Irkçılık da, Milliyetçilik de; "Irklar" da
Milletler de modern toplumun, yani kapitalizmin bir ürünüdürler. Tarihte
milletler ve ırklar yoktur, çünkü milliyetçiler ve ırkçılar yoktur.
Sanılanın aksine milletler olduğu için milliyetçiler değil,
milliyetçiler olduğu için milletler vardır. Aynı şekilde ırklar olduğu için
ırkçılar değil; ırkçılar olduğu için "ırklar" vardır. Bu anlamda, her
ikisi de, Benedict Anderson’un deyişiyle "hayali cemaat"dirler.
Ama sadece onlar mı öyledir? Bütün dinler de öyledir.
Müslümanlık olduğu için Müslümanlar değil; Müslümanlar olduğu için bir İslam
cemaati veya İslamiyet olur örneğin. Yani milletler ve “ırklar”, sınıflar gibi;
insanların kabullerinden bağımsız toplumsal varoluşlar değil; dinler gibi,
gönüllü veya zorla kabullere bağlı varoluşlardır.
Irkçılık da Milliyetçilik de sermayenin, kendi iç mantığının zorunlu bir sonucu
değildirler.
Ne ırkçı ne de milliyetçi olmayan ve ulusal devletlere
dayanmayan bir kapitalizm, teorik olarak mümkündür. Çünkü kapitalizmin
temelinde bulunan işgücü denen metaın, ırkı, milliyeti, dini, dili, cinsi,
inancı vs. onun kullanım değeri, yani artı değer üretme özelliği üzerinde en
küçük bir etkide bulunmaz.
Irkçılık da milliyetçilik de, sermayenin iç mantığının değil
ama gerçek tarihsel hareketinin
ürünüdürler.
Özelilikle sanayi devrimi sonrasındaki milliyetçilik ve
milletler, kapitalizm öncesinin iş bölümü farklılıklarını derinleştiren genel
kastlaşma eğilimine ve bunun sonuçlarına karşı, modern geniş yeniden üretimi
sürdürmek için ortaya çıkan bir “çözüm”dür.
Irkçılık da yine sermayenin tarihsel hareketinin, kapitalist
olmayan bir çevrede yayılışına bağlıdır ve sömürgeciliğin ideolojik ve siyasi
ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.
İkisi de birer baskı biçimidirler. Ama bu baskıyı farklı
varsayım ve biçimlerde gerekçelendirip uygularlar. Her ikisi de insanların
temel haklarının inkârıdırlar. Aydınlanma’nın devrimciliği, kozmopolitizmi ve hümanizmi
karşısında her ikisi de birer karşı devrimdirler.
İnsan Hakları diye bir kavram olmasaydı, ne ulusçuluk olurdu
ne de ırkçılık. Her ikisi de bu hakkın inkârı için bir karşı devrimi temsil
ederler. İnsanların eşit kabul edilmediği ve hakları gibi bir kavramın olmadığı
kapitalizm öncesi çağlarda, ulusçuluk ve ırkçılık da elbette var olamazdı ve
yoktu.
Ulusçuluk, Aydınlanma’nın aksine, insanların değil; ulusların eşit değerde; dolayısıyla eşit haklara
dayalı bir partner olduğu var sayımına dayanır. İnsanların değil; ulusların
hakları vardır. “İnsan hakları” ancak aynı ulustan olanlar için geçerli olur.
Ulusların kaderini tayin hakkı ya da ulusal baskıya karşı olmak, sanılanın
aksine, ulusçuluğa karşı parolalar veya ilkeler değil; tam da ulusçuluğun
ilkeleridir.
Irkçılık ise, diğer "ırk"ların aşağı ve eşit
değerde olmadığı; insan sayılamayacağı dolayısıyla insan haklarından
yararlanamayacağı ve yararlanmaması gerektiği anlayışına dayanır.
Bu nedenle, Irkçı ve milliyetçi baskının mantığı ve
dışlaması birbirine zıt ilkelere göre işler. Irkçılık, ırkçı baskıyı
uyguladığını, dışlar. Irkçılık, fiziki,
kültürel veya hayali (evet hayali) belli özellikleri bulunmayanları dışlar ve dışlayarak ezer.
Ulusal baskı ise, aksine, dışlamaz, hayali veya gerçek o
farkı yok sayar. Çünkü var
saydığında, eşit haklı bir partner olduğunu kabul etmesi gerekir kendi mantığı
içinde. Çünkü farkın kabul edilmesi, o mantık içinde, farklı bir ulusun,
dolayısıyla, tıpkı her insanın temel hakları gibi, her ulusun da temel hakkı
olduğu düşünülen, ayrı bir devlet hakkının kabulünü gerektirecektir. Bu nedenle
bu hakkı reddetmenin yolu, ayrılıkları reddetmekten, yok saymaktan geçer.
Irkçılık, klasik sömürgeciliğe ve Amerika'daki gibi
köleciliğe veya Güney Afrika'daki Apartheita dayandığı biçimlerde fiziksel ve
biyolojik özelliklerle tanımlamıştır ırkçı baskının nesnesi olan insanları. Yani
insan olarak onları insan haklarından haklardan mahrum edişinin; dolayısıyla
insan saymayışının gerekçelerini fiziksel ve biyolojik özelliklerle tanımlar.
Ancak, sanılanın ve
Türkiye’de yaygın kavrayışın aksine, "ırksal" yani fiziki ve
biyolojik farklılıklar, ırkçılığın asli
bir özelliği değildir; onlar sadece onun somut tarihte aldığı; bu gün de
kalıntıları görülen; klasik sömürgeciliğe tekabül eden özgül bir biçimdir.
Irkçılığın onu o yapan niteliği; fiziksel özellikleri ayrım
olarak almasında değil; dışlama ve insandan
aşağı bir konumda tanımlamasındadır.
Bu nokta çok önemlidir, çünkü günümüzün ırkçılığı,
ırkçılığın belli tarihsel koşullardaki bu özgül biçimini, onun özüymüş gibi
tanımlayarak, kendi ırkçı özelliğini gizlemektedir. Yani Irkçılığı sadece
biyolojik ve fiziki özelliklere göre var olan bir şeymiş gibi tanımlamanın kendisi
bizzat bunlara dayanmayan, daha “çağdaş” ırkçılığın bir özelliğidir.
Dünyadaki en gelişmiş ve en modern ırkçılık bize bunun nasıl
olduğunun en çarpıcı örneğini sunar. “İnsanın
anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır” derler; yani olgular ancak en
gelişmiş ve saf biçimlerinde özlerini sergilerler. Irkçılığın zorunlu koşulunun
biyolojik ya da kültürel özellikler olmadığının en klasik örneği; onun en
gelişmiş ve yok edici biçiminde, Nazilerin Yahudilere karşı geliştirdiği
ırkçılıkta görülebilir.
Yüzlerce yıldır bir arada yaşadıkları Orta Avrupa
halklarından, hiç bir fiziksel ayrılıkları olmayan Orta Avrupa Yahudileri,
kendilerini ortaçağın gettosundan kurtaran burjuva devrimleri ve dönüşümleri
nedeniyle, gönüllü bir asimilasyon süreci içinde de bulunuyorlardı.
Örneğin çoğu aynı zamanda iyi bir Alman milliyetçisiydi.
Çoğunluk kendini, Yahudi inançlı Alman olarak tanımlıyordu. Önemli bir kesimi,
Yahudi inançlarını uygulamıyor ve bilinçli bir unutma ve entegrasyon süreci
içinde bulunuyordu. (Hatta bütün önemli Marksistler: Marks, Lüksemburg, Bebel,
Kautsky, Troçki, Benjamin, vs. hepsi bu kesimden çıkmıştır.) Bu bakımdan,
bulundukları toplum ile sadece biyolojik ve fiziksel değil; kültürel, hatta
dinsel bir farklılıkları bile yoktu. Hiçbir fiziki veya kültürel veya manevi
bir ayrımın bulunmadığı bu durumda bu insanlar nasıl ırkçı bir ayrıma uğratılamaz
gibi görünüyordu.
Fiziki ya da kültürel bir işaretin bulunmadığı bu koşulda
bile ırkçılık var olabilmiş; bu işareti bizzat kendisi yaratıp taşıma
zorunluluğunu getirmiştir. Yahudiler, sarı altı köşeli yıldız taşımak zorunda
bırakılmış ve modern zamanların en büyük katliamlarından birine uğratılmıştır.
Bu örneğin de gösterdiği gibi, fiziksel ya da kültürel
ayrılıklar değildir ırkçılığın özü. Irkçılığın özü; hayali veya gerçek bir
özelliğe göre dışlayarak haklardan mahkûm etmededir. (Bunu aklımıza iyice
yazalım. Türkiye’nin de nasıl ırkçı bir cumhuriyet olduğunu iyi kavrayabilmek
için.)
Bu farkın anlaşılması ve ırkçılığın özünün
"ırk"lara dayanmadığı çok önemlidir ve günümüzün dünyasındaki
gelişmeleri anlayabilmek için olduğu kadar, sosyalist bir program
geliştirebilmek için de temel bir koşuldur.
Buna karşılık milliyetçilik ise, kimi özellikleri yok
sayarak, fiiliyatta var olan bir ayrılığı inkâr ederek ulusal baskıyı oluşturur.
Milliyetçiliğin özü de, tıpkı ırkçılık gibi, sanılanın
aksine, belli bir dil, kültür ya da etniye dayanmak değildir. Tıpkı ırkçılık
gibi bunlar da şu veya bu biçimde uydurulur.
En gelişmiş ırkçılık olan Nazi ırkçılığı bize nasıl
ırkçılığın özünü gösterirse; en gelişmiş; geçmişin çarpıtıcı etkilerinden en
azade ulusçuluk olan Amerikan ulusu ve ulusçuluğu da bir bakıma ulusun ve
ulusçuluğun özünü gösterir.
Ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, kültür, tarih ya da etni vs.
olmadığı da, ilk ortaya çıktığı ve her hangi bir kapitalizm öncesi
şekillenmenin çarpıtıcı etkilerine maruz kalmadığı en gelişmiş ve saf
biçiminde; aynı zamandaki en ideal biçiminde, ABD'de, yeryüzünün bu ilk
ulusunda, çok açık görülür.
Ne etni, ne dil, ne de kültürdür bu ulusu belirleyen. Eğer
öyle olsaydı, aynı, dinden, dilden, kültürden ve tarihten geldikleri Amerikalılar,
İngiltere’ye karşı savaşıp ayrı bir ulus olarak ortaya çıkmazlar; çıkamazlardı.
Amerikan ulusu ve ulusçuluğu böyle hiçbir gönderme içermez bu nedenle. Dünyanın
en eski ulusu tarihsiz bir ulustur. Sonra gelenler de tarihsizdir ama onlar
tarihleri olduğu iddiasındadırlar. Amerikan ulusunun böyle bir iddiaya bile
ihtiyacı yoktur.
Ulus bütünüyle hukuki bir tanıma dayanmaktadır. Yani bu
günün deyimiyle "Anayasal Vatandaşlık" gibidir.
Bu sistemde, ortak dil, politik bir anlam değil, çoğunluğun
konuştuğu ya da kabul ettiği bir dil olarak kolaylık sağladığı için; tıpkı
dünya ölçüsünde İngilizcenin ortak bir dil olması gibi, teknik bir anlama
sahiptir. Amerika ulusunun varlığı ile İngilizce arasında hiç bir bağlantı
yoktur. Bu dil Almanca da olabilirdi. Belki yarın İspanyolca da olacaktır;
“Hispanik” göçmenler böyle gidip çoğaldıkları takdirde.
Ulusu, dile, etniye, kültüre göre tanımlayan yaklaşım daha
sonradan, özellikle Alman ulusçuluğu bağlamında ortaya çıkmış ve yayılmıştır.
Nasıl Irkçılığın ilk ilkel biçimi, ırkçılığın biyolojik özelliklere dayandığı
yanılsamasına yol açtıysa; ulusçuluğun bu daha sonra ortaya çıkmış ilkel biçimi
de ulusçuluğun dil, etni ve kültürle zorunlu bir bağ içinde bulunduğu var
sayımına yol açmıştır. Irkçılığın ilkel biçimleri zamansal bir öncelik
taşırlar; ulusçuluğun ilkel biçimleri ise zamansal bir sonralık.
Ulusçuluk, her hangi
bir kritere göre (örneğin her hangi bir toprak parçasında yaşayıp vergisini
vermek gibi bir hukuki bir kriter de olabilir) ulus olarak tanımlananın politik olanla çakışması gerektiğini kabul etmektir.
Kapitalizm öncesi toplum, yani basit meta üretimi, iş
bölümü, sınıf bölümü ve kavim bölümünü çakıştırıcı, dolayısıyla kastlaştırıcı,
çeşitleyici bir eğilime sahiptir. Yahudiler tüccardır, ya da tüccarlar Yahudileşir
Hazarlarda olduğu gibi. Çingeneler müzisyendir, ama Çingene olmayan, belki
kökenlerinde şamanlık bulunan abdallar Çingeneleşir. Arnavutlar muhallebici
veya ciğercidir. Ermeniler zanaatkârdır vs. vs. Bu gün bile bu kapitalizm
öncesinin binlerce yıllık birikmiş eğilimlerinin izleri yaşamaya devam eder.
Ama bu kavimlerin ve işlerin donup kastlaşması eğilimi, Akdeniz uygarlık
alanında, sürekli alt üstlüklere yol açan kavimler göçleriyle netleşmese de,
Himalayalar'ın ardında, pek az kavimler göçüne uğrayan Hindistan'da en açık
biçimini alır.
Kapitalizm ise, geniş yeniden üretim biçimi olarak, basit
meta üretiminden farklı olarak, özellikle sanayi devriminden sonra, üretileni
ve üreticiyi standartlaştırmak bunun için de, dil ve kültürde standartlaşma
yapmak zorundaydı. Bunun için elbette zorunlu bir koşul değildi ulusu bir dille
vs. tanımlamak. Bunun zorunluluk olmadığını bizzat kapitalizmin modeli ve
ideali olan Amerika bize gösterir. Ama ulusu özellikle bir dille tanıyan
ulusçuluğun bu yayılışı ve zafer yürüyüşü burjuvazinin karşı devrimciliği kadar
bu standartlaşma ihtiyacına ve ulusu dille tanımlamanın kolaylığına ve ikna
ediciliğine de dayanıyordu.
Ama bu günkü gelişmişlik düzeyinde artık bu aşılmış bir
sorundur kapitalizm için. Çünkü standartlaşma zaten sağlanmıştır. Öte yandan
elektroniğin gelişmesi (örneğin Google'da veya akıllı cep telef onlarında bilmediğiniz bir dilde günlük
konuşmaları pek ala yapmak mümkündür) koşulları kökten değiştirmiştir.
Globalleşme ve kapitalizmin hızla yayılışı teknik ve ekonomideki gelişmeler,
dilsel bir standartlaşma aramayı, hem iktisadi hem de siyasi bakımdan giderek
bir engele dönüştürmektedir.
Özellikle modern işgücü göçlerinden çıkan yeni göçmen
azınlıklar; Avrupa Topluluğu gibi çoğu dil ve etniye dayanan ulusların bir araya
gelmesinden ortaya çıkan yeni Avrupa Ulusu gibi gelişmeler; yine bilgisayarın
genelleşmesine bağlı, farklılıklara göre üretimi mümkün kılan yeni üretim
teknikleri, zaten artık geri dönülmezcesine standartlaşmış bir dünyada, dil ve
kültür çokluğunu mümkün ve gerekli kılmaktadır. Yani dile, kültüre dayanan bir
ulus tanımı ve ulusal devlet biçimi, artık giderek bir yük olmaktadır.
Ama sadece dile vs. dayanan uluslar bir engel değil; genel
olarak uluslar da engeldir artık.
Post modernizm bu engele karşı hem ulusları; hem de dile
dayanan ulusları korumak için son sığınaktır ve bu nedenle aslında gerici bir
özelliği vardır. Uluslara karşı bir savaş çağrısı değildir; hatta ulusun bir
dille tanımlanmasına karşı bir çağrı ve savaş ilanı bile değildir. Tek bir dilin
zorunlu kılınmasına karşı bir itiraz; diğer dillerin de zenginlik olarak
görülmesi için bir çağrıdır. Ulusun dille tanımlanmasını bile sorgulamaz; onu
diğer dillere de yar açarak esnetmeye çalışır.
Türkiye’deki bütün mücadele aslında bu düzeyde sürmektedir.
Ama sadece dille tanımlanmış uluslar değil; ulusal devletler
ve sınırlar da insanlığın var oluşu karşısında bir engeldirler. Ulusların ve
ulusal sınırların olduğu bir dünyada ne herhangi bir çevre felâketi
engellenebilir ne de bir ABC savaşının insanlığı kökten yok etmesi.
Ama sadece bu kadar değil; ulusal ve ulusal sınırlar artık
ırkçı bir baskının aracı olmuşlardır.
Yukarıda ırkçılık farklı olanı dışlayarak; ulusçuluk yok
sayarak ezer demiştik. Uluslar ve ulusal sınırlar bugünün globalleşmiş dünyasında
dışlayarak; ırkçı bir biçimde dışlamanın ve ırkçılığın aracı haline gelmiştir.
Irkçılık en saf biçiminde, yani hiçbir fiziksel ve moral ayrıma gerek duymadan;
sadece bir takım kâğıtları (vatandaşlık numaraları; oturma izinleri vs.)
olmadığı için insanları dışlayıp ezebilmektedir uluslar ve ulusçuluk sayesinde.
Ama bunu kavrayabilmek için, yeryüzünü bir ülke gibi
düşünmeye başlamak ve bunu içselleştirmek gerekir.
Yeryüzünde bugün bir ırkçı Apartheit rejimi vardır. Yeryüzü
siyahlar ve beyazlar olarak bölünmüştür. Siyahların beyazların hak ve imkânlarından
dışlanması uluslar ve ulusal devletler aracılığıyla gerçekleşmektedir.
ABD, Avrupa, Avustralya ve Japonya dışındaki tüm dünyadaki
insanlar; bu dünyadaki insanların hak ve olanaklarından uluslar ve ulusal
devletler ile dışlanmaktadırlar. Keza bu yeryüzü siyahlarından bu zengin
ülkelere girebilenler de aynı şekilde bir takım kâğıtlara, yani o ulustan
olduklarına dair belgelere sahip olmadıkları için her türlü haktan yoksun
köleler olabilmektedirler.
Nazi ırkçılığı, birtakım işaretler takarak ırk ayrımcılığını
yapıyordu; modern ırkçılık bir takım kâğıtların yokluğuna dayanarak ırk
ayrımcılığı yapmaktadır. Siyah artık fiziksel bir renk ayrımının ifadesi değil;
bu ırkçı baskıya uğrayışı ifade eden politik bir kavramdır. Japonya’daki
milyonlarca İranlı işçi, Japonlardan daha beyazdırlar belki ama siyahtırlar.
Türkiye’deki Moldavyalı köleler, Türklerden kat be kat beyazdırlar ama gerçekte
siyahtırlar.
Ulusal sınırlar ve vatandaşlıklar, en demokratik, hiçbir
dilsel, dinsel, kültürel göndermesi olmayan biçimlerde bile (ki ABD, Avrupa
büyük ölçüde böyle sayılabilir.) diğer insanları dışlayarak baskı altına
almanın ve haklardan mahrum etmenin; yani ırkçılığın araçlarına dönüşmüşlerdir bugünün
dünyasında. Dünya kocaman bir Güney Afrika’dır veya Filistinlileri duvarlar
örerek ve dışlayarak ezen İsrail gibi, koca bir İsrail’dir. ABD ve Avrupa’nın
sınırları, aslında insanlığın büyük bölümünün kapatıldığı koca Bantustan’ın
çevresindeki duvarlardır.
*
Bu bölünmüşlük dünya işçilerinin çaresizliğinin ve sosyalist
hareketin çürüyüş ve yok oluşunun temel nedenidir. Yeryüzünün işçileri siyah ve
beyaz olarak bölünmüş bulunuyor.
Dünyanın temel sorunu şudur: beyaz işçiler yeryüzünü
birleştirip; ulusal devletleri ve sınırları yok edebilirler; ama artık bunu
isteyemezler. Siyah işçiler ise, bunu isterler (ve ayaklarıyla oy vererek
istiyorlar) ama yapamazlar. Biri yapabilir ama istemez; diğeri ister ama
yapamaz.
Beyaz işçiler neden istemez ve isteyemez?
Çünkü bu günün dünyasında, zengin ve fakir uluslar
arasındaki fark o kadar büyümüş, "kritik kütleyi" aşmıştır ve
fakirler öylesine büyük bir çoğunluk oluşturmaktadır ki, bu yeryüzünün
sınırlılığı ile birleşince, zengin ulusların ezilenleri ve işçileri için bile, yeryüzü
ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemek; bu gün var olandan maddi bakımdan daha
geri bir refah ve tüketim düzeyi istemekle aynı anlama gelir beyaz işçiler için.
Beyaz işçi için, bu günkü refah düzeyini korumanın tek yolu,
yoksul ulusları bir rezervatın içine hapsetmek olmaktadır. (Ama onları oraya
hapsettiği sürece bu sefer sermaye oralara kaçmakta; aman kaçma diyerek kendisi
de kaybetmektedir.)
Yani artık Çin’deki işçi kendisiyle aynı haklara ve imkânlara
sahip olmadığı ve onunla birleşemediği sürece, yani ulusal devletler ve sınırlar
var oluğu sürece, örneğin Avrupa’da örgütlenmiş sendikalar ve partiler; sadece
ulusal devletlerin ve ırkçılığa dönüşmüş ulusçuluğun araçları olurlar. Ulusal
sınırların kaldırılması ise beyaz işçilerin zümre
çıkarları ve kısa vadeli
çıkarlarıyla çelişmektedir.
Böylece bu günün dünyasında, tıpkı Güney Afrika'da olan
türden, bir Apartheit, yani ırk ayrımcısı bir sistem ortaya çıkmış bulunuyor.
Sanılanın aksine, ırkçılık geleceğin bir
tehlikesi değil, bu günün bir realitesidir ve fiilen gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Irkçılığı bir tehlike olarak görmek, dünyaya Avrupa merkezli
olarak bakmak demektir; ulusçuluğun bu yeni fonksiyonunu görmeden bakmak
demektir.
Tekrar edelim, çünkü tekrar öğrenmenin anasıdır. Tekrar
edelim çünkü ulusçuluğun ne olduğunu bilmeyen ve bu nedenle de ulusçu
dolayısıyla ırkçı kafaların kendilerine karşı savaşa girmesi zordur.
Yazının başında dedik ki, ırkçılığın ayırıcı özelliği, baskı
ve sömürüyü dışlama aracılığıyla yapmasıdır. Irk veya kültür gibi özelliklere
dayanan ayrımlar, ırkçılığın somut tarihsel biçimleridirler ama özü
değildirler. Peki, ırkçılık bu yeni dışlamayı nasıl yapmaktadır? Uluslar ve
ulusçuluk aracılığıyla... Siz Avrupalı, Amerikalı değilsiniz, siz Türk
vatandaşı değilsiniz, başka ulustansınız denerek insanlığın büyük bir çoğunluğu
"Üçüncü Dünya" denen, etrafı çevrili Bantustan'da yaşamaya mahkûm
edilmektedir. Böylece ulusçuluk ırkçı ayrımcılığa uğrayanların, dışlananların da
dışlandıklarını ve ırkçı bir baskı altında olduklarını anlamalarını da engellemekte;
ırkçılığı gizlemekte, hem de onu mümkün kılmaktadır.
Ulusçuluk, zengin ülkeler için, yoksul çoğunluğu kendi
dışında tutmanın; yoksulluk içinde yaşamaya mahkûm etmenin, yani ırk
ayrımcılığının fiili biçimi olmaktadır. Zengin ulusların bir üyesi değilseniz,
koyulduğunuz rezervattan çıkma hakkınız yoktur. Rezervata hapsedilip
dışlananlar, politik anlamıyla siyahlar; sanayileşmiş refah toplumları ise
beyazlardır.
Ulusçuluk ise bu ırk ayrımcılığının; siyahların o
bantustanda, rezervatta yaşamaya zorlanmalarının ideolojik aracı ve uluslar da
bunun politik biçimidir.
İşte bu nedenle yıllardır Türkiye’nin sosyalistlerine haydi
demokratik görevlerden kaçıyorsunuz; çok işçici ve enternasyonalist olduğunuzu
söylüyorsunuz, bu ırkçılığı problematize edin; örneğin Türkiye’de yaşayan bütün
Türk vatandaşı olmayan bir köleden farksız işçilere derhal oturma ve çalışma
hakları; örneğin altı ay vergi verdikten sonra veya oturduktan sonra da tüm
yurttaşlık hakkının verilmesi sloganlarını bayraklarınıza yazın; 1 Mayıs’ı bunu
gündemleştirmenin bir aracı yapın; Türklere nasıl ırkçılar olduklarını göstermeyi
deneyin diyoruz.
Bun yaptığınızda, bütün 1 Mayıs göstericileri bu bayrakları
taşıdığında, bunun için gaz yediğinde, tutuklandığında vs. yenilseniz de; hatta
tüm toplum size saldırsa ve küfretse de siz kazanırsınız. Çünkü konuşulmayanı
tartıştırmış olursunuz.
Ama böyle yapmadığınızda, siyasi mücadele anlayışınızı
kökten değiştirmediğinizde, polisi kovup Taksimi ele geçirseniz; bir zafer
kazansanız bile yenilirsiniz.
22 Nisan 2014 Salı
Demir Küçükaydın
Yazıları
e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail
yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları
İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder