.
Ama yapısal bir değişiklikte,
şu veya bu politika değil; bir yapı, örneğin o görev ve yetkilerin kendisi değişikliğin konusudur.
Elbette politik mücadelede, politik ve yapısal değişiklikler
böylesine kolayca birbirinden açık sınırlarla ayrılmazlar. Çünkü bizzat bu
sınırların ve f arklılıkların karıştırılması
bu mücadelenin bir aracıdır. Yani birçok politik değişiklik yapısal bir
değişiklik gibi gösterilebilir; yapısal değişiklik de politik değişiklik gibi.
Aslında yapısal değişiklik, Cumhurbaşkanlığının doğrudan
seçilmesi yönünde yapılan Anayasa değişikliği ile yapılmıştı. Şimdi bu
değişikliğe uygun ilk seçim yapılmaktadır. Şimdiki seçimde bu yapısal
değişikliğe, yapısal değişikliğin içinde direnmek veya gerçekleştirmektir.
Bu değişiklik niçin yapıldı? Bir başkanlık sistemine geçmek
için. Yani devlet başkanını bir hükümet başkanının yetkileri ve gücüyle
donatmak için.
Bu seçimde, Erdoğan için Cumhurbaşkanı seçilmek, hem fiili
olarak başbakanlığı da elinde bulundurmak; hem de bu muazzam güç birikimini
kullanarak doğrudan bakanlık sistemine de hukuken geçme olanağı elde etmektir.
Yani bu fiili duruma bir de hukuki biçim kazandırmak için bir ara aşamadır aynı
zamanda. Zaten eğer böyle olmasa, devlet başkanının Meclis tarafından
seçilmesini değiştirme gereği duymazdı.
Elbet devlet başkanının bütün yetkileri elinde bulundurduğu ABD
gibi ülkeler vardır ama ABD’nin tüm devlet yapısı da farklıdır. Firavunlar
çağından kalma bu merkezi devlete bir de firavunlardan bile daha yetkili bir
başkanlık yapısını monte etmek; tamamen kontrol dışı bir canavar yaratmaktan
başka bir anlama gelmez.
Ve bu canavar, sözde laik (yani en azından biçimsel olarak,
insanların dinleri karşısında tarafsız, onlara eşit mesafedeki) bir devlet
başkanlığını ilan için yaptığı toplantıya tamamen Türk milliyetçiliği ile
boyanmış Sünni Müslümanlığı bir devlet dinine yükselten dualarla çıkan bir
politikanın da aracı olduğunda Türkiye’deki rejim, Franko veya Salazar’ın bir "İslami"
versiyonu olmaya aday demektir.
ABD, dünyanın ilk cumhuriyetlerinden biri olarak, kana dayanan
kralların ve imparatorların dünyasında; kralın veya imparatorun seçilmesini
esas sorun olarak gördüğü için; o zamanın dünyasına göre demokratik bir
sistemdi başkanlık.
Öte yandan bu sistem, bu muazzam güç yoğunlaşmasını bu
seçilmiş kral veya imparatoru dengeleyecek birçok karış mekanizma; güçlü özgürlükler
ve haklarla donatılmıştı.
Örneğin valileri atayamaz bu devlet başkanı; onlar halk
tarafından seçilir ve her biri de küçük bir devlet başkanıdır. Bütün emniyet
teşkilatı bu seçilmiş yöneticilerinin emrindedir. Halk silahlıdır Amerika’da.
Fikir, örgütlenme ve gösteri hakları çok geniştir.
Türkiye’de ise, ne böyle dengeleyici yapılar ve mekanizmalar
vardır; ne de artık kralların ve imparatorların dünyasında yaşanmaktadır.
Aksine Türkiye’deki devlet tipik keyfi, bürokratik, militer, keyfi ve merkezi
bir şark devletidir. Bu merkezi ve keyfi devlet bile, devlet olarak kendi
selameti için, bir takım karşı denge mekanizmalarına ihtiyaç duymuş; devlet ve
hükümeti ayırarak; uzun vadeli çıkarları açısından devletin hükümet
politikalarında bağımsızlığı ve sürekliliği hatta görünüşte tarafsızlığı gibi
bir takım özelliklerle kendini donatmak zoruna kamıştır. Böylece Devlet sınıflarının
arasındaki çatışmaları ılımlandıracak denge mekanizmaları yaratılmıştır.
Ama yeni sistemde, zaten yapısal olarak tamamen anti
demokratik ve merkezi bir devletin başı aynı zamanda hükümetin başı olacaktır
ve diğer yetkilerle birlikte fiilen yasama ve yargının da başı olacaktır. Bu Osmanlı
padişahlarınınkinden bile daha büyük bir güç ve yetki merkezileşmesi demektir.
Bu seçim, bu nedenle, aslında bu yapısal değişikliğe onay verip vermeme referandumudur. Ama bu
referandum, hukuken bir seçim görünümü altında ve biçiminde olacaktır.
Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu bu ölçüde bir güç
yığılmasını yanlış bulmaktadır bizzat anketlerin gösterdiğine göre.
Ama aynı zamanda en azından yarısı veya yarısının biraz
üstü, Erdoğan’ın politikalarından memnundur.
Bu durumda, Erdoğan, kendi politikalarına olan bu desteği,
aslında büyük çoğunluğun karşı olduğu
bir yapısal değişikliğin aracına dönüştürmek istemektedir.
Bunun için yapılması gereken ilk şeyde bu farkın görülmesini
gizlemektir. Bunu gizleyen her davranış; her söz aslında Erdoğan’ın bu amacına
hizmet etmiş olur.
Bu farkın görülmesi ve anlatılması çok önemlidir ve bu da her
şeyden önce isimden ve tanımlamadan
başlar.
Seçim’in bir “cumhurbaşkanlığı seçimi” olmadığı; merkezi
devletin daha da merkezileşmiş; artık en küçük bir dengeleyici mekanizması kalmamış
fiili bir sultanlık mı; yoksa nispeten gücün biraz olsun dağıldığı; devletin
farklı organlarının nispeten birbirini dengelediği; dolayısıyla ezilenlerin o
devletin çatlaklarında daha geniş hareket etme imkânının olduğu bir yapı olarak
mı kalacağı sorunu olduğu anlaşılmalı ve anlatılmalıdır.
Eğer bu seçimin bir politikanın
(kişinin) değil; bir yapının
seçimi olduğu; bugünkü yapıdan bile daha berbat bir yapı seçip seçmemek karşısında
bulunulduğu anlatılabilir ve buna uygun strateji ve taktikler
geliştirilebilirse Erdoğan’ın bu oyunu bozulabilir. Bizzat böyle bir başarı da
demokratik güçlerin ve ezilenlerin hareket alanını bu eski yapı çerçevesinde
bile muazzam arttırır.
Elbet şöyle diyenler de çıkabilir: “Burjuva devletinin şöyle
veya böyle olması bizi ilgilendirmez.”
Muhtemelen her zaman olduğu gibi yine çıkacaktır da.
Ama gerçekten mücadele edenler, düşmanı karınca bile olsa
onu ciddiye almak gerektiğini; karıncanın gücünden bile yararlanmak gerektiğini
bilirler. Karşı tarafın arasındaki çatlaklar ve daha geniş bir hareket alanı, her
zaman ezilenlerin başlarını kaldırmasının olanaklarını sunduğunu bilirler.
Açın tarih kitaplarına bakın; merkezi devlet ne zaman
zayıflar, parçalanır; o zaman ezilenlerin sesleri daha çok çıkmaya başlar; Timur’un
Orduları Yıldırımın ordularını dağıtıp “Fetret” dönemine girildiğinde Şeyh
Bedrettin, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa çıkabilir; İran ve Bizans savaşlarla
zayıflayıp merkezi otorite sarsılığında Baba İlyaslar, İshaklar ortaya çıkabilir
olur. Birinci ve İkinci dünya savaşlarında devletler zayıflayıp, çürüdüğünde
ezilenler ayaklanır.
O halde bizler, ezilenler iğne deliğinden ışık geçse ondan
yararlanma prensibiyle hareket etmek zorundayız.
Bu nedenle de, bugünkü rezil ve berbat sistem muhakkak ki,
Erdoğan’ın istediği ve bu seçimler sonucunda oturtabileceği çok daha rezil ve
berbat sistemden, daha çok hareket alanı sağlar. Öte yandan, doğrudan seçilmiş
bir cumhurbaşkanının iktidar partisinin adayı olmaması, daha büyük çatlaklar,
bizler için daha geniş hareket alanı demektir.
*
Şimdi bu açıdan iki örneği ele alalım.
Aleviler bütün normal sağduyulu halk gibi, önce İhsanoğlu’na
oy yok dedilerse de biraz düşününce, beterin beteri vardır deyip, birinci turda
protesto oylarını Demirtaş’a verseler de ikinci turda İhsanoğlu’na vermenin
hazırlığını yapıyorlar ve bunu makul göstermenin gerekçelerini buluyorlar.
Bunun için anlattıkları bir fıkra var. Bektaşi’ye iki şişe
şarap vermişler bunların hangisi daha iyi şaraptır demişler. Bektaşi birini
tatmış ve öbürü daha iyi demiş. Öbürünü tatmadan nasıl biliyorsun dediklerinde,
bundan daha kötüsü olmaz da ondan demiş.
Yani Erdoğan’dan daha kötü olamayacağına göre oylar
İhsanoğlu’na diyorlar.
Ancak bu fıkrada kastedilen, politikalar ve o politikaları temsil eden kişilerdir. Bu nedenle seçimin kişi ve politika seçimi olduğu yanlış
algısını yerleştirmektedir.
Yani Erdoğan’a karşı gibi görünen fıkra bile Erdoğan’ın
amacına hizmet etmekte; yapısal bir sonunu bir politika ve kişi sorunu gibi
göstermektedir.
Bu fıkra ile kastedilen eğer yapı olduğunda; bu yapı gelecek
olandan daha kötü olamaz anlamında bu fıkra doğru olur ve Erdoğan’ın oyununu bozabilir.
Tekrar edelim, bu “secim” bir politika ve kişi seçim değil; fiilen
başka bir yapı için bir plebisittir.
*
Bu yanlışın tipik bir örneğini bizzat Demirtaş’ın örneğinde de
görelim.
HDP’nin resmi sayfasında,
HDP
Eş Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Demirtaş TMMOB'u ziyaret etti
başlığı altında şu satırlar okunuyor:
“Demirtaş, (…) Cumhurbaşkanının ilk defa halk tarafından
seçilmesinin halkın özgür iradesinin Çankaya'ya taşınmasının doğduğu ilk seçimin
yaşanacağını belirten Demirtaş, kendilerinin de savundukları ilkeler ve temel
referanslar ile bu çalışmayı başlattıklarını söyledi.”
Hemen görüleceği gibi, Demirtaş’ın yanlışı çifte yanlıştır.
Hem yapısal değişikliği onaylamakta ve olumlu göstermektedir; hem de o olumlu
gösterdiği yapı içinde sanki bir politika değişikliği söz konusuymuş gibi
konuşmaktadır.
Demirtaş, bir yandan Cumhurbaşkanının doğrudan seçimini daha
demokratik olarak görmekte; doğrudan seçimi “halkın özgür iradesinin yansıması” olarak tanımlamaktadır.
Bu birçok bakımdan yanlıştır. Yüksek tahsili olmayanların
seçilememesi; 20 milletvekilinin imzası vs. gibi anti demokratik nitelikleri
bir yana bırakalım. Bizzat PKK ve Öcalan daha önce, önemli olan demokratik mekanizmalardır;
başkanlık veya parlamenter sistem olması ikinci plandadır demiş olasına rağmen;
bu demokratik mekanizmalar yokken, daha da kısılmışken ve değişiklik bu
mekanizmaları daha da kısacakken; Demirtaş, böyle bir yapısal değişim ve güç
yığılmasına yol açacak bir sistemin yanlışlığı üzerine vurgu yapması
gerekirken, adeta Erdoğan’ın basın ve hakla ilişkiler danışmanıymış gibi; bunun
daha demokratik olduğunu söylemektedir.
Doğrudan seçim,
daha büyük yetki ve güç ile ilgilidir; Doğrudan seçim,
doğrudan seçim değil, daha büyük yetki ve güç ve bunun yoğunlaşması; aksine
seçilmiş organların gücünün tırpanlanması demektir. Yani öz ve görünüm aynı
değildir. Demokratik gibi görünen zaten kuşa dönmüş demokrasinin daha da
yolunmasıdır. Görevi bunu anlatmak ve göstermek iken, tam tersini yapmaktadır
Demirtaş.
Ama sadece bu da değil; aynı zamanda bu yapısal değişiklikle
yapılan seçimi de sanki bir politika değişikliği; bir politika seçimi gibi
görmekte ve göstermektedir.
Örneğin şöyle yazıyor yine aynı sitede:
“Demirtaş,
"Resmileşen adaylık başvuruları itibari ile 2 temel çizgi yarışacak.
Bunlardan biri eski statükoyu, devlet anlayışını temsil eden çizgi diğeri de
devleti kendi çıkarlarına göre dizayn eden çizgi bir de bizim temsil ettiğimiz
özgürlüklerden yana çizgi olacak. Bu çizgiler arasında yarış olacak. Biz bütün
toplumsal kesimlerin, kimliği, inancı, doğduğu yere bakmaksızın herkesi
kucaklayacak bir ilkesel duruşun sahibi olacağız" dedi.”
Demirtaş’ın çizgi dediği
iki farklı politikadır. Dikkat edilsin,
ortadaki seçimin bir politika seçimi değil; bir yapısal değişiklik olduğu
gerçeğinin üzerini örtmüş oluyor; ama tam da böyle yaparak aslında bilinçli
veya bilinçsiz, bu yapısal değişimi onaylamış oluyor.
Tabii eğer böyle bir politika (“çizgi”) seçimi olarak görülüyorsa,
diyelim ki kendisi elendiğinde, bunların ikisi de aynıdır diyerek, boykotu
savunabilir (ki bunun işaretlerini önceden verdi) ve fiili bir yapısal
değişiklik karşısında tarafsızlığı, dolayısıyla güçlü olanı desteklemiş olarak,
bizzat bu merkezi güç yığılmasının bir aracı olacak politikaların fiilen destekçisi
olabilir.
Yani Kürt burjuvazisi ki Demirtaş onların temsilcisi ve
dengesidir PKK karşısında, şimdiden PKK’yı ve Öcalan’ı bir emrivaki karşısında
bırakmaktadır.
Daha önce yapılanlar da bunu ihsas ettirmektedir.
Örneğin HDP, bu secimin bir politika seçimi değil; yapıya
ilişkin bir seçim olduğunu daha baştan görüp, İhsanoğlu gibi, AKP
destekçilerinin de onaylayabileceği (Bekaroğlu gibi birini örneğin) aday
gösterebilirdi. O zaman böyle doğru bir hamle ile CHP’yi ve seçimlerini de
etkileyebilir; politik alanda çok önemli bir çıkış yapmış olabilirdi. Bu fırsatı
kullanmaması bir rastlantı olmasa gerek.
Demirtaş’ın adaylığı bu bakımdan yanlıştı.
İkinci olarak Demirtaş adaylığını adeta bir emrivaki yaparak
açıkladı.
Ve şimdi de yine adeta bir emrivaki yapmaktadır problemi sadece
bir politika ve kişi seçimiymiş gibi koyarak; doğrudan seçimi demokratik diye
vaftiz ederek.
Bu yapının berbat olduğunu ama Erdoğan’ın seçilmesi halinde
gelecek olanın daha berbat olacağını ifade etmemektedir hiçbir şekilde.
Elbet şu aşamada, Taktik olarak konuşması gerekmeyebilir. Bu
anlaşılabilir.
Ama bu seçimin seçim değil, yapı üzerine bir plebisit
oluğunu söyleyebilirdi örneğin.
Bunu derseniz çıkarsamanız başka olur. O zaman ikinci turda
boykot savunulamaz.
Ama yapısal bir değişikliği bir politika değişikliği gibi
sunmak, bizzat o yapısal değişikliğin aracı olmakla sonuçlanır.
Kürt özgürlük hareketi Batı’ya açılmak, Türkiye’nin
ezilenlerini kazanmak mı istiyor?
Önce eşyayı adıyla anması gerekiyor.
İlk turda Demirtaş’a vereceğiz oyları, ama tam da bu seçim yapısal
bir seçim olduğundan; fiilen uyguladığı Erdoğan’a fiili destek olan
politikasından dolayı değil; ikinci turda Erdoğan’ın karşısında kim varsa ona.
Daha iyi veya doğru olduğu için değil; daha doğru politikaları
savunacağı için değil; aşarı güç yığılmasını engellemek; çatlakları büyütmek
için.
Tarafsızlık demokratik güçlerin, ezilenlerin hareket alanını
daraltmakla kalmaz; onları zayıflatır ve böler.
Birine ne kadar oy vermeyi öneriyorsak onun politikalarına
da o kadar sert eleştiriler yapmalıyız.
Tıpkı bu satırlarda olduğu gibi.
Devrimci politika budur.
04 Temmuz 2014 Cuma
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder