Öcalan’ın kaçırılışı ve sonrasındaki resimleri (örneğin Türk
bayrağının önünde çekilmiş veya gözleri bağlı resimleri); ifadleri (çeşitli
dönemlerde bunlar yayınlandı) ve şimdi de videoları sanki yeni bir şeymiş gibi
piyasaya sürülüyor. Öcalan ihanet etmiştir canını kurtarmayşa çalışmıştır
mesajı verilmeye çalışılıyor.
Öcalan kaçırıldıktan ve mahkemeye çıkarıldıktan sonra, bu gibi
akıl yürütmeleri tek tek ele alıp analiz etmiş; çürütmüş ve Öcalanın
yaptıklarının sosyolojik, politik ve stratejik anlamlarını açıklamaya
çalışmıştık. O dönemde yazdıklarımız, bugün parlak bir şekilde doğrulanmış
bulunuyor.
Şimdi Öcalan’ın videoları vesilesiyle o yazılanları tekrar
yayınlıyoruz. Hepsi aynen bugün için de geçerlidir. Aşağıdaki analizler 14 yıl
önce yazılmıştı. Öcalan ve PKK bitti denilen zamanlarda.
Bugün, Öcalan videolarının piyasaya sürülmesi vesilesiyle,
bugün artık çok önemli olmayan bölümlerini (Örneğin Sovyetlerin konumu ve PKK
paralelliklerine ilişkin uzun bölümler vs.) kısaltarak veya çıkararak tekrar
yayırlıyoruz.
08 Şubat 2014 Cumartesi
PKK ve Türkiye'de politika
Somut bir politika, somut güçler;
onların çıkarlarının ve bu çıkarları gerçekleştirmeye yönelik politikalarına
göre yapılabilir. Türkiye'de yıllardır bütün sorunlar "Kürt Sorunu"na
kilitlenmiş bulunuyor. Bu sorun çerçevesinde iki temel güç var birbiriyle
çatışan: PKK ve Genel Kurmay. Bu iki gücün nitelikleri ve hedefleri hakkında
net bir görüş olmadan Türkiye'de veya Kürdistan'da politika yapmak
olanaksızdır. Ve bu güçlerin nitelikleri hakkında yanlış bir değerlendirme,
kişiyi ya da partileri objektif olarak
hiç de istemediği pozisyonlara itebilir.
PKK'nın bu günkü Türkiye'deki
durumu, Sovyetler'in 1989 öncesinin dünyasındaki durumuna benzer. Sovyetler
hakkında bir net görüş olmadan o günün dünyasında politika yapmak nasıl
olanaksız idiyse ve ona karşı tavırlar son duruşmada bulunulan konumu
belirliyor idiyse, bu günün Türkiye'sinde
de PKK hakkında net bir görüş sahibi olmadan politika yapmak
olanaksızdır ve ona karşı tavırlar son duruşmada bulunulan konumu belirler.
O zamanlar Sovyetler Birliği'nin
niteliği ve onun politikalarının hedefleri ve sonuçları konusundaki görüşler
bütün politik tavırları belirlemekteydi. Bu temel güç hakkında şu veya bu görüş
otomatikman dünyadaki ve Türkiye'deki çatışmalarda şu veya bu tavır alışa da
yol açıyordu. Kimilerinin biz Sovyetlere göre politika belirlemiyorduk demeleri
de neticeyi değiştirmiyordu. Onların bu belirlememesi de Sovyetler karşısında
ister istemez belli bir politikaya denk düşüyordu. PKK'nın 90'lar
Türkiye'sindeki durumu bir bakıma Sovyetlerin 90'lar öncesi dünyadaki durumuna
benzemektedir. Tavırlar da aynı metodolojik yanlışlarla maluldürler.
Bu nedenle, Öcalan'ın İmralı'da
ortaya koyduğu politikanın ne olduğu ve bu politikayı destekleyen ve uygulayan
güçlerin niteliği sorunu Türkiye'de politika yapmak için temel önemde olmaya
devam ediyor. Bunun ne olduğu ise son derece ciddi bir analiz çabası
gerektiriyor. Şimdi bu politikanın ne olduğunu anlamaya çalışalım.
Yeni Politika'nın Ortaya Atılış Koşulları
Yeni Politika, düşmanın eline
esir düşmüş bir önder tarafından, yani Abdullah Öcalan tarafından, idamla
yargılandığı bir mahkemedeki ifade ve savunmalarda ifade edilip
şekillendirildi. Daha sonra da, Avukatlar aracılığıyla ve devletin resmi göz
yummasıyla detaylandırıldı.
Bu politikanın ortaya atılış
koşulları, yani idam tehdidi altında, düşmanın eline geçmiş bir politikacı
tarafından atılmış olması, ona bütün örgütlerde ve hareketlerde görülebilecek
politik değişmelerde karşılaşılan problemlere ek olarak yeni problemler
getirmektedir.
En sıradan insan bile haklı
olarak şöyle düşünecektir:
"Türk devleti gibi, insan
hakları ve demokrasinin zerrece değerinin olmadığı bir ülkede bu koşullarda
şekillendirilen ve kamu oyuna duyurulan bir politika ne ölçüde Kürt ulusal
hareketinin çıkarları kaygısıyla şekillendirilmiş olabilir? Aksine Türk Devleti
buna izin verdiğine göre bu politika, Türk devletinin yıllardır bir savaş
yürüttüğü Kürt Ulusal Hareketi'nin değil, Türk devletinin çıkarlarına uygun bir
politikadır. Öcalan'ın Türk devletiyle bir pazarlık içinde canını kurtarmasına
yönelik bir politikadır.
Dolayısıyla ortada, politika
düzeyinde tartışılması gerekmeyen, bir kişinin zaafları düzeyinde tartışılması
gereken, psikolojik ve ahlaki düzeyde tartışılması gereken bir sorun vardır.
Ortada Kürt hareketinin yeni politikası değil, Türk devletinin eskiden beri
sürdürdüğü politika vardır ve Türk devleti şimdi bu politikasını, eline
geçirdiği liderin ağzından, o liderin etki ve prestijine dayanarak bütün Kürt
hareketine kabul ettirmektedir. Abdullah Öcalan, artık Kürt Ulusal Hareketi'nin
bir önderi değil, Türk devletinin basit bir oyuncağı ve ajanıdır. İşi
bittiğinde de muhtemelen işi bitirilecek bir araç."
Ama bu ihanet ve çöküş iddiası
sadece soldan gelmiyor.
Özellikle eskiden beri Öcalan ve
PKK'nın politikasına muhalif olmuş Kürt milliyetçileri tarafından sürekli ifade
edilmektedir. Bunlardan en bilineni de, Öcalan'ın ilk başlarda avukatlığını
yapan Ahmet Zeki Okçuoğlu'nun yazıp söyledikleridir. İnternetteki tartışma
forumlarında böyle yüzlerce akıl yürütme ve argüman bulmak mümkündür.
Kürtlerin moralini bozmak isteyen
ve Kürt varlığını inkara yeminli Türkler de (örneğin E. Çölaşan) Öcalan'ın
çözüldüğünden, kendi canını kurtarmak için, Kürtlerin mücadelesini sattığından,
ihanet ettiğinden söz ediyorlar.
Kürt Ulusal hareketini en
tavizsiz biçimde desteklemiş kişiler bile (Haluk Gerger, İsmail Beşikçi)
Öcalan'ın ifade ettiği çizgiye ya karşı çıkıyorlar ya da belli bir mesafe
koymak gereğini hissediyorlar veya en azından Kürtlerin mücadelesinin
düşmanları tarafından kullanılmaması için susmayı tercih ediyorlar.
PKK'nın politikalarını destekçisi
veya PKK'nın militanları bile Öcalan'ın ihanetinden söz edenlere karşı, güçlü
argümanlarla değil, imanla ya da küfürle ya da "siz ne yaptınız" gibi
argümanlarla karşı çıkmaktan başka bir davranış gösteremiyorlar ya da tamamen
susarak böyle bir eleştiri yokmuş, insanların kafalarında bu tür sorular yokmuş
gibi davranıyorlar. Bu semptomlar, "ihanet" görüşüne katılmayanların
bile, kendilerini güçlü ve sağlam hissetmediklerinin bir göstergesi olarak
kabul edilebilir.
Psikolojik ve Ahlaki Açıklamalar
Politika Değişikliğini,
"ihanet" olarak görenler bunu politik olarak tartışmamakta
dolayısıyla onu Öcalan'ın kişiliği, psikolojisi veya ahlakına ilişkin bir
tartışmaya dönüştürerek tartışmaktadırlar. Bu olanağı onlara sunan elbette
politika değişikliğinin ortaya atıldığı koşullardır. Politikayı politik olarak
tartışmaya girmeyenler bir kaç alt gruba ayrılmaktadırlar
1) İlk grupta, Öcalan'ı insan
olarak savunmak ama bu politika değişikliğini reddetmek isteyenler anılabilir.
Bunlar değişikliği, psikolojik ya da ahlaki değil kimyasal nedenlerle
açıklamaktadırlar. Yani Öcalan, bu gün
tekniğin çok geliştiği bir dünyada, ilaçlarla, modern psikolojik çökertme
teknikleriyle iradesiz kılınmıştır. Bundan dolayı suçlanamaz, artık devreye
başka faktörler girmiştir. Bunlar da bir ihanet olduğunu düşünmektedirler ama
bunu Öcalan'ın zayıflığı ya da başka saplantılarıyla değil, kimyasal araçlarla
izah etmektedirler. Yani bu ilaçların etkisiyle Öcalan artık kendi bilincinde
olan bir insan değildir, bir bakıma "cezai ehliyeti" yoktur bu
yaptıklarından dolayı. İlk başlarda Avukatların açıklamaları da hep bu noktaya
ağırlık veriyor, Öcalan'ın yorgun göründüğü, yani iradesi olmadığı iması
yapılıyordu. Amaç, söylediklerini Öcalan'dan tenzih etmekti.
(Bu tür bir iddianın, Öcalan'ın
etkisizleştirilmesinin ve onun mirasını yönetme hakkını ele geçirmenin bir
aracı olarak kullanılabileceği üzerinde pek durulmuş değil. Bazı polisiye
romanlarda, aslında aklı başında kişilerin, örneğin onun mirasına konmak
isteyenlerce, cezai ehliyeti olmadığı tarzda gösterildiği, böylece tecrit ve
tasfiye edilip vesayetinin ve mirasının ve servetinin bu komployu yapanların
eline geçtiği durumlar anlatılır. A. Z. Okçuoğlu'nun ilk dönemde yaptıkları,
bilinçli ya da bilinçsiz böyle bir anlama sahiptir. Sanki Öcalan'ın koruyucusu
gibi ortaya çıkmaktadır ve korumak istediğinin iradesinin ilaçlarla çökertilmiş
olduğunu yani cezai ehliyeti olmadığını ima etmektedir ilk sıralarda. Vasisi
olarak o mirası (Kürt Ulusal Hareketini) idare etmenin kendisine düşeceğini
düşünüyordu muhtemelen. Düşünmese bile yaptığının nesnel anlamı buydu. Doğrusu,
Öcalan, pişmiş bir politikacı olarak bunun erken farkına vardı.)
2) Yeni politikayı politika
olarak değil de, psikolojik düzeyde tartışanların en seviyelileri, Öcalan'ın da
bir insan olduğu, bütün insanlar gibi, bütün zayıf ve güçlü yönleriyle,
korkularıyla hatalar ve unutkanlıklar karmaşası olduğu; bu yüzden canının
derdine düşmüş, bu yüzden zayıflık göstermiş olabileceği tarzında bir akıl yürütmektedirler.
"Bir halkın önderi olan bir kişinin buna hakkı yoktur ama işte olan budur.
Bunda anlaşılmayacak bir yan yoktur." demektedirler
3) Bir kısmı, olayın daha
spesifik boyutunu açıklamaya kalkmaktadırlar, bunda direk canını kurtarmaya
yönelik bir ihanetten ziyade, ihanet bir saplantıyla izah edilmektedir. Öcalan,
kendisi olmadan Kürt hareketinin bir başarı elde edemeyeceği, yaşayamayacağı
gibi bir saplantı içinde olduğundan, kendisinin yaşamasını her şeyden önemli
görmekte, bütün iyi niyetine rağmen, kendisine ilişkin bu saplantısı yüzünden
nesnel bir ihanet durumuna düşmüş bulunmaktadır. Örneğin Okçuoğlu'nda böyle bir
versiyon da bulunmaktadır.
4) Psikoloji ve karakter
boyutunda Öcalan'ın politika değişikliğini kendini kurtarmak için yaptığı, dolayısıyla
ortada politik olarak tartışılacak bir sorun olmadığı yönündeki görüşü
güçlendiren başka argümanlar da getirilebilir. Hemen öyle akla geliveren bir
kaçını söyle sıralayabiliriz:
a) Örneğin genç insanlara göre
yaşlı insanların canının kıymetli olması gibi, önder konumundaki kişiler,
yaptıkları işle, yürüttükleri politikayla daima biraz "mesleki
deformasyon" denebilecek bir yabancılaşma içinde bulunurlar. İnançtan
ziyade akılla hareket ettiklerinden, önderlerin genellikle kendilerine inanan
taraftarlardan, inancın onların yaşamında daha az yeri olduğu için, daha az
dirençli oldukları düşünülebilir. Bu bakımdan veriler Öcalan'ın aleyhinedir.
b) Dayanıklı olamayacağına dair
çok baş vurulan ve oldukça rasyonel gelen diğer bir argüman da, kendisinin hiç bir
zaman gerillalık yapmamış oluşu; zorluklara karşı direncinin denenmemişliğidir.
Sık sık söylendiği ve kendisinin de defalarca belirttiği gibi, kendisi hiç de
dağlarda gerillalık falan yapmamıştır. Çok uzun yıllardır Şam'da veya Bekaa'da,
her sıradan ölümlünün arzulayabileceği bir hayat sürdürmüştür. Çalışmamaktadır,
yaptığı iş, kendisini gerçekleştirdiği yabancılaşmamış emekten oluşan
politikadır. Esas olarak bir kaç suikast girişimi bir yana bırakılırsa, dağdaki
gerillalara veya şehirdeki PKK militanlarına göre tehlikesiz bir yaşam
sürdürmüştür. Taraftarlarının sevgi ve onurlandırmasıyla sürekli manevi bir
doyum içinde bir hayat sürdürmektedir yıllardır. Bütün bunlar, onun canının
kıymetli olacağı, dolayısıyla "ihanet" edebileceği yönünde bir kanıt
olabilir ve zaten bir çok muhalifi ve özel savaşın psikolojik görevlileri
tarafından benzer görüşler sık sık ifade de ediliyor.
c) Öcalan'ın kendi muhaliflerine
karşı çok sert ve acımasız olduğu sık sık söylenmektedir. Genellikle sertliğin,
kendine güvensizliğin bir yansıması olduğu, aşırı sekter ve sert tiplerin
genellikle daha az dirençli olduğu genel bir eğilimdir. Bu da Öcalan'ın direnme
gösteremeyeceğine bir kanıt olarak getirilebilir
d) Ayrıca şu da getirilebilir:
Öcalan bir çok konuşmasında, "ben Korkak bir insanım, ben Deniz'ler,
Mahir'ler gibi bir kahraman değilim" anlamında sözler eder. Bu konuşmalar
acaba, ilerde düşülebilecek şimdiki gibi bir durumda gösterilecek tavrı
rasyonalize etmek için önceden söylenmiş olmasın?
Bu ve benzeri daha bir çok örnek
getirilebilir. Hemen her şey, Öcalan'ın düşmanın elinde esirken onun
baskılarına karşı bir direniş gösteremeyeceği, teslim olacağı, ihanet edeceği
yolundaki görüşleri güçlendiriyor.
5) Bir de Öcalan'ın çözülüşünü,
kimyasal, insani ya da psikolojik değil, daha ziyade ahlaki bir boyutla
açıklayanlar bulunmaktadır. Bunlara göre, Öcalan Ahlaki olarak zaten çökkün bir
kişidir. Haremi vardır, her türlü komplonun başıdır vs. vs.. Adeta yeryüzünde
yaşayan bir şeytandır. Dolayısıyla bu gibi ahlaki bakımdan düşkün kişilerden
bir direnç beklemek anlamsızdır, çökmesi gayet normaldir.
6) Son kategoride ise, Öcalan'ın
başından beri Türk veya Amerikan gizli servislerin ajanı olarak, yükselen Kürt
hareketini kontrol altına almak için görevli olduğu, ortada yeni ve değişen bir
durum olmadığını iddia edenler bulunmaktadır. Bütün komplo teorilerinde olduğu
gibi her şey birbiriyle son derece tutarlı biçimde açıklanmakta, her olay yerli
yerine konmaktadır.
(Biz bu teorinin
taraftarlarına Focault'un Sarkacı'nı tavsiye ederiz. O kitabı okuduktan sonra,
Öcalan'ın aslında binlerce yıldır süregelen daha büyük bir komplonun bir aracı
olduğunu göreceklerdir. Katarlar, Kabalacılar, Masonlar vs. hepsi bu büyük
komplonun bir parçasıdır. Bunlar doğru bir iz üzerindedirler sadece fazla Kürdistan
merkezli düşünüp, dünya çapındaki binlerce yıldır süregelen komployu
görememektedirler. Komplonun muazzam büyüklüğünün farkında değildirler. Ancak
yakında bu eksiklikleri de giderip bizim karşımıza daha gelişmiş ve büyük bir
teoriyle çıkacaklarını düşünüyoruz.)
Bütün bu kategorilere yenileri de
eklenebilir. Sonuç değişmez. Hepsinin ortak özelliği bir politikayı politika
olarak tartışmamaları; onu ifade eden kişinin içinde bulunduğu koşullardan
hareketle ifade eden kişinin tartışmasına çevirmeleridir. Ve ilk bakışta
gerçekten çok haklı gibidirler.
Herkes ondan savunmasında Türk
devletini mahkum edecek bir savunma beklerken, o kendisine iyi muamele
edildiğinden söz etti; faşist eğilimli oldukları için seçilmiş "şehit
Aileleri"nden özür diledi. Yaşaması halinde savaşı bitireceğini söyledi.
Her şey tartışılmaya bile değmeyecek kadar açık. Bu adam canını kurtarmak için
ihanet etmiş bulunuyor. Bunu görmemek için kör olmak gerekir. Ortada tartışacak
bir şey yok.
Ancak bazı teoriler, doğru
olamayacak kadar açık ve mantıklıdırlar. Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi.
Her şey çok açıktır. Güneş her sabah doğar, yükselir, göğü bir baştan bir başa
kat eder ve akşam da diğer taraftan batar. Çok açık ki, güneş dünyanın
etrafında dönmektedir.
Ama bu gün biliyoruz ki, güneş
dünyanın değil de, dünya güneşin etrafında dönüyormuş. Demek ki, öz ve görünüm
her zaman özdeş olmuyor. Çok açık gibi görünen olaylara ise, belli bir
kuşkuyla, "acaba gerçekten öyle mi?" diye bakmak gerekiyor. Biliyoruz
ki, tarihteki en büyük yanlışlar, doğruluğundan şüphe etmediklerimiz,
dolayısıyla doğruluğunu sınamadıklarımızdır.
Bu yazıda bunu yapmayı; arı
kovanına bir çomak sokmayı deneyelim. Acaba gerçekten öyle mi? Sorusunu
soralım.
Bunun için, yukarıda kısaca
değinilen görüşlerin doğru olduğu, Öcalan'ın ister ilaçlar, ister kariyerizmi
veya ihtiraslarının, ister büyük bir komplonun parçası olarak ihanet ettiği
iddiasının doğru olduğu var sayımından hareket ederek, sorunu ihanet düzeyinde
tartışmanın çıkmaz ve çelişkilerini göstermeyi deneyeceğiz.
Bireysel İhanetten Kollektif İhanete
Bu "ihanet"in ilginç
bir özelliği var. İhanet, bildiğimiz kadarıyla saf değiştirmek, karşı tarafa
geçmek demektir. Öcalan'ın "ihanet"inde ilginç bir olguyla karşı
karşıya kalıyoruz. Öcalan "ihanet" etmeden önce, Öcalan'ın ve PKK'nın
politikasına karşı olanlar aynı şeklide karşı olmaya devam ediyorlar, eski
destekçiler de desteklemeye. Ortadaki politika değişikliğinin çapı ve bunu
ortaya koyulduğu şartların yarattığı şüpheler göz önüne getirilirse, taraflar
adeta hiç fire vermeden, ihmal edilecek küçüklükteki firelerle, aynen
varlıklarını ve birbirleri karşısındaki konumlarını sürdürüyorlar. Elbet her
iki tarafta da, bütün önemli politika değişikliklerinde olduğunda olabilecek
türden, istisnalar var. Ancak bunlar belli bir toplumsal gücü yansıtmayan, daha
ziyade kişisel düzeyde tavırlar. Belli politik eğilimleri yansıtanlarınki ise
kolaylıkla açıklanabilecek bir durumda.
Öcalan'ın İmralı'da geliştirdiği
çizgiyi, PKK Başkanlık Konseyi ve PKK adını bile anmaya değmeyecek ölçüde fire
vermeden izliyor. Bunu gönüllü olarak yapıyor. Çünkü Öcalan, düşmanın elinde
esirdir; örgütü üzerinde hiç bir kontrol ve yaptırım mekanizması yoktur.
Örgütüyle ve kendisini destekleyen Kürt kitlesiyle tek bağı, Avukatları
aracılığıyla yolladığı görüşlerden oluşmaktadır. İşin ilginci, Öcalan
yakalandığında, hareketin dışarıdaki merkezi olan Başkanlık Konseyi, Öcalan
esir olarak bulunduğu sürece, söylediği hiç bir şeyin kendilerini
bağlamayacağını da açıkça ifade etmişti. Daha sonra, üzerlerinde Öcalan'ın
fiziki, örgütsel, idari hiç bir yaptırımının olamayacağı bir durumda, bu
söylediklerinden geri adım attılar ve o zamandan beri Öcalan'ın direktifleri
doğrultusunda hareket ediyorlar. Aynı durum PKK'yı destekleyen ana Kürt kitlesi
için de geçerlidir.
HADEP de PKK başkanlık
Konseyinden bile önce Öcalan'ın çizgisini desteklediğini belirtmiş bulunuyor.
Veriler HADEP'e verdikleri oylarla Kürdistan'ın sınırlarını çizen Kürt
kitlesinin de Öcalan'ı desteklediği yolunda. Örneğin geçenlerde Öküz dergisinde
ilginç bir gerçekten yaşanmış öykü vardı. Diyarbakır'a Yılmaz Güney'in Yol fimi
geliyor. Filmin başında İmralı Cezaevi görülünce, sinemadakilerin hepsi
alkışlamaya başlıyor orada şimdi bulunan Öcalan'a sempatilerini belirtmek için.
Keza, Öcalan'ın avukatlarının
çeşitli şehirlerde Kürtlerle yaptıkları toplantıları anlatan bir röportajda,
Avukatların İstanbul'daki tartışmaların ve eleştirilerin etkisi altında, bu tür
ihanete ilişkin eleştirilere ne cevaplar verecekleri yolunda hazırlandıkları, ama
toplantılarda kimsenin böyle bir sorunu olmadığı, gelenlerin bu politikaların
başarısı için neler yapmak gerektiği üzerinde yoğunlaştıkları ve Avukatların bu
anlamda beklemedikleri bir sürprizle karşılaştıkları ifade ediliyordu.
Zaten bütün duyumlar, Öcalan'ın
çizgisinin esas olarak PKK ve HADEP sempatizan ve taraftarları tarafından
desteklendiği yönünde. Hatta ihanet teorisinin taraftarları bile bunu açık veya
zımnen itiraf ediyorlar. Yani en büyük iki Kürt örgütü, eskisi gibi Öcalan'ın
çizgisini gönüllü olarak benimsemiş bulunuyor.
Böyle bir durum, ortaya çok ciddi
sorular getirmektedir. Kimileri bu sorunları görmezden gelerek esip gürlemeye
devam ediyor. Bunun sosyolojik olarak ortaya çıkardığı sorunların farkında
olanlar ise, sorunu kolaycı bir açıklamaya kayıyorlar. Şimdi biraz bunlara
bakalım.
Nedir ortadaki ciddi sorun?
Böyle bir durumda, eski çizgiyi
destekleyen bütün güçler, bugün ihanet denen yeni çizgiyi desteklemeye devam
ediyorlarsa o zaman "kollektif bir ihanet"ten söz etmek gerekir.
"Kürt ulusal hareketi kendisine ihanet etmektedir" demek gerekir. Ama
milyonlarca insanın toplu bir ihaneti söz konusuysa, artık ortada ahlaki
kategorilerle ele alınamayacak,
"ihanet" denemeyecek, sosyolojik olarak ele alınması gereken
bir değişim var demektir. Kürt Ulusal Hareketi'nin esas kütlesinin toplumsal
konum ve çıkar ve hedeflerindeki değişimi, bunun nedenlerini ve görünüm
biçimlerini ele almak gerekmektedir. Bunu ihanet çizgisinden söz edenlerin çok
daha ciddiyetle yapması gerekmektedir, çünkü onlar, bu "kollektif
ihanet" içindeki kitleyi kazanmak hedefindedirler. Ciddi bir politikacı,
her an toplumsal güçlerin konum ve çıkar ve hedeflerindeki, bunların
ifadelerindeki değişiklikleri ciddiyetle izlemelidir. Ortada çok ciddi bir
durum vardır, Kürt kitlesinin konum ve çıkarlarında çok önemli bir değişiklik
gerçekleşmiş olmalıdır ki şimdi Öcalan'ın ihanet denen politikasına bu kitle
aynen katılmaktadır. İhanet tezinin savunucularının bütün stratejik ve politik
görüşlerini gözden geçirmelerini gerektirecek bir değişiklik demektir bu.
Nedense Öcalan'ın "ihanet"inden söz edenlerde, bu sosyolojik ve
politik boyuta ilişkin bir çaba ya da değerlendirmeye rastlamak olanaksızdır.
Bu özellik, yani ortada kollektif
bir ihanetten söz edilmesi gerektiği, otomatikman tartışmayı, Öcalan'ın dayanıp
dayanmadığı, ihanet edip etmediği noktasından, sosyolojik ve politik boyuta
geçmeye zorlar her ciddi politikacıyı. O noktadan sonra artık, ister can
korkusundan, ister başka bir nedenden olsun, ortaya atılmış ve en güçlü
örgütler ve milyonlarca Kürt tarafından savunulan bu programın, bir politik
çizgi olarak ele alınması gerekir. Buna karşı olabilirsiniz, ama
eleştirilerinizi, programatik ve stratejik düzeyde koymanız, onu bir politik
çizgi olarak eleştirip başka bir politik çizgi önermeniz gerekir.
Keza, ihanet denebilecek bir
çizgiden söz ediyorsanız, o muazzam kitlenin niçin böyle ihanet denen bir
çizgiyi benimsediğini sosyolojik olarak ele almanız ve açıklama denemelerinde
bulunmanız gerekir.
Ne var ki, çizgiyi ihanet ile
suçlayanlarda, ne bu çizginin bir politika olarak eleştirisi ne de bu
değişikliğin sosyolojik nedenleri üzerine gidildiği görülmemektedir. Onlar,
bütün bu soruyu geçiştirmektedirler. Nasıl mı? Kitle'nin ihaneti görmediği,
onun henüz ihanet olduğunu anlamadığı ama yakında anlayacağı önermeleriyle.
Zaten onların bütün gayretleri de, Öcalan'ın hayranlığı ile gözlerinin
bağlandığını ve bu nedenle Öcalan'ın yeni çizgisini izlediğini düşündükleri
Kürtlere bu gerçeği açıklamaya yönelik oluyor. Bunun için yaptıkları da, Öcalan'ın
ne kadar yaramaz bir adam olduğuna veya PKK'nın ne kadar berbat bir örgüt
olduğuna dair iddiaları tekrarlamak. Yani, eskiden beri yaptıklarına devam
etmek.
Ancak, yığının kandırılmışlığı ve
ihaneti şimdilik göremediği argümanı, sorunu sosyolojik ve politik boyutuyla
tartışmaktan kaçmayı sağlıyor ama aslında kaçtığı soru onun karşısına tekrar
çıkıyor?
Niçin bazıları Öcalan'ın
ihanetini görebiliyor da, niçin bazıları göremiyor? Niçin eskiden beri PKK'yı
destekleyenlerin büyük çoğunluğu ortadaki ihaneti göremiyor da, niçin eskiden
beri PKK ve Öcalan'ın düşmanı ve muhalifi olanlar ortadaki ihaneti görebiliyor?
Politik konumlar ile, ihaneti görüp görememeler arasında böylesine büyük bir
ilişki olunca, aynı soru, yani niçin, o PKK'yı ve HADEP'i destekleyen Kürt
kitlesinin İhanet'e ortak olduğu ve bizi sosyolojik ve politik bir tavır almaya
zorlayan soru, sadece biçim değiştirmiş olarak, PKK'yı ve HADEP'i destekleyen
Kürt kitlesinin niçin İhanet'i göremediği sorusu biçiminde var olmaya, hem de
çok daha güçlü olarak, devam ediyor.
Bunun bir diğer cevabı, bu
kitlenin bu ihaneti göremediği değil, görmek istemediği olur. Bu da sorunu
ortadan kaldırmaz. Niçin diğerleri görmek istiyor da, niçin bunlar görmek
istemiyor. Ortada milyonlarca insanın ve bu insanların eğilimlerini dile
getiren en güçlü iki örgütün bir tavrı söz konusu ise, İhanete ortak olma,
görmeme veya görmek istememe, ihanet gibi ahlaki bir kavramla değil, sosyolojik
ve politik kavramlarla ele alınmak zorundadır. Yani bu "hainler"in
hedefleri ve bu hedeflere ulaşmak için dayanmayı planladıkları güçler ve
mücadele biçimleri nelerdir? Buna karşılık, eleştirmenlerinki nelerdir? Nedense
eleştirmenlerde bu düzeyde seviyeli ve kaliteli bir tartışma bulmak mümkün
değil.
Liderlik kalitesi ve Güçlerin Eğilimleri
Böyle kollektif bir ihanet, veya
ihaneti görmeme ve görmek istememe, önder ve önderin temsilcisi olduğu
toplumsal güçler ilişkisi bağlamında ele alındığında, sorun ayakları üzerine
koyulduğunda ortaya ne çıkar?
Önderler, temsilcisi oldukları
güçlerin eğilimlerini önceden sezip, onu bilinçli bir şekilde ifade edip
uygulamaya geçirenlerdir. Eğer bir önder, temsilcisi olduğu güçlerin
eğilimlerine ters düşerse, (bu ters düşme önderin ya da dayandığı güçlerin
konumlarındaki değişmeler nedeniyle olabilir), etkisini ve prestijini yitirir;
önder ve güçler arasında bir kopuş, bir kırılma olur. Böyle bir şey olmadığına
göre, ve ihanet iddialarının dediğini doğru kabul edip, ortada ihanet denecek
kadar farklı bir çizginin bulunduğunu var saysak bile, Öcalan'ın yaptığı,
önderi olduğu gücün eğilimlerini önceden sezip onlara bilinçli bir ifade
vermektir. Yani Öcalan, ihanet ettiği için, PKK'yı ve HADEP'i destekleyen Kürt
kitlesi de ihanet içinde değildir, O kitle ihanet ettiği için, o kitlenin
eğilimlerini en iyi görüp ifade eden lideri de ihanet etmektedir. Ve bu
ihanetiyle liderlik niteliklerini, yani, önderi olduğu toplumsal güçlerin
eğilimlerini önceden sezme ve onlara bilinçli bir ifade verme yeteneğini, kanıtlamaktadır.
Bu durumda tekrar başa dönmüş
oluruz. Ortada Öcalan'ın ihaneti değil, eğer bir "ihanet"ten söz
edilecekse; Kürt Ulusal Hareketinin esas kitlesinin ve en büyük örgütünün bir
ihaneti söz konusudur; Öcalan'ın yaptığı sadece bu "ihanet"ten sonra
da o güçlere önder olmaya devam etmektir. Yani onların eğilimlerini ifade
etmektir o bu ihanete bilinçli bir ifade vermektedir bütün gerçek önderler
gibi.
Elbette böyle milyonlarca kişiyi
kapsayan değişiklikler "ihanet" düzeyinde tartışılamayacağından; o
"ihanet" denen politikaya yol açan toplumsal eğilimleri ve o
politikayı tartışmak gerekir.
Eğer Öcalan'ın ifade ettiği
politika, bir kişinin politikası olarak kalsaydı, bir ihanetten söz
edilebilirdi belki, ama ortada en büyük iki Kürt örgütünün savunduğu ve
başarısı için güçlerini seferber ettiği bir politika var. Düne kadar PKK ve
Öcalan düşmanlığı yapanlar mı tek uyanık ve iyi niyetli? Yıllardır en dinamik
Kürt örgütlerinin gerillalığını, yöneticiliğini, militanlığını,
sempatizanlığını yapanların, PKK ve Öcalan düşmanlarından daha az uyanık ve iyi
niyetli olduklarını düşünmemiz için bir neden yok.
Ciddi politika yapmak isteyenler
bu politikaları tartışır. Bu politikalar nelerdir? Hedefleri nedir? Hangi
güçlere dayanmayı hedeflemektedir. Ne gibi örgüt ve mücadele biçimleriyle
başarıya ulaşmayı planlamaktadır? Sorular bunlardır.
O halde, tartışmayı doğru kulvara
çekelim. Bırakalım Apo ihanet mi ediyor, korkudan Kürt hareketini sattı mı
gibi, son derece sübjektif yaklaşımları bir yana. Objektif olarak düne kadar
Kürt Ulusal Hareketini desteklemeye devam eden kitlenin bugün de desteklemeye
devam ettiği bu yeni politikanın ne olduğu ve doğru olup olmadığı
tartışılmalıdır. Bu politikanın doğru olup olmadığını tartışabilmek için, bu
politikanın ne olduğunu belirlemek gerekiyor. Ama bu politikanın ortaya
atıldığı özel koşullar nedeniyle, politikanın özüne varabilmek için, onun ifade
edildiği, taktik, diplomatik, ideolojik biçimlerden de soyutlamak gerekiyor.
Bundan sonraki bölümlerde bunu deneyelim.
Karşılıklı Kullanma
İhanet teorisi, politikanın ifade
ediliş biçimi ve koşulları bakımından da bütün olguları kapsayıcı ve açıklayıcı
olamaz. Yine aynı mantığı izleyerek bunu göstermeye çalışalım. Yani diyelim ki,
Öcalan şu veya bu nedenle teslim olmuştur ve Türk devletinin her istediğini
yapmaya hazırdır.
Ancak bu teslim olan kişi, yani
Öcalan, sıradan bir kişi değildir. Dünyadaki en güçlü ve canlı ulusal
hareketlerden birinin ana örgütünün kurucusu ve yöneticisi; bu ulusal hareketin
önderi, hatta o ulusun bayrağıdır. Kaçırılması, onu Kürt ulusunun bayrağı da
yapmıştı. Her Kürt ona yapılanı kendine yapılan olarak algılıyor ve öyle
davranıyordu. Öcalan'ın en sert muhalifleri bile böyle davranıyordu.
Böylesine bir prestiji, manevi
otoritesi bulunan bir hareketin önderini ve örgütün yöneticisini ele geçiren
için, ortaya muazzam bir fırsat çıkar; çünkü o noktada her şey bir tek insanın
direncine kilitlenmiş olur. Bu direnç çökertilirse, karşı tarafa altından
kalkamayacağı ağır darbeler vurulabilir; toparlanması zaman alacak moral bozucu
etkiler sağlanabilir. Türkiye gibi tecrübeli bir devletin bu olanağı
kullanmayacağını düşünmek saflık olur.
Bu durumda karşısında teslim
olmuş bir Öcalan bulunan T.C. ne yapabilirdi? Elbette bu durumu kendi çıkarları
açısından azami sonuçla değerlendirmenin hesabını yapacaktır. Seçenekler
bellidir.
Öcalan kaçırıldığında kim vurduya
getirilip yok edilebilir, Kürt ulusal hareketi öndersiz ve bayraksız
bırakılabilirdi. (Fiziki öldürme)
Bir zamanların Mollaların TUDEH
önderine yaptıkları gibi, Televizyona çıkarılarak orada pişmanlık getirmesi
sağlanabilir ve böylece manevi olarak öldürülebilirdi.
Türk devleti, muhtemelen bu
opsiyonlar üzerine düşünmüştür ama ister kendi içindeki farklı politikaların
çatışmaları; ister uzun vadeli çıkarları nedeniyle bu yola girmemiştir.
Girmemesinin nedeni Öcalan'ın konumudur. Öcalan'ın maddi veya manevi olarak
öldürülmesinin yol açacağı zararların faydalardan çok olacağının görülmesidir.
Öcalan'ı maddi veya manevi olarak öldürmek (Kaldı ki, baskı uygulandığı
takdirde, böyle bir baskıya pek ala Öcalan direnebilir ve hesap yanlış da
çıkabilirdi.):
a) Kürtler ve Türkler arasında
kapanmayacak bir düşmanlığın temelini atacağından;
b) Kürt Ulusal Hareketinin,
muhtemelen bölünmüş ve uzun vadede hiç
bir güç tarafından kontrol altına alınamadan şiddet yöntemlerine (muhtemelen bu
sefer uçak kaçırmalar, Batı'nın şehirlerinde bombalamalar şeklinde) baş vurması
adeta kaçınılmaz olduğundan Türk devletinin kendi çıkarları açısından rasyonel
ve akılcı olmazdı.
Bu durumda sadece bu nedenlerle
bile üçüncü bir alternatif Türk devletinin ve Genel Kurmayının çıkarları
bakımından daha akıllıca bir yol olarak ortaya çıkar: Öcalan'ın prestijini ve
etkisini Kürtlerin mücadelesini tasfiyede kullanmak. Ama bunun için de
Öcalan'ın en azından daha uzunca bir süre Kürt hareketinin önderi olarak
kalmasını sağlamak. Öcalan'ın bu tasfiye politikasını uygulayabilmesi için,
bunu Kürtler için yaptığı izlenimini vermesini sağlamak. Yani bölünmeyi
engelliyerek; (bölünme demek kontrolden çıkma demektir) toptan bir
zararsızlaştırmaya ve teslimiyete ulaşmak.
Ancak, Öcalan her ne kadar çok
etkili bir liderse de, boşlukta hareket etmez, sözlerinin PKK ve Kürt kitlesi
tarafından izlenebilmesi için, ikna edici olması gerekir; aksi takdirde bunlara
katılım sağlanamaz ve bölünme kaçınılmaz olur. O halde, kullanmak istediğinize,
yani Öcalan'a, bir insiyatif ve hareket alanı sağlamanız gerekir. Ama bunu sağladığınız an, onun da sizi bir
şekilde kullanmasını kabul etmişsiniz demektir. Kullanan daima kullanılır, kullanılan
da daima kullanır. Yani o andan itibaren, bir uzlaşma söz konusudur.
Hangi nedenle olursa olsun,
ortada bir uzlaşma, karşılıklı kullanma söz konusu olduğunda, sorun artık
teslimiyet gibi ahlaki ya da psikolojik olarak ve bir kişi boyutunda
tartışılamaz; politik olarak; kimin kimi
niçin ve nasıl kullandığı; kimin kimi hangi amaçlar için kullandığı noktasından
tartışmak gerekir. Daha doğru bir ifadeyle, yapılan uzlaşmanın ne olduğu ve
tarafları bu tür bir uzlaşmaya hangi nesnel durumların zorladığı; bu uzlaşmadan
tarafların kendi açılarından neyi amaçladıkları gibi sorular ışığında, yani
politik olarak ele almak gerekir. O halde bunu yapmayı deneyelim.
Taraflardaki Bölünmeler
Hiç bir politika boşlukta
yapılmaz, daima somut güçler ve farklı politikalar arasında bir çatışma vardır.
Egemen olan politika hiç bir zaman biricik politika değildir, onun yanı sıra
daima başka politikalar ve güçler vardır ve o egemen politika aynı zamanda
onlara karşı da bir mücadele yürütmek zorundadır.
Her ciddi politikacı, karşı tarafın
propagandasına değil, o propagandanın ardındaki satır aralarına, nüanslara,
karşı taraftaki farklı politikalara ve güçlere dikkat eder ve taktiklerini ona
göre ayarlar. Nasıl Türk devleti, gerek Kürt hareketi gerek PKK içinde farklı
eğilimleri güçlendirecek arayışlar içinde olduysa, PKK da Türk devleti içinde
kendi konumunu güçlendirecek eğilimlere destek verecek arayışlar içinde
olmuştur. Ama burada bile gerek Türk Devleti, gerek PKK veya Kürt hareketi
birer soyutlamadırlar. Türk devletinin değişmez ve bir tek politikası yoktur;
Kürtlerin ve PKK'nın da. Her birinin içinde farklı politikalar vardır;
genellikle egemen politika bu farklı güç ve politikaların bir dengesini
yansıtır. Farklı politikaların karşı tarafta da paratları bulunur, Yani her iki
tarafta da, karşı tarafta güçlenmesi kendisini güçlendirecek politikalar
vardır.
Bu mekanizmayla, her iki
taraftaki farklı politikalar, karşı tarafın içinde kendi pozisyonlarını
güçlendirecek farklı politikalarla zımni ya da açık bir ittifak içinde olurlar.
Her dış savaş bir iç savaştır, ama her iç savaşın da dışarıda destekçileri
vardır.
Her durumda temel olarak üç
farklı eğilimden söz edilebilir. Saldırıp yok etmek isteyenler; yani sonuçlarla
mücadele edilerek sorunun ortadan kalkacağını söyleyenler. Sonuçlarla mücadele
edilerek hiç yol alınamayacağını, nedenlere inmek gerektiğini söyleyenler. Ve
yok edelim ama böyle saldırarak olmaz, akıllı manevralarla bu yapılabilir
diyenler.
Kürt sorununda da Türk devletinin
içinde de üç eğilim olagelmiştir. Birinci eğilimi Özal ifade ediyordu ya da
ikinci Cumhuriyetçiler. Bunlar, Kürtlere belli haklar verilir ve reformlar
yapılırsa, Türkiye'nin muazzam bir dinamizm kazanacağını düşünüyorlardı haklı
olarak.
Reform politikası, klasik Kürt
sorununu bir terör olayı olarak gören anlayışın, Kürdistan'daki ayaklanmalar ve
Kürt uyanışının yükselişiyle iflas etmesi ve etkisini yitirmesi sonucunda
giderek ağırlık kazanmıştı ama hala çok güçlü değildi ve gücünü arttırmak için
karşı tarafın yardımına ihtiyacı vardı. Yani karşı taraf da bu reform
politikasına bir cevap verdiği, reform politikasını kendi içindeki rakiplerine
karşı güçlendirdiği takdirde belirleyici bir politika haline gelebilirdi.
Özal'ın el altından Ateşkes
isteği ve Öcalan'ın buna verdiği olumlu yanıt, bu politikanın zirvesi oldu.
Aslında Kürt sorununun belli bir çözüme en çok yaklaştığı nokta buydu. Ancak,
her şeylere kadir sanılan Öcalan da kendi içindeki sertlik taraflılarının
baskısı altındaydı. Üstüne üstlük, yıllardır dayanılan ideolojik temel de bu
güçlerden yanaydı. Bu politika her iki tarafta da, 1993'den sonra tasfiye oldu.
Türk tarafında, özel savaş aygıtı, sadece reform taraftarlarını değil, bu
savaşın daha akıllıca yöntemlerle yürütülmesini savunanları bile
etkisizleştirdi.
Kürt tarafında ise, Semdin
Sakık'ta ifadesini bulan muhalefet kısa vadede amacına ulaştı ve bir bakıma,
sertlik taraftarları birbirlerini güçlendirdiler. Ancak, PKK içinde uzun
vadede, bu çizgi giderek güç kaybetti ve Öcalan'ın esneklik çizgisi ağırlık
kazandı.
Böylece her iki tarafta egemen
güçler birbirinin paratı olmayan güçlerdi. PKK içinde, bir uzlaşmayı
reddetmeyen, Türk devletinin bütünlüğü çerçevesinde, dil ve kültür gibi haklar
ve demokratikleşmelerle ilk aşamada yetinen gerisini ilerde demokratik biçimler
içinde yürütülecek mücadelelere bırakan Öcalan'ın çizgisi güç kazanırken, Türk
devleti içinde, bu çizginin paratı adeta yok duruma geliyor, özel savaş
aygıtının imha ve inkar çizgisi egemen çizgi haline dönüşüyordu.
PKK'nın bütün gayretleri ve
manevraları, mesajları, Kürt sorununda reformlar isteyecek çizgiyi etkili ve
güçlü bir pozisyona getirmeye yönelikti. Bu yönde gelen her sinyali
değerlendirip derhal cevap veriyordu. Bütün ateşkesler, programatik
değişiklikler bu anlama geliyordu. PKK'nın kendi gücüyle karşı tarafı yok etme,
askeri bir yenilgiye uğratma olanağı yoktu. Başarısına giden tek yol, karşı
taraftaki inkar ve imha politikasını tecrit etmek olabilirdi ve bütün
davranışlar buna yönelikti.
Türk tarafında ise inkar ve imha
güçleri, tüm ipleri ele geçirmiş bulunuyorlar ve PKK içinde Öcalan'ın temsil ettiği
uzlaşma politikasının tasfiyesini hedefliyorlardı. Bunun için, her şeyden önce,
Örgüt içinde tartışmasız bir belirleyiciliği olan Öcalan'ın tasfiyesi
gerekiyordu. Bu nedenle Öcalan'a karşı suikastlar yapılıyordu.
Ancak bu suikastlardan Öcalan bir
yara almadan çıktıysa bu tesadüflere bağlı değildir büyük ölçüde. Her ne kadar
etkilerini yitirmiş olsalar da, akıllıca yöntemlerle tasfiyeciler ve
reformlarla çözümcüler vardılar ve ilerde durumlarını güçlendirecek olan
muhataplarının tasfiye olmasını istemezlerdi. Öcalan'ın politikası reformcuları
olabilecek en iyi şekilde güçlendirmeye yönelikti. Ama diğer yandan, Kürt
hareketini akıllıca tasfiye etmek isteyenler için de, Öcalan bir ehveni şer
durumundaydı. Kürt hareketinde bir Türk düşmanlığı hiç olmamıştı. Öcalan, pek
ala şehirleri, Türk Hava Yollarını bir cehenneme çevirebilecekken bunların hiç
birine baş vurmamıştı. Ve nihayet Öcalan en büyük örgütü bir bütün olarak
disiplin altında tutabiliyordu. Öcalan'ın ölümü, onlarca ayrı örgütün,
suikastların, sabotajların, daha büyük bir terör ortamının kapısını açar, özel
savaşın Mafialaşmış kadrolarına daha uzun süre daha egemenliklerini sürdürme
olanağı verirdi. Bu nedenlerle, bu güçler de, kendi içlerindeki Mafia ve Özel
savaş güçlerine karşı Öcalan'a el altından yardım edip, onun imhasının önüne
geçmişlerdir. Yani, her iki tarafta da, karşı tarafta zımni olarak veya fiilen
iş birliği yapılan bir güç vardır. Nasıl Öcalan, özel savaşçılara karşı
reformistleri, hatta klasik Türk ordusu subaylarını destekleyen; onların
konumunu güçlendiren manevralar yapıyorsa, bu güçler de, elbet kendi sınırlı
olanakları ölçüsünde benzer destekler sunmuşlardır. Öcalan suikastlerden
muhtemelen bu desteklerle kurtulmuştur. Özetle, her iki taraftaki uzlaşma
politikacıları uzun süredir birbirleriyle zımni bir iş birliği içinde
bulunmaktadırlar.
Susurluk, bir bakıma, klasik Ordu
güçlerinin, özel savaş güçlerine karşı, onların etkisini kırmaya yönelik iç
mücadelesidir. Benzer mücadeleler elbet, bambaşka bir söylemle, PKK içinde de
yaşanmıştır. Bu mücadeleler sonunda, Öcalan'ın uzlaşma çizgisi tartışmasız egemenlik sağlamış ve
Öcalan'ın sağlam taraftarları bütün etkili organlara gelmiştir.
Öcalan politikanın bu dilini çok
iyi bilmektedir. İşte yakalandığında Öcalan'ın öldürülmesini engelleyen, bir
yandan, onu maddi veya manevi olarak öldürmenin faydadan çok zarar getireceği
ama aynı zamanda bu güçler arası çatışmada, akıllı savaşçılarla reformistlerin
Öcalan'ın yardımına duydukları ihtiyaçtır. Öcalan'ın öldürülmesi demek, Kürt ve
Türkler arasında bir daha kapanması zor bir savaşın çıkması demek olurdu. Ve
hızla yükselecek intikam eylemleri, özel savaşçıların konumunu daha da
güçlendirirdi. Özel savaşçıların etkisini sınırlamak için bile Öcalan'ın
yaşaması gerekiyordu.
Öcalan ele geçtiğinde, onu yok
etmek isteyenler ile, canlı elde tutmak isteyenler arasında nasıl bir çatışma
olduğunu bilmiyoruz. Ancak, böyle bir çatışmanın olduğu kolaylıkla var
sayılabilir ve bu çatışmanın hala sürdüğü dahi düşünülebilir. Öcalan'ın
İmralı'da tutulması (yani Deniz kuvvetlerinin etkin olduğu bir alanda. Bütün
dünyada deniz kuvvetleri daha esnektir. Niye Diyarbakır'da veya Ankara'da
değil. Çünkü orada bir kim vurduya gitmesi ihtimali daha yüksektir.) ve
Mahkeme'de Cam Hücre ile sembolleşen koruma tedbirleri, dışarıdan değil, bizzat
Devletin içinden gelecek bir girişime karşı tedbir özellikleri sunmaktadır.
(Belki şu sıralar Öcalan'ın idam tehlikesi azalmış bulunuyor ama, hala
öldürülmesi tehlikesi var ve belki eskisinden de daha güçlü. Çünkü, Öcalan
prestijiyle, özel savaş rejiminin dayanağı olan Gerilla savaşını bitirmek
üzere.)
Öcalan'ı yakalayıp yaşamasını
isteyenler de, Öcalan da birbirlerinin dilini bildiklerini bilmektedirler
deneyleriyle: Öcalan, kendisine karşı suikastleri bir biçimde ihbar edenleri,
onlar da ateşkeslerle kendi ellerini güçlendireni.
Savaşı akıllıca yöntemlerle
bitirmek isteyen kanat, Öcalan'ı öldürmekten ise, Öcalan aracılığıyla su savaşa
son verebilir. Böylece, su stratejik dönüşümlerin yapıldığı dönemde, eller
serbestler. Ayrıca, seçimlerin gösterdiği gibi, artık tümüyle bir inkar
faydasızdır. Mahalli idareler Kürt partisinin elindedir. Bunları sisteme
entegre etmek için, belli tavizler de verilebilir. Örneğin Kürtçe'nin serbest
bırakılması, mahalli idarelere biraz daha otonomi gibi.
Dolayısıyla, savaşı akıllıca
yöntemlerle bitirmek isteyen kanadın Öcalan'ı kullanmaya ihtiyacı vardır. Keza
reformist kanadın da işine gelir bu. Ama politikada kullanmak demek daima
kullanılmak demektir de, Öcalan'ın kullanılabilmesi için, en azından onun otoritesini
ve örgütünün birliğini korumasını sağlayacak, onun politikasına diğerleri
karşısında güç verecek adımlar da atmak gerekecektir. Aynı şekilde Öcalan da,
eskiden beri olduğu gibi, karşı taraftaki Kürt sorununu uzlaşmayla çözmek
isteyen güçleri güçlendirmeye yönelik adımlar atmaktan çıkarlıdır.
Aslında İmralı'da yapılan
politika ve karşılıklı birbirini kullanmalar yeni değildir ve yıllardır var
olan ilişkilerin devamıdır. Bu sadece, çok özel koşullarda yürütülmektedir.
Ağır bir darbe altında, çok aza razı olarak yürütülmektedir.
Bu bir uzlaşmadır. Her iki
tarafın da bunda belli avantajları vardır. Elbette Kürt tarafı elinde çok kötü
kartlar olduğu için, çok az bir hareket kabiliyetine sahiptir. Politikada hiç
bir zaman hiç kimse uzlaşmaları prensip olarak reddedemez. Sorun uzlaşmaların
yararlı olup olmadığıdır. Öcalan elbet bir uzlaşma yapmaktadır. Gerilla
savaşına son vermekte, karşılığında sanki bazı demokratik haklar ister gibi
yapmakta ancak aslında Türkiye politikasına yerleşmekte ve kendi programını
sunmaktadır. Onun en önemli niteliği, onu sıradan bir politikacıdan ayıran da
budur. Ortaya başka bir program sürüp,
Türkiye politikasına girmekte ve Kürt Ulusal hareketine, en büyük yenilgisinde
en büyük başarının yolunu açmaktadır.
Öcalan'ın programının aynısını
hukuki bir dille ve post modern bir literatüre dayanarak Yargıtay Başkanı ifade
etmiş bulunuyor. Ve bu program, okunduğunun ertesinde bütün Türkiye'de yaşayan
insanların çoğunluğunun onayını almıştı. Bu programı korkusuzca uygulayabilecek
ve ondan çıkarlı güçlere dayanan aynı zamanda stratejik vizyonları olan tek
ciddi politikacı Abdullah Öcalan'dır. Aslında şu an, Öcalan toplumun
çoğunluğunun onayını Sami Selçuğun şahsında almış bulunuyor. İnsanlar henüz
Sami Selçuğu onayladıklarında Öcalan'ı onayladıklarını bilmiyorlar. Bunu
anladıkları gün, Öcalan Türkiye'nin en etkili politikacısı olabilir.
Gerillanın Türkiye toprakları
dışına çıkması ve savaşa son vermesi de aslında büyük bir taviz değildir. Bu
zaten bir şekilde yapılması gereken bir dönüşümdü.
PKK ve Öcalan, çok uzun süredir,
gerillanın Türk ordusuna karşı bir zafer kazanmasının mümkün olmadığını
biliyorlardı. Bunu çeşitle defalar ifade de ettiler. Zaten tek taraflı
ateşkesler bir bakıma fiilen gerilla savaşının giderek uzayan aralıklarla
durdurulmasından başka bir şey de değildi.
Gerilla artık sadece moral bir
fonksiyon ve Kürt ulusunun kendini dönüştürmesi için bir araç görevi
görmekteydi. Gerilla, askeri bir üstünlüğün ya da zaferin değil, diplomatik ve
politik manevraların aracıydı. Başlangıçtaki rolünü görmüş ve artık giderek
mücadelenin yükselişinin önünde bir engel olmaya başlamıştı. Ortada silahlı bir
güç olması ayrıdır, gerilla savaşı ayrıdır. Gerilla savaşı artık, anlamını
yitirmiş, kendini karşı taraftaki parat politikayı yıpratan bir niteliğe
bürünmüştü.
Ancak onun bu durumda olduğunu
bilmesine ve bütün otoritesine rağmen, Öcalan bile gerillanın Türkiye dışına
çıkmasını isteyemezdi normal koşullarda. Bir bakıma Öcalan'ın kaçırılması, Kürt
hareketine içinde bulunduğu bu çıkmazdan çıkabilmek için tanrının armağanı
olmuştur. Bu sayede, normal olarak düşünülemeyecek dramatik değişiklikler büyük
bir sorun olmadan gerçekleştirilebilmiştir. Gerillanın durdurulması da bu
anlamda değerlendirilmelidir. Aslında yapılması gereken bir işi yapıyor PKK.
PKK bir pazarlık unsuru olarak değil; artık mücadelenin gelişimine hizmet
etmediği için gerilla savaşını durdurmak zorundaydı. Ama Öcalan, simdi, zaten
yapılması gereken bir işi, sanki bir pazarlık unsuru gibi yapıyor. Karşılığında
hiç bir taviz bile koparılmasa, gerillanın bu şekilde, büyük bir parçalanma
olmadan ve kısa zamanda bitirilmesi bile Kürt ulusal hareketi için büyük bir
kazançtır. Eğer örneğin bir genel af, olağanüstü halin kalkması, Kürtçe
üzerindeki yasaklara son gibi karşı tavizler koparırsa bunlar fazladan gelmiş
kazançlar olur.
Öcalan'ın İmralı'da yaptığı yeni
değildir, yıllardır yaptığı politikanın başka koşullarda devamından başka bir
şey değildir. Öcalan'ı ihanet ile suçlayanlar, bu politikanın sürekliliğine
gözlerini kapayamazlar. O zaman da eğer bir "ihanet"ten söz edilecek
ise, yıllardır süren bir ihanetten söz etmek gerekir ki; uzun yıllardır Öcalan
hiç de Türk devletinin elinde rehin olmadığından ortaya yine iki alternatif
kalır. Ya uzun yıllardır uygulanan ve bu gün İmralı'da da devam eden politika
aynı politikadır, doğru veya yanlışlığı tartışılabilir ama ihanet gibi
kavramlara sığmaz. Ya da Eğer yıllardır bir ihanet var ise, bu da, Öcalan'ın
başından beri Türk devletinin Kürt hareketini yoldan çıkarmak için bu hareketin
başına getirilmiş bir ajan olduğu yolundaki komplo teorisine varılır. Bu
bakımdan, komplo teorisi ihanet teorilerine göre daha büyük bir tutarlılığa
sahiptir.
Kaldı ki bu tür uzlaşmalar,
Öcalan için, sadece Türkiye bağlamında değil, uluslar arası bağlamda da yeni
değildir. Öcalan ilk kez rehin kalmıyor. Denebilir ki Öcalan'ın son otuz yılı
bir rehin olarak geçmiştir. Öcalan yıllardır Suriye'nin elinde bir rehindi de
aynı zamanda. Bir rehine olarak, tıpkı bu gün yaptığı gibi, Türkiye Suriye
çelişkilerinden yararlanarak; bir Rehin olarak Suriye ile uzlaşmalar yaparak;
en modern ve güçlü gerilla hareketini yarattı.
Sanılıyor ki, Öcalan'ın
Suriye'deki durumu, bu günkü durumundan farklıydı. Öcalan, Suriye'nin imkanları
ve desteğine karşılık, çok ince bir alevi katmana dayanan Esat diktatörlüğüne,
ki en kanlı diktatörlüklerden biridir, Suriye Kürtleri'nin bir tür desteğini
sunuyordu. Suriye'de Kürtlerin vatandaşlık hakları bile yoktur. Öcalan bunu hiç
bir zaman ne yazılarında, ne konuşmalarında söz konusu bile etmemiştir. Esat
rejimine en küçük bir eleştiri bile getirmemiştir. Öcalan'ı bu gün yaptığı
uzlaşmadan dolayı eleştirenlerin, aynı mantığı, Suriye ile yapılana
uygulamaları da gerekir. Yani, onların deyişiyle Öcalan Suriye Kürtlerini
satmıştır, PKK'nın mücadelesi için.
Elbette ortada bir satma olayı
yoktur. Suriye Kürtleri, tıpkı şimdi Türkiye'deki Kürtler gibi, gönüllü olarak
bu "satışı" kabullenmişlerdir. Onlar pratik insanlar olarak,
uzlaşmalar yapılmadan politika yapılamayacağını bildiklerinden, Öcalan'a
"Sen bizim haklarımızı Esat rejimi karşısında savunmuyorsun, bize ihanet
ediyorsun" dememişlerdir.
Suriye de karşılık olarak hem
rejimini güçlendirmek hem de su meselesinde Türkiye'ye baskı yapmak için PKK'yı
kullanmış ve kullanmaya çalışmıştır. Denildiği gibi, kullanan da kullanılır.
Sorun bundan kimin yararlı çıktığıdır. Hiç bir aklı başında Kürt, PKK'nın bu
Suriye ile ilişkiden kazançlı çıkmadığını iddia edemez.
Öcalan dün Suriye'nin elinde bir
rehin olarak yaptıklarını, bu gün Türk devletinin elinde bir rehin olarak
yapıyor. Tek değişen, uzlaşma yaptığı güçlerdir. Öcalan'ın dengeleri olan
Suriye, İran, Yunanistan ve Avrupa, baskılar, rüşvetler ve/veya bir Kürt Türk
çatışması beklentisi karşılığında Öcalan'ı satmış bulunuyorlar. Orta doğudaki
dengeler Kökten değişmiş bulunuyor. Bu koşullarda Öcalan da yeni duruma uygun
uzlaşmalar yapmaktadır. Ama bunu sadece uzlaşmalar yapılan güçler olarak değil,
stratejik ve programatik boyutta bir değişiklikle yapmaktadır. Öcalan sadece Türk devleti içindeki,
reformist kanadın elini güçlendirici manevralar yapmıyor; tıpkı Suriye'nin
elinde rehineyken bir Kürt hareketi yarattığı gibi şimdi de Türkiye'nin elinde
bir rehine olarak bir demokrasi hareketi yaratmaya çalışıyor. Değişiklik bu
noktada bir nitelik değişikliği karakteri taşımaktadır.
Öcalan ve PKK sadece kendi
güçleriyle Türk ordusunu yenemeyeceklerini çoktan beri biliyorlardı. Keza
oluşan denge durumunun uzun vadede Kürt ulusal hareketinin aleyhine çalıştığını
da. Bu nedenle, son yıllardaki bütün politikaları, Türkiye'de belli bir
demokratikleşme sağlayabilecek ve Kürt realitesini biraz da olsa tanıyabilecek
politik güçlerin ortaya çıkmasına ve güçlenmesine yönelikti. Bütün bu yöndeki
propaganda ve girişim hiç bir şekilde Türk muhataplarına ulaşamadan, Med TV'nin
yayınları gibi uzayın sağır boşluklarında kaybolup gidiyordu.
Ancak bütün bu girişimlerin temel
bir eksiği vardı. Bütün bunlar Kürt hareketine bir destek olarak düşünülüyordu;
bir dolaylı yedek olarak; dışardan bir müttefik olarak görülüyordu ve bir
stratejik anlama sahip değildi; dolayısıyla programatik değil; taktik ve
örgütsel düzeyde bir sorun olarak görülüyordu. Örneğin PKK kendisini
destekleyen Türk solcularına, "işte buyrun imkanlar, hadi yapın bir
şeyler" yaklaşımı içindeydi daima. Radikal Türk solu ise, zaten dünya
gerçekliğini kavramaktan uzak, PKK'nın ateşiyle ısınan; PKK'nın sosyalist
devrim yapacağı hayalleriyle kendini avutan bir sol olarak böyle bir hareketi
yaratamazdı.
Böyle bir hareketin çıkmaması hep
yeterince azim ve irade gösterememekle; Türk solunun sömürgeci Kemalizm'iyle
açıklanıyor buradan eleştirilerek ve sıkıştırılarak sanki o kendine gelecek ve
görevlerini de yapacakmış yaklaşımı içinde bulunuluyordu.
Ama İmralı'da bu durum değişmiş
bulunuyor. Artık, Türklerin kazanılması, bir taktik ya da lojistik destek
sorunu; bir dolaylı yedek sorunu değil; bir doğrudan gücün kazanılması
sorunudur ve programatik bir anlama sahiptir.
Evet, Öcalan, görünüşte, Türk
devleti tarafından kullanılıyor. Kürt gerilla hareketi savaşı bırakıyor.
Böylece Genel Kurmay kurşun bile atmadan Türkiye Topaklarını Gerilladan
temizlemiş ve bir zafer kazanmış oluyor. Evet Askeri bakımdan böyledir de.
Zaten bu nedenledir ki, politika askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir
iştir. Ama politik olarak, bütün bunları yaparken, Öcalan, a) Eskiden beri
yaptığı ve sürdürdüğü politikasını sürdürüyor yani Devlet içindeki reformlardan
yana güçlerin elini güçlendiriyor; ama bunlara ek olarak iki başka iş daha
yapıyor: b) Zaten yapılması gereken gerilla savaşına son verme işini bir barış
taarruzuna çevirerek yapıyor; barış bayrağını ve insiyatifini ele geçiriyor çok
önemli bir moral üstünlük sağlıyor. c) Türk ulusunun çoğunluğuna doğrudan bir
demokratik cumhuriyet programı sunuyor; Türk politikasının tam göbeğinde
politika yapıyor ve gettodan çıkıyor.
Toparlarsak, bu politika bir
karşılıklı kullanma koşullarında şekillenmektedir. Kimileri bu manevraların ve
taktik uzlaşmaların kendisini bir politika olarak anlamaktadır. Bunlar bir
politika değil, o politikanın gerçekleştirilmesine yönelik taktikler,
manevralar, uzlaşmalardır.
Tekrar vurgulamakta yarar var ki,
Öcalan başından beri uyguladığı, Kürt sorununda reformist çözümden yana
güçlerin elini ve konumunu güçlendirmeyi hedefleyen politikasını
uygulamaktadır. Hem de bu sefer, doğrudan doğruya Türk halkına da mesajını
ileterek. Bu oyunda, askeri bakımdan kullanan, Türk genel kurmayı denebilir.
Düşman savaşı bırakmaktadır. Ama politik bakımdan kazanan ve kullanan
Öcalan'dır. Öcalan'ı kullananlar aynı zamanda kullanılmaktadırlar. Öcalan'ı
ihanetle suçlayanların anlamadığı budur.
Tabii bu politika aynı zamanda
her gün değişebilen sertleşme ve yumuşamalarla; taktik gidiş gelişlerle
şekillendirilmektedir. Bir gün "Şehit Aileleri"nden "kendi
payına düşen" ölçüsünde özür diler; ertesi gün saldırılar devam edince
"Bizim de şehitlerimiz var" diye sert de çıkar. Taktik manevralar,
diplomatik bir dil vs. hepsi iç içedir. Bunlardan birini veya diğerini öne
çıkararak bu politikanın ne olduğu anlaşılamaz. Bu niteliklerinden soyutlanarak
bakılmalıdır bu politikaya.
Ama bu taktik adımlar sayesinde
esas kazançlı çıkan PKK ve Öcalan olmaktadır, bu kazancın meyveleri henüz
görülmese de. Tipik bir örnek olarak Şehit aileleri gösterilebilir.
Anlatılanlara göre, işin bu yanını medya yansıtmıyor, Öcalan'ın özür dilemesi
ve barış istemesi üzerine şehit ailelerinin bir kısmı şok geçiriyor ve
"biz yandık bari başkaları yanmasın" yaklaşımı içinde Öcalan'ın
tavrına karşı olumlu bir yankı gösteriyorlar ve diğer yaygaracı ailelerle
aralarına mesafe koyup onları eleştiriyorlar hatta aralarında çatışmaya giden
durumlar oluyor. Mahkemelerin sonunda da, zaten Şehit aileleri artık ortalama
Türkü bile tiksindiriyordu. Öcalan kazanmıştı.
Aynı olay, barış grupları için de
geçerlidir. Bütün önemsiz gösterme çabalarına rağmen, PKK kamu vicdanında PKK
savaşı bitirmek isteyen, Türklerle birlikte yaşamak ama bunun için demokrasi ve
kendi dilini konuşma geliştirme hakkı isteyen bir konum almış bulunuyor. Bu
politik ifadesini bulmamış olmakla birlikte insanların kafalarına yerleşmiş bulunuyor.
Politikanın uygulaması ve kendisi
Burada anlatılan taktikler,
uzlaşmalar vs. politikanın kendisi değil, uygulaması gerçekleştirilmesidir hala
onun kendisi ya da özü değildir. Taktiklerin, uzlaşmaların, mücadele
biçimlerinin doğru olup olmadıkları kendi başlarına anlaşılamaz. Onların hangi
amaç çerçevesinde uygulandıklarına bağlıdır doğru veya yanlış olmaları. Örneğin
sizin farklı bir amacınız varsa, başka bir amaç açısından uygulanan
politikaları ve taktikleri, uzlaşmaları kendi amacınız açısından eleştirmeniz
anlamsızdır. Burada yapılan bizzat amacın eleştirisidir, yani politikanın özü.
Yani ihanet tezini kabul
ettiğimizde, bu ihanet aynı zamanda bir uzlaşma olduğundan ve de prensip olarak
hiç bir uzlaşma reddedilemeyeceğinden ve her uzlaşma ancak kendi amaçları
açısından ele alınabileceğinden politik olarak tartışmak; yani yeni politika
programatik özünden dolayı ele alınmak zorundadır. Yani buradan da, tıpkı,
kollektif ihanet sorununda olduğu gibi aynı noktaya varmış oluruz. Sorun ihanet
düzeyinde tartışılamaz; politik olarak tartışılmalıdır.
Politikanın Bir Aracı Olarak Savaş ve Barış
"Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır"
diye bir söz vardır, aynı sözün tersi de doğrudur, yani barış da politikanın
başka araçlarla devamıdır. Sorun böyle koyulduğunda şu görülür: barış da savaş
da bir araçtır bir hedefe ulaşmak için. Politika ise, geniş anlamıyla toplumsal
güçlerin kendi istek ve iradelerini üstün kılma mücadelesinden başka bir şey
değildir. Yani politika bir mücadeledir; geniş anlamıyla bir savaştır. Savaş ve
barış ise bu geniş anlamıyla savaşın; yani politikanın araçlarıdırlar,
politikanın kendisi değildirler, kendi başına bir amaç hiç değildirler. Onları
bir araç olarak tanımladığımızda, onları
aynı zamanda mücadele yöntemi olarak tanımlamış oluruz ve doğrusu da budur.
Mücadele, Türkçe'de daha geniş bir anlamda kullanılabiliyor Savaş'a göre. Ama
Savaş da, sadece silahlı savaş değil, örneğin ideolojik, politik, diplomatik
savaşlar anlamında da kullanılır. Savaşı bu geniş anlamıyla ele aldığımızda,
barış da fiziksel savaş gibi, geniş anlamıyla savaşın bir biçimidir.
Barış savaşın bir biçimi olduğuna ve prensip olarak hiç bir
mücadele biçimi, yani savaş biçimi ret edilemeyeceğine göre, prensip olarak
barışa ya da savaşa karşı çıkılamaz. Sorun hep, bu yolların amaçlara hizmet
edip etmediği noktasında toplanır ve bu açıdan tartışılmalıdır. Yani, örneğin
birisi barışı savunduğu için kategorik olarak mücadeleyi bırakmış olmakla
suçlanamaz, eleştiri ancak, o mücadele biçiminin amaçlara hizmet edip etmediği
noktasından olabilir. (Elbette burada esas önemli olanı, yani amacın kendisini
bir an için tartışma dışı bırakıyoruz.) Prensip olarak ne savaş ne de barış
yolları reddedilemez. Sorun bunlardan hangisinin, ne ölçüde amaca hizmet
ettiğidir. Her şey bir süre sonra zıddına döner. Bir dönem yararlı olan bir
araç bir süre sonra mücadelenin önünde bir engel haline gelir. Politika
sanatının inceliği bu değişimi önceden sezebilmek; gerektiği anda bu değişimi
görüp gerçekleştirebilmektir.
PKK'nın yeni barışçıl yolları kullanan ve silahlı mücadeleyi
bırakan politikası da kendi başına, kategorik olarak, silahlı mücadeleyi
bıraktığı için suçlanamaz ve eleştirilemez, nasıl önceden silahlı mücadele
yürütmesi de kategorik olarak reddedilemez idiyse. Eleştiri ancak izlenen yolun
amaçlara hizmet edip etmediği noktasından olabilir.
Politikanın Kendisi ve Araçları
Yeni politika, bu politikanın gerçekleşmesine yönelik,
diplomatik, politik taktiklerden ve adımlardan ibaret anlaşılıyor. Bütün bunlar
ise, politikanın araçlarıdır, kendisi değil. PKK'nın yeni çizgisini
eleştirenlerin çoğu, onu amaçları, yani gerçek anlamda politikası açısından
değil, (bu konuda çoğunlukla susuyorlar) kullandığı araç bakımından karşı
çıkıyorlar. Yani politikanın kendisini değil, onun izlediği yolu eleştiriyorlar
ama bunu sanki politikanın kendisinin bir eleştirisiymiş gibi yapıyorlar.
Ne var ki, yanlışlık sadece karşı çıkanlarda ve
eleştirmenlerde bulunmuyor. O politikayı savunanlar da bunu eleştirmenlerle
aynı düzeyde savunuyorlar. Sonuçta politikanın kendisi değil, onun taktik ve
mücadele biçimleri üzerine bir tartışma, politikanın kendisi üzerine bir
tartışmanın yerine geçiyor. Biz burada bu yeni politikayı, ne onu toyca ve
aptalca savunanlara göre ne de bu toyca savunulara bakarak yine toyca ve aptalca
eleştirenlere göre değerlendirmeye çalışacağız.
Mücadele içinde, hedefleriniz aynı kalabilir, yani programınız
ve o programa ulaşmak için güçler ve bunların konumlanışı, yani strateji aynı
kalabilir, ama buna karşılık, örgüt ve mücadele biçimleriniz değişebilir. Bunun
tersi durumlar da söz konusu olabilir. Örneğin, programınız, stratejiniz
değişebilir ama örgüt ve mücadele biçimleriniz aynı kalabilir. Ama belli bir
noktada bunların hepsi de değişebilir.
Yeni Çizgide Değişen nedir?
İşte PKK'nın son değişiminde böyle bir durum söz konusu
değildir. Sadece örgüt ve mücadele biçimleri değil, hedefler ve strateji
değişmektedir ve değişmiştir. Bunlarla aynı anda örgüt ve mücadele biçimleri de
değişmiştir ve değişmektedir, bu da yeni çizginin gerçekten yeni bir çizgi
olduğunun anlaşılmasını güçleştirmekte, örgüt ve mücadele biçimlerindeki
değişim, esas önemli değişim olan hedefler ve stratejideki değişimin önüne
geçmekte onun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Yollar üzerine tartışmanın,
politikanın kendisi üzerine bir tartışmanın yerini almasının bir nedeni de
budur. Değişimi, sadece silahlı mücadelenin ve gerilla savaşının bırakılması
olarak anlamak ve onu bu düzeyde tartışmak, değişimin önemini ve çapını
kavramamak demektir.
Anlaşılmayan nokta şudur. Pek ala eski hedefler ve güçlerin
yer alışıyla yeni örgüt ve mücadele biçimlerinin (yani gerilla yerine
şehirlerde mücadele vs.) uygulanması da; yeni hedeflerle, eski örgüt ve
mücadele biçimlerinin uygulanması da mümkündü. Olağanüstü hızlı gelişmeler
sonucu, belki yavaş yavaş ortaya çıkıp, uzun bir hazım döneminden sonra
gerçekleşebilecek değişiklikler, (ki bu yönde 93'den beri belli bir değişiklik
söz konusudur) bir anda ve topluca ve o dönüşümün yapılışını şaibe altında
bırakan koşullarda yapılmış olmaktadır.
Demek ki "bu yeni politikanın kendisi nedir; yani
hedefler ve güçlerin yer alışı (strateji) bakımından ne gibi bir değişiklik söz
konusudur; ne gibi tarihsel ve sosyolojik değişmeler böyle bir politik
değişikliği gerekli ve olanaklı kılmıştır?" gibi sorulara cevap aramak
gerekiyor önce.
Bu politikanın ne olduğunu ele alırken, elbette temel kaynak
Abdullah Öcalan'ın ifade ve savunmalarıdır. Ama sadece bunlar değil, bu
politikayı destekleyen iki en büyük Kürt örgütünün HADEP ve PKK'nın bu
politikayı ete kemiğe büründürmeleridir de. Abdullah Öcalan, bu politikayı, bu
dönüşümü büyük ölçüde yaşadıklarından sezişleriyle sonuçlar çıkararak ve bir
seri taktik ve diplomatik manevralarla ve sömürgeciliğin yadigarı son derece
kötü bir Türkçe'yle şekillendirmektedir. Üstüne üstlük, bu yeni politika
içeriği gereği yeni bir muhataba yönelmekte ve onun kazanılması ve en azından
ön yargılarının törpülenmesine uygun bir dille formüle edilmektedir.
Yeni Politikanın İfade Ediliş Özellikleri ve Kendisi
Yeni politika, her şeyden önce Türkiye'nin Batısındakilere
yönelik bir politikadır. Onlara önerilen bir programdır. Ama bu kitlenin en
önemli bölümü, bir yandan neredeyse şoven milliyetçi ve Kemalist'tir de. Geniş
kitlelerin bu Milliyetçiliği ve Kemalizm'i bir tür din gibidir. Akıllı bir
örgütçü nasıl işçileri örgütleme çabasında, Allah'ın varlığı üzerine bir
tartışma yürütmekten kaçınmak, hatta o inanç sahiplerinin tepkisini çekmeyecek
davranış, konuşma ve giyim normlarına uyarsa ve uymak zorundaysa; önemli olanın
hedeflerde bir araya gelmek olduğu ise; Öcalan da, yeni politika gereği,
kazanmak istediği geniş kitlelerle bu türden bir davranış ilişkisi içindedir.
TİP mitinglerinde, sosyalist milletvekilleri ezan okurken konuşmalarına ara
verirlerdi. Bu onların Müslüman olduğunu göstermezdi. Sadece konuşanlar değil,
dinleyenlerin çoğu bile Allah'a inanmazdı o mitinglerde. Kimsenin o TİP
milletvekillerini ve TİP'li kitleleri Müslüman oldu diye suçlamak aklının
köşesinden geçmemişti. Şimdi aynı şeyi Abdullah Öcalan, Kemalizm ve şoven bir milliyetçilik
tarafından iğfal edilip özel savaş dairesinin yedeği haline gelmiş kitleleri
kazanmak için yapınca, Kemalist ve milliyetçi olmakla suçlanıyor.
Keza, pek ala Müslüman bir topluluğa sosyalizm propagandası
yapmak istiyorsanız, Kuran'dan alıntılar ve eşitlikçi davranışları öne
çıkarmanız, İslam'ı sosyalist bir yorumla sunmanız da olağandır. Benzerini,
demokratik hedefler ve Kürt ulusunun hakları bakımından Öcalan da yapıyor.
Örneğin Atatürk'ün bilmem hangi tarihte yazdığı bir tamimi ya da yazıyı, Kürt
ulusunun hakları bağlamında zikrediyor. Ya da Atatürk'ün hedeflerinin
içeriğinden öte, örneğin dayandığı hiç bir güç olmadan, taktik esnekliklerle,
dengeleri bir birine karşı kullanarak hedefine ulaşması gibi özelliklerini
kastediyor ve bu anlamda büyük bir politikacı olduğunu söylüyor. Kimileri
bundan Öcalan'ın Kemalist olduğu gibi sonuçlar çıkarıyor.
Bütün bunlar ne politikanın kendisidir ne de dayandığı
ideoloji. Bunlar politikayı hedeflenen kitlenin yığın düzeyine uygun; onun ön
yargılarını aşmaya yönelik popülarizasyonlardır. Öcalan'ın savunma ve
ifadelerinde yaptığı büyük ölçüde bu niteliktedir, Kemalistler ve Türk
milliyetçilerine karşı. Kimileri bu biçimlere takılıp, onun gerçek programatik
özünü göremiyorlar ve Öcalan'ın örneğin Sami Selçuğun konuşmasını
desteklemeyeceği gibi sonuçlara ulaşabiliyorlar. Bunlar, dinlere karşı hep
saygılı olduklarını söylüyorlar ama aynı şekilde, modern dinler olan Kemalizm
ve Milliyetçilik karşısında benzer davranışları farklı bir kategoridenmiş gibi
değerlendiriyorlar. Denecek ki, Kemalizm ve milliyetçilik resmi bir ideoloji.
Doğru ama, Kitlelerin Kemalizm'i ve milliyetçiliği ile Resmi Kemalizm ve
milliyetçilik; tıpkı kitlelerin dini ile resmi şeriat İslam'ı gibi farklıdır.
Öcalan'ın yaptığı, Kemalist ve milliyetçi argümanlar kullanarak yeni programı;
yani Kürtlerin haklarının tanındığı bir demokratik dönüşümler sistemini
savunmaktır.
O halde, bu programın ne olduğunu anlamak için, onun
Milliyetçi ve Kemalistlere yönelik dilini ve ideolojisini bir yana bırakmak, o
kabuğun içindeki özü görmek gerekmektedir.
Ama soyutlama bu noktada da kalamaz. Bu ifadeler aynı zamanda
aynı zamanda bir diplomatik dildir de.
Sadece Kitlelere değil, Türk ordusunun generallerine yönelik onların
anlayacağı dilde mesajlardır da.
Bir devlette politikacılar ve diplomatlar farklı dil
kullanırlar. Aynı politikayı savunan bir gazete baş yazarı, bir politikacı ve
bir diplomat, aynı politikayı birbirinden çok farklı biçimde ifade
edeceklerdir. Bu ifade farklılıklarına bakıp, politik farklılıklar olarak
değerlendirilemez bunlar. Politikanın özü, bu ifadelerden öte onun programatik
hedeflerinde ve dayandığı güçlerdedir. Öcalan bütün bunları bizzat kendisi
yapmak zorundadır. Aynı metinde diplomat, politikacı ve sosyolog gibi davranmak
zorundadır.
Sadece bu kadar da değil, üstüne üstlük, bütün bu farklı
ifadelerdeki politikayı her an değişen duruma göre taktik düzeyde uygulamanın
vurgulamaları da yansımaktadır.. Bu politika aynı zamanda zaman zaman
sertleşen, zaman zaman yumuşayan; kah oraya kah buraya vurgu yapan son derece
değişken taktiklerle birlikte şekillendirilmektedir.
Ve nihayet, bütün bunlar Genel kurmay ve Apo arasında bir
karşılıklı oyun biçiminde yürütülmektedir. Genel Kurmay Apo'nun konuşmasına ve
mesajlarının duyulmasına, silahlı savaşa son verme karşılığında tabii, bunu
yaparken onun otoritesini ve prestijinin tükeneceği beklentisiyle izin
vermektedir. Tabii Öcalan'a bunun karşılığında, siz bunları yapın, devlet sizi
görecektir mesajı verilmektedir. Öcalan bilerek bu oyuna girmekte, kullanılışı
esnasında o da karşı tarafı kullanmaktadır. PKK örneğin zaten silahlı
mücadeleyi bırakmak zorundaydı. Öcalan gerilla savaşının artık kendini
tekrarladığını ve hiç bir çıkış perspektifi sunmadığını, herkesten iyi
biliyordu. Bu anlamda zaten yapması gerekeni yapmakta, ama bunu sanki bir
pazarlık unsuruymuş gibi yürütmektedir. Kendisini kullandırmakta ama kendisi de
karşı tarafı kullanmaktadır.
Dolayısıyla yeni politikanın ne olduğu onun toyca
savunucularına bakarak anlaşılamaz. Keza Öcalan'ın söylediklerinin özüne
inmeyen yüzeysel değerlendirmelerle de anlaşılamaz. Yeni politika, onu
şekillendirenlerin taktik sertleşme ve yumuşama manevralarından, Genel kurmayla
karşılıklı kullanma çabalarından, diplomatik dilinden, kimi kullandığı
kavramların dayandığı ideolojiden ve nihayet onu formüle edenlerin, Örneğin
Öcalan veya Başkanlık Konseyi sözcülerinin zaman zaman yaptıkları yanlış
değerlendirme ve çıkarsamalardan soyutlanarak analiz edilip ne olduğu
anlaşılabilir.
Yeni Politika Güçler Dengesine Bir Uyum Olarak da Değerlendirilemez
Bu yeni politikanın mimarı olan Öcalan bir politikacı olarak,
bu yeni politikayı elbet toplumsal analizlerden yola çıkarak şekillendirmiyor.
Onu yaşadıklarından hareketle, iç güdüleriyle ve sezişleriyle ama özellikle
büyük uluslararası politik değişmelerden hareketle şekillendiriyor. Ama bu
şekillendirmenin kaynağında ve sonuçlarında bunlar olmakla birlikte, politik
değişiklik, çok daha köklü ve derindeki değişikliklerin ifadesidir de, bizzat
bunu formüle edenler, yani Öcalan, PKK veya HADEP, böyle ifade etmemiş olsalar ve bunun
bilincinde olmasalar bile.
Burada tarihsel ve sosyolojik koşullar üzerine vurgu yapmak
gerekiyor. Kimileri de aslında uluslararası güç ilişkilerindeki değişmeleri,
tarihsel ve sosyolojik değişmeler olarak anlama ve değişimi bu düzeyde tartışma
eğilimi gösteriyorlar: tek kutuplu bir dünya, Rusya'nın gerilemesi gibi...
Bunlar dünya çapında güç ilişkilerindeki değişmelerdir, ama güçlerde ve onların
konumlarındaki ve niteliklerindeki değişmeler değildir.
Dolayısıyla kimileri de bu değişimi, onun gerçekleştiği
tarihsel ve sosyolojik bağlamdan koparıp, politik ya da jeopolitik bir boyuta
indirgemekte, onu jeopolitik bir düzenlemeye uymaya; uluslararası güçlerin yeni
bir düzenlenişine bir ayarlanmaya indirgeyip bu noktadan eleştirmekte veya
savunmaktadır. Örneğin kimileri bunu ABD'nin Orta Doğu ve Balkanlar'da yaptığı
yeni düzenlemeye, PKK'nın ABD'ye oynayarak, bu politikaya uyum sağlaması olarak
görüyor ve bu noktadan eleştiriyor. Kimileri de yine tam aynı noktadan hareketle
gerçekçilik adına savunuyor. Elbette, politik değişikliğe yol açan olayların
ardında, bu değişiklikler yer almaktadır ama bunlar da politikanın kendisi
değil, onun koşulları, vesileleri veya dolaylı güçleridir. Dolayısıyla, yeni
politikanın koşulları, sonuçları veya dolaylı güçleri üzerine bir tartışma da
yine politikanın kendisi üzerine bir tartışma gibi yürütülmektedir. Elbette,
ezilenler var olan güçler içindeki çatışmalardan yararlanacaklardır, PKK'nın
politikasındaki değişmelerin böyle bir boyutu da vardır. Ama bunlar da
politikanın kendisi değildir.
Yeni Politikanın Özü: Hedefler ve Güçler
Politikanın özü onun hedeflerinde ve o hedeflere ulaşmak için
dayanacağı toplumsal güçlerdir. Her hangi bir politika, öncelikle ve daima bu
özü açısından ele alınmalıdır. Ve de buna bağlı olarak, politik değişme,
hedeflerde ve bu hedeflere ulaşmak için dayanılacak ve karşıya alınacak
güçlerde bir değişmedir her şeyden önce.
Ama daha önemlisi, bunlar kişiler ya da örgütlerin istek ve
iradeleriyle gerçekleşmezler. Bu tarihsel ve sosyolojik değişiklikler sonunda
örgüt ya da kişiler şunu ya da bunu istemek zorunda kalırlar. PKK'nın yeni
çizgisi de bu anlamda bir değişikliktir. Onu formüle eden en önemli kişi olan
Abdullah Öcalan bile, yaptığı değişikliğin sosyolojik ve tarihsel boyutu
hakkında bir fikir sahibi olmayabilir. Bizzat kendisi bile bu değişikliği,
aslında derindeki süreçlerin ifadesi olan kimi görüngülere göre belirliyor ve
açıklıyor olabilir. Bunlar önemli değildir, onu formüle edenler ve
uygulayanlardan öte bu değişikliğin tarihsel ve sosyolojik bir boyutu var ise,
onu anlamak gerekmektedir.
Bu değişikliğin garip bir kaderi var. Bir kişinin olağanüstü
kritik koşullardaki kimi diplomatik ifadelerinin ardında gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla gerek mücadele ve örgüt biçimlerindeki değişikliklerin göz
alıcılığı; gerek Öcalan'ın bu değişikliği formüle ettiği koşulların
olağanüstülüğü, özdeki değişikliği gölgede bırakmakta, bunun görülmesini ve
anlaşılmasını engellemektedir. Elbette, bu değişikliğin muhaliflerinin sorunu
bu biçimde tartışmakta çıkarları vardır ama savunanlar açısından da aynı
yanılgı söz konusu olduğundan, burada bilinçli bir yanlış anlamadan öte bir
kavrayışsızlık da söz konusudur.
Yeni Politikanın Eskideki Tohumları
Baştan hemen belirtelim ki, bu değişiklikler bir anda gökten
zembille inmemiştir, kimilerinin iddia ettiği gibi bir anda İmralı'da ortaya
atılmış değildir. Bunların izleri ve tohumları, bu değişiklikleri mümkün kılan
özellikler daha önceden de vardır. Sadece bunlar son değişikliklerle kesin ve
net biçimlerini almış bulunmaktadır. Yani bir nitelik değişimi söz konusudur.
Kimilerinin iddia ettiği gibi, eski çizginin devamı da değildir birdenbire
gökten zembille inmediği gibi.
Bunu şöyle bir örnekle somutlayabiliriz. Örneğin, anayasal
vatandaşlık temelinde, Türkçe'nin resmi dil olmaya devam edeceği, ama Kürtçe
üzerindeki baskı ve kısıtlamaların kaldırılacağı (diğer demokratik taleplerin
yanı sıra) bir biçim önerilmiş bulunmaktadır. Hemen şöyle itirazlar
yapılmaktadır: Yıllarca sadece bu kırıntılar için mi savaştık? (Bu itirazın
somut güç ilişkilerini hesaba katmamasını bir yana bırakalım. Yani olur ki,
bütün mücadelenize ve fedakarlığınıza rağmen yine de yenilebilirsiniz ya da
büyük yenilgiler almış alabilirsiniz, çok küçük kazançlar hatta hiç bir kazanç
olmadan kayıplarla da, yorgun olduğunuz bir durumda bir anlaşma yapmak zorunda
kalabilirsiniz. İşçiler bunu çok iyi bilirler. Sanılanın aksine grevlerin çoğu,
yenilgilerle ve başarısızlıklarla biter, çoğu kez işçiler başlangıçtakinden de
kötü koşulları kabul etmek zorunda kalabilirler. Aynı durum uluslar için de
geçerlidir. Kürt ulusu da, ağır yenilgiler aldı ve oldukça da yoruldu. İlke
olarak, pek az bir kazançla bir uzlaşmaya gidilmesi reddedilemez. Ancak konumuz
bakımından itirazların bu yönünü bir yana bırakalım.) Yukarıda söylendiği gibi,
Kürtçe üzerindeki baskıların kalkması ve Türkçe'nin resmi dil olmaya devam
etmesi formülasyonunu alalım. Bu öyle hiç de yeni bir formülasyon değildir. Bir
bakıma. Abdullah Öcalan, bir kaç yıl önce Mahir Sayın ile yaptığı görüşmelerden
oluşan "Erkeği Öldürmek" adlı kitapta, aşağı yukarı,
biz ayrı bir devlet kursak bile uzun süre yeni bir Türk devleti gibi çalışırız
herhalde diyordu ve PKK'nın bizzat kendisini örnek veriyordu: PKK'nın güneyli
Kürtlere Türkçe öğrettiğini, PKK'nın bütün eğitimlerinin Türkçe olduğunu vs.
söylüyor, bu konuda bir kompleksleri olmadığını anlatıyordu. Bu tür ifadeler ve
gerçeklikler göz önüne getirildiğinde, yeni formülasyon hiç de gökten zembille
inmiş değildir, büyük bir kopuş veya tersine bir dönüş değildir. Fiili olarak
PKK'nın yaptığını ya da o varsayımsal Kürt devletinin yapacağını, Türk ve
Kürtlerin birlikte yaşayacağı devletin yapması gereken olarak önermektedir.
Burada önemli değişiklik, önerilen biçimden ziyade bunun kime önerildiğidir.
Eskiden Kürtlere bir zorunluluk olarak önerilen, şimdi geleceğin bir
biçimi olarak Türklere de önerilmektedir. Sorunun can alıcı ve anlaşılmayan
noktası tam da burasıdır. Kürt devletinin veya PKK'nın fiilen Türkçe bakımından
yeni bir Türk devleti gibi çalışması, sömürgeciliğin bıraktığı, katlanılması
gereken bir tarihsel zorunluluk iken; yeni formülasyonda, anayasal vatandaşlık
temelinde, resmi dili Türkçe olabilecek bir devlet (kaldı ki, bu Kürtçe'nin de
ikinci bir resmi dil olmasının yolunu kapamaz, ilerdeki bir değişiklik olarak
onun yolunu da açar) Kürtler için aşılması gereken bir geçmişi ifade eden bir
durumu değil; Kürtler ve Türkler için ulaşılması gereken bir hedefi ifade
etmektedir. Bu muazzam bir değişimdir aynı zamanda.
Yeni politikanın bütün unsurlarında benzer durumlar söz
konusudur. Bunlar yeni politikanın özündeki yeniliklerin görülmesini
engellemektedir. Benzer konumlar yepyeni bir bağlamda ifade edilmekte, yepyeni
bir anlam kazanmakta, hedeflerde ve güçlerin yer alışında köklü bir değişikliğe
denk düşmektedirler. Ama bunların hiç biri de gökten zembille inmiş değildir.
Temel Fark: Nasıl Bir Devlet?
Yeni ve eski politika arasındaki en kör göze batacak çok açık
fark şudur: eski politikada bağımsız bir Kürt devleti temel amaçtır. Bu
devletin biçimi bile tartışma konusu değildir. Keza, o bağımsız devletin,
kendisine karşı mücadele içinde oluştuğu Türk devletinin biçiminin ne olacağı
da hiç bir şekilde sorun değildir.
Yeni politikada ise, Türklerin ve Kürtlerin içinde
yaşayacakları devletin biçimi tartışma konusu edilmekte, bağımsız bir Kürt
devleti sorun bile edilmemektedir. Bu devasa bir değişikliktir ve hemen her
gözün görebileceği bir değişimdir.
Elbette böyle bir değişiklik, bu değişiklik için kazanılacak
güçler bakımından da muazzam bir değişikliği getirmektedir. Eski biçimde en
geniş Kürt kitleleri birleştirmek, bu birleşmiş güçlerle Türk devletini
sıkıştırmak, Türklerin en azından bir bölümünü tarafsızlaştırmak ve Kürt
sorununun varlığını inkar edenleri tecrit etmek söz konusuydu. Öz ve önemli
yedek güçler, Kürtlerin içindeydi. Türklerin içinde dolaylı ve
tarafsızlaştırılacak güçler vardı.
Yeni politika ise,
Türkler ve Kürtlerin en geniş kesimlerini bir araya toplamakta ama
örneğin Kürt varlığını Tümüyle inkar edenleri tecrit etmeye yönelik olduğu
kadar, bağımsız bir Kürt devleti hedefindekilerle de kopuşmakta, bu güçleri
yitirmektedir. Yeni politikada yedek güç Türklerin geniş kitleleri olmakta, ama
buna karşılık, bağımsız bir Kürt devleti hedefindekiler yitirilmektedirler. Bu
muazzam bir değişikliktir. Türklerin ve Kürtlerin içinde yeni bir güçler
düzenlenişi demektir yeni politika.
En kaba böyle bir gözlem bile hedef tanımlamaları ve güçlerin
yer alışındaki devasa değişikliği göstermektedir. Şimdi bu değişikliklerin daha
ayrıntısına girmeyi deneyelim.
Bir Değişiklikte Üç Değişiklik
Aslında bu politika değişikliği, her biri stratejik öneme haiz
üç değişikliktir. Bir değişikliğin içinde üç değişiklik vardır. Bu üç önemli
değişikliği kısaca şöyle özetleyebiliriz:
1)
Kendini demokratik görevlerle sınırlama
(Süreksiz Devrim);
2)
Ulusal hareketten sosyal harekete dönüşüm;
3)
Ulusçuluğun klasik biçiminden yeni biçimine
dönüşüm.
Yeni politikanın ne olduğu, bu üç değişimin bütünlüğü içinde
anlaşılabilir, ama bunun için önce bu değişimlerin her birini diğerinden
soyutlayarak ayrı ayrı ele almak gerekiyor.
Kendini demokratik görevlerle sınırlama:
Yirminci yüzyılın tarihi bir bakıma, demokratik karakterdeki
ayaklanmaların sosyalist devrimlere dönüşmelerinin tarihidir. Hiç bir
demokratik devrim ve halk ayaklanması kendini demokratik (yani burjuva, yani
özel mülkiyeti dokunulmaz tabu gören) programla kendini sınırlayamamış,
istemese bile özel mülkiyete ve burjuvaziye karşı bir konuma doğru
ilerlemiştir. (Bu demokratik devrimlerin sosyalist devrimlere yol açması, onun
tarihte aldığı, bürokratik olarak yozlaşmış biçimlerle karıştırılmamalıdır. Bu
biçimler bu dönüşümün zorunlu sonucu değildi). Rus, Çin, İspanya (yenilgisi
tersinden kanıtlar), Yugoslavya, Küba, Vietnam. Yirminci yüzyıla damgasını
vuran bütün büyük demokratik ayaklanmalar veya devrimler sosyalist devrime
dönüşmek zorunda kalmışlardır. Bunun böyle olacağını da, Marksistler zaten
yüzyılın başında önce Rusya'ya ilişkin, daha sonra da genelleşmiş bir eğilim
olarak ön görmüşlerdir. 1917de başlayıp 1989'da biten kısa yüzyılın tarihi, bir
bakıma bu Sürekli Devrimlerin tarihidir.
Ancak, yüzyılın sonunda, aynı radikal ve demokratik karaktere
sahip büyük hareketlerde bu eğilimin yok olduğu görülür. Bunlardan bir kaçına
değinelim.
Sandinist hareketi başarısına Yirminci yüzyıl henüz son
bulmadan ulaşmıştı ve buna uygun olarak sosyalist bir devrime doğru dönüşme
eğilimleri gösteriyordu. Ancak, bir süre sonra, kendisini önce özel mülkiyete
dokunmamakla ve demokratik karakterdeki kazanımlarla sınırlamak zorunda kaldı.
Bir geçiş biçimiydi. Eski ve yeninin özellikleri bir aradaydı.
Güney Afrika'daki hareket ise, muazzam bir proletaryaya
dayanmasına ve çok daha güçlü sosyalist gelenekleri olmasına rağmen, bırakalım
özel mülkiyete karşı yönelmeyi, bunun adını bile ağzına almadan, kendini sadece
siyasi eşitsizliğin giderilmesiyle sınırlamak zorunda kaldı.
Zapatist hareket de bir örnek olarak ele alınabilir. Bu
hareket de, klasik biçimlerden kendini demokratikleşmeyle sınırlamak noktasına
doğru kaymak zorunda kalmıştır. Toplumsal eşitsizliklere yaptığı vurgu, ki bunu
Dünya ölçeğinde de yapmaktadır, Kapitalizm çerçevesinde, yeni liberalizme bir
eleştiri olmanın ötesine gidememektedir.
PKK'da da aynı değişim eğilimi gözlemlenebilir. 1993'den
sonra, sosyalizm giderek bir retoriğe dönüşür. Ancak, son politikada artık bu
net bir biçimde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Öcalan'ın "Demokrasinin
Zaferi" dediği ya da PKK'nın ideoloji ve politikasının Soğuk Savaşta
şekillendiğine dair söyledikleri, bu değişimin ifadeleridir.
Bu hareketlerin hiç biri ihanetle suçlanamaz. Nasıl, yirminci
yüzyılda, demokratik karakterdeki devrimlerin çoğunun önderlikleri, Sürekli
Devrim teorisine karşı olmalarına rağmen, olayların akışıyla sosyalist bir
devrime dönüşmek zorunda kaldılarsa, aynı şekilde tersinden, bu günün
yüreklerinde sosyalizm ideali bulunan önderlikler olayların akışıyla
kendilerini demokratik görevlerle sınırlamak zorunda kalıyorlar.
Bu önemli değişiklik, toplumdaki sınıfların ilişkilerindeki
önemli bir değişikliğin yansımasıdır. Hem Yirminci yüzyılda yaşanan tecrübeler
ve Sovyetlerin yıkılması; hem de Dünya proletaryasının zengin ve fakir
ülkelerdeki bölünmüşlüğü ve zengin ülkeler proletaryasının ulaştığı refah
düzeyi nedeniyle Batı Proletaryasının bir gün yardıma geleceğine dair bir
işaret ve umut olmaması nedeniyle bu değişiklik gerçekleşmektedir. İşçiler ve
emekçiler, sosyalist bir devrime girişmenin çıkışsızlığı ve başarısız deneyleri
nedeniyle sosyalist bir devrime girişme, bir deneme yapma cesaretini yitirmiş
ve kendilerini kapitalizm çerçevesinde olabilecek bazı iyileştirmeler için
mücadele etme perspektifiyle sınırlamış bulunmaktadırlar.
Buna karşılık, Burjuvazi ise, tekrar kendine güvenini kazanmış
bulunmaktadır. Artık, tıpkı on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, bazen politik
değişmeleri sağlayabilmek için, tekrar işçi ve köylüleri kışkırtıp yeni
düzenlemelerde kullanabilir. Bunların kapitalizme karşı bir mücadeleye
dönüşmesi tehlikesi yoktur.
İşte, PKK'nın son dönüşümlerle ortaya çıkan yeni politikasının
bir özü, bu, kendini demokratik görevlerle sınırlama noktasında toplanmaktadır.
Bu tarihsel ve genel eğilim, net olarak PKK'nın program ve hedefleri haline
dönüşmektedir.
Bu dönüşüm onu burjuvazi açısından daha kabul edilebilir bir
partner haline getirmektedir. Ama yine bu dönüşüm nedeniyle, klasik Marksist
söylemli müttefiki küçük sol gruplardan ve kendi içindeki benzer eğilimlilerden
kopuşmaktadır.
Ulusal Hareketten Sosyal Harekete Dönüşme
Toplumsal mücadeleler tarihi, bir baskı biçimine uğramanın,
diğer baskı biçimlerine karşı otomatik bir hassasiyet getirmediğini, aksine
körlüğü beslediğini göstermektedir. Bir baskı biçiminden doğan hareket, diğer
baskı biçimlerinden doğan hareketlerde çoğu kez bir müttefik değil, kendi
güçlerini çekebilecek bir tehdit görür.
İşçiler, sermayenin sömürü ve baskısına uğrarlar ama işçiler
kadar seksist ve ırkçı toplum kesimi azdır. İşçi hareketi, ulusal hareketlere,
azınlık hareketlerine, kadın hareketine, siyahların hareketine, ekoloji ve
barış hareketlerine daima kuşku ve düşmanlık refleksleri göstermiştir.
İşçi ve sosyalist hareketi en çok bu nedenlerle eleştiren
diğer hareketler de daha iyi bir sınav vermemişlerdir. Ulusal hareketler,
siyahların hareketleri, kadın hareketi ve diğerleri de diğerlerine karşı işçi
hareketinden daha da büyük körlükler içinde bulunmuşlardır.
Ama sosyal mücadeleler tarihi bize şunu da gösterir. Bir
toplumsal hareket, gelişmesinin belli bir aşamasında mücadele içinde gelişip
radikalleşme eğilimi gösterdiğinde, gerek karşısındaki güçleri yenebilmek için
başka ezilenleri kazanmak; gerekse kendisini var eden daha genel nedenlere
ilişkin programlara yönelmek zorunda kalır ve böylece hedeflerini kendisini
yaratan sorunların ötesine taşır; bu aynı zamanda diğer baskı biçimlerine
karşı, onları da kapsayan programatik ve stratejik yöneliş sağlar.
İşçi hareketi, daha doğuş yıllarında bu gerçeği görmüştü ve
sadece işçilerin sorunlarına yoğunlaşmanın, kendiliğinden işçi bilinci,
sendikal bir bilinçten öteye gidemeyeceğini ve toplumu değiştirme yeteneği
gösteremeyeceğini belirlemişti. Bu nedenle, işçiler tüm toplumun önüne program
koyup ilk modern partileri şekillendirebilmişlerdi. İşçi hareketinin bugünkü
zayıflığının temelinde bu özelliğini yitirmesi gelmektedir; toplumdaki yepyeni
öznelerin ihtiyaçlarını da karşılayan bir global program geliştirmede
gösterdiği yeteneksizliktir işçi hareketinin bu günkü sefaletinin en önemli
nedenlerinden biri.
Türkiye'de hep işçi mitinglerinde görülen "Emek en yüce
değerdir"; "İşçiyiz haklıyız" gibi, işçilerin dikkatini işçiler
üzerine çeken ve işçilerin sorunlarını öne çıkaran sloganlar, aslında
kendiliğinden ya da sendikalist sloganlardır. Gerçek işçi hareketi, işçi
hareketi olmaktan çıktığı, tüm toplumundaki gayrı memnunların hareketi olduğu
takdirde gerçek bir işçi hareketi olabilir.
Bu şöyle genelleştirilebilir: Bir toplumsal baskı biçiminden
doğan hareket, bu baskı biçiminin sorunlarını aştığı takdirde gerçekten adına
layık bir hareket olabilir. İşçi hareketi işçi hareketi olabilmek için işçi
hareketi olmaktan çıkmak zorundadır örneğin. Bu bütün toplumsal özneler ve
hareketler için geçerlidir.
İşçi hareketinin gösterdiği eğilimi benzer şekilde başka
hareketler de göstermiştir. Bütün bunlarda ortak olan bir diğer nokta da şudur.
İşçi hareketini, işçi hareketi olmaktan çıkmaya çağıran eğilim, aynı zamanda
onun içindeki en radikal eğilimdir ve bu çağrı aynı zamanda diğer eğilimlere;
yani işçi hareketini kendisinin sorunlarıyla sınırlamak isteyen işçi
zümrelerine karşı bir mücadeleyi gerektirir. Dolayısıyla, işçi hareketi işçi
hareketi olmak istiyorsa, işçi hareketini işçi hareketi olarak tutmak isteyen
işçi hareketiyle kopuşmak zorundadır; onun egemenliğine son vermek zorundadır.
Bu nedenle, her devrimci işçi hareketinin okları daima, işçi hareketi içindeki
bu işçici (sendikalist , uvriyerist) eğilimlere karşı olmuştur ve olmak
zorundadır.
İşçi hareketi için geçerli bu tarihsel eğilim ve kural bütün
diğer hareketler için de geçerlidir. Örneğin Siyah hareketini ele alalım. Bu
hareket, köleciliğin güçlü etkilerinin olduğu güney eyaletlerinde, isyan eden
kölelerin ideoloji ve stiline uygun olarak İsa ve Gandi gibi pasif direniş
yöntemlerine dayanan Martin Luther King gibi; sanayileşmiş Kuzey şehirlerinin
gettolarında ise, Muhammet, İbrahim'in göze göz, dişi diş diyen geleneğine
uygun Malcom X gibi önderler yaratmıştı. O dönemde, hareket radikalleştikçe, bu
iki önderde de hareketi sırf siyahların hareketi olmaktan çıkarma, bütün
ezilenlere yönelme eğilimi görülür. Tabii bu aynı zamanda hareketlerde bir
bölünmeyi de beraberinde getirir.
Martin Luther King, sola doğru evrilirken, daha sonra Amerikan
devletinde önemli görevler üstlenen A. Joung gibiler sağa kayıyordu. King
öldürüldüğü gün, direniş yapan işçilerle dayanışmaya gitmekteydi. Evrimi bu
yönde olduğu için öldürülmüştü. Benzer bir evrimi, başka bir yoldan Malcom X de
yaşamıştı. O da, Hacca gittiğinde, sömürü ve baskının sadece ırkçı biçimleri
olmadığını görmüş; dünyada ve Amerika'da başka ezilenlere de yönelmişti. Tam da
bu nedenle, bu radikalleşmesi nedeniyle, Siyah İslam tarafından ihanetle
suçlanıp dışlanmış ve yine King gibi öldürülmüştür.
Kadın hareketinde de, diğer hareketlerde de benzer eğilimler
her zaman var olmuşlar ama genellikle egemen olamadan, güçsüz ve etkisiz
kalmışlardır.
Ulusal hareketler bu alanda en sınırlı olagelmişlerdir. Bir
ulusal hareketin, nesnel sonuçlar ve dolaylı destek arayışlarından öte,
programatik olarak kendisini ezen ulusun sorunlarını da sorun yapması ve onlar
için de bir program geliştirmesinin örneği yoktur. Örneğin İrlanda Ulusal
hareketi, İngilzlere, Filistin kurtuluş hareketi İsraillilere ortak bir program
önermiş, onları da kurtarmaya kalkmış değildir. Bu özellik sadece Zapatist
harekette görülmekte, bunun nedeni de hareketin ulusal olduğu kadar sınıfsal niteliğinin
bulunmasıdır.
PKK'nın yeni yönelişi tam da bu anlama gelmektedir. PKK bir
ulusal hareket olmaktan çıkmakta, bir sosyal harekete dönüşmektedir. Sadece
Kürtleri değil, Kendisini Ezen ulusun çoğunluğunu da kapsayacak bir program
sunmaktadır. Bu muazzam bir değişimdir.
Elbette bu değişimin kökleri de, PKK da vardır. Kürdistanın
yoksullarına dayanan bu hareket, böyle bir değişim için gerekli sosyal temele
zaten sahipti. Yine aynı temel üzerinde, 60'lı ve 70'li yılların ideolojik
ikliminden gelen Marksist ideoloji de bunun için olumlu koşullar yaratıyordu.
Örneğin, PKK'da, hiç bir zaman diğer Kürt örgütlerinde görülen oldukça şoven
biçimler görülmezdi.
Bu muazzam değişimi kolaylaştıran diğer geleneksel özellikler
arasında, özellikle çok az kavranmış ikisi önemlidir. PKK sadece bir Ulusal
Kurtuluş Hareketi değildir. PKK aynı zamanda bir Kadın Hareketidir.
PKK'nın en az anlaşılmış yanlarından biri de budur. PKK, feodal bağlar
altındaki kadına modern toplumun özgürlüklerini tattırmış, ona insan olmanın ne
olduğunu göstermiştir. Bu nedenle, Kadınların PKK'ya bağlılığı erkeklerden çok
daha güçlü olmuştur; önde görünen erkekleri oraya iten, Kocalarını mitinglere,
çocuklarını gerillaya yollayan kadınların hareketidir PKK.
PKK kadın erkek ilişkilerindeki püritenliği nedeniyle çok
eleştirilir ama bu eleştiriyi yapanların anlayamadıkları; bir kadın hareketinin
o muazzam feodal baskıyı ve erkek egemenliğini ancak böyle bir biçimde bertaraf
edebileceğidir. PKK'nın hem yoksullara dayanan özelliği hem de Kadın hareketi olma
özelliği onun kendisi olmaktan çıkışının, yani bir ulusal hareket olmaktan, bir
sosyal hareket olmaya dönüşümünün ardındaki güçlerdir; ve bunu
kolaylaştırırlar.
Ama daha az dikkati çekmiş ve anlaşılamamış bir yan da,
PKK'nın doğuşunda, bir Kürt ulusal hareketi olarak doğmadığı, yine benzer bir
kendini aşma süreci, benzer bir "salto mortale" attığıdır.
PKK şehirlerde radikalleşen tipik bir öğrenci hareketi olarak
doğmuştur, PKK olmadan önce; bu hareket, bütün diğer öğrenci hareketi
gruplarından sonra çıkmış; ama başlangıçta bir sosyal hareket olarak doğmuştur;
daha sonra bu sosyal hareket bir ulusal hareketin çekirdeği olmuştur. PKK'nın
şehirlerden, Kürdistan'a ve onun dağlarına gidişi, bu gün yaptığını tersinden
daha başlangıçta yapmasıdır. Şimdi bu hareket, bir bakıma tekrar eski çıktığı
noktaya dönmektedir. Ama arkasında muazzam bir ulusal uyanışla.
PKK'nın bu bir ulusal hareketten sosyal harekete dönüşümü
şöyle bir örnekle daha iyi anlaşılabilir: Hikmet Kıvılcımlı, 1930'larda yazdığı
yol adlı kitabının Kürt sorununu ele aldığı bölümün başlığı "İhtiyat
Kuvvet: Milliyet (Şark)"tır. Yani yedek güç, doğu, Kürtler ya da
ulusal sorun. Muhatap Türkiye'nin işçileridir. Bu Özneye, devrim yapmak
istiyorsanız, Kürtleri kazanmanız, onlar için bir programınız olması gerekir
demektedir. Burada Kürtler bir kazanılacak Nesnedir.
PKK'nın bu yeni çizgisi için eğer bir kitap yazılsaydı, bunun
başlığının şöyle olması gerekirdi: "Yedek Güç: Türkiye'nin
Ezilenleri (Batı)". Burada, aktörler tümüyle yer değiştirmiş
bulunmaktadır. Kıvılcımlı'da Nesne olan Kürtler, bu formülasyonda Öznedir.
Kıvılcımlı'da Özne olan Türkiye İşçisi, bu formülasyonda Nesnedir.
Elbette bu iki konum birbiriyle çelişmez, birbirini tamamlar.
Burada eksik olan, Kürtlerin mücadelesini kendi sorunu olarak görecek bir
Türkiye ezilenleri ve işçisidir.
Elbette, Batı'daki ezilenleri kucaklama perspektifi de gökten
zembille inmemiştir. PKK'da her zaman Türkiye'nin ezilenlerini kazanma derdi
olmuştur. Hatta yıllarca bu hareketlenmeyi beklemiştir.
Ancak, bu desteği hep Türk solunun sağlamasını beklemiştir. Bu
desteği hep bir tür dayanışma olarak beklemiştir. Türkiye'nin solu ve
ezilenleri, PKK'nın mücadelesinin bir destekçisi olarak anlam taşıyordu. Bir
lojistik destek üssü gibi. Hatta bu bizzat büyük şehirlerdeki Kürtler'e olan
yaklaşımda da görülür. Bunlar hep, Gerilla için bir rezerv, bir lojistik destek
üssü olarak değerlendirilmiştir. Bunların kendi hayat ve sorunlarına ilişkin
bir program hiç bir zaman bulunmamıştır. Şehirlerdeki Kürtlerin
kazanılamamasının ardında bu yatmaktadır. Batı'nın şehirlerindeki Kürt için
Kürdistan hayali artık somut sorunlara bir cevap değildir. Ama örneğin, Batının
şehirlerindeki insanların dil ve kültür sorunları çok daha önemliydi ama
bunların da PKK için önemi yoktu ya da çok daha geri plandaydı.
Bir sosyal harekete dönüşme niteliğiyle yeni politika, bu
mücadeleye yepyeni ufuklar açmaktadır. Kürt ulusal hareketi bir ulusal hareket
olmaktan çıkma ve bir sosyal harekete dönüşmeyi isteme iradesini göstermiş
bulunmaktadır. Ve ancak tam da böyle gerçek bir ulusal harekettir her zamandan
daha fazla.
Ama nasıl ki, işçi hareketinin radikal çizgileri işçi hareketi
olmaktan çıkmak ve gerçek bir işçi hareketi haline gelebilmek için, işçi
hareketi içindeki "sırf
işçici" eğilimlerle kopuşmak ve onlara karşı sert bir mücadeleye girmek
zorundaysa, PKK da benzer şekilde, sırf
Kürtçü akımlarla kopuşmak, onlara karşı sert bir mücadeleye girmek zorundadır.
O zaman gerçek bir Kürdistan partisi - Kürt Partisi değil -, haline gelebilir.
Kürdistan'daki bütün diğer azınlıkları (buna Türkler de dahildir) da kendi
safına çekebilir
İlginçtir, PKK'nın yeni politikasına nazire, yeni politikanın
muhalifleri, ilk toparlanma girişimlerinden birine "Kürt Kürt
diyalogu" adını vermişlerdir. Ama Kürt Kürt diyalogu, Kürdistan'ın
yarısına yakınını oluşturan diğer azınlıkları daha baştan dışlar. PKK'nın yeni
çizgisi ise doğası gereği onları içerir. Yeni çizgi, Kürt partisinden bir
Kürdistan partisi olmaya dönüşüm demektir aynı zamanda, yani Kürdistan
bağlamında da, bir ulusal hareketten sosyal harekete dönüş söz konusudur.
Elbette bu eğilim boşluktan doğmadı, tohumları başından beri
vardı. PKK başından beri bir Kürt partisi olmaktan ziyade bir Kürdistan partisi
olmaya çalıştı. Hiç bir Kürt hareketinin olamadığı kadar Kürt olmayan unsurları
bünyesine aldı ve müttefiğine dönüştürdü.
Bu niteliksel değişimin kaçırılma ve sonrasındaki dramatik
gelişmelerden sonra olması son derece olağandır. Ancak, büyük yenilgiler ya da
sarsıntılar insanların ve toplumsal kesim ve partilerin hayatında önemli
niteliksel değişmelere yol açarlar. Ancak, bir politikanın sınırlarına
varıldığında, artık başka yol kalmadığında gizli potansiyeller harekete
geçirilebilir. Var olan biçim, size hala bir başarı ve genişleme olanakları
sunuyorsa, durumu gözden geçirip yeni yönelişlere girmeniz için bir neden
yoktur.
Tabii, böylesine büyük bir yenilgi ve sarsıntı (hareketin
liderini ve bayrağını düşmana kaptırması) halinde bu değişimin yapılmış olması,
bu değişikliğin, yani bir sosyal harekete dönüşme özelliğinin anlaşılmasını
güçleştirmekte, onun Kürdistan'a ilişkin hedeflerine ihanet olarak
kavranılmasına yol açmakta; Türkleri kazanmaya yönelik uygulamalar ise karşı
tarafa teslimiyet gibi anlaşılmaktadır.
Milliyetçiliğin eski biçiminden yeni biçimine
geçiş:
Milliyetçilik geniş yeniden üretimin çocuğudur. Kapitalizm
öncesinde üretim, basit yeniden üretimdi ve kapalı ekonomiler egemenliğini
sürdürüyordu. Modern üretim ise, sürekli büyüyen devasa boyutlarda bir
üretimdir. Bu tür bir üretim ancak, sadece üretilen mallarda değil, o malları
kullanacak tüketicilerde ve o malları üretecek ve son duruşmada kendisi de bir
mal olan işgücünü satacak işçilerde de bir standartlaşmayı gerektirir. Toplum
bir çok denemelerden sonra buna en uygun biçim olarak Ulusu ve Ulus devleti
bulmuştur.
Ulus, en azından son iki yüzyılda Kapitalist üretim için el
elverişli bir biçim olduğunu kanıtladığından, bu gün ulusal devletlerin karşı
konulmaz bir zaferle bütün yer yüzünde egemenliklerini sürdürdüğü görülüyor.
Ancak, ulusal devletin klasik ve yaygın biçiminde en önemli
öğe olan dil, dolayısıyla o dilin kaynaklandığı hayali ya da gerçek topluluklar
temeldirler. Almanya'da Almanca konuşan Almanlar, Fransa'da Fransızlar gibi.
Klasik biçimde her devletin homojen bir ulusu olmalıydı. Yoksa bu ya zorla
yaratılıyor ya da katlanılacak bir araz
gibi, beraber yaşanılacak bir hastalık gibi görülüyordu.
Etni, kültür ve dile dayanan, ulusu bunla tanımlayan biçim,
Kapitalist üretimin bu günkü ihtiyaçları için giderek bir engel olmaya
başlamıştır. Bir yandan, Avrupa Topluluğu gibi, klasik anlamıyla uluslardan
oluşan ulusların yepyeni bir ulus içinde bir araya gelişleri; diğer yandan
dünya ticaretinin çok hızlı gelişmesi (globalleşme) ve muazzam işgücü göçleri
ulusun yeni ve daha esnek formlarını gerekli kılmaktadır kapitalizm için. Bunun
yanı sıra Elektronik alanındaki devasa atılımlar da bunu her zamankinden daha
olanaklı yapmaktadır.
Yeni biçim bir çoklarınca ulusçuluğun aşılması olarak
kavranılmaktadır. Aksine, yeni bakış ulusçuluğu reddetmemekte, onu aşmamakta,
onu yaşatmak için ulusun tanımında değişiklik yapmakta, onu esnetmektedir.
Ulusçuluk ulusal olan ile politik olanın çakışmasını ön
görmek ve istemek demektir. Klasik ulusçuluk, ulusu bir dil ve kültür ve de
kısmen soy birliği olarak tanımlayarak, bunlarla politik olan arasında çakışma
aradığından, bunlara politik bir nitelik vermekteydi. Ulusçunun mantığında, bir
dilden söz etmek ister istemez, potansiyel olarak yeni bir ulustan söz etmek
anlamına geliyordu. Çünkü ayrı bir dil var ise, orada ayrı bir ulus da var
demektir, ayrı bir ulus var ise, ayrı bir devleti de olması gerekir. Buradan ya
büyük parçalanmalara ya da büyük katliamlara varılıyordu.
Bu günkü yeni ulusçuluk anlayışı, politik olanla ulusal olanın
çakışması ilkesini reddetmiyor ya da onu aşmıyor, sadece ulusal olanı farklı
biçimde tanımlıyor, dil, kültür ve etniyi politik alanın dışına çıkarıyor.
Ulusu, hukuki bir tanıma indirgiyor, dil, kültür, etniyi politik alandan
dışlıyor. Artık, nasıl çeşitli dinlerden olmanızın bir ulusun vatandaşı
olmanızla bir sorun oluşturmaması gibi; şu veya bu dili konuşmanız, şu veya bu
kültürden olmanız da bir ulusun vatandaşı olmak bakımından bir sorun
oluşturmamaktadır. Eskinin aksine, yeni kavrayışa göre, uluslar bir çok kültür,
etni ve dillerden oluşurlar. Burada değişen sadece ulusun tanımıdır, onun etni
ve dil ile, kültür ile bağı koparılmakta, hukuki bir tanım çerçevesine
çekilmektedir. Ama o hukuki olarak tanımlanmış olan ulus ile siyasi olanın
çakışması ilkesi; ulusçuluğun bu temel ilkesi hala geçerliliğini
sürdürmektedir, bütün saçmalığıyla ortaya çıkmış olmasına rağmen.
Ulusçuluğun bu biçiminin ideolojik hazırlığı, özellikle her
şeyi relatifleştiren post modernizm tarafından yapılmış bulunuyor. Bilgisayar
ve iletişim alanındaki muazzam ilerlemeler de bunu mümkün kılıyor. Dünün
Fordist standart araba üreten fabrikasının yerini, bugün müşterinin tek birey
olarak zevkine göre özel varyantları üreten otomatikleşmiş fabrikası gibi,
günümüzün ulusçuluğu da dinler gibi diller karşısında da benzer bir esneklik
gösteren bir ulusçuluktur. Şimdi Kürt ulusal hareketinin vardığı da tam böyle
bir ulusçuluktur.
Kürt ulusal hareketi geç doğdu, bu nedenle geç doğuşun
sorunlarını epeyce yaşadı, ama bu geç doğuş, ona aynı zamanda başka özellikler
de kazandırmaktadır. Kürt ulusal hareketi, daha bir ulusal devlet kurmadan
klasik anlamıyla ulusçuluktan, ulusçuluğun bu post modern diyebileceğimiz
biçimine geçiş yaptı. Anayasal Vatandaşlık denen programatik öneri, dil ve
kültürü politik alanın dışına itip, ulusu hukuki bir tanımlamaya
dönüştürmektedir. Bu bağlamda, resmi dil olarak Türkçe bile, teknik bir anlam
içermektedir, o ulusu oluşturanların çoğunluğunun dili olarak daha pratik
olacağı için, politik alanın dışına itilmektedir.
PKK'nın yeni yönelişinde, şimdiye kadar bu kültür ve dil
hakları için mi uğraştık diye eleştirilen yeni nitelik, aslında ulusçuluğun
yeni biçimine geçiş özelliği taşımaktadır. Kürtler, bütün dilleri ve klasik
anlamıyla ulusları politik alanın dışına iten bir proje ile çıkmış
bulunmaktadırlar. Bu anlamda Kürtler Türklerin önüne geçmiş bulunmaktadırlar.
Projelerine Türkleri kazanmaları söz konusudur. Bu ise, projeyi ilk atan,
kazanmaya çalışan olduklarından, onları kurulacak yeni biçimin prestijli
kurucusu yapar. Klasik ulusçu bir devlette, dilini konuşan büyücek ve biraz
imtiyazlı bir azınlık konumu değil; yeni ulusal devlette kuruculuktur Kürtlere
öneriler. Aslında eğer bu program başarıya ulaşırsa, fiilen, resmi dili Türkçe
veya Türkçe-Kürtçe olan, (bunu yeni politikanın başarıya ulaşıp ulaşmayacağı ve
ulaşırsa nasıl bir biçimle ulaşacağı belirleyecektir) bir tür Kürt-Türk
devletinden söz etmek gerekecektir.
Yeni politika, ulusçuluğun eski biçiminden yeni biçimine geçiş
olma özelliği ile aslında, bu günkü Türk devletinin dayandığı resmi ideolojik temeli
berhava etme potansiyeli taşımaktadır. Öcalan'ın Atatürk'ten yaptığı kimi
alıntıların yukarıda değinilen anlamını görmeyip onu programatik bir teslimiyet
olarak anlayanlar, yeni politikanın Kemalizm'i berhava eden özelliğini
görmemektedirler. Bu politik alanın dışına itmenin kendisi bu günkü güç
ilişkilerine göre bir politik hedeftir ve bu günkü devletin ideolojisi içinde
yaşama şansı yoktur. Bu nedenle, bu günkü devlet ideolojisi içerinde bir
minimuma razı olma gibi görünen hedef, aslında bu günkü, devlet ideolojisini
tecrit edip çöplüğe atmak için bir programdır. Taviz gibi görünen, bu günkü
devletin resmi ideolojisine, yani klasik, dil, soy ve kültüre dayanan ulus
tanımına karşı, yeni ulus tanımıdır. Bu tanımda dil ve kültür ve etni politik
alanın dışına itilmektedir.
Görüldüğü gibi, aslında her biri diğerinden bağımsız bu üç
değişiklik bir arada gerçekleşmiş bulunmakta ve yeni politikanın özünü
oluşturmaktadır.
Bu özün her bir unsuru, diğeri üzerinde bir etkide de
bulunmaktadır; bir sosyal harekete dönüş özelliği, kolayca ulusçuluğun yeni
tanımıyla birleşebilmektedir. Bütün bunlar da kendini demokratik görevlerle
sınırlamayla.
21.12.1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder